IV. BölümSavaş, Katliam ve Diplomasi 1992-95
Ûnaite, moyi druzi boyni...Ta, c nama ye sva Evropa!(Bilin, ey silah altındaki yoldaşlarım... Tüm Avrupa bizim yanımızda!)— Milliyetçi Sırp şairi Vlada, Papovi¡, 1914
46 yaşındaki Bosnalı Müslüman Sulejman Besi¡, Bosna'nın kuzeybatısındaki Trnopolje adlı toplama kampında Sırp gardiyanların Müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatırken oldukça zorlanıyordu. Anlattığına göre, bir gün, Du§an Tadi¡ adlı Çetnik, bir Müslüman kadının yanına gitmiş ve önce bağırarak ona kocasının nerede olduğunu sormuştu. Daha sonra kadına soyunmasını, yoksa öleceğini söylemiş, kadın da namlu tehdidi altında bir yandan ağlayarak soyunmaya başlamıştı. Ancak bir dakika geçmeden Tadi¡ tarafından kafasından vurularak öldürülmüştü. Aynı Çetnik, birkaç dakika sonra kadının az ileride ellerinden bağlı olan oğlunu alıp getirerek, ona ölü olan annesine tecavüz etmesini emretmişti. Genç Müslüman bu tehdide kulakları parçalayan bir çığlıkla cevap vermiş ve o da hemen oracıkta Du§an Tadi¡ tarafından vurulmuştu.
Cesetler öldürüldükleri yerde uzun süre kalmışlardı. Ancak bu durum toplama kampındaki genel manzara içinde pek de olağandışı bir görüntü oluşturmuyordu. Sulejman Besi¡'in anlattıklarına göre, kamptaki yaralı bazı Müslümanların durumu korkunçtu; bazıları baygın yatıyorlardı ve açık olan yaralarında kurtlar kaynıyordu. Açıkta bekleyen cesetlerin ve bu tür "kurtlanmış etlerin" kampa yaydığı koku, dayanılmaz bir iğrençlikteydi.
Sulejman Besi¡, Trnopolje toplama kampında kaldığı sürede şahit olduğu bu olayları, eski Yugoslavya topraklarında işlenen savaş suçlarını kovuşturmak ve sanıkları yargılamak için Hollanda'nın Lahey kentinde kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde anlatmıştı. Ve anlattığı bu korkunç olaylar, Bosna-Hersek topraklarında Sırplar tarafından Müslümanlara karşı uygulanan sistematik işkence ve katliamın binlerce çarpıcı örneğinden yalnızca biriydi.1
Bu vahşet, kısa bir zaman dilimi ve küçük bir coğrafya içinde gerçekleşmişti belki, ama kökeni daha eskilere dayanıyor ve çok daha geniş bir coğrafyadan destek görüyordu. Vahşetin arkasında, yalnızca Saraybosna'nın hemen doğusundaki Pale kentinde merkez kurmuş olan Bosnalı Sırp birliklerinin, ya da Belgrad'daki iktidar odağının değil, aynı zamanda Batılı başkentlerin diplomasi koridorlarında gezinen "Anti-İslami Enternasyonal"in de parmağı vardı. Atlantik'in her iki yakasında da etkili olan bu örtülü "Enternasyonal", Bosna'daki savaşı çok ustaca ve sofistike bir biçimde Belgrad lehine yönlendirdi.
İlerleyen sayfalarda, bu yönlendirmenin hikayesini birlikte keşfedeceğiz.
Savaşın Ayak Sesleri
Sırbo-Hırvat savaşı, Almanya'nın Hırvatlar lehine ağırlığını koyması ve onun tarafından sürüklenen Avrupa Topluluğu'nun da Zagreb'in bağımsızlık kararını tanıması üzerine, 1992 başında sona erdi. Hırvatistan'ın doğusundaki Slavonya, "göbeğindeki" Krajina ve Adriyatik sahilindeki bazı bölgeler Sırp işgali altında kalmıştı belki, ama sonuçta akan kan durmuştu. "Kim kazandı?" sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değilse de, ibrenin Belgrad'dan yana olduğu söylenebilirdi. Milo§evi¡, Slavonya ve Krajina'daki kazançlarıyla "Büyük Sırbistan" yolunda önemli bir adım atmış, Hırvatistan ise en azından bağımsızlığa kavuşarak bu "Büyük Sırbistan"dan "kurtulmuştu."
