SonsözVahşetin Felsefesi
Bundan tam 9 yüzyıl önce, Papa II. Urban'ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi'nde yaptığı çağrı ile, "Kutsal Toprakları Müslümanlardan almak" ve asıl olarak da Doğunun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e doğru yol çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlarla yaptıkları kanlı çatışmalardan sonra 1099 yılında gerçekten de Kudüs'e vardılar. Zorlu bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve içindeki sivillerin büyük bölümü katliamdan geçirildi. Bu ilk Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu.
On yıllar sonra, etrafındaki Müslüman coğrafya tarafından yıkılmak üzere olan bu Krallığı kurtarmak üzere St. Bernard tarafından II. Haçlı Seferi düzenlendi, ancak Şam'da uğranılan yenilgi sonucunda bu sefer, henüz Filistin'e ulaşamadan fiyaskoya dönüştü. Bunun ardından Ortadoğu'daki tüm Müslüman toplulukları emri altında birleştiren Selahaddin Eyyubi, 1187'deki Hıttin Savaşı'nda Haçlı ordusunu bozguna uğrattı. Hıttin'ın hemen ardından da—tam da Peygamberimizin bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü kutsal Mirac günü—Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını bekliyorlardı. Oysa Selahaddin Eyyubi Kudüs'te yaşayan Hıristiyanların hiçbirinin kılına dokunmadı. Sadece, Latin (Katolik) Hıristiyanların şehri terk etmelerini emretti—"Haçlı" kimliğine sahip olmayan Ortodokslar şehirde yaşamaya ve diledikleri gibi ibadet etmeye devam edebilirlerdi.
Bu gelişme, tüm Avrupa'da büyük bir hayalkırıklığı ve aynı zamanda da tepki yarattı. Bunun sonucunda da III. Haçlı Seferi başladı.
Bu Sefer, ilk ikisinden daha "profesyonelce" tasarlanmıştı. Daha küçük ama çok daha yetenekli bir ordu seçilmiş ve kara yerine deniz yolu tercih edilmişti. İki kral vardı seferi birlikte yürüten: İngiliz tarihinin en önemli birkaç kahramanından biri sayılan I. Richard ve Fransa Kralı Philip Augustus. İyi silahlanmış ve "zırhlanmış" şövalyelerden oluşan bu III. Haçlı ordusu, 4 Temmuz 1190 günü denize açıldı ve Haziran 1191'de Filistin sahillerine vardı.
I. Richard Kudüs'ü Selahaddin'den geri almak için yola çıkmıştı. Selahaddin'in Kudüs'teki dindaşlarına adil davrandığını, hiçbir masumun kanını akıtmadığını da biliyordu. Ancak kendisi aynı yolu izlemedi.
Richard'ın komutasındaki Haçlı ordusu Filistin'e ulaştığında, Filistin'de kalan son Haçlı ordusu tarafından iki yıldır kuşatma altında tutulan Akra kentine geldi. Akra Kalesi'nin içinde 3 bin civarında Müslüman, onların çevresinde Haçlı ordusu, Haçlı ordusunun daha ötesinde ise, tüm çabalara rağmen kuşatmayı yarıp Akra'ya yardım ulaştıramayan Selahhaddin Eyyubi'nin orduları vardı. Richard'ın da gelişi ile birlikte Akra direnişi iyice zayıfladı. İngiliz Kralı, kentin surlarını oluşturan taşlardan getiren her askerine bir parça altın vereceğini ilan etmiş, Haçlılar da bu büyük "moral desteği" ile saldırının şiddetini artırmışlardı. Sonunda, 12 Temmuz 1191 günü Akra düştü. Haçlılar, Hıttin Savaşı'nda uğradıkları hezimetten sonra ilk kez askeri bir başarı kazanmışlardı.
Kentte, yarısından fazlası kadın ve çocuklardan oluşan 3 bin Müslüman yaşıyordu. Richard, esir aldığı bu 3 bin insanın canını bağışlamak için Selahhaddin'e bir ulak yollayarak çok yüklü bir fidye istedi. Selahaddin kabul etti, fakat bu kadar büyük bir miktarı ancak belirli bir zaman dilimi içinde ödeyebilirdi. Fidye taksitlere bağlandı. Bir kısmı ödendi ama Richard Akra'da oturup beklemekten sıkılmaya başlamıştı. Taksitlerin biri biraz gecikince de, 20 Ağustos günü, elindeki tüm esirleri öldürmeye karar verdi. 3 bin Müslüman, çoğu kadın ve çocuk, büyük bir vahşetin kurbanı oldular. Haçlı askerleri, kalenin en öndeki surlarının üstüne kurulan dev bir sehpanın üzerine bu 3 bin insanı tek tek getirdiler ve sırasıyla tümünün boynunu vurdular. Hepsinin bir bir öldürülmesi, üç gün sürdü.
Haçlı seferleri konusunda geniş kapsamlı bir araştırma yapan BBC yorumcusu Terry Johns'a göre, "böyle bir vahşet, hiçbir Müslüman hükümdar tarafından, hiçbir Hıristiyan topluma karşı uygulanmamıştı". Johns şöyle ekliyordu: "Eğer Haçlı seferlerinin asalet ve kahramanlık taşıdığına inanan Batılılar varsa, bu vahşetin ve Haçlı orduları tarafından uygulanan benzeri vahşetlerin bir açıklamasını yapmak zorundadırlar."14
Bosna Hersek’te yaşanan olaylar göz önünde bulundurulduğunda, benzer bir açıklamanın Bosna için de yapılması gerekmektedir.
