VI. BölümPropaganda ve İdeoloji

Önceki bölümlerde incelediğimiz bilgiler, Sırp terörünün ardında önemli bir Batılı "gizli el" olduğunu, dahası Batı Kudüs-Washington-Londra üçgeni üzerine oturan bu örtülü ittifakın Belgrad'ın destekçiliğini üstlendiğini göstermektedir. Bu, bir zamanların Komünist Enternasyonali'ni andıran bir de facto "Anti-İslami Enternasyonal"dir.
Ancak 1992'den bu yana Bosna-Hersek'te yaşanan gelişmeleri ve bunun dış dünyaya yaptığı yansımaları medya yoluyla izleyenler, çoğu kez bu durumu fark etmemişler, hatta bunun aksi bir görüntü ile karşılaşmışlardır. Bu çelişkinin nedeni, başarılı bir biçimde yürütülen ve birkaç ayrı boyutta sürdürülen bir propagandadır. Bu sofistike propaganda, gerçek ile onun görüntüsü arasında büyük bir farka neden olmuştur.
Gizlenmeye çalışılan tek şey, "gizli el"in varlığı ve etkisi de değildir yalnızca. Sırpların akıttıkları kanın önemli bir bölümü de gizlenmiştir. Ancak bu yapılırken, hiçbir zaman çok acemi bir yöntem olan "katıksız yalan" tekniği kullanılmamıştır. Çünkü başarılı bir yalan, her zaman için, içine biraz da doğru katılmış, hatta doğrunun içine karıştırılmış olan yalandır. Sırpların Batı ile olan ilişkileri de, işte bu "gri propaganda" yolu ile flulaştırılmış ve toplumun gözlerinin önünden uzaklaştırılmıştır.
Bu arada propagandanın yalnızca gerçekleri örtmek için değil, hayali gerçekler oluşturmak için de kullanıldığına dikkat etmek gerekir. Çoğu kez Bosnalı Müslümanlara, özellikle liderleri Izetbegovi¡'e yöneltilen suçlamalar, bu türdendir. Bu iki propaganda tekniğinin -gerçekleri gizleme ve hayali gerçekler üretme- aynı anda ustaca kullanılmasının sonucunda da, kimin katledilen kimin katil olduğunun iyice karıştığı bir "iç savaş" tablosu üretilmiştir. Taammüden masum bir insanı boğazlayan bir katilin, ölümüne yapılan bir kavga sırasında karşı tarafa galip gelmiş gibi gösterilmesi türünden bir şeydir bu.
Ve tüm bu propagandalar, onları düzenleyen ve onlardan etkilenenlerin sahip oldukları ideoloji ile de yakından ilgilidir. Belgrad sokaklarındaki insanlardan Batılı hükümet ve toplumlara kadar uzanan ortak bir ideoloji, propagandayı etkili kılan en büyük etkendir. İdeolojinin ismi konmaya kalktığında farklı alternatifler bulunabilir, ama tüm bunları birleştiren ve özellikle son dönemde başlı başına bir ideoloji haline gelmekte olan asıl faktör, adına "anti-İslamizm" denebilecek olan bir reflekstir.
Şimdi propagandanın farklı yüzlerini incelemeye ve tüm bunların da söz konusu ideolojiyle olan ilgisini ortaya çıkarmaya başlayabiliriz.
Katillerle Katledilenlerin Bulanıklaştırılması
Katillerle katledilenlerin bulanıklaştırılması, Bosna'daki savaş boyunca yürütülen propagandanın belki de en önemli kısmıydı. Amaç, "akan kanların, yalnızca Sırpların değil, savaşan her üç tarafın da suçu" olduğunu kabul ettirmek ve böylece Bosnalılar ile Sırpları aynı kefeye koyabilmekti. Kuşkusuz bu kampanya "kara propaganda" yöntemi ile, yani saf ve katıksız bir yalan zinciri ile yürütülmedi; Sırplar tamamen masum da, asıl suçlular Müslümanlar gibi gösterilmeye çalışılmadı. Bu tür bir propaganda gerçekleri örtemeyeceği gibi, gerçekleri örtmek için bir çabanın var olduğunu da ayan beyan ortaya koyacaktı. O nedenle "gri propaganda" kullanıldı; Sırpların uyguladığı terör kısmen kabul edildi ama Müslümanlara çamur atma, hatta Sırpların yaptıkları bazı eylemleri onlara atfetme yöntemi ile katille katledilenin birbirine karıştığı bulanık ortam elde edildi.
İngiltere, kendi kamuoyundaki Sırp sempatizanı tarihsel geleneğin kendisine verdiği manevra alanı sayesinde bu propaganda tekniğini en yoğun biçimde kullanan ülke oldu. İngiliz hükümeti, en başta da Dış İşleri Bakanı Douglas Hurd ve Savunma Bakanı Malcolm Rifkind (sonradan Hurd'ün yerine Dış İşleri Bakanı oldu), Bosna'da yaşanan vahşetin üç ayrı silahlı taraf arasında geçen bir "iç savaş" olduğu şeklindeki safsatanın en önde gelen savucularıydılar.
İngiltere'nin Bosna'ya yolladığı ve de "gizli el"in önde gelen üyelerinden olan ara bulucu Lord Owen da bu gri propagandanın ustalarındandı. Owen, hem Yugoslavya ile Batılı merkezler arasında mekik dokuduğu dönemde, hem de "görevi" teslim ettiği 1995 Haziranı'ndan sonra, "iç savaş" mantığının yılmaz savunucusu oldu.
Dahası, kasıtlı olarak Müslümanlara iftira ediyordu. 1994 yılının Nisan ayında 69 Saraybosnalı'nın ölümü ile sonuçlanan pazar yeri katliamı hakkındaki iddiaları buna en açık delildi. Owen, ara bulucuğu bıraktıktan sonra yazdığı Balkan Odyssey adlı kitabında, katliama yol açan top mermisinin Saraybosna'nın hükümet kontrolündeki bölümünden atılmış olabileceğine dair bir BM raporundan söz ederek bu katliamın sorumlusunun Sırplara karşı dünyayı kışkırtarak destek kazanmak isteyen Müslümanlar olabileceğini iddia ediyordu. Aslında iddianın gerçek sahibi Radovan KaradΩi¡'ti; 68 kişinin ölümünün ardından yaptığı açıklamada "Müslümanlar kendi vatandaşlarını katletti" demiş ve bunun üzerine BM temsilcisi Yasushi Akashi ve Fransız Barış Gücü komutanı Jean Cot, saldırının "kimin" tarafından yapıldığını araştırmak için (!) Saraybosna'ya gelmişlerdi. Bosna Başkan Yardımcısı Eyup Gani¡, bu traji-komik duruma, "Sırplar hepimizi öldürdüklerinde de, 'topluca intihar ettiler' diyecekler" diye tepki göstermişti.
Owen şimdi de KaradΩi¡'in bu iftirasına arka çıkıyordu. Oysa Owen'ın ustaca görmezlikten geldiği bir nokta vardı; top mermisinin Müslüman kontrolündeki bölgeden atıldığı hiçbir zaman ispat edilememiş, dahası, ikinci bir BM raporu, atılan merminin kuşatma altında bulunan Saraybosna'nın çevresindeki Sırpların elindeki araziden atılmasının da pekala mümkün olduğunu ve birinci raporun yanlış hesaplar içerdiğini göstermişti.1 Ama Owen bu ikinci rapordan nedense tek kelime bile etmiyordu.
Owen kitap boyunca Bosna'da yaşanan bir "iç savaş"tan söz ediyor ve uzun uzun Milo§evi¡'in bu iç savaşı sona erdirmek için ne kadar uğraştığını anlatıyordu. Milo§evi¡'i kurtarma operasyonunun önemli bir kısmı olan propagandanın kusursuz bir örneğiydi bu.
Owen, Sırpların Müslüman kadınlara karşı uyguladıkları tecavüz politikasını da ört-bas etmeye ve bunu sıradan bir savaş dramı olarak göstermeye çalışıyordu. Şöyle yazmıştı: "Savaşlarda kadınlara tecavüz eden askerler zaferle beraber sık sık görülür ve bu Bosna'da her iki tarafta da meydana gelmiştir. Ama Sırpların daha fazla hadiseden sorumlu olması, insanların tecavüzü soykırımla ilişkilendirmesine yol açmıştır."2 Bu mantığa göre, her iki taraftan da, yani hem Sırplardan hem Boşnaklardan "zafer sarhoşluğu" ile karşı tarafın kadınlarına tecavüz eden askerler olmuştu da, Sırp tecavüzlerinin yalnızca sayıları fazlaydı. Oysa konuyla biraz ilgili olan herkes bunun büyük bir çarpıtma olduğunu biliyordu. Çünkü Sırp tecavüzleri, "zafer sarhoşluğu" sonucunda değil, komutanlar tarafından verilen emirlerin sonucunda sistemli bir biçimde gerçekleşiyordu. Müslümanlar tarafından ele geçirilen ve mahkemeye, hatta Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'ne çıkarılan Federal ordu ya da Çetnik askerleri, kendilerine Müslüman kadınlara tecavüz için komutanları tarafından kesin emirler verildiğini, bunun "etnik temizliğin" planlı bir yöntemi olduğunu itiraf etmişlerdi. Tecavüz edilen Müslüman kadın sayısının 50 bini aşıyor olması da, ortada "zafer sarhoşluğu"nun neden olduğu bireysel taşkınlıkların değil, sistemli bir politikanın var olduğunu gösteriyordu.
Owen'ın yanı sıra, "Sırp tarafı"nın diğer bazı Batılı temsilcileri de katillerle katledilenleri bulanıklaştırmak için propagandaya soyunmuşlardı. Kanadalı Barış Gücü Komutanı General Lewis MacKenzie, bunların en ilginçlerinden biriydi.
MacKenzie'nin adı, ilk olarak Saraybosna'nın varoşlarındaki Vogo§¡a'da yaptıkları dünya basınının gündemine geldiğinde dikkat çekmişti. Sırp kontrolünde olan Vogo§¡a'da Çetnikler tarafından kurulan "Sonja'nın Evi" adlı bir tür genelev vardı. Ancak bu ilginç bir genelevdi; içindekiler fahişeler değil, Sırplar tarafından zorla alıkonan Müslüman kadın ve kızlarıydı. Kısacası, burası bir tür paralı tecavüz merkeziydi. Evin ziyaretçileri arasında ise, Kanadalı, Ukraynalı, Fransız ve İzlandalı Barış Gücü askerleri de yer alıyordu. Buraya gelen en yüksek rütbeli komutan ise MacKenzie idi; Çetniklerin kendisine "ikram" ettikleri tutsak Müslüman kadınlara tecavüz etmişti. Müslümanlar tarafından haber alınan bu durum, Bosna-Hersek ordusu askeri savcısı tarafından MacKenzie'nin dört Müslüman kıza tecavüz ettiği de belirtilerek BM'ye iletildi. 93 Ekim başında ise BM, Avusturyalı General Günther Greindi başkanlığındaki 7 kişilik özel bir komisyonu durumu incelemek üzere Saraybosna'ya gönderdi.3 O sıralar Müslümanlar tarafından esir alınan Sırp askeri Borislav Herak da, MacKenzie'nin oldukça neşeli bir biçimde "Sonja'nın Evi"ne girip çıktığını gözleriyle gördüğünü açıkladı.4 (The New York Times, Borislav Herak'ın itiraflarını 26 Kasım 1992 tarihli sayısında uzun uzadıya yayınlayacak, ama MacKenzie ile ilgili kısmı bilinçli bir şekilde atlayacaktı.) Kısacası, anlatılanlar doğruydu; Kanadalı komutan, Çetniklerle beraber Müslüman kadınlara tecavüz etmişti.
MacKenzie, tüm bu bilgiler ortaya çıktığında çoktan Kanada'ya dönmüş durumdaydı. Burada da boş durmadı ve az önce sözünü ettiğimiz propaganda misyonunu yüklendi. Chicago'da kurulmuş olan SerbNet (Serbian American National Information Network) adına katıldığı bir dizi toplantıda resmi Sırp görüşünün destekçiliğini yaptı. Bu toplantılarda ortaya koyduğu görüşler, kısaca; Bosna-Hersek'te taraflar arasında kararlaştırılan ateşkeslerin tamamına yakınının Müslümanlar tarafından ihlal edildiği; Sırplara karşı herhangi bir askeri müdahalenin son derece gereksiz ve yersiz olduğu; Müslümanların da en az Sırplar kadar saldırgan ve suçlu oldukları şeklindeki klasik Sırp ve "gizli el" teziydi.5 Bir "tecavüzcü"nün ağzına da gayet iyi yakışıyordu.
"Gizli El"in İyice Gizlenmesi
Milo§evi¡'in Batılı biraderlerinin oluşturduğu ve ABD'de CFR-Trilateral kompleksi ve "Kissinger çizgisi", İngiliz iktidar odağının neredeyse tümü, Fransa'daki "solcu" masonik örgütlenme ve Batı Kudüs'ün bizzat kendisi tarafından koordine edilen "gizli el", önceki bölümlerde incelediğimiz gibi Belgrad'a çok farklı yönlerden destekler verdi. Ancak bu güç, adı üstünde, "gizli el"di ve gerçek kimliğini ve fonksiyonunu hiçbir zaman açıkça ortaya koymadı. "Gizli el"in hiçbir üyesi, "amacımız Bosna'ya karşı Sırpları desteklemektir" gibi bir açıklama yapmadı doğal olarak. Zaten bu tür bir şey beklemek de büyük saflık olurdu.
Ancak bu tür açıklamalar olmasa da, yürütülen diplomatik prosedüre bakılarak "gizli el"in varlığını hissetmek mümkündü. Dünyanın en büyük askeri güçlerinin, özellikle de yegane süper gücünün, Sırp ordusu karşısında gerçekten eli kolu bağlı kaldığına inanmak mümkün değildi. Bunun da ötesinde, başta silah ambargosu olmak üzere, Müslümanlara karşı ortada "duyarsızlık" değil, "kasıt" olduğunu gösteren açık işaretler vardı.
İşte "gizli el", bu açık işaretleri de örtmek istedi. Ve bunun için, yine gri propagandayı kullandı. Oluşturulmak istenen görüntü şuydu: Batılı ülkeler, ellerini taşın altına koymak istemedikleri—ve "Bosna'da petrol olmadığı"—için ciddi bir eyleme girişmiyorlar ama insani yardım yapmakla vicdanlarındaki sızıyı dindirmek ve biraz da olsun bir şeyler yapmak istiyorlar... Bu tablo, Batı'nın yalnızca bir "tepkisizlik", "duyarsızlık", "iradesizlik" vs. gibi nispeten masum pozisyonlar içinde olduğunu gösterecek ve var olan "kasıt"ı gizleyecekti.
İngiltere, Belgrad'ın en önde giden hamisi olarak, bu gri propaganda da önde gitti.
Majestelerinin hükümetinin düzenlediği "Irma Operasyonu", bunun en iyi örneğiydi. Irma, 1993 Ağustosu'nun ilk haftasında Saraybosna'ya düzenlenen ağır Sırp bombardımanı sırasında ciddi biçimde yaralanmış 5 yaşındaki bir Müslüman kızıydı. Batı medyası on binlerce katledilmiş insan arasında Irma'yı keşfetti ve böylece de İngiliz hükümetine iyi bir gri propaganda malzemesi sundu. İngiltere, büyük bir medya ablukası altında özel bir uçakla Irma'yı Londra'ya getirtti ve tedavisini üstlendi. İzleyen birkaç hafta boyunca da, başta İngiltere olmak üzere bazı Batılı hükümetler, "Irma Operasyonları"nın yeni versiyonlarına el atarak Saraybosna'dan "çocuk transferi"ne giriştiler.
Ancak İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı hükümetlerin giriştikleri bu çocuk transferi, mide bulandıracak bir amaca hizmet ediyordu. İngiltere, "şov" değeri olduğu için tek bir çocuk adına Londra'dan uçak kaldırıyordu ama Bosna'dan hiçbir biçimde mülteci kabul etmemekte kararlıydı. Sayıları 2.5 milyonu bulan savaş mültecilerinin İngiltere ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerine yaptıkları başvurular sertçe geri çevriliyordu. Ancak "çocuk şovu" her zaman revaçtaydı; Douglas Hurd, 1992 yazında yalnızca "60 kadar çocuğu" kabul edebileceklerini açıklamıştı.6 (Aynı sıralarda da Bosna'ya uygulanan silah ambargosunun neden kaldırılmaması ve Sırplara neden askeri müdahalede bulunulmaması gerektiği konusunda hem ısrarlı demeçler veriyor, hem de uzun makaleler yazıyordu.) Bosnalıları Sırplar karşısında eli kolu bağlı bir biçimde bırakan, mülteci olarak kapılarına gelenleri sertçe geri çeviren ve sonra da bunu gizlemek için "60 kadar çocuğu" kabul edebileceklerini açıklayan bir hükümeti tanımlamak için "iki yüzlü" kelimesi oldukça hafif kalıyordu.
"Irma Operasyonu" ve benzerleri gibi, diğer "insani yardım" faaliyetleri de aynı iki yüzlülükle yürütülüyordu. Avrupa devletleri tarafından izlenen bu politika, aslında ABD tarafından da paylaşılıyordu. Ağustos 1992'de ABD Dış İşleri Bakanlığı'nın Bosna-Hersek'le ilgili bürosundaki görevinden istifa eden uzman George Kennedy, önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi, The Washington Monthly dergisinde bunu açıkça anlatmıştı. Kennedy'e göre, Dış İşleri Bakanlığı, "kamuoyu çalışmasını" savaşın başından beri iki nokta üzerinde odaklaştırmıştı: Birincisi, Bosna'da olanların boyutunu toplumun gözünde olabildiğince küçültmek, ikincisi ise ABD'nin yapabileceği herşeyi en etkin biçimde yaptığı izlenimini vermek ama asla somut bir şey yapmamak.7
"Bosna'nın Yanındaki Yahudiler" ve Gerçekler
Savaş boyunca Bosna "lehinde" yapılan propagandanın başını, Batılı ülkelerdeki bazı sivil toplum kuruluşları ve medyanın bir kısmı çekti. Sırp terörüne karşı "pasif" hükümetlerini olayda daha aktif davranmaya davet etmek için çalıştılar. Bildiriler yayınlandı, gösteriler düzenlendi, konferanslar yapıldı, protestolar yükseldi. Bunların çoğu, insan hakları konusunda duyarlı olarak bilinen gruplardan -liberaller, bazı sosyal demokratlar, feministler gibi- kaynaklanıyordu. Ancak bu sivil toplum kuruluşlarının içinde, özellikle Amerika'da, dikkat çekici bir kanat vardı: Yahudi organizasyonları. Özellikle de iki ünlü Yahudi kuruluşu, American Jewish Committee (Amerikan Yahudi Komitesi) ve American Jewish Congress (Amerikan Yahudi Kongresi), Bosna-Hersek lehinde oldukça aktif bir propaganda yaptılar.
Ancak bu propagandayı bilinçli bir şekilde izleyen bir kimse, ortada bir gariplik olduğunu fark edebilirdi. Bosna lehinde gözüken Yahudi organizasyonları, yani American Jewish Committee ve American Jewish Congress, siyasi yönden fazla etkisi olmayan "kültürel" örgütlerdi. Buna karşılık, Amerika'da Yahudi lobisinin siyasi gücünü en iyi temsil eden örgüt olan AIPAC'in (American-Israel Public Affairs Committee) Bosna-Hersek lehinde hiçbir girişimi olmadı. Washington Report on Middle East Affairs dergisi de bir keresinde bu konuya dikkat çekmiş ve "madem Yahudiler Bosna'nın yanındalar, neden AIPAC'in hiç sesi çıkmıyor?" diye sormuştu.
AIPAC'i, "Bosna yanlısı" diğer Yahudi örgütlerinden ayıran en önemli yapısal farklılık ise, birincisinin İsrail'le olan dirsek temasıydı. Kuşkusuz diğer "kültürel" Yahudi örgütleri de İsrail'le çeşitli bağlantılara sahiptiler, ama hiçbirisi, İsrail'in Washington kulislerindeki "irtibat bürosu" işlevini gören AIPAC kadar koordineli değildiler Batı Kudüs'le. AIPAC, İsrail'den gelen "talimatlar" yönünde Washington'da lobi ve baskı yapmak için kurulmuş bir örgüttü ve her zaman İsrail Devleti'nin politikasına paralel hareket ederdi. Oysa diğer iki örgüt, İsrail'in "irtibat bürosu" olarak değil, "Amerikan Yahudiliği"nin kültürel temsilcisi olarak faaliyet gösterirlerdi ve hiçbir zaman ciddi bir siyasi kimlik ve siyasi misyon üstlenmemişlerdi.
Bu durum, "Amerikan Yahudiliği"nin Bosna-Hersek'teki Müslümanlara "kültürel" boyutta destek verdiğini, ancak İsrail'in ve onun siyasi lobisinin bu kampanyadan uzak durduğu anlamına geliyordu. Nitekim ABD'de yayınlanan Jewish Currents dergisinde "Amerikan Yahudileri ve Balkan Politikası" başlığıyla ve Alvin Dorfman ve Heather Cottin imzalarıyla yayınlanan bir makalede, tam da bu noktaya dikkat çekiliyordu. Yazarlara göre, American Jewish Committee ve American Jewish Congress Yugoslavya'daki savaşta Müslümanların yanında yer almışlardı, ama bu destek İsrail'deki atmosferle karşılaştırıldığında ortaya "büyük bir kontrast" çıkıyordu. "İsrail belki Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıdı, ama bunu istemeyerek yaptı, Bosna-Hersek'i ise hala tanımış değil" diyen yazarlar şöyle ekliyorlardı; "Buna karşılık İsrail silahlarının Sırpların eline ulaştığı bir sır değil"8 Yazarlara göre, İsrail'in "Alija Izetbegovi¡ gibi bir Müslümanın önderliğinde olan Bosna'yı desteklemesinin beklenmesi" zaten son derece saçmaydı, bu tür bir destek "intiharsal bir adım" olurdu Yahudi Devleti için.
Alvin Dorfman ve Heather Cottin, Amerikan Yahudileri ile İsrailli Yahudiler arasındaki bu farkı, iki tarafın sahip olduğu farklı "tarihsel perspektif"e bağlıyorlardı. Bu yoruma göre, "Avrupa tarihi hakkında pek bir şey bilmeyen" Amerikan Yahudileri biraz "cahil"diler. Oysa İsrailliler, Avrupa'daki geçmişlerini çok iyi hatırlıyorlardı ve "Yugoslavya'daki yegane dostlarının Sırplar olduğunun" çok iyi farkındaydılar. Dorfman ve Cottin söz konusu "tarihi bilen Yahudiler"dendiler ve "Amerikan Yahudiliği"nin bir kısmının içinde bulundukları "cahillik"ten yakınıyorlardı makale boyunca.9
Aylık Yahudi dergisi Jewish Currents'ta yayınlanan tüm bu satırlar, kitabın önceki bölümlerinde ortaya konulan tezi teyid ediyordu aslında; Yahudiler ile Sırplar arasında "tarihsel bir dostluk" vardı ve Bosna'daki Yeşil Tehlike'nin de etkisiyle bu dostluk siyasi-askeri bir ittifaka dönüşmüş durumdaydı. İsrail ve onun Batıdaki siyasi uzantıları, "Ustaşa" Hırvatlara ve Müslümanlara karşı Sırpların yanındaydılar.
Sonuçta, kuşkusuz Bosna’ya yardımcı olmak için girişimde bulunan tüm Yahudileri -ve tabi ki tüm diğer insanları- takdir ediyoruz. Gerçekten de özellikle Batı dünyası içindeki pek çok kişi ve kurum, Sırp vahşetini lanetlemiş, Bosnalılara yardım edebilmek için çaba göstermiş, hükümetlerini Sırp vahşetinin durdurulması için harekete geçmeye çağırmıştır. Bu durum, Batı ve İslam dünyaları arasında bir “medeniyetler çatışması” körüklemek isteyen “Anti-İslami Enternasyonal”in etkisinin Batı toplumları içinde sınırlı olduğunu, iki medeniyet arasında barış, iş birliği ve dostluğun kolayca kurulabileceğini gösteren önemli bir işarettir.
Medeniyetler çatışmasını körükleyen “Anti-İslami Enternasyonal”in beyin takımında ise, başta belirttiğimiz gibi İsrail’in büyük bir etkisi vardır. Bosna konusunda da İsrail ve onun Batılı uzantıları -Siyonist olmayan Batılı Yahudilerin aksine- Sırp yanlısı bir politika izlemişlerdir. Mossad ajanı kimliğine sahip kimselerin yürüttükleri propaganda çalışmaları, bu konuda oldukça aydınlatıcıdır.
Mossad Ajanı Bodansky'nin Propaganda Misyonu
Söz konusu propaganda misyonunun en çarpıcı örneği, 1993 yılında ABD'de yayınlanan Bosna ile ilgili ilginç bir "rapor"du. Rapor, hem İsrail'in ve onun Batıdaki uzantılarının gerçek niyetlerini ortaya koyması, hem propagandanın arkasında yatan anti-İslami ideolojik çatıyı göstermesi, hem de "katillerle katledilenlerin bulanıklaştırılması" yöntemine eşsiz bir örnek oluşturması açısından son derece yol gösterici bir belgeydi.
Son derece gerçek dışı iddialarla Sırplara destek veren söz konusu rapor, ABD Kongresi'ne bağlı "Task Force on Terrorism and Unconventional Warfare" (Terörizm ve Olağandışı Savaşa Karşı İşbirliği) adlı kuruluşun direktörleri olan Yossef Bodansky ve Vaughn S. Forrest tarafından hazırlanmıştı. Iran's European Springboard (İran'ın Avrupa Çıkarması) başlığını taşıyan rapora göre, Alija Izetbegovi¡ ve hükümeti, İran'ın başını çektiği uluslararası bir "İslami komplo"nun parçası olarak, Balkanlar'da bir İslam Devleti kurmaya çalışıyorlar ve bunun için de her türlü kirli yönteme başvuruyorlardı. Raporun yazarları Izetbegovi¡ yönetimine o denli düşmandılar ki, onu karalayabilmek için, Bosna Müslüman güçlerinin Sırplar aleyhinde dünya kamuoyunu provoke edebilmek amacıyla kendi insanlarını öldürdüklerini ve işkenceye tabi tuttuklarını bile iddia edebiliyorlardı. Raporda ayrıca, pek çok Müslüman ülkeden Bosna'ya gelen "İslamcı teröristler"in, Avrupa'da büyük bir "Müslüman ayaklanması" oluşturma hazırlığında oldukları, bu İslam devriminin, Müslümanların Batıya ve liberal toplum yapısına duydukları derin kin ve nefretin bir sonucu olarak gerçekleşeceği öne sürülüyordu. Kullanılan üslup da oldukça ateşliydi. 14 sayfalık raporun içinde "İslamcı terörist" kelimesi tam 27 kez geçiyordu. Rapora göre, İngiliz Dış İşleri Bakanı Douglas Hurd'e 1992 Temmuzu'nda yapılan bombalı saldırının ve ABC televizyonu prodüktörü David Kaplan'ın Ağustos ayında öldürülmesinin ardında da "özel eğitilmiş Bosna Müslüman güçleri" vardı.10
Bosna'da yaşananlar hakkında biraz bir şey bilen herkes anlayabilirdi ki, tüm bunlar birer yalandı. Nitekim, rapordaki iddiaların hiçbirine kaynak gösterilmemişti. Hepsi, Sırp propagandası ile yazarların hayal gücünün karışımının birer ürünüydüler.
Peki bu propagandanın arkasındaki "adres" kimdi? Kim Bosna hükümetinin "propaganda olsun diye" kendi vatandaşlarını öldürdüğünü ve dolayısıyla Sırpların suçsuz olduğunu öne sürüyordu?
Raporun iki yazarından birinin, Yosef Bodansky'nin kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Bodansky, İsrail doğumlu bir Yahudiydi. Hem oldukça da "bilinçli" bir Yahudiydi. 1970'lerde İsrail Hava Kuvvetleri dergisinin editörlüğünü yapmıştı. Daha sonra ABD'ye göç ederek John Hopkins Üniversitesi'ne akademisyen olarak katılmıştı. Amerikalı Yahudi örgütleriyle ilişkisi ise oldukça çarpıcıydı. Kısa adı JINSA olan "Jewish Institute of National Security Affairs"ın (Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü) bülteninde teknik yönetmenlik yapmıştı. Washington kulislerinde ise Bodansky'nin bir "Mossad ajanı" olduğu söylentisi yaygındı. Nitekim Bodansky, Amerikan donanması istihbaratında çalıştığı sırada Amerikan gizli belgelerini İsrail'e aktarırken yakalanan Amerikalı Yahudi Jonathan Pollard'la da çok yakın ilişkilere sahipti. Amerikan EIR (Executive Intelligence Review) dergisi, Pollard'ın arkasındaki beynin Bodansky olduğunu bile yazmıştı.
Raporun öteki yazarı Vaughn S. Forrest de Yahudi çevreleriyle son derece içli-dışlıydı. Nitekim bu ikili, Bosna hakkındaki raporları sonucunda Amerikalı Müslümanlardan yükselen haklı tepkilere, Yahudilerin yayın organlarından Washington Jewish Week'te cevap vermeye çalıştılar. Söz konusu gazeteye verdikleri demeçte, yazdıkları raporu ve onun "bilimselliğini" savundular. "Aslında tüm yazılanların kaynağı ve dipnotları var," diyordu Forrest, "... ama güvenlik nedeniyle ve masrafları kısmak için kaynak ve dipnotların olduğu ek bölümü raporla birlikte vermedik". Oysa bu da bir yalandı; Kongre üyeleri Dana Rohrabacher ve Olympia Snowe, bu "kaynak ve dipnotları" görmek istemişler, ancak cevapsız bırakılmışlardı.11
Bodansky, bu raporun ardından yine "İslam tehlikesi" ile ilgili bir kitap yayınladı. Kitabın adı Target America: Terrorism In The USA Today (Hedef Amerika: Günümüzde ABD'de Terörizm) idi... Ayrıca Forrest ve Bodansky, The New Islamist International (Yeni İslami Enternasyonal) adlı 93 sayfalık yeni bir rapor daha yayınladılar. Rapor, Bosnalıların kendi vatandaşlarını öldürdükleri suçlamasını yeniden öne sürüyor, ayrıca "köktendincilerin Bosna-Hersek"teki savaşı Yeni Dünya Düzeni ile Müslümanların geleceği arasında bir çarpışma olarak gördüklerini, İslamcıların yeni intikam savaşları açmaya devam edeceklerini" iddia ediyordu...
Kısacası, bir "Mossad ajanı", Bosna-Hersekli Müslümanlar aleyhinde atılabilecek en alçakça iftirayı, kendi vatandaşlarını öldürüp suçu Sırpların üstüne attıkları iftirasını atmıştı. Ve bu iftira oldukça da etkili oldu. Bodansky'nin geliştirip gündeme getirdiği bu suçlama, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, Batıdaki "gizli el"in Lord Owen gibi üyeleri ya da BM temsilcisi Yasushi Akashi ve Fransız Barış Gücü komutanı Jean Cot gibi araçları tarafından da Bosna yönetimini zor durumda bırakmak ve Sırpları aklamak amacıyla seslendirilmişti.
Aynı suçlama, Batıdaki "gizli el"in yayın organlarında da revaç buldu. Örneğin Amerika'daki masonik kompleksin en üst kurumu sayılan CFR'nin yayın organı olan Foreign Affairs dergisindeki bazı makaleler bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Emekli Amerikalı general Charles Boyd, Foreign Affairs'ın sonbahar 95 sayısında yayınlanan makalesinde açıkça Müslümanlara karşı Sırpları savunmuştu. Makalede, eski Yugoslavya'daki iç savaşta tarafların tümünün suçlu olduğu, Boşnakların da en az Sırplar kadar saldırgan davrandıkları iddia ediliyordu. Mossad ajanı Bodansky'nin ortaya attığı "Müslümanların kendi insanlarını öldürdükleri" iftirası ise büyük bir özenle tekrarlanmıştı. Sırp iş birlikçisi Fikret Abdi¡ ise "demokrasi kahramanı" olarak övülüyordu.
Bodansky'nin raporunda öne sürülen tezlerin İngiliz basınındaki en dikkat çekici temsilcisi ise, Yugoslavya yorumcu Nora Beloff'du. Beloff, çatışmanın asıl suçunun "Müslümanlara" ait olduğunu ve Sırpların yalnızca kendilerini savunduklarını öne süren "açık mektup"lar yayınlamıştı İngiliz basınında. Noam Chomsky, Beloff'un bu tutarsız iddialarını teşhis etmiş ve onun ateşli bir "Çetnik taraftarı" olduğuna dikkat çekmişti. Ancak Chomsky'e göre, Beloff'un Müslümanlara yönelik tüm bu faaliyetinin ardında, "bir faktör daha vardı"; Beloff, yine Chomsky'nin deyimiyle, "fanatik bir Siyonistti" ve bu nedenle de Müslümanları her nerede olurlarsa olsunlar suçlu sandalyesine oturtmakla görevli hissediyordu kendini.12
İsrail kaynaklı propagandanın Bodansky tarafından ilk kez ciddi bir biçimde ortaya atılan ve yine İsrail ya da "gizli el" bağlantılı yorumcular tarafından da sıkça kullanılan bu ikinci yüzü, açıkça görüldüğü gibi, asıl olarak Bosna'daki Izetbegovi¡ yönetimini karalamaya yönelikti. Izetbegovi¡ ve onun temsil ettiği siyasi hareket, İslam'a inançla bağlıydı ve dolayısıyla en büyük düşmandı. Sırplar bu büyük düşmana karşı durdukları için İsrail'den ve "gizli el"den yeşil ışık almışlardı. "Gizli el"in liderleri, Belgrad'daki iktidar odağını bu iş için yükseltmiş ve koruyup-kollamışlardı.
Bosna'nın Biha¡ bölgesinde savaş öncesinde büyük bir finansal güce ve siyasi nüfuza sahip olan Fikret Abdi¡ (solda), savaş sırasında Izetbegovi¡'in siyasi rakibi haline geldi. Izetbegovi¡ yönetimini "'gerici" olmakla suçluyor, kendisinin çok daha "çağdaş" bir Bosna hedeflediğini söylüyordu. Bu mesaj, ilgili çevrelerde hemen yankı buldu; Abdi¡, Londra'dan Washington'a kadar uzanan "Anti-İslami Enternasyonal" tarafından Bosna için ideal lider olarak kabul edildi. Abdi¡ bu desteğin etkisiyle daha da ileri gitti ve sonunda Sırplarla iş birliği yaparak Armija BiH'e savaş açtı. Biha¡'ın hükümet kuvvetleri tarafından kurtarılmasından sonra da kayıplara karıştı.Ancak Izetbegovi¡'i indirip yerine "İslamcı" olmayan bir lider getirmek, "Anti-İslami Enternasyonal" için vazgeçilmez bir hedeşi. Dayton Anlaşması'nın ardından bu kez eski Başbakan Haris Sladzi¡ (ortada) ön plana çıkarıldı. O da Izetbegovi¡'i "gerici" olmakla itham ediyor ve daha seküler bir Bosna yönetimi vaat ediyordu. Eylül 96'daki seçimlerde Izetbegovi¡'e rakip oldu.Sladzi¡'ten beklenen misyon, Izetbegovi¡'in oylarını bölmesiydi. Böylece Radovan KaradΩi¡'in halefi olan Mom¯ilo Krajisnik (sağda) Izetbegovi¡'ten daha çok oy alabilir ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabilirdi. Ama "Bilge Kral" galip geldi.
Bu arada, "gizli el"in üst kademesinde yer almasa da, onun sahip olduğu anti-İslami ideolojiyi paylaşan pek çok kimse, sırf bu ideolojik ve psikolojik nedenden dolayı Sırplara sempati duydu ve söz konusu "propaganda misyonu"na katkıda bulundu. "Büyük Sırbistan hayalinin, Hırvat faşizminin ve İslam'ın zaferinden yeğ tutulmasını" savunan İngiliz İşçi Partisi milletvekili Dennis Skinner, bu psikolojik faktörü en açık biçimde ifade edenlerin başında geliyordu.13 Daha pek çok milletvekili, pek çok devlet adamı, pek çok gazeteci, Bosna'daki Müslümanları hedef alan "propaganda misyonu"nun parçası oldular. İsrail ve "gizli el", Bosna'daki Müslüman yönetime karşı kullanılacak propaganda malzemelerini—örneğin Bodansky'nin raporunu—üretmişlerdi; anti-İslami ideolojiyi paylaşan pek çok yorumcu bu malzemeleri kullanarak "propaganda misyonu"nun birer parçası oldular.
DİPNOTLAR
1.M. Özgür Tuna, “Görüşmeler Yoluyla Soykırım”, Avrasya Dosyası (Sırbistan. Bosna-Hersek Özel), Cilt 3, Sayı 3, Sonbahar 1996, s. s. 8.
3.M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Bosna-Hersek ve Post-Modern Ortaçağ’a Giriş, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 346.
4.Peter Brock, “Dateline Yugoslavia: The Partisan Press”, Foreign Policy, Kış 1993-1994, No. 43, s. 163.
5.M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Bosna-Hersek ve Post-Modern Ortaçağ’a Giriş, s. 347.
6.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, 1.b., İstanbul: Birikim Yayınları, Mart 1994, s. 259.
8.Alvin Dorfman & Heather Cottin, “U.S. Jews and The Balkan Situation”, Jewish Currents, Nisan 1996.
10.The Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz/Ağustos 1993.
12.Adil Kulenovic, Interview with Vlademir Srebov, Vreme (Belgrad), Ekim 1995
13.Noam Chomsky, David Barsamian, “Race”, Internet: Keeping the Rabble in Line, 14 Ocak 1993.