Sırbo-Hırvat savaşının sona erdiği nokta, çanların Bosna için çalmaya başladığı noktaydı aynı zamanda. Milo§evi¡, Hırvat cephesindeki işini tamamladıktan sonra, gözünü Bosna'ya dikmişti. Bosnalılar içinse, her ikisi de aynı derecede kötü gözüken iki seçenek vardı; ya Yugoslavya'nın içinde kalmaya devam ederek "Büyük Sırbistan"ın egemenliği altında yaşamayı kabul edeceklerdi, ya da bağımsızlık ilan ederek Hırvatistan'ın izlediği tehlikeli yolun daha da tehlikesini izleyeceklerdi.
Bosnalı Sırpların düşmanca tutumları da durumu giderek kötüleştiriyordu. 1991'in Mayısı'nda, Bosnalı Sırpların partisi olan SDS, Bosna'da Sırp nüfusun yoğun olduğu dört bölgeyi tek taraflı olarak "Sırp otonom bölgesi" ilan etti. Bu, Krajina'da uygulanan senaryonun ilk basamağının aynısıydı. Daha da önemli bir gelişme ise Temmuz 1991'de yaşandı; Milo§evi¡'in emri ile, Sırbistan İç İşleriBakanı Mihalj Kertes, Bosnalı Sırpların lideri Radovan KaradΩi¡'e yüklü bir silah sevkiyatı yaptı.2 Bu durum, Milo§evi¡'in KaradΩi¡'in "patronu" olduğunun açık bir göstergesiydi. Nitekim, Ağustos ayında Federal Başbakan Ante Markovi¡, Milo§evi¡ ile KaradΩi¡ arasında geçen bir telefon konuşmasının gizlice alınmış ses kayıtlarını ortaya çıkardı. Konuşmada, Milo§evi¡, KaradΩi¡'e bir sonraki silah sevkiyatını Banja Luka'daki Federal ordu komutanı General Nikola Uzelac'tan alması gerektiğini söylüyordu.3 Milo§evi¡'in KaradΩi¡'i uzaktan kumanda ile yönettiğine hiç kuşku yoktu. KaradΩi¡ bile, "haftada en az birkaç kez" Milo§evi¡ ile telefonda konuştuğunu açık açık söylüyordu.4
Eylül ayında ise, Bosnalı Sırplar yeni bir adım daha atarak ilan etmiş oldukları "Sırp Otonom Bölgeleri"ni koruması için Federal ordunun müdahalesini istediler. Buna gerekçe oluşturmak için de söz konusu bölgelerde küçük bir iki silahlı çatışma meydana getirdiler. Bu, Krajina'da denenmiş olan "prova"nın aynen tekrarıydı. Senaryodaki rolünü oynamayı bekleyen Federal ordu ise, tabi Milo§evi¡'in emri ile, Batı Hersek'e yaklaşık 5.000 asker yığdı. Eylül ayının sonunda, bu federal birlikler, "Hersek Sırp Otonom Bölgesi"nin sınırını oluşturmuş durumdaydılar. Burayı halen sürmekte olan Sırbo-Hırvat savaşının önemli bir cephesi olan Dubrovnik'e karşı giriştikleri saldırılar için bir üs olarak kullanıyorlardı aynı zamanda. Hersek'te üslenmiş olan bu Federal ordu birlikleri bir keresinde Müslüman ve Hırvat siviller tarafından durdurulmak istenmiş, bunun üzerine de bu sivillerin üzerine ateş açmışlardı.
1992'ye gelindiğinde Bosna hükümeti işte böylesine kritik bir pozisyonun içindeydi. Bağımsızlık ilanının çatışma olmadan Sırplar tarafından kabullenilmeyeceği açıktı, ama Sırbistan'ın demir pençesi altında yaşamayı kabul etmek de Bosnalılar adına kabul edilebilir gözükmüyordu. Çünkü eğer Soğuk Savaş sonrası yaşanan kabuk değişiminin bir sonucu olan bu karmaşa sırasında bağımsızlık elde edilemezse, bir daha onu elde etmek çok daha zor olurdu. Hem dünyada hem de bölgede yaşanan kaos durulduğu ve Balkanlar'daki siyasi dengeler yerine oturduğu sırada eğer Bosna hala Belgrad'ın egemenliği altında kalmış olursa, bir daha kolay kolay o egemenlikten kurtulacak fırsat bulamazdı.
Hırvatistan fırsatı değerlendirmiş ve "diyetini" (savaşta akan kanları ve -geçici de olsa- Krajina ve Doğu Slavonya'yı vermekle) ödeyerek bağımsızlığını elde etmişti. Bosna da belki bu yolu izleyebilirdi. Ancak Hırvatistan ile Bosna arasında önemli bir fark bulunuyordu. Hırvatların uluslararası topluluk içinde sözü geçen güçlü bir hamileri vardı; Almanya. Bu Cermen desteği, Sırbistan'ı uluslararası topluluk içinde destekleyen "gizli el"i dengelemiş ve Hırvatlara bir çıkış yolu açmıştı. Ama Bosnalılar için böyle bir hami yoktu; Sırbistan'a ve onu destekleyip manipüle eden "gizli el"e karşı tek başlarınaydılar.
Bu "gizli el"in yaptığı müdahalelerden biri ise son derece hayati bir önem taşıyordu. Bu müdahale, Bosna'ya bağımsızlık konusunda verdikleri sahte güvenceydi. Avrupa Ekonomik Topluluğu, bağımsızlık ilan etme konusunda kararsız olan Izetbegovi¡ yönetimine, eğer Bosna bağımsızlık ilan ederse hem AET hem de BM tarafından tanınacağı ve böylece "Hırvatistan formülü" ile, yani birkaç "sıyrık"la, Belgrad'ın gazabından kurtulacağı konusunda garanti vermişlerdi. Bosna hükümetine, bağımsızlık konusunda bir referanduma gitme tavsiyesinde bulunmuşlar, bu "demokratik" yolun Bosna'yı uluslararası topluluğun himayesi altına sokacağı izlenimini vermişlerdi.5
Bu bir aldatmacaydı. Bir yandan Belgrad'ın tüm saldırgan ve yayılmacı politikalarına yeşil ışık yakarken, bir yandan da Bosna'ya "siz bağımsızlık ilan edin, biz sizi tanırız, Sırplar da bir şey yapamaz" mesajını veriyorlardı. Ancak Bosnalılar için alternatif yoktu; uluslararası topluluk içinde, Milo§evi¡'e "biraderlik" bağı ile bağlı olan bir "gizli el"in var olduğunun farkına varmaları o anda mümkün değildi. Bunun yanında, birkaç yüzyıldır kültürel etkisi altında oldukları Batının, "insani değer"leri gerçekten biraz da olsa önemsediğini ve bu yüzden biraz da olsa "ilkeli" davranacağını sanıyorlardı.
Bu, en büyük yanılgılarıydı ve üç buçuk yıllık savaşın sonunda elde edecekleri en büyük ders de, bu yanılgıdan kurtulmak, Batı dünyasının içinde yer alan "gizli el"in gerçek kimliğini tanımak olacaktı.
İlk Kurşunlar
AET tarafından teşvik edilen referandumun sonuçları 2 Mart 1992 sabahı açıklandı. Bosnalı Sırpların büyük bölümü tarafından boykot edilen oylamada, ezici bir çoğunluk bağımsızlık istiyordu. Bu, sonucu bekleyen Bosnalı Sırp paramiliterler için adeta bir başlama vuruşuydu. Hemen Saraybosna'daki Parlamento binasının yakınlarına barikatlar ve "sniper" (keskin nişancı) mevzileri kurdular. Mazeretleri, önceki gün düzenlenen bir düğün töreninde bir Sırp'ın sıradan bir anlaşmazlık nedeniyle iki Müslüman genç tarafından vurulmuş olmasıydı. Bu olay üzerine kendilerini korumak için siper tuttuklