8. Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Mehdi (As) İçin "Zat" Dediğinde Bir Şahıstan Bahsetmektedir, Şahsı Maneviden Değil

MEHMET ALİ KAYA'NIN "BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ 'O ZAT' DEDİĞİNDE, ŞAHSI MANEVİDEN BAHSEDER" YANILGISI

"O zat" denilen, "Mehdi-i Al-i Resul'un temsil ettiği kutsi cemaatin şahsı manevisidir. (Asırların Rehberleri ve Mücedditler ve Kıyamet Alametleri, Deccal- Mehdi, sf. 227)

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde yüzlerce sayfa boyunca Hz. Mehdi (as)'ın sahip olacağı özellikler hakkında bilgi vermiş, kendisine Mehdiyet konusunda hüsn-ü zan ile yaklaşan kimselere ise, kendisinin Hz. Mehdi (as)'da olması gereken özellikleri taşımadığını belirterek cevap vermiştir. Ancak Bediüzzaman Hazretleri'ne bu yönde hüsn-ü zan besleyen bazı kişiler, Bediüzzaman Hazretleri'nin bu sözlerinin aslında gerçekleri yansıtmadığını; Üstadımız'ın kanaatinin bunun tam tersi yönünde olduğunu ve bu sözde gizli kanaati de kendilerinin çok iyi bildiklerini ve açıkladıklarını iddia etmektedirler. Bu amaçla Üstadımız'ın açık ve net beyanlarını değil, kendilerinin yaptıkları yorumları ve tevilleri esas almaktadırlar. İşte Mehmet Ali Kaya'nın yukarıda yer alan gerçek dışı iddiası da bu mantığın bir ürünüdür.

Mehmet Ali Kaya, Üstadımız'ın Hz. Mehdi (as) için Risale-i Nur'da O ZAT dediğinde, yani 68 ayrı yerde, hep ŞAHSI MANEVİ'DEN BAHSETTİĞİNİ İDDİA ETMEKTEDİR. Yani, Mehmet Ali Kaya'ya göre, Üstadımız "bir", "o", "zat" kelimelerini şahsı ifade etmek için değil şahsı maneviyi ifade etmek için kullanmaktadır. ŞÜPHESİZ BU, ÜSTADIMIZ'IN AÇIK VE NET SÖZLERİNİN YANLIŞ BİR TEFSİRİ, SAMİMİ OLMAYAN BİR TEVİLİDİR!

Her şeyden önce bu mantık, Bediüzzaman Hazretleri'ne duyduğumuz saygıya ve hürmete yakışmamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, zengin kelime hazinesi, çarpıcı ve hikmetli anlatımıyla ifade etmek istediğini dürüst, samimi, açık ve net anlatan bir alimdir. Doğru bildiği değerleri savunmak için tüm hayatını çile içinde geçirmiş, hiçbir zorluktan asla yılmamış, çok cesur ve dürüst bir insandır. Risale-i Nur'da da her konuyu açık ve net olarak anlatmıştır. Nitekim,  hiçbir tefsir ve yoruma gerek olmadan, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi Risale-i Nur'un en önemli özelliklerindendir:

... Risale-i Nur'u kadın, erkek, memur ve esnaf, alim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidadları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar fevkalade istifade ettikleri gibi; Risale-i Nur'un harikuladeliğini ve te'lif (yazım) san'atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına (arzusuna) sahib oluyorlar. (Şualar, sf.549)

... bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik (hakikat), temsilat (örnekler) vasıtasıyla, en ami (cahil) ve ümmi (tahsilsiz) olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin (hakikatlerin) çoğunu büyük alimler "tefhim edilmez" (anlatılamaz) deyip, değil avama, belki havassa da (ilim sahibi kimselere de) bildiremiyorlar. (Mektubat, sf.373)

Kendisi de bir tefsir olan Risale-i Nur'u yeniden tefsir etmenin bir manası yoktur. "Üstadımız o zat diyor ama şahsı manevi demek istiyor" diye bir tevil yapmak, her şeyden önce Üstadımız'a saygıya hiç uygun değildir. Bediüzzaman Hazretleri gibi dürüst ve mert bir insanı, "böyle diyor ama siz ona bakmayın, böyle demek istiyor" diye tanıtmak samimi bir Nur talebesine asla yakışmaz. 

HZ. MEHDİ (AS)'IN ŞAHIS OLARAK GELİP GELMEYECEĞİ ASLA ŞÜPHELİ DEĞİLDİR. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ 68 AYRI YERDE HZ. MEHDİ (AS)'IN ŞAHIS OLARAK GELECEĞİNİ SÖYLEMİŞTİR.

Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. ONA KARŞI ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN SİLSİLE-İ NURANÎSİNE BAĞLANAN, EHL-İ VELAYET VE EHL-İ KEMALİN BAŞINA GEÇECEK ÂL-İ BEYTTEN MUHAMMED MEHDİ (1. İFADE) İSMİNDE BİR ZÂT-I NURANÎ (2. TEKRAR), o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık akımını) (manen) öldürüp dağıtacaktır. (Mektubat, sf. 59-61)

Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN (3. TEKRAR), temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla O ZÂT (4. TEKRAR), bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır...

Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ÂHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎSİ (5. TEKRAR),  ünvanını almamışlar.

İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (6. TEKRAR), ÂL-İ BEYT'TEN OLACAK... (Şualar, sf. 381, 382)

Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDİNİN (7. TEKRAR), o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O ZÂT (8. TEKRAR), o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, incelemeleri) ile yazdıkları eseri KENDİNE (9. TEKRAR) hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği (dayandığı) kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd (dayanışma) sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir (öğrencilerdir). Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (Emirdağ Lâhikası-1, sf. 266-267)

Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (10. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN (11. TEKRAR) OLACAKTIR. (Emirdağ Lâhikası, sf. 232)

Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi O GELECEK ŞAHIS (12. TEKRAR) olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP ŞAHSIN (13. TEKRAR) BİR HİZMETKÂRI VE ONA (14. TEKRAR) YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI VE O BÜYÜK KUMANDANIN (15. TEKRAR) PÎŞDÂR BİR NEFERİ OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, sf. 162)

AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD (16. TEKRAR), HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD (17. TEKRAR), HEM HAKİM (18. TEKRAR), HEM MEHDİ (19. TEKRAR), HEM MÜRŞİD (20. TEKRAR), HEM KUTB-U AZAM (21. TEKRAR) OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ (22. TEKRAR) GÖNDERECEK VE O ZAT (23. TEKRAR) DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin firtınalarını teskin eder ve BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ (24. TEKRAR) İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder...

Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İSLÂMİYET DİNİNİ MİLLİYET-İ MUKADDESE HÜKMÜNDE RABITA-İ İTTİFAK VE İNTİBAH YAPSALAR, HİÇBİR MİLLETİN ORDUSU ONLARA KARŞI DAYANAMAZ. İŞTE, O PEK KESRETLİ O MUKTEDİR ORDU, ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMDIR VE HAZRET-İ MEHDÎNİN (25. TEKRAR) EN HAS ORDUSUDUR...

ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ (26. TEKRAR) BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, 425-426)

Bediüzzamanın bu sözünde kullandığı yukarıdaki vasıflar, anlamlarından da anlaşılacağı gibi tek kişiye ait olacak özelliklerdir.

  1. … bir müçtehid
  2. … bir müceddid
  3. … hâkim
  4. … Hz. Mehdi
  5. … mürşid
  6. … kutb-u a'zam
  7. … bir zât-ı nuranî

TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ (27. TEKRAR) VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. (Kastamonu Lahikası, Sayfa 72)

ÂHİRZAMANDA, ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN (A.S.M.) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDÎDE (28. TEKRAR) VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR. (Kastamonu Lahikası, sf. 146)

MEHDİ'NİN (29. TEKRAR) ÜÇ VAZİFESİ, nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahir zamanda gelen AL-İ BEYT'İN BÜYÜK BİR MÜRŞİDİ (30. TEKRAR) seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz...." Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te'vil lazım. Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN (31. TEKRAR) TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜC VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN (32. TEKRAR) CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN (33. TEKRAR) ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK: Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, HAZRET-İ MEHDÎ'NİN (34. TEKRAR), O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ (35. TEKRAR) GÖRMEYE VAKİT VE HAL MÜSAADE EDEMEZ. ÇÜNKÜ HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) CİHETİNDEKİ SALTANATI (36. TEKRAR), onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL (37. TEKRAR) BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT (38. TEKRAR), O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE (39. TEKRAR) HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.İkinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI (40. TEKRAR) ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslam'ın vahdetini nokta-i istinad edip, beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı İlahî'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır. Üçüncü vazifesi: İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR'ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT (41. TEKRAR), bütün ehl-i îmanın manevî yardımlarıyla ve İttihad-ı İslam'ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa al-i beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır... ... GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎ (42. TEKRAR) ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİRZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (43. TEKRAR), ÂL-İ BEYTTEN OLACAKTIR. (Emirdağ Lahikası-1, ss. 231-233)

ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN (44. TEKRAR) ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE YÖNÜYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT (45. TEKRAR), RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK'. O ZATIN (46. TEKRAR) İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.O ZATIN (47. TEKRAR) ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir...... Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.Kardeşlerimin ikinci iltibası:Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.Elhasıl: O GELECEK ZATIN (48. TEKRAR) İSMİNİ VERMEK, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9-11)

BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT (49. TEKRAR) dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. FAKAT ŞİMDİKİ UMUMUN NAZARINDA VE HAL-İ ÂLEM İLCAATINDA EN MÜHİM MES'ELE, HAYAT VE ŞERİAT GÖRÜNDÜĞÜNDEN O ZÂT (50. TEKRAR) ŞİMDİ OLSA DA, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan Adetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin. (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)

ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RADIYALLAHU ANH) (51. TEKRAR) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler. Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN (52. TEKRAR) ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CİHAD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN (53. TEKRAR) BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş:...... "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN. EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN (54. TEKRAR) KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, 509, 510)

Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf, "eğer Said Mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: "BEN SEYYİD DEĞİLİM. MEHDİ (55. TEKRAR) SEYYİD OLACAK." DİYE ONLARI REDDETMİŞ. (Şualar, 14. Şua, sf. 355)

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR. ÖYLE KUDSÎ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANÎ ZATLARA (56. TEKRAR) ZEMİN İHZAR EDİYORUZ. Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)

...Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli  'lar ve  ikişer sayılsa, BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZATLAR ise, HAZRET-İ MEHDİ'NİN (57. TEKRAR) şakirdleri olabilir." (Şualar, sf. 605)

İkinci İşaret, yani: Altıncı İşaret

HAZRET-İ MEHDÎNİN (58. TEKRAR) cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla (manen) öldürülecek ve dağıtılacak. (Mektubat, 426)

HEM İKİ DECCALIN SIFATLARI VE HALLERİ AYRI AYRI OLDUĞU HALDE, MUTLAK GELEN RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR; BİRİ, ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM BÜYÜK MEHDÎNİN (59. TEKRAR) HALLERİ SÂBIK MEHDÎLERE İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK ÇIKMIYOR, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder. (Şualar, sf. 500-501)

İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ (60. TEKRAR) ASIRLARINDA KARİB ZANNETMİŞLER....

Hem şu sırdandır ki; HZ. MEHDİ (A.S.) (61. TEKRAR), SÜFYAN GİBİ ÂHİRZAMANDA GELECEK EŞHASLARI (62. TEKRAR) çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu. (Sözler, Sf. 318)

Şimdi MEHDİ GİBİ EŞHASIN (63. TEKRAR) hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, O EŞHAS-I HÂRİKA (64. TEKRAR) çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE İSE O EŞHAS (65. TEKRAR), hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, O EŞHAS-I (66. TEKRAR) ÂHİRZAMAN TANINABİLİR. (Sözler, s. 318)

BEŞİNCİ VE ALTINCI İŞARETLER, ISLAH-I ÂLEMİN BİZZAT HAZRET-İ MEHDÎNİN (67. TEKRAR) ZUHURUNA VÂBESTE OLDUĞUNA KANAAT EDEN ZÜMREDEN, BU ZÂT-I ÂLÎŞÂNIN (68. TEKRAR) DAHİ BU EMİRDE MUKTEDİR OLMASINDA ŞÜPHE DUYANLARIN, BU VEHİMLERİNİ BERTARAF EDECEK, İTİMATLARINI TEMİN EDECEK, GAYET KUVVETLİ GÜNEŞ GİBİ BİR HAKİKAT;

Yedinci İşaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmidir. (Mektubat, s. 174)

MEHMET ALİ KAYA'NIN BİR DİĞER YANLIŞ YORUMU:

Mehmet Ali Kaya, Üstadımız'ın kullandığı "zat-ı nurani" ifadesiyle kendisini kast ettiğini söyleyerek de ciddi bir hata yapmaktadır:

Bediüzzaman Said Nursi bir şahıstır ve hayatını okuyanlar bilirler ki bu bir zatı nuranidir. Adı Said Nursi, Nurs'ta Nuriye'de doğmuş ve hocalarından birisi Seyyid Nur Muhammed'dir. Kuran Tefsirinin adı Risale-i Nur eserleridir... Bundan daha mükemmel ve her yönüyle nurani olan bir zat var mıdır? (Asırların Rehberleri ve Mücedditler ve Kıyamet Alametleri, Deccal- Mehdi, sf. 234)

Üstadımız Hz. Mehdi (as)'dan bahsederken, "O zatı Nurani'nin ahir zamanın en büyük fesadı zamanında geleceğini ve Peygamberimiz (sav)'in soyundan olacağını" özellikle vurgulamıştır:

Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem Mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zam olarak BİR ZÂT-I NURANÎYİ GÖNDERECEK VE O ZÂT DA EHL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN OLACAKTIR. (Mektubat, sf. 411-412)

Bediüzzaman Hazretleri döneminde küfrün baskısının yoğun olduğu açıktır. Ancak hadislerde bahsedilen ve Üstadımız'ın dikkat çektiği, "ahir zamanın en büyük fesadı" Bediüzzaman Hazretleri'nden sonraki dönemde Darwinist materyalist felsefenin iyice güç kazanmasıyla yaşanmaya başlanmıştır. Üstadımız'dan sonraki dönemde Darwinizm tüm dünyaya hakim olmuş, dinsizliğin getirdiği belalar dünyayı iyice sarmış, İslam aleminde her gün kan akmaya başlamıştır. Dolayısıyla Hz. Mehdi (as)'ın geliş dönemi Üstadımız'ın yaşadığı dönem değil, içinde bulunduğumuz, ondan sonraki dönemdir.

Üstadımız, ZAT-I NURANİ diyerek Hz. Mehdi (as)'dan bahsederken, Hz. Mehdi (as)'ın seyyid olacağına da özellikle dikkat çekmiş, böylece Mehdiyet konusunda yapılabilecek tevillerin önünü kesmiştir.

BİR ZÂT-I NURANÎYİ GÖNDERECEK VE O ZÂT DA EHL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN OLACAKTIR. (Mektubat, sf. 411-412)

Üstadımız, kendisi de defalarca beyan ettiği gibi, seyyid değildir:

BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (yani Hz. Mehdi (as)) AL-İ BEYT'TEN (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) OLACAKTIR. (Emirdağ Lahikası, s. 247-250)

Ayrıca Üstadımız, Hz. Mehdi (as)'ı ve talebelerini bir Nur olarak anlatırken, Hz. Mehdi (as)'ın kendisinden sonra geleceğini açık ve net olarak da beyan etmiştir:

BEN BÖYLE BİR NURUN ZUHURUNA (Hz. Mehdi (as)'ın ortaya çıkışına) ÇOK İNTİZAR ETTİM VE EDİYORUM. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR.  ÖYLE İSE O KUDSİ ÇİÇEKLERE (Hz. Mehdi (as) ve cemaatine) ZEMİN HAZIR ETMEK LAZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANİ ZATLARA ZEMİN İZHAR EDİYORUZ. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189)

FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP ŞAHSIN BİR HİZMETKÂRI VE ONA YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI (zemin hazırlayacak bir öncüsü) VE O BÜYÜK KUMANDANIN  PÎŞDÂR BİR NEFERİ (öncü bir askeri) OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. (Barla Lahikası, 28. Mektup, sf. 162)

Üstadımız, açıkça "ben o nurani zata ve talebelerine zemin hazırlıyorum" derken, "Üstad böyle söylüyor ama bu dediği doğru değil, doğrusu başkadır" demek, samimi bir niyetle de yapılsa, güzel bir davranış değildir. Böyle bir düşünce şekli, her ne kadar iyi niyetle ortaya atılsa bile, hiç kuşkusuz ki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'ne karşı çok büyük bir zulüm ve iftira olur. Ve bundan tüm Nur talebelerinin şiddetle kaçınması gerekir.