Unutulan Soykırımlar

Soykırımın anlatımındaki yanlışların başında, Nazi vahşetinin Yahudiler dışındaki hedeflerinin göz ardı edilmesi gelir. Oysa Naziler sadece Yahudilere değil; Çingeneler, Polonyalılar ve Slavlar gibi etnik gruplara, akıl hastalarına, sakatlara ve Katolikler veya Yehova Şahitleri gibi dini cemaatlere karşı da soykırım yürütmüşlerdir. Bu bölümde, söz konusu gruplara karşı yürütülen, ancak çoğu zaman konusu bile edilmeyen "unutulan soykırım"ları inceleyeceğiz.

Zavallı İnsanlara Korkunç Bir Vahşet: Özürlülerin Soykırımı

Çoğu insan, Nazi soykırımının Yahudilerin katledilmesi ile başladığını zanneder. Oysa Nazi katliamlarına Yahudilerden daha önce maruz kalmış bir grup vardır: Alman toplumu içindeki akıl hastaları, sakatlar ve kalıtsal hastalar. Tarihçi Henry Friedlander The Origins of Nazi Genocide (Nazi Soykırımının Kökenleri) isimli kitabında şöyle demektedir:

Savaş sonrası dünyada, Auschwitz 20. yüzyıldaki katliamın sembolü haline geldi. Ama Auschwitz, Nazilerin sadece en son ve en kusursuz imha merkeziydi. Gerçekte tüm imha operasyonu, daha önce, Ocak 1940'ta, en çaresiz insanların katledilmesi ile başlamıştı; bunlar özürlü hastalardı.1

Bu soykırımın nedenini anlamak için, Nazi ideolojisine bakmak gerekir. Bilindiği gibi, Nazizmin temelini ırkçılık oluşturur. Irkçılığın pratikteki uygulamalarından biri ise, "öjeni" sapkınlığıdır. İnsan ırkının aynen bir hayvan türü gibi "ıslah" edilmesini öngören batıl öjeni teorisi uyarınca, Naziler kendilerince "ırka zararlı" olarak kabul ettikleri tüm sakat ve kalıtsal hastalık sahibi insanları yok etmeye karar vermişlerdir.

Nazi Almanyası'nda uygulanan öjeni teorisine göre, sakatlar ve zihinsel özürlüler toplumun ilerlemesine engel olarak görülüyordu. Bu sapkın bakış açısı, binlerce özürlü ve yaşlının soykırıma uğramasına neden oldu.

Öjeni kavramı, Darwin'in evrim teorisiyle birlikte doğmuştu. Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında, bölümler boyunca "hayvan ırklarının ıslahı"ndan söz etmiş, İnsanın Türeyişi adlı kitabında ise insanların da bir hayvan türü olduğu yalanını öne sürmüştü. Darwin'in kuzeni Francis Galton ise, amcasının bu sapkın iddialarını bir adım ileri götürmüş ve öjeni teorisini formüle etmiştir.

Galton yanılgılarını ilk olarak 1869'da yayınlanan Heredity Genius (Kalıtsal Deha) adlı kitabında açıkladı. Kitapta İngiliz tarihinde tespit ettiği bazı sözde "deha"lardan söz ediyor ve bunların kendilerine has ırksal özellikler taşıdığı yanılgısını öne sürüyordu. Galton bu iddiasının ardından, İngiliz milleti içinde genetik olarak diğerlerinden üstün olan ayrı bir kanın bulunduğu ve bu kanın korunması için önlemler alınması gerektiği batıl düşüncesini ileri sürüyordu. Galton'a göre, bu sapkın teori sadece İngilizler için değil, tüm ırklar için de geçerliydi.

Öjeni sapkınlığının Galton'dan sonra en hararetli savunucusu ise, Nazilerin fikri öncülerinden biri olarak kabul edilen Alman Darwinist biyolog Ernst Haeckel oldu. Haeckel, öjeni amacıyla cinayet işlenmesi vahşetini ilk kez açık açık dile getirdi: Wonders of Life (Yaşamın Harikaları) adlı kitabında, "sakat doğan bebeklerin hiç vakit yitirilmeden öldürülmesi" gibi insanlık dışı bir düşünceyi savundu ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek sözde "bunun bir cinayet sayılmayacağını" iddia etti.2 Haeckel sadece sakat doğan bebeklerin değil, toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların "evrim yasaları" gereğince ayıklanması gibi bir vahşeti istemiştir. Hastaların tedavi edilmesine karşı çıkmış, kendince bu tedavinin doğal seleksiyonu engellediğini ileri sürerek şöyle yazmıştır:

İyileşmesi mümkün olmayan yüz binlerce hasta, örneğin akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun geneline hiçbir yarar getirmemektedir... Bu kötülükten kurtulabilmek için, yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemiyle hastalara hızlı ve etkili bir zehir verilmelidir.3

Haeckel'in teorisini kurduğu bu vahşet, Nazi Almanyası tarafından uygulamaya konacaktı.

Naziler, sosyal-Darwinizm aldatmacasının kusursuz uygulayıcıları olarak, öjeni sapkınlığını da aynen benimsediler. Nazilerin özürlü ve hasta insanlara karşı yürüttükleri soykırımı anlatan ve Disability Rights Advocates (Özürlü Hakları Savunucuları) adlı uluslararası kuruluş tarafından hazırlanan Forgotten Crimes (Unutulmuş Suçlar) adlı raporda, Nazilerin bu mazlum insanlar hakkındaki cani bakış açısı şöyle anlatılır:

Özürlülüğü her toplumda var olan yaşamın doğal bir yönü olarak kabul etmek yerine, Alman (Nazi) ideolojisi özürlülüğü bir tür dejenerasyon işareti olarak görüyor ve neredeyse tüm özürlü insanları "yaşamaya hakkı olmayan hayatlar" olarak tanımlıyordu. Her türlü özürlü insan; depresyon geçirenler, felçliler, kanserliler, organları eksik özürlüler, "yavaş öğrenenler" (zeka özürlüler), sağırlar ve körler, bunların hepsi Naziler tarafından "faydasız yiyiciler" olarak damgalanmıştı. (Bu) özürlü insanlar, Hitler'in üstün bir ırk yaratma çabasının ilk hedefi oldular. Özürlü insanların yok edilmesi, Nazilerin Aryan ırkını "saflaştırma" planının merkezi bir öğesi oldu.4

Nazilerin özürlü insanlara karşı uyguladığı soykırımın ilk aşaması, "kısırlaştırma" oldu.

1933'ten II. Dünya Savaşı'nın başladığı 1939 yılına kadar, söz konusu kısırlaştırma politikası büyük bir acımasızlıkla yürütüldü. Yüz binlerce özürlü insan, kaldıkları hastane veya kliniklerden veya evlerinden toplanarak "sterilizasyon merkezleri"ne götürüldü ve zorla ameliyat edildi. Son derece acımasız ve hoyratça yürütülen bu operasyonlar sonucunda bazı hastalar ölmüş, çoğu aylar süren korkunç acılar yaşamış, dahası pek çoğu da yaşadıkları olayın psikolojik etkisinden yıllar boyu kurtulamamıştır. Savaş sonrasında yapılan bir araştırma, kısırlaştırma mağdurlarının bazılarının, olaydan on yıl kadar sonra bile şiddetli sancılar çektiklerini, üçte birinin de hala şiddetli bir psikolojik travma yaşadıklarını göstermiştir.5

Özürlü doğan bebeklerin doğar doğmaz toplanıp katledilmesini savunan Dr. Karl Brandt.

Kısırlaştırmanın ardından, Hitler'in kurmaylarına verdiği ve Aktion T-4 olarak bilinen bir talimatla özürlülerin katledilmesine başlandı:

Hitler'in stratejisi aşama aşama ilerledi. Önce kısırlaştırma başladı. 1933'ten itibaren 400 binden fazla özürlü insan zorla kısırlaştırıldı... Daha sonra Aktion T-4 olarak bilinen resmi öldürme programı başladı. Bu program özel olarak özürlü insanlar için tasarlanmıştı. Nazilerin Yahudiler için kullanacakları imha yöntemleri, örneğin "duş odaları"na sokulan insanların burada karbon monoksit ile zehirlenmesi, ilk önce özürlülere yönelik programda geliştirilmiş ve en verimli hale getirilmişti. Sonuçta, Aktion T-4 programı çerçevesinde 275 binden fazla özürlü insan katledildi. Bu rakama, Aktion T-4 resmen sona erdikten sonra toplama kamplarında yaşamlarını yitiren özürlüler dahil değildir. Savaş sırasında da, sayıları bilinmeyen daha pek çok özürlü insan Naziler tarafından işgal ve istila edilen bölgelerde öldürüldü. Naziler hakimiyetleri altındaki bölgeleri büyüttükçe, ırklarına, dinlerine ve siyasi görüşlerine aldırış etmeksizin, özürlü erkekleri, kadınları ve çocukları katlettiler.6

Nazi ideolojisi ile beyni yıkanmış olan doktorlar ve diğer pek çok resmi görevli, bu akıl almaz vahşeti adeta bir "görev bilinci" ile gerçekleştirmiştir. Nazizmin özündeki sosyal-Darwinist öğretinin toplumda yaygınlaşmasının, din ahlakının insanlara emrettiği şefkat, merhamet gibi ahlaki erdemlerin kaybolmasının doğal bir sonucu olmuştur bu durum. Aşağıdaki alıntı, Nazilerin Aktion T-4 programı çerçevesinde özürlüleri katletmek için kurdukları altı merkezden biri olan Hadamar'da yaşanan bir olayı aktarmakta ve Nazi ideolojisinin Alman toplumunu ne hale getirdiğini gözler önüne sermektedir:

Örneğin (altı temel katliam merkezinden biri olan) Hadamar'da özürlülere yönelik katliam, bürokratik bir düzen ve "verimlilik" içinde gerçekleştirilmiştir. Bu operasyonun yürütülmesi için moralin yüksek tutulmasına önem verilmiştir. Hem "verimliliğin" yüksek tutulması hem de hastane görevlilerinin moral düzeyinin optimumda korunması için, hastane yöneticileri öldürme programının önemini sık sık vurgulamışlardır. 1941 yazında, Hadamar'ın sağ tarafındaki lobide yapılan seremoni, öldürme programında önemli bir kilometre taşı oluşturur. Tüm hastane personeli davete katılmış, kendilerine içki ikramı yapılmıştır. Giriş eğlencelerinden sonra, tüm katılanlar hastanenin bodrum katına davet edilmiş ve "on bininci hastanın yakılması" anısına yapılan törene dahil olmuşlardır. Maktulün cesedi taze çiçeklerle ve küçük Nazi bayraklarıyla süslenmiş ve doktorlardan biri Hadamar'da yürütülen işin önemi hakkında katılımcılara kısa ve duygusal bir konuşma yapmıştır. Daha sonra ceset yakılmış, bazı katılımcılar, ölen kişinin ruhuna yönelik ancak alaycı "anma konuşmaları" yapmışlar, diğerleri bunları gülerek dinlemiş sonra da Polka müziği eşliğinde bir parti verilmiştir.7

Sakat ve zeka özürlü çocuklara ve bebeklere karşı yürütülen katliam ise ayrı bir felakettir. Her ne kadar bu yönde bir "çalışma" 1933'ten beri yürütülüyor olsa da, bu konu asıl olarak Ciddi Kalıtsal Hastalıklar Hakkında Bilimsel Araştırma İçin Reich Komitesi (Reich Committee for Scientific Research of Serious Illness of Hereditary and Protonic Origin) adlı kurumun 18 Ağustos 1939'da yayınladığı "çocuk ötenazisi" isimli kararla hız kazanmıştır. Bu kararda, "ciddi kalıtsal hastalıklara" sahip olduğundan şüphe duyulan 3 yaşın altındaki tüm bebeklerin ve yeni doğanların komiteye bildirilmesi emredilmiştir. Söz konusu "ciddi kalıtsal hastalıklar", Down Sendromu, fiziksel deformasyonlar, felç gibi kategorileri içermektedir. Bu hastalıklara sahip oldukları şüphesiyle "rapor edilen" bebekler, doktor kontrolünden geçirilmiş ve çoğunun hastalığı tespit edilerek, evrakları (+) işaretiyle işaretlenmiş ve öldürme merkezlerine gönderilmişlerdir. Dönemin Nazi doktorlarından Dr. Karl Brandt "bu bebekleri toplamanın amacı, onları doğumlarından hemen sonra olabildiğince çabuk şekilde imha etmekti" demektedir. Almanya'nın farklı bölgelerindeki hastanelerde toplam 30 "çocuk ötenazi bölümü" açıldığı ve bunların her birinde yüzlerce bebeğin katledildiği bilinmektedir.

Her türlü özürlü insan; depresyon geçirenler, felçliler, kanserliler, zeka geriliğine sahip olanlar, sağırlar ve körler, bunların hepsi Naziler tarafından sözde "faydasız yiyiciler" olarak damgalanmıştı. Bugün bu sapkın ideoloji neo-Naziler tarafından sürdürülmektedir.

Bebeklerin öldürülmesi, bazen kalbe zehir enjekte edilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Ancak bazı Nazi doktorları daha da canavarca davranmış ve bebekleri aç bırakarak yavaş yavaş ve acı çekerek ölmelerini sağlamışlardır. Bunlardan biri olan Dr. Hermann Pfannmuller'in, yönetimindeki hastaneyi üstlerine gezdirirken, açlıktan can çekişmekte olan bir bebeği ayaklarından tutarak havaya kaldırdığı ve "bunun daha birkaç günü var" dediği aktarılmaktadır.8

Bu insanlık dışı, şeytani vahşetin en kötü yönlerinden biri ise, büyük ölçüde "unutulmuş" olmasıdır. Disability Rights Advocates (Özürlü Hakları Savunucuları) adlı kuruluşun raporunda, bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

Soykırım hakkında son yıllarda büyük ölçüde artmış olan ilgiye rağmen, Nazi rejiminde özürlü erkeklere, kadınlara ve çocuklara yapılan büyük vahşetler konusunda hala sessizlik sürmektedir. Nazi döneminde özürlü insanlara yapılan gaddar ve sistemli zulüm, hem tarihsel araştırmalarda hem de soykırım hakkındaki kollektif hafızamızda büyük ölçüde göz ardı edilmiş ve önemsizleştirilmiştir. Bunun sonucu, bu vahşetler hakkında yaygın bir bilgisizliktir ve bu bilgisizlik politikacıların, akademisyenlerin ve medyanın ilgisizliği ile beslenmektedir... Bazı insanlar, çok yanlış bir şekilde, katledilen özürlü sayısının göreceli olarak az olduğunu sanmaktadır. Oysaki kesin deliller, hem Almanya'da hem de Naziler tarafından ele geçirilen bölgelerde özürlü insanların köle işçi haline getirildiğini, mallarının yağmalandığını ve katledildiğini göstermektedir. Diğer katledilenlerin, örneğin Yahudilerin, acı çektiği ve kaybettiği gibi, özürlüler de acı çekmiş ve kaybetmiştir...

(Ancak) bugün dünyada özürlülerin soykırımını özel olarak ele alan bir müze ve anı merkezi yoktur... Dahası, yüzlerce uluslararası soykırım müzesi bulunmasına rağmen, bunların içinde özürlüler hakkında birkaç cümleden başka bilgi veren kaynak dahi yok gibidir. Çoğu soykırım sırasında özürlülere uygulanan vahşetlerden tek kelime dahi söz etmemektedir... Özürlüler hiçbir savaş tazminatı da almamışlardır.9

Kısacası Nazi vahşetinin önemli bir boyutunu oluşturan "özürlü soykırımı" büyük ölçüde unutulmuş durumdadır. Bunun tehlikeli sonuçlarından biri, bu konudaki hassasiyetin kaybolmasıdır ve Nazi cinayetlerini tekrarlama hayalleri kuran neo-Naziler bu boşluktan yararlanmaya çalışmaktadırlar. Dahası, özürlülere yönelik olumsuz bakış açısının temeli olan sosyal-Darwinist sapkın mantık hala hakimdir ve bu da durumu ciddileştirmektedir. Disability Rights Advocates (Özürlü Hakları Savunucuları) adlı kuruluşun Forgotten Crimes (Unutulmuş Suçlar) adlı raporunda (bu rapor daha sonra kitap haline getirilmiştir), "özürlü düşmanlığı"nın Almanya'da ne yazık ki hala etkili olduğu şöyle açıklanmaktadır:

Günümüzdeki Alman toplumunda da, pek çok özürlü insan ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekte ve ekonomik bir yük ve bir huzursuzluk nedeni sayılmaktadırlar. Bu ayrımcı bakış açısı, özürlüleri hedef alan şiddet olaylarına yol açmıştır ki, bunlar toplum içinde tartaklama, hakaret, taciz, saldırı, dövme ve hatta öldürmelere kadar varabilmektedir. Neo-Naziler (Dazlaklar) bu saldırıları yürütenlerdir. Raporlar, dazlakların kör bir adamı öldüresiye dövdüklerini, beş sağır çocuğu döverek ciddi şekilde yaraladıklarını, tekerlekli sandalye kullanan bir adamı merdivenlerden aşağı yuvarladıklarını ve "Dachau'da sizi unutmuş olmalılar" veya "Hitler olsaydı, şimdiye çoktan gaz (odalarına) gitmiştiniz" şeklinde sloganlar attıklarını bildirmektedir. İngiliz Özürlü İnsanlar Organizasyonları Konseyi dergisinin bildirdiğine göre, 1000 kadar özürlü Alman vatandaşı bir yıl içinde fiili olarak veya sözle saldırıya uğramıştır.10

Bu acı gerçekler bizi önemli bir sonuca götürür. Özürlü soykırımı asla unutulmamalı, "bir daha asla" sloganı özürlüler için de zihinlere yerleştirilmeli, özürlülerin haklarının korunması için tüm dünya çapında çok daha etkili bir strateji yürütülmelidir.

Çingene Soykırımı

Unutulan bir başka soykırım, Çingenelere yönelik Nazi vahşetidir.

Nazilerin ırkçı ideolojisi, sadece Yahudileri değil, Çingeneleri de "yok edilmesi gereken sözde aşağı ırklar" kategorisine dahil ediyordu. Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya'da yaşayan Çingeneler üzerinde de baskı politikası başladı. Sanat yetenekleriyle ve özgün yaşam tarzlarıyla dünyanın pek çok ülkesinde kültürel bir renk olarak kabul edilen ve hoşgörülen Çingeneler, Nazi Almanyası'nda insanlık dışı bir nefretin hedefi oldular.

Nürnberg Kanunları'nın hazırlayıcılarından olan Dr. Hans Globke 1936 yılında yaptığı açıklamayla, "Çingenelerin yabancı bir ırk" olduğunu söyledi. 14 Aralık 1937'de yayınlanan bir karar ise Çingeneleri "iflah olmaz suçlular" olarak tanımladı ve Alman toplumundan izole edilmelerini karara bağladı. 1938'in başından itibaren, Çingeneler Nazi görevlileri tarafından yakalanıp toplama kamplarına gönderilmeye başladılar. Daha sonra Alman Sağlık Bakanlığı'nın Irk Araştırmaları Bölümü'nden Eva Justin hazırladığı bir doktora tezinde, Çingeneleri "Alman ırkının saflığı için çok büyük bir tehlike" olarak tanımladı. Buchenwald kampında Çingeneler için özel bir bölüm oluşturuldu. Mauthausen, Gusen, Dautmergen, Natzweiler ve Flossenburg kamplarına gönderilen Çingenelerin de çoğu buralarda katledilecekti.

Üstteki resimde Buchenwald ölüm kampındaki mahkumlar görülmektedir. Mahkumlar arasında ünlü Nobel ödüllü yazar Elie Weisel de bulunmaktadır. Bu kampta Yahudilerin yanı sıra binlerce Çingene de katledilmişti.

Bir yandan da Çingenelere yönelik zoraki bir kısırlaştırma programı uygulamaya kondu. Dusseldorf-Lierenfeld'teki bir hastanede yapılan ameliyatlarda, Çingene olmayan erkeklerle evlenen Çingene kadınlar zorla kısırlaştırıldı. Bazıları kısırlaştırma sırasında hayatlarını yitirdiler. Özellikle de hamile kadınlar üzerinde yapılan kısırlaştırma ameliyatlarının çoğunda hastalar öldü.11

1938 yılında Nazi Almanyası'nın ikinci adamı olan SS Şefi Himmler "Çingene sorunu"na el koydu ve daha önceden Münih'te bulunan Çingene İşleri Merkezi'ni Berlin'e taşıttı. Bundan sonra Çingenelerin imhası da, aynı Yahudilerin imhası gibi, Nazi Almanyası'nın hedeflerinden biri haline gelecekti.

Çingenelerin toplu imhası 1941 Yazı'nda başladı. Bu dönemde Çingeneleri bulmak, öldürmek ya da toplama kamplarına göndermek için özel Einsatzgruppe timleri kuruldu. Almanya'dan on binlerce Çingene (kadın, yaşlı, çocuk ve bebek dahil) Polonya'ya ve oradan Belzec, Treblinka, Sobibor ve Majdanek toplama kamplarına gönderildiler. Hollanda, Fransa ve Belçika'dan yola çıkarılan 30 bine yakın Çingene de Auschwitz'e gönderildi. Bu insanların çok büyük bir bölümü Naziler tarafından öldürüldü. Auschwitz Müzesi Tarih Bölümü Müdürü Dr. Franciszek Piper'e göre, Auschwitz'in bir parçası olan "Birkenau'ya 23 bin Çingene transfer edilmiş ve bunların 21 bini öldürülmüştü. Auschwitz kumandanı Rudolf Hess'in anılarında yazdığı gibi, öldürülen bu Çingenelerin arasında "çok sayıda çocuk, yaşı neredeyse yüze varan ihtiyarlar ve hamile kadınlar" vardı.

Çingeneler de aynı Yahudiler gibi Nazilerin toplu imha planının hedefi oldular. Yahudilere uygulanan tüm katliam araçları Çingenelere de uygulandı. Einsatzgruppe timleri, Çingeneleri de buldukları yerde öldürdüler. UNESCO yayınları arasında yer alan "Nazi Terörünün Mağduru Çingeneler" başlıklı bir makalede, bu konuda şu bilgiler verilir:

Polonya'da ve Sovyetler Birliği topraklarında Çingeneler hem ölüm kamplarında hem de açık arazide katledilmişlerdir... Nazilerin geçtikleri her yerde Çingeneler tutuklanmış, sürülmüş ve öldürülmüştür. Yugoslavya'da Yahudilerin ve Çingenelerin idamları 1941 Ekimi'nde ormanlık alanlarda yürütülmüştür. Köylüler, idam yerlerine götürülmek için kamyonlara yüklenen çocukların ağlayışlarını ve çığlıklarını hala hatırlamaktadırlar.12

Auschwitz kumandanı Rudolf Hess.

Ne kadar Çingene'nin Naziler tarafından öldürüldüğünü tespit etmek zordur. Yine de rakamlar bir fikir vermektedir. Tarihçi Raoul Hilberg'e göre soykırım öncesinde Almanya'da 34 bin Çingene vardır ve bunların çok büyük bölümü öldürülmüştür. Rusya, Ukrayna ve Kırım'daki katliamlardan sorumlu olan Einsatzgruppen raporlarına göre ise, bu ülkelerde yaklaşık 300 bin Çingene katledilmiştir. Yugoslav makamlarına göre, sadece Sırbistan sınırları içinde 28 bin Çingene öldürülmüştür. Polonya'da katledilenler içinse tahmin dahi yapılamamaktadır. Tarihçi Joseph Tenenbaum, toplamda en az 500 bin Çingenenin Naziler tarafından öldürüldüğünü bildirmektedir.

Bu büyük trajediye rağmen, Çingene soykırımı çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Soykırımı anlatan kitaplarda, filmlerde, makalelerde Çingene soykırımı ya hiç belirtilmemekte veya önemsiz bir konu gibi geçmektedir. ABD Texas'taki "Roman (Çingene) Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi"nden Ian Hancock'un belirttiği gibi, "Çingene soykırımını küçültmeye yönelik bir eğilim" vardır.13

Oysa Çingenelere yapılan muamele ile Yahudilere yapılan muamele arasında fark yoktur. Her iki grup da 1936'daki Nürnberg Kanunları tarafından Alman toplumundan dışlanmıştır. Nazilerin toplu imha kararı da yine her iki grubu birden hedef almıştır. Soykırım konusunda en yetkili Nazilerin arasında yer alan Adolf Eichmann, "Yahudi sorunu ile Çingene sorununun birlikte ve aynı anda çözülmesi gerektiğini" yazmıştır ki, bu her iki halkın da yok edilmesi anlamına gelmektedir. Gerek toplama kamplarında gerekse işgal altındaki bölgelerde, Çingeneler de aynı Yahudiler gibi acımasızca katledilmiştir.14

Polonyalılara Yönelik Soykırım

Nazi soykırımının en yoğun yaşandığı ülkelerden biri de Polonya'dır. Resimde Naziler tarafından dövülen bir Polonyalı Yahudi görülmektedir. Ülkede, Yahudilerle birlikte 3 milyon Katolik Polonyalı da katledilmiştir.

Nazilerin toplu imha politikasına en çok hedef olan uluslardan biri de Polonyalılardır. II. Dünya Savaşı boyunca Naziler toplam 6 milyon Polonya vatandaşını öldürmüşlerdir. Bunların 3 milyonu Yahudi, diğer 3 milyonu ise Katolik Polonyalılardır. Ancak Katolik Polonyalıların dramı, çoğu kez unutulmakta veya göz ardı edilmektedir.

Hitler'in Polonyalılara olan nefreti, hem onları kendince "aşağı insanlar" (Untermenschen) olarak kabul etmesi hem de Almanların "yaşam alanını" (Lebensraum) işgal ettiklerini düşünmesinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle ilk askeri saldırısını da Polonya'ya karşı başlattı. 22 Ağustos 1939 günü, Alman Orduları aniden Polonya'yı işgal etmeye başladılar ve zaten bu da II. Dünya Savaşı'nın başlangıcı oldu. Hitler işgalden birkaç gün önce komutanlarına şu emri vermişti: "Hiç acımaksızın, Polonya kökenli veya Lehçe konuşan tüm erkekleri, kadınları ve çocukları öldürün. Sadece bu şekilde ihtiyaç duyduğumuz yaşam alanını elde edebiliriz."15

Nazi orduları Polonya'yı birkaç haftada tamamen ele geçirdiler ve Hitler'in emri uyarınca sistemli bir soykırıma giriştiler. Tüm toprak sahipleri mallarından edildi ve karne uygulaması getirildi. Alman ırkına benzer özellikler taşıyan Polonyalı çocuklar ailelerinden zorla alındı ve asker olarak eğitilmek için Almanya'ya gönderildi. Buna karşın Polonya'nın entelektüel kesimine karşı tam bir katliam başladı. Yüzlerce cemaat lideri, belediye başkanı, bürokrat, rahip, öğretmen, hakim, senatör ve doktor halk önünde idam edildi. Diğer on binlerce eğitimli insan toplama kamplarına gönderildi ve buralarda yaşamını yitirdi. Savaş boyunca Polonya doktorlarının %45'ini, avukatlarının %57'sini, öğretim üyelerinin %40'ını, teknisyen ve mühendislerinin %30'unu ve din adamları ile gazetecilerinin çok büyük bölümünü kaybetti.

Hitler bir yandan da Polonya kültürünü yok etmek istiyordu. Tüm ortaokullar ve kolejler kapatıldı. Lehçe yayın yapan tüm gazeteler kapatıldı. Kütüphaneler ve kitap dükkanları yakıldı. Polonya kültürüne ait tüm yazılı kaynaklar ve sanat eserleri tahrip edildi. En çok da Polonyalı din adamları hedef alındı. Kiliseler ve diğer dini kurumlar yakılıp-yıkıldı. Rahiplerin büyük bölümü tutuklanarak toplama kamplarına gönderildi. Cadde ve şehir isimleri bile değiştirildi; eski Lehçe isimlerin yerine yeni Almanca isimler verildi. Hitler, Polonya'ya ait olan herşeyi yok etmek istiyordu.

Sonuçta Naziler tam 6 milyon Polonya vatandaşını katlettiler. Bunların yarısını Yahudiler, diğer yarısını da Katolik Polonyalılar oluşturuyordu. Auschwitz ve diğer ölüm kamplarında ilk hayatını kaybedenler, söz konusu Katolik Polonyalılardı.

Tarihçi Richard C. Lukas, "o kadar çok Polonyalı toplama kamplarına gönderilmiştir ki, neredeyse her Polonyalı ailenin bu kamplarda işkence görmüş veya öldürülmüş bir yakını vardır" diye yazmaktadır.16

Polonyalı Katolikler dışında, Almanya'daki pek çok dindar Katolik, özellikle de rahipler Nazi soykırıma hedef olmuşlardır. Hıristiyanlıktan nefret eden ve Alman toplumunu Hıristiyanlık öncesi putperest kültüre döndürmek isteyen Naziler, Katoliklere baştan beri antipatiyle bakmışlar, iktidara geldikten sonra da pek çok din adamını toplama kamplarına göndermişlerdir. Dachau toplama kampında din adamları için özel bir bölüm oluşturulmuş ve buraya binlerce rahip gönderilmiştir. Bu insanların çok azı kurtulabilmiştir; bazıları vurulmuş, çoğu da hastalık veya açlıktan yavaş yavaş ölerek can vermiştir. Aynı şekilde Yehova Şahitleri de, Nazi Almanyası'na bağlılık yemini etmeyi inançlarına aykırı buldukları için, Almanya'da veya Almanya'nın işgali altındaki bölgelerde yakalanmış, toplama kamplarına gönderilmiş ve katledilmişlerdir.17

Tüm Diğer Hayatını Kaybedenler

Buraya kadar incelediklerimizin de gösterdiği gibi, Nazi vahşeti sadece Yahudileri değil, diğer pek çok etnik grubu da hedef almıştır. Bunun temelinde, Hitler'in "Lebensraumpolitik" adı verilen ırkçı teorisi yatar. Bu kavram, "yaşama alanı politikası" anlamına gelmektedir. Kastedilen "yaşama alanı", Alman nüfusu için gerekli olduğu düşünülen yeni topraklardır: Hitler Almanya'nın, Alman milletine yeterli bir toprak oluşturmadığını, Ari ırkın burada "sıkıştığını" ileri sürmüş ve Doğu ülkelerinin topraklarının ele geçirilmesi ve burada Almanlar için yeni bir "yaşama alanı" kurulması gerektiğini iddia etmiştir. Söz konusu yaşama alanları için seçilen topraklar ise, Polonya, Ukrayna gibi Doğu ülkeleridir. Bu ülkelerin genelde Slav kökenli olan halkları, Almanlar için "yaşama alanı" açılması için imha edilecektir.

Nazi dokümanları, sadece Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan "yaşam alanları"nın 75 milyon kişilik bir nüfusa sahip olduğunu ve Nazilerin bu nüfusu 30 milyona indirmeyi hedeflediklerini göstermektedir. Bu 30 milyon, "yaşam alanları"na yerleştirilecek olan Almanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere köle işçi olarak çalıştırılacaktır. Naziler, geriye kalan "fazla" 45 milyon insanı ise daha doğuya sürmeyi veya farklı imha yöntemleriyle öldürmeyi amaçlamışlardır.

Nazilerin işgal ettikleri bölgelerde sivil halka karşı gerçekleştirdikleri katliamlar, bu planı uygulamaya koyduklarını göstermektedir. Bu katliamların bir gerekçesi, sivil halkın "partizanlara destek vermeleri"dir. (Partizanlar, işgal edilen ülkelerde Nazilere karşı kurulan direniş birlikleridir.) Herhangi bir köy veya kasaba nüfusunun tümü, partizanlara destek oldukları iddia edilerek topluca öldürülmüştür. Tarihçi H. Kuhnrich'in hesaplamasına göre, "anti-partizan savaşı" sonucunda 5.900.225 kişi öldürülmüştür. Bunların 4.5 milyonu Ukraynalıdır.

1939 ve 1945 yılları arasında savaş haricinde öldürülen Polonyalıların sayısı 6 milyonu aşmaktadır. (Bunların 3 milyonu Yahudi, 200 bini Çingene, kalanı Polonyalı Hıristiyan Slavlardır.) Polonyalı entelektüellerin neredeyse tümü katledilmiştir. Yugoslavya'da öldürülen sivil sayısı 1.2 milyon civarındadır ki, bu da ülke nüfusunun %9'unu oluşturmaktadır. (Savaş sırasında öldürülen 300 bine yakın Yugoslav asker veya milis bu rakamın dışındadır.)

Partizanlar, işgal edilen ülkelerde Nazilere karşı kurulan direniş birlikleridir. Naziler, partizanlara destek verdiklerini öne sürerek, bir köy veya kasabayı tamamen yok ediyorlardı.

Sovyetler Birliği en ağır kayıpları vermiştir. 10 Mayıs 1943'e dek Naziler toplam 5 milyon 400 bin Sovyet askerini tutuklamışlardır ve bunların 3.5 milyonu açlıktan, soğuktan donarak, vurularak, asılarak veya toplama kamplarında imha edilerek yaşamlarını yitirmiştir. Almanlar 1944'te Sovyet topraklarından tamamen çekildiklerinde, Ukrayna'nın daha önceden 42 milyon olan nüfusu 27.4 milyona inmiştir ki, bu da 14.6 milyonluk bir fark anlamına gelir. Bu rakam, göçler ve savaş sırasında tutsak alınıp sonradan hayatta kalanlar çıkarılırsa, yaklaşık 7 milyon ölü anlamına gelmektedir. Toplamda Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan 11 milyon insan, Nazilerin toplu imha ve soykırım politikası neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir.18

Sözünü ettiğimiz tüm bu katliamlar hesaplandığında ise, Nazilerin sivil insanlara yönelik katliamları sonucunda, toplam 26 milyon insanın hayatını yitirdiği ortaya çıkmaktadır. Bu 26 milyonun 6 milyonu Yahudi, 750 bin kadarı Çingene, kalan kısmı ise Polonya, Ukrayna, Rusya, Yugoslavya gibi ülkelerde yaşayan Slavlardır.

II. Dünya Savaşı'ndaki tüm can kayıplarının toplamı ise, 55 milyon gibi akıl almaz bir rakama ulaşmaktadır. (Bu rakam sivil ve asker tüm kayıpları içermektedir.)

İşte bu nedenledir ki, bazı araştırmacıların "Yahudi dışlamacılığı" dedikleri yaklaşım, yani Nazi vahşetini sadece Yahudilere yönelik gibi gösteren ve diğer mağdurları göz ardı eden yorum, son derece yanlıştır. Bu yorum, başta belirttiğimiz gibi, soykırım trajedisinden siyasi bir çıkar elde etmeyi amaçlayan radikal Siyonist hareketin bir ürünüdür ve son derece gayriahlakidir. (Bu radikal Siyonistlerin, Nazilerle olan iş birliği de unutulmamalıdır.)

Tarihi kaynaklar Nazilerin yalnız Yahudileri değil, daha milyonlarca insanı soykırıma tabi tuttuklarını göstermektedir. Nazi vahşeti nedeniyle yaklaşık 26 milyon insan hayatını kaybetti. Bu 26 milyonun 6 milyonu Yahudiler, diğerleri ise Çingeneler ve Polonya, Yugoslavya, Ukrayna, Rusya gibi ülkelerde yaşayan Slavlardı.

Bizce, soykırım konusundaki doğru yaklaşım, şu temel gerçeklere dayanmalıdır:

1) Nazi Almanyası tarihin gördüğü en zalim ve acımasız rejimlerden biridir. Bu rejimi ortaya çıkaran ırkçı ve faşist ideolojinin bir kez daha hortlamaması, insanlığa tekrar felaketler getirmemesi için dünya çapında bir iş birliği yürütülmelidir.

2) Yahudiler, Nazi vahşetinden en çok payını alan gruptur. Naziler 5.7 milyon masum Yahudiyi kadın-çocuk ayrımı gözetmeksizin alçakça katletmişlerdir. Benzeri bir trajedinin asla yaşanmaması için yine tüm dünya çapında bir iş birliğine gidilmeli, Yahudi düşmanlığı yapan gruplara karşı ortak bir kültürel kampanya yürütülmeli, bu habis ideoloji ebediyen yok edilmelidir.

3) Nazi vahşetinin diğer mağdurları asla unutulmamalı, "Yahudi dışlamacılığı" adı verilen yoruma itibar edilmemelidir. Naziler akıl hastaları, sakatlar, Çingeneler, dindar Katolikler, Polonyalılar, Slavlar gibi pek çok farklı inanç ve milletten insanı da yok etmeye çalışmışlardır. Hepsi aynı şekilde anılmalıdır. Herhangi bir grubun acısı bir diğerinden daha az veya önemsiz değildir.

4) Hiç kimse, soykırımı siyasi amaçları için kullanmaya çalışmamalıdır. Bundan kasıt, özellikle bazı Siyonistler ve İsrail devleti içinde yer alan birtakım radikal gruplardır. Nazilerin 5.7 milyon Yahudi'yi katletmiş olmaları, Yahudilere başka insanları (örneğin Filistinlileri) katletme hakkı vermez. Soykırım trajedisi, İsrail'in Ortadoğu'da oluşturduğu trajedileri affettirmek için kullanılamaz. Bu şekilde davranmak, soykırımda hayatlarını kaybedenlerin anısına yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.

5) İsrailliler ve dünyanın diğer ülkelerinde olup da radikal Siyonist ideolojiyi benimseyen Yahudiler, "Soykırımın Perde Arkası"ndaki gerçek ile yüzleşmelidirler: Soykırım döneminin radikal Siyonistleri, Naziler ile iş birliği yapmışlardır. Kendi menfaatleriyle uygun düştüğü durumlarda Nazileri el altından desteklemişler, Yahudilerin soykırımdan kurtulmasını ise "Yahudi kanı akması, savaş sonrasında bize gerekecektir" diyerek engellemişlerdir. Bazı dindar Yahudiler veya Yahudi entelektüeller tarafından dile getirilen ve hesabı sorulan bu gerçek, daha açık bir biçimde ortaya konmalı ve tartışılmalıdır.

O takdirde, İsrail yönetiminde yer alan bazı çevrelerin de dünya görüşlerini sorgulamaları ve Filistinlilere yaşam hakkı tanımayan ırkçı bir Siyonizm anlayışı yerine, Filistinlilerle barış içinde yaşamayı öngören barışçıl ve insancıl bir Siyonizm anlayışını kabul etmeleri gereklidir. Ortadoğu barışına giden yol, buradan geçmektedir.

DİPNOTLAR

1. Henry Friedlander, The Origins of Nazi Genocide: from Euthanasia to the Final Solution

2. Ernst Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, s. 21.

3. Ernst Haeckel, The Wonders of Life, New York, Harper, 1904, s. 118-119.

4. Forgotten Crimes:The Holocaust and People with Disabilities, A Report by Disability Rights Advocates, Oakland, California, Eylül 2001, s. 3.

5. Biesold, Crying Hands: Eugenics and Deaf People in Nazi Germany (Washington, D.C., 1999), s. 147.

6. Forgotten Crimes:The Holocaust and People with Disabilities, A Report by Disability Rights Advocates, Oakland, California, Eylül 2001, s. 3.

7. Hugh Gregory Gallagher, By Trust Betrayed: Patients, Physicians, and the License to Kill in the Third Reich (Arlington, Virg., 1995), s. 13.

8. Forgotten Crimes:the Holocaust and People with Disabilities, A Report by Disability Rights Advocates, Oakland, California, Eylül 2001, s. 14.

9. Forgotten Crimes:the Holocaust and People with Disabilities, A Report by Disability Rights Advocates, Oakland, California, Eylül 2001, s. 1-2, 37-38.

10. Forgotten Crimes:the Holocaust and People with Disabilities, A Report by Disability Rights Advocates, Oakland, California, Eylül 2001, s. 41.

11. Myriam Novitch, Gypsy Victims of the Nazi Terror, UNESCO Courier, Oct 1984.

12. Myriam Novitch, Gypsy Victims of the Nazi Terror, UNESCO Courier, Oct 1984.

13. Ian Hancock, Downplaying the Porrajmos: The Trend to Minimize the Romani Holocaust, 2000, the Patrin Web Journal

14. Ward Churchill, Assaults on Truth and Memory, Part II, 1997, ZNet.

15. Terese Pencak Schwartz How Could 5.000.000 Be Killed and Forgotten?, based on The Forgotten Holocaust by Dr. Richard C. Lukas

16. http://www.holocaustforgotten.com/Lucaire.htm

17. Who Were the Five Million Non-Jewish Victims?http://www.holocaustforgotten.com/fivmil.htm

18. Ward Churchill, Assaults on Truth and Memory, Part II, 1997, ZNet