Böyle bir açıklama ise oldukça zordur.
Çünkü bu kitap boyunca incelediğimiz bilgilerin bize gösterdiği kesin bir sonuç vardır: Batının Bosna-Hersek'te izlediği politikayı yöneten "gizli el", Bosna-Hersek'te akan Müslüman kanlarından en az Sırplar kadar sorumludur. Sırplar, "tetikçi", o ise "beyin"dir. "Gizli el"in üyeleri, İslam'ın en batıdaki temsilcisi, adeta bir "uç beyliği" konumundaki Bosna-Hersek'i kanla boğmayı istemişler ve bunun için de Sırp saldırganlığına örtülü destek vermişlerdir.
Batı dünyasının böyle bir vahşete uzunca bir süre seyirci kalmasının önemli bir anlamı vardır. Çünkü bugün Batı medeniyeti, Ortaçağ'ın "karanlık" dönemini çoktan aştığını, hatta diğer tüm medeniyetleri teknik ve kültürel yönden geride bırakarak her anlamda üstün bir seviyeye ulaştığını iddia etmektedir. Buna göre, insan hakları, adalet, barış gibi kavramlar da asıl olarak Batıya aittir ve Batı, ulaştığı "üstün kültür" sayesinde adeta sahibi haline geldiği tüm bu kavramları insanlığın geride kalan bölümüne va'z etmektedir.
Oysa Bosna'da akan kan ve "gizli el"in bundaki rolü, bizlere Batı içinde de vahşeti ve şiddeti destekleyen unsurlar olabildiğini göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, III. Haçlı Seferi ile "gizli el"in "Bosna seferi", aynı derecede barbarcadır.
Peki tüm bunlar bizi hangi noktaya götürmelidir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Batı medeniyeti üzerinde yaptığımız bu yorum, yüzeysel bir Batı ya da “emperyalizm” düşmanlığı yapmak amacını taşımamaktadır. Amacımız, Batı'nın "vahşi", Doğu'nun ise "erdemli" olduğu gibi bir iddiada bulunmak da değildir. Sorun bir coğrafya sorunu değildir çünkü. Dikkat çekilmek istenen nokta, Batının da Doğunun da içinde bulunabilecek olan, din ahlakı dışında bir sistem oluşturmak isteyen çevreler ve bu çevrelerin, Bosna örneğinde de olduğu gibi, zaman zaman Müslümanlara karşı kurdukları ittifaklardır.
Çoğu zaman Batı medeniyeti bizlere tüm dünyanın ulaşması gereken ideal model olarak tanıtılırken, Batının ulaştığı teknolojik ve bilimsel düzeyden yola çıkılarak, bu medeniyetin kurmuş olduğu seküler kültürün (modernitenin) her yönden tüm insanlığa örnek olduğu ve en kısa zamanda diğer tüm kültür ve medeniyetler tarafından "ithal" edilmeleri gerektiği savunulmaktadır. Oysa söz konusu seküler kültür, günümüzde Bosna’da olduğu gibi, dünyanın pek çok noktasında yaşanan sorunların temelinde yer almaktadır. Çünkü bu seküler kültüre 19. yüzyıldan itibaren hızla yükselen ateist bir dogma de hakimdir ve bugün “Batı” dediğimiz medeniyet içinde dini ve din dışı iki kültür çatışma halindedir. Batı’nın emperyalizm, ahlaki dejenerasyon, despotizm gibi olumsuz özelliklerinin kaynağı ise, söz konusu ateist unsurdur.
19. yüzyıldan bugüne yaşanan tecrübeler (iki dünya savaşı ve dünyanın çeşitli bölgelerinde dinmek bilmeyen çatışmalar) göstermektedir ki, Batının din dışı kültürünün iddia ettiği gibi insanı insan yapan şeyler, yalnızca maddi zenginlik ve gelişmişlik değildir. Bunlardan daha da önemli olan ve Batıdaki seküler düzen tarafından göz ardı edilen değerler vardır. Bu değerler, gerçek kaynakları olan dinden alınmaz da yapay bir biçimde oluşturulmaya çalışılırsa, büyük bir "doku uyuşmazlığı" oluşur ve sonuçta büyük bir hastalık gelişir. Nitekim bu durum bizzat Batı tarafından da fark edilmiştir. Yakın zamanda Batıda da zihniyet değişikliği olmuş ve seküler kültürün toplumları yıkıma uğrattığı anlaşılarak dine yöneliş süreci başlamıştır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Batı Dünyası Allah’a Yöneliyor, Kültür Yayıncılık, 2001)
Bosna, işte bu gerçeği gözler önüne sermekte, Batı kültürünün—daha doğrusu, onun temsilcisi olduğu seküler düzenin—içinde çok büyük bir hastalık olduğunu ortaya koymaktadır. Hastalık, salt Batının kendisinden kaynaklanan bir hastalık da değil, tüm insanoğlunu tehdit eden bir hastalıktır. Batı, o hastalığa boğazına kadar battığı için, ısrarla içinden eli kanlı katiller ve iflah olmaz barbarlar çıkarmaktadır.
Dolayısıyla, o hastalığın teşhisi, tüm insanlık için de tedavi edici olacaktır.
Batı'nın Hikayesi
İlk yapmamız gereken, Batı medeniyetini bugünkü seküler düzenine ulaştıran ve Ortaçağ'ın sonundan 19. yüzyıla kadar uzanan değişim sürecine göz atmaktır.
Ortaçağ Avrupası’ndaki toplumun felsefi dayanakları bugünkünden çok daha farklıydı. Avrupa, Kilise'nin ağır otoritesinin altındaydı, taassub tüm zihinlere hakimdi. Bu skolastik dinin ise, Hz. İsa'nın getirdiği din ile pek çok çelişkisi vardı. İncil'de, "düşmanlarınızı sevin" ya da "bir yanağınıza vurulursa, ötekini çevirin" gibi mesajlar vardı, ama Ortaçağ'ın Hıristiyanları, az önce sözünü ettiğimiz I. Richard ve diğer Haçlı orduları gibi, korkunç vahşetler uygulayabiliyorlardı. Kısacası, Avrupa, özellikle o dönemde büyük bir medeniyet kurmuş olan İslam dünyasına kıyasla, ilkel ve barbardı.
Sonra değişim başladı. Önce hümanizm geldi, Kilise öncesi kaynakların, eski Yunan ve Roma kaynaklarının okunmasına girişildi. Bunu, söz konusu kaynakları sanat ve bilime yansıtan Rönesans izledi. Ardından gelen Reform ve onun doğurduğu "Protestan ahlak", hem Kilise'nin siyasi otoritesine sekte vurdu, hem de kapitalist ekonominin gelişimi için gerekli olan zihinsel değişikliği yarattı. Avrupa'daki dini otoriteye ve onun temeli olan dini düşünceye vurulan son büyük darbe ise Aydınlanma'ydı. Dini kaynakların yol göstericiliğini tümüyle reddeden ve yalnızca insan aklı ve bilgisine dayanan bir dünya kurmayı hedefleyen Aydınlanma, 19. yüzyıl pozitivizmi ile doruğa çıktı.
Bu büyük değişim sonucunda, Avrupa'da yepyeni bir sosyal ve siyasi düzen kuruldu. Ortaya, Ortaçağ'daki Avrupa'dan çok farklı olan yeni bir medeniyet çıkmıştı. Bu medeniyetin en önde gelen özelliği ise, din-dışı oluşuydu. Din, Ortaçağ'daki geriliğin sorumlusu olarak kabul edilmişti. Dolayısıyla dinden uzaklaşıldıkça daha "medeni" ve daha "ileri" olunacağı yanılgısı hakim oldu. Buna göre teknoloji ile birlikte refah da artacak, böylece insanlar daha çok tüketip daha çok mutlu olacaklardı. İnsanın aklını en büyük değer olarak kabul eden bu seküler (din-dışı) medeniyet, ideologlarına göre, dünya üzerindeki tüm diğer medeniyetlerden de daha ileriydi. Bu nedenle, bu "üstün" ve seküler medeniyetin diğer coğrafyalara da "ithali" gerekiyordu.
19. yüzyıl, söz konusu seküler medeniyet için adeta "gala gecesi"ydi. Herkes bu yeni medeniyetin mükemmelliğine inanıyor, akıl ve bilim yoluyla dünyanın gelmiş geçmiş en "ileri" toplumunun yaratılacağını bekliyordu. Karl Marx'tan Emile Durkheim'a, Auguste Comte'dan Sigmund Freud'a kadar pek çok düşünür, aralarında "ideolojik" farklar olsa da, bu yeni seküler medeniyetin doğruluğu konusunda hemfikirdiler.
Din neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Bir tek, "bizi ve diğer tüm canlıları kim yarattı?" sorusunun cevabı kalmıştı onları rahatsız eden. Onu da Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisi ile, kendilerince açıklamış oluyorlardı. Oysa evrim teorisi, daha ortaya atıldığı ilk günlerden itibaren kendi içinde pek çok çelişkileri, bilim dışı tutarsız öngörüleri olan bir iddiaydı. Üstelik teorinin sahibi Darwin de bunun farkındaydı. Darwin’in tek umudu ilerleyen bilimin kendi teorisinin açık noktalarını kapatabilecek keşiflerde bulunmasıydı. Örneğin, evrim teorisinin en temel iddiası tüm canlıların aynı ortak atadan türedikleri idi. Bu durumda türlerin birbirine dönüşümünü gösteren pek çok fosil kayıtının olması gerekiyordu. Teoriye destek verebilecek böyle tek bir fosilin bile bulunamaması Darwin’i oldukça zor durumda bırakıyor, Darwin paleontolojinin gelişimi ile birlikte birkaç on yıl içerisinde teorisini destekleyecek pek çok delil ortaya konabileceğine inanıyordu. Aradan geçen 150 yıla rağmen Darwin’in beklentisi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Tam tersine bulunan pek çok fosil kayıtı, farklı türlerin aynı anda ortaya çıktıklarını, yani üstün bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduklarını gösteriyordu. Aynı şekilde biyoloji ve biyokimya gibi diğer bilim alanlarındaki her gelişme de Darwin’in teorisine yıkıcı darbeler indirdi.
Tüm bunlara rağmen evrim teorisi ilk ortaya atıldığı günden itibaren yukarıda değindiğimiz çevreler tarafından ideolojik kaygılarla hep savunuldu. Çünkü evrim teorisinin söz konusu yeni medeniyete verdiği en önemli desteklerden birisi, ‘insana ve insani değerlere’ karşı kazanılan yeni bakış açısıydı. Evrimci bir bilim adamı Darwin’in teorisi ile birlikte gelişen bu yaklaşımı şu sözleri ile özetliyordu:
İnsan, evrende anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Bilinçsiz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Böylece dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur. Kendisinin ustası ve amiridir. Bu bakımdan insan, kendi kaderini kendisi belirlemeli ve yönetmelidir15
Aynı anlayış, insanın ahlakını da kendi başına belirmesini öngörüyordu. Eskiden beridir dinin bir parçası olan ahlak, bu kez dinden ayrılıyor, "din var olmadan da bir ahlak kurulabileceği" gibi mantık dışı bir iddia öne sürülüyordu. Öyle ki, Immanuel Kant, Allah'a karşı sorumluluk hissinden kaynaklanan dini ahlaka "korku ahlakı" diyecek kadar ileri gidiyordu. Yeni seküler medeniyete göre, insanlar, yalnızca kendi çıkarlarını gözeten bir ahlak belirlemeli ve ona göre davranmalıydılar. Aynı şekilde; adalet, dürüstlük gibi kavramların da dinle bir ilgisi olmamalıydı. Toplumun dinsiz, fakat ahlaklı, adil ve dürüst olabileceği sanılıyordu. Bu iddianın büyük bir yanılgıdan ibaret olduğu kısa süre içinde açığa çıktı. Dinin toplum hayatından çıkarılmaya çalışıldığı her yerde, büyük toplumsal çöküntüler yaşandı. Ahlaki dejenarasyon ve manevi çöküş bu toplumların en büyük sorunu haline geldi. Ahlakın temelinin din ve Allah korkusu olduğu anlaşıldı.
Anlam Krizi
Yeni seküler medeniyetin hayalleri, I. Dünya Savaşı'na kadar sürdü. Yeni geliştirilen bilim dalları, bu aldatıcı kültüre olan inancı her geçen gün artırıyor, yeni keşiflerin insanoğluna hep iyilik getireceği düşünülüyordu. Ütopyalar çok revaçtaydı. Jules Verne ve H. G. Wells'in romanlarında insanoğlunun bilim yoluyla ulaşacağı mükemmel seviye tasvir ediliyordu. Mükemmel bir topluma ulaşmak, bu batıl düşünceye göre, yalnızca bir zaman ve ayarlama meselesiydi. Belki ölüme de bir çare bulunacağı, tam bir "yeryüzü cenneti" kurulacağı zannediliyordu.
Yeni seküler medeniyet, böylece yalnızca dini ahlakını ortadan kaldırmaya çalışmakla kalmıyor, adeta kendi başına yepyeni bir din haline geliyordu. Öyle ki, "ilerleme, kültür ve medeniyet, 1914 öncesi dönemde başlı başına bir dine dönüşmekte"idi.16
Ancak 1914'te patlak veren Dünya Savaşı ile birlikte büyük umutlar bir anda yıkılıverdi. İlerlemenin yapıcı değil, yıkıcı yönde geliştiğinin en sert ifadesi ile karşılaşılmıştı. Yeni kültür ve yeni medeniyet toplumu, uyum, barış ve mükemmelliğe kavuşturmaktansa, onu yok etmişti: İnsanlık tarihinin o ana kadar gördüğü en büyük ve en çılgın savaş, arkasında 10 milyon ceset ve çok daha fazla yıkık hayat bıraktı.
I. Dünya Savaşı'nı izleyen dönem, tam bir hayalkırıklığı dönemiydi. Avrupa toplumlarında geniş çaplı bir nihilizm (hiççilik, hiçliğe iman) egemen oldu. Büyük savaşı izleyen bu yıkık dünya, "Kayıp Nesil" olarak adlandırıldı. Bu arada körü körüne inanılan ve yol gösterici olarak sayılan bilim, kendi içinde sarsılmaya başladı. Newton'ın kesin kanunlara dayalı mekanistik fiziği, Einstein'in rölativitesi ile yer değiştirince, 19. yüzyıl pozitivizmi de zeminini yitirdi.
Tüm bu gelişmelerin en önemli sonucu ise, hayatın anlamının giderek yok olmasıydı. Dini değerler göz ardı edilince, anlam da kalmamıştı. Anlam olmayınca da, toplumu birarada tutan ve insanları "kötü" olmaktan alıkoyan bir güç kalmıyordu. Bizzat bir anlam haline getirilmeye çalışılan kültür, medeniyet ve ilerleme gibi kavramlar da üstte anlattımız şekilde çözülüyorlar, "göreceli" hale geliyorlardı. The Holy Blood and The Holy Grail'in yazarları Baigent, Leigh ve Lincoln'ün deyişiyle, büyük bir "anlam krizi" doğmuştu; "hayat herhangi bir anlamdan ve belirleyicilikten tümüyle kopmuş ve hiçbir somut hedefi olmayan tesadüfi bir kavram haline gelmiş"ti.17
İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, bu çözülmeye karşı "alternatif" anlamlar ve batıl “din”ler yaratılmaya çalışıldı. Nazizm, dinin yerini almaya çalışan alternatiflerin en önemlilerindendi. Nazi ideolojisi ve Nazi seremonileri tam bir dini ritüel gibi tasarlanmıştı. Hitler, siyasi bir liderden de öte, metafizik bir kurtarıcı, neredeyse bir tür Mesih portresi çiziyordu. Hamburg Valisi bir keresinde şöyle demişti: "Bizim rahiplere ihtiyacımız yok. Tanrı'ya Adolf Hitler aracılığı ile ulaşabiliyoruz."18 Nisan 1937'de, bir grup Alman ise şu açıklamayı yapıyordu: "Adolf Hitler'in sözü, Tanrı sözüdür. Koyduğu kurallar ve kanunlar, Tanrı'nın otoritesine dayanmaktadır."19
Dini ortadan kaldırarak iktidara gelen Leninizm de aynı şekilde davrandı ve bizzat kendisini bir din haline getirmeye çalıştı. Lenin'in devrimci görüşlerinin kaynağı, Marx'tan ziyade, Bakunin'di. Bakunin'e göre devrim, yalnızca siyasi değil, metafizik ve teolojik bir kavramdı.20 Bakunin aynı zamanda da açık bir Satanist'ti. Şeytanı "tüm devrimcilerin ruhani lideri, insan özgürlüğünün gerçek öncüsü" olarak görüyordu.21
Leninizm'in temelinde de bu sapkın inanç yatıyordu. Nitekim Lenin, Komünist Parti'yi bir tür tarikat şeklinde örgütledi. Öldüğünde yoldaşları, ona seslenerek "Yoldaş Lenin, yemin ediyoruz ki emirlerini yerine getireceğiz" şeklinde ritüelik konuşmalar yapmışlardı.22 Bu, materyalist bir ideolojiden çok, bir pagan dininin üslubuydu. Lenin'in bedeni, tümüyle antik Mısır dinine uygun bir biçimde mumyalandı ve yine antik Mısır mezarlarına benzer bir anıt-mezara kondu.
19. yüzyılla birlikte bu tür garip "din"ler üretilmişti, çünkü başta da belirttiğimiz gibi, din toplum hayatından çıkarılmaya çalışılınca insanlar için hayatın bir anlamı kalmamıştı. Dini düşünce toplumdan silinince, insan Yaratıcımıza karşı sorumlu olduğunu unutmuştu.
19. yüzyıldaki materyalist aldanışın bir diğer sonucu ise, “çatışma” kavramını insanlığın hem var oluş amacı hem de ilerleme yöntemi gibi göstermesiydi. Bu yanılgının en büyük kaynağı Darwin’in evrim teorisiydi. Darwin doğadaki canlıların çatışma yoluyla evrimleştiğini ileri sürmüş, insanın da yine sözkonusu çatışma kavramı sayesinde ortaya çıktığını ve geliştiğini iddia etmişti. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu ideoloji, kısa sürede toplum bilimlerinde aktarıldı. Böylece farklı bireylerin, ırkların, milletlerin ve medeniyetlerin daimi çatışma halinde bulunması gerektiğini iddia eden “Sosyal Darwinizm” ortaya çıktı. Bu ideolojinin uzun vadeli siyasi sonucu ise faşizmin ortaya çıkmasıydı. Bir yandan da Karl Marx ve Friedrich Engels, Darwin’in çatışma kavramını diyalektik materyalizme dönüştürdüler ve komünist ideolojiyi geliştirdiler. Bu ideoloji de sınıflar arasında çatışma olduğunu ve dünyanın kanlı devrimlerle sözde kurtulacağını savunuyordu.
Kısacası 19. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan ateist fikirler ve bunlara dayanan seküler kültür tam anlamıyla “çatışmacı”ydı. İnsanlık 20. yüzyılda bu büyük aldanışın korkunç sonuçlarına katlandı. İki büyük dünya savaşı ve diğer pek çok savaş, yüzmilyonlarca insana ölüm ve acı getirdi. Seküler kültürün içinden çıkan faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojiler, tarihte eşi görülmemiş işkence ve korku rejimleri kurdu. Özgür Batı, kendisini bu vahşet ideolojilerinden koruyabilmek için neredeyse tüm yüzyılı savaşla veya soğuk savaşla geçirdi. Ama nedense, özgürlüğü ve barışı tehdit eden bu totaliter ideolojilerin, seküler kültürün doğal birer sonucu olduğunu ve sorunun bu kültürün bizzat kendisinden kaynaklandığını çok az insan fark edebildi.
Yeni Bir Haçlı Seferi mi?
Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile birlikte, Batı medeniyeti içindeki din dışı unsurlar çatışmacılıktan vazgeçmediler, bu doğrultuda yeni teoriler ve yeni hedefler belirlediler. Bu yeni yaklaşımın temelini ise, Batı ve Doğu medeniyeti arasında doğabilecek potansiyel bir çatışma fikri oluşturmaktaydı. Buna göre önümüzdeki yüzyılın en belirleyici unsuru ‘medeniyetler arası çatışma’ olacaktı.
Bu teoriyi ortaya atanlar, ‘çatışmanın kaçınılmaz olduğu ve ilerlemenin ancak çatışma ile sağlanabileceği’ görüşünden hareket ediyorlardı. Oysa bunun büyük bir yanılgı olduğunun en önemli ispatı savaşlarla geçen yakın geçmişti. Çatışma tarih boyunca insanlığa hep yıkım ve tahribat getirmişti.
Ancak bu fikri ortaya atanların göz ardı ettikleri çok daha önemli bir gerçek daha vardı, teoriye göre çatışma Hıristiyan ve İslam kültürü arasında yaşanacaktı. Oysa her ikisi de vahiy kaynaklı olan bu iki medeniyet arasında çatışma yaşanmasını gerektirecek hiçbir nokta yoktur. Herşeyden önce İslam ahlakı çatışmayı değil, barışı, hoşgörüyü, toleransı emreder. İslam ahlakına göre farklılıklar bir tartışma veya çatışma unusuru değil, tam tersine bir çeşitlilik unusurudur. Allah, Kuran’da bize farklı milletleri ve ırkları birbirleri ile tanışmaları için yarattığını bildirmiştir. (Hucurat Suresi, 13) Bununla birlikte İncil’de de sevgi ve barışı öven çeşitli açıklamalar bulunmaktadır. Dolayısıyla İslam ve Hıristiyan medeniyetleri arasında bir çatışmaya neden olabilecek herhangi bir gerekçe yoktur. Eğer bir mücadele söz konusu ise, bu da ancak din ahlakını yaşayanlar ile din ahlakına karşı olanlar arasında olabilir.
Buna rağmen Batı medeniyeti içindeki din karşıtı unsurlar, Hıristiyan ve İslam dünyası arasında bir çatışma yaşanabilmesi için pek çok girişimde bulundular. Ve tıpkı Bosna örneğinde olduğu gibi, yaşanan çeşitli savaş ve çatışmaları da ‘medeniyet çatışması’ olarak sunmak istediler. Bosna’da Müslüman halkı hedef alan bir savaş yaşandığı, savaşın tam anlamı ile bir etnik temizliğe dönüştüğü reddedilemez bir gerçektir. Ancak bu Batı dünyası ile Müslümanların savaşı değildir. Seküler düzenin savunucularının koruması altındaki Sırp faşistlerle Müslümanların arasında yaşanan bir savaştır.
Savaş boyunca sıkça gündeme gelen, ‘Bosna savaşının modern çağın Haçlı Seferi olduğu’ yönündeki iddianın da aynı bakış açısı ile değerlendirilmesi, bu tanımlama yapılırken bu noktaya dikkat edilmesi gerekir. Eğer bu savaş bir Haçlı Seferi olarak adlandırılacaksa, unutulmamalıdır ki bu Sefer Batının Hıristiyan kimliğinden değil, seküler medeniyetinden kaynak bulmaktadır. Çıkış noktası İncil değil, materyalist modernizm düşüncesidir. (Aslında I. Richard’ın seferi de "Hıristiyan" olmaktan çok "seküler"di. Akra kalesinin surları, "her taş koparana bir altın" formülü ile yıkılmıştı.)
Dolayısıyla eğer yeni bir “Haçlı Seferi”nin varlığından söz edilecekse, bunun Hıristiyanlıktan değil, Batı’daki seküler kültürden kaynaklandığını bilmek gerekir. Çünkü medeniyetlerin, milletlerin ve bireylerin çatışması gerektiği düşüncesi, Hıristiyanlığa, İslam’a (veya Yahudilik’e) değil, materyalist felsefeye. Sosyal Darwinizm'e, diyalektik düşünceye, yani sonuçta ateizme aittir.
Vahşetin Felsefesi
Bosna'yı hedef alan yeni Haçlı Seferi'nin nedeni ve kimliği ile ilgili tüm bu bilgilerin ardından, ilk başta sorduğumuz soruya dönebiliriz: Yeryüzünün en üstün kültür ve medeniyetini kurduğunu iddia eden Batı'nın egemenleri, acaba nasıl bu kadar ilkel, barbar ve zalim olabilmektedirler? I. Richard’dan bu yana geçen 8 yüzyıla ve kurulan büyük uygarlığa rağmen, neden yine Müslümanları kadın-çocuk ayrımı yapmadan katledebilmektedirler? Kaliteli elbiseler içinde şık salonlarda oturan "gizli el" üyeleri, nasıl ve neden yüz binlerce insanın kanını dökmekten hiçbir rahatsızlık duymadan, böyle bir vahşete seyirci kalabilmektedirler? Bu vahşetin ardındaki "felsefe" nedir?
Eğer konuya yalnızca siyaset felsefesi açısından yaklaşırsak, bulacağımız cevap kolay ve sıradandır: "Gizli el", "Makyavelizm" dediğimiz prensiple düşünmektedir. Bir toplumun siyasi yönden kendi varlığına tehdit oluşturduğunu ya da kendi çıkarlarını zedelediğine inanırsa, "rasyonel" bir karar vererek o toplumun askeri bir saldırı ile ezilmesini emretmektedir. Bu "siyasi" operasyon sırasında akan masum insanların kanları, operasyonun kendilerine sağladığı büyük yararın yanında, önemsizdir. Kısacası, Makyavelizm'in ünlü kuralı işlemektedir; amaç, araçları meşru kılmaktadır.
Ancak bu açıklama, belirttiğimiz gibi, konuyu derinlemesine incelemek için yeterli değildir. Evet, sorun "gizli el"in üyelerinin masum insanları boğazlamayı makul görecek kadar Makyavelist oluşlarıdır, ama asıl soru, onların nasıl olup da böyle bir "siyasi felsefe"ye sahip olabildikleridir. Siyasi çıkarlar için yüzbinlerce insanın ölümüne karar veren bir insan, analiz edilmesi gereken bir "insan modeli"dir. Siyaset felsefesinin de ötesinde, bu insan modelinin tüm bir yaşam felsefesini incelemek gerekmektedir.
Batı medeniyeti, başta özetlediğimiz büyük dönüşümü yaşarken, Hıristiyanlıktaki manevi özden tümüyle kopmuş ve tamamen maddeye dayalı bir zihin yapısını benimsemiştir. Bu dönüşümden sonra Batı için yegane hedef maddesel gelişim olmuştur; daha zengin bir toplum, daha çok üretim, daha dengeli bir paylaşım, daha çok ev, araba, yiyecek, lüks vs. Bu motivasyon büyük bir uygarlığın yaratılması ile sonuçlanmıştır.
Batı'ya hayranlık duyanların gözü, işte bu uygarlıkla kamaşmakta ve Batı'yı her yönden ileri bir toplum olarak görmektedir. Oysa bir toplumun maddi yönden "uygar" olması, onun aynı zamanda yüksek bir manevi "kültür"e sahip olduğu anlamına gelmez. İnsanı insan yapan şey ise, asıl olarak bu manevi kültürdür.
İki kavram arasındaki farkı, Izetbegovi¡ şöyle açıklar:
Kültür, dinin insan üzerindeki ya da insanın kendi üzerindeki etkisinden ibarettir, uygarlık ise zekanın doğa ve dış dünya üzerindeki etkisi anlamına gelir... Kültürün amacı terbiye sayesinde kendi kendine hakim olmak, uygarlığın amacı ise bilim sayesinde doğaya hakim olmaktır23
Seküler Batı medeniyeti, maddi yönden yüksek bir uygarlıktır, ama manevi kültür yönünden son derece ilkeldir. Din reddedildikten sonra, insan ruhunun terbiyesi ve eğitimi gibi kavramlar yok olmuş ve bunun sonucunda Batı toplumu gerçekte barbar bir toplum haline gelmiştir. Izetbegovi¡, aynı şeyin Romalılar için de geçerli olduğunu söyler. Ona göre Roma, manevi kültürden yoksun bir yüksek uygarlığın örneğidir ve Romalılar "medenileşmiş barbarlar"dır.24 Pax Romana bu yüzden barbar ve kanlıdır; büyük bir maddi uygarlık ürünü ve bir mimari şaheseri olan Colesium, içinde insanları aslanlara yedirmek için yapılmıştır. Aynı şekilde Batı medeniyetinin materyalizmden kaynak bulan yönleri de her zaman için kanlı ve saldırgan olmuş, insanlığa sayısız felaket ve acı getirmiştir.
Materyalist Batının bu manevi ilkelliği, başta değindiğimiz "anlam krizi"nin ve bundan kaynak bulan "yapay din"lerin de nedenidir. Batı manevi yönden kültürsüz olduğu için, bir şeylere karşı olarak kendisine kültür ve dolayısıyla anlam bulmaya çalışmakta, derin bir manevi kültür ve anlam sahibi olan İslam'a da aynı nedenle cephe almaktadır.
Batı'nın büyük bir maddi uygarlık kurarken nasıl olup da manevi kültürel yönünden büyük bir ilkelliğe saplandığı sorusunu daha derinden ele almak istersek, karşımıza çıkan cevap, Hümanizm olacaktır.
Hümanizm, 15. yüzyıl Avrupa'sında Kilise'nin insanın mahiyeti hakkındaki kabullerine karşı gelişen düşünce akımıydı. Kilise doktrini, İncil'in verdiği temel doğruların bir sonucu olarak, insanın ruhunda iki ayrı yön olduğunu bildiriyordu. Bir yön, İlahi yöndü ve tüm iyilikler buradan kaynak buluyordu. İkinci yön, Şeytani yöndü. İnsanın bütün hırslarının, bencilliklerinin, günahlarının kaynağı bu ikinci yöndü. Bu "Şeytani" yönden kurtulmak, ancak dinin kurallarına uymakla ve böylece ruhun ıslah edilmesiyle mümkün olabilirdi. Bir başka deyişle, insan sadece "ekmekle" yaşamazdı, onu terbiye edecek manevi bir kültüre ve disipline (yani dine) ihtiyacı vardı.
Hümanizm işte bu "iki yönlü ruh" kavramını reddetti ve Eski Yunan ve Roma kaynaklarından etkilenerek insanın bir bütün olarak iyi, güzel, doğru ve "övülmeye layık" olduğunu kabul etti. Ve madem insanın ruhunda bir sorun yoktu, öyleyse onu ıslah etmek gerekmiyordu. Terbiye edici bir kültür, yani din, bu şekilde gereksiz bir öğreti sanılmaya başlandı. Maddi uygarlığın gelişebilmesi için, gereksiz yere kafa karıştıran ve "ayak bağı" olan bu manevi kültürden kurtulmak gerektiği yönünde büyük bir aldanış yaygınlaştı. Böylece insanın, kendini terbiye etmeye zaman harcamayacağı ve yalnızca daha üstün bir maddi uygarlık kurmak, doğaya daha çok hakim olup daha yüksek bir tüketim seviyesine ulaşmak için durmadan çalışabileceği düşünülüyordu.
Oysa, belirttiğimiz gibi, Hümanizmin ortaya attığı söz konusu "tek yönlü ruh" iddiası, büyük bir aldanmaydı. İnsan, uygarlık kurmak, yani maddesel dünyayı ıslah etmek için çalıştığı kadar, kendi ruhunu ıslah etmek için de çalışmakla yükümlüydü. Eğer böyle yapmaz, ruhunu başıboş bırakırsa, maddi yönden uygar ama manevi yönden ilkel bir insan haline gelir, şehirli bir barbar olurdu.
Çünkü Allah, insanı yaratırken, onun ruhuna hem iyillik hem de kötülük ilham etmişti. İnsan, bu kötülükten kurtulabilmek için, dinin terbiyesine muhtaçtı. İnsan ruhu ile ilgili bu büyük gerçek, insanlığın yegane yol göstericisi olan Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Güneşe ve onun parıltısına andolsun,Onu izlediği zaman aya,Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze,Onu sarıp-örttüğü zaman geceye,Göğe ve onu bina edene,Yere ve onu yayıp döşeyene,Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü)ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.Ve onu örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 1-10)
Ayetlerden de görülmektedir ki, Allah insanı yaratırken onun nefsine (benliğine) hem kötülük, hem de ondan sakınma, yani iyilik ilham etmiştir. İnsanın içinde bu iki güç birden bulunur. İnsanın kurtuluşu (felahı) ise, bu kötülükten sakınmayı seçmesidir. Nefsinde kötülük bulunduğunu kabul etmediği anda da o kötülükten sakınacak bilince sahip olamaz, ayette geçen ifadeyle o kötülüğü "sarıp örter", kendi içinde besler. Dolayısıyla o kötülük, onu yutar. Yalnızca nefsindeki kötülükten ibaret bir canlı haline gelir ki, bu noktada onu insan yapan değerleri de kaybeder. Yalnızca içgüdülerini tatmin etmek için yaşayan bir tür hayvana dönüşür. Bu içgüdülerin tatmini için de kolaylıkla kan dökebilir.
İşte sözde "uygar" materyalist Batı düşüncesinin vardığı nokta, bundan pek farklı değildir.
Materyalist Batı uygarlığının egemen kadrosu olduğu kadar aynı zamanda da bir ürünü olan "gizli el", işte bu nedenle şaşırtıcı derecede zalim, barbar ve kan dökücü olabilmektedir. Sahip olduğu anlamsız uygarlığı koruyabilmek, yani maddesel dünya üzerindeki egemenliğini muhafaza edebilmek için her türlü Makyavelist cinayeti işleyebilir ve bir manevi kültüre sahip olmadığı için bu onu hiçbir biçimde rahatsız etmez. En çok da gerçek bir anlam ve derin bir manevi kültür sahibi olan bir uygarlığı hedef alır ki, bu da İslam'dır.
Bosna'daki kanları da işte bu nedenle hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan akıtabilmiştir. "Gizli el"in üyeleri, maddi yönden son derece "uygar" -bilimsel bir eğitim almış, şehirli, "kravatlı"- insanlardır ama manevi kültürden yoksun birer barbardırlar. Sömürgeleştirdikleri topraklarda yaşayan yerlileri katliamdan geçirerek fetheden ataları nasıl uygar birer katil idiyseler, onlar da uygar birer katildirler.
Ve sonuçta şunu da söylemek gerekir: İnsanın "uygar bir barbar" olması, yalnızca Batı medeniyetine özgü bir durum değildir. Batı, bu batağın içine boğazına kadar batmış olduğu için bir örnek teşkil etmektedir. (Batı’yı bunun içine tamamen düşmekten koruyan etken ise, hala sahip olduğu dini inanç ve değerlerdir.) Aynı tehlike, dinden yüz çeviren, dini terbiyeyi ve ahlakı göz ardı eden, kısacası yalnızca "ekmek"le yaşayabileceğini zanneden her toplum ve her birey için geçerlidir.
Bosna'da akan kanların, Batılılara, Doğululara ve tüm insanlığa verdiği en önemli ders bu olmalıdır.
DİPNOTLAR
14.Alan Ereira, David Wallace, Crusades: Terry Johns Tell the Dramatic Story of Battle for Holy Land (Video-kaset), BBC World Wide Ltd., 1995.
15.G. G. Simpson, Life of Past, New Hoven: Yale University Press.
16.Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln, Messianic Legacy, London: Corgi Books, 1991, s. 180.
18.W. Langer, The Mind of Adolf Hitler, London: 1973, ss. 55-56.
20Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln, Messianic Legacy, s. 187.
21.A. P. Mendel, Michael Bakunin: The Roots of Apocalypse, New York, 1981, s. 372.
22.R. Payne, The Life and Death of Lenin, London: 1967, ss. 609-610.
23.Alija Izetbegovi¡, Doğu ve Batı Arasında İslam, Çev. Salih Şaban., 2.b., İstanbul: Nehir Yayınları, Haziran 1993, ss. 74-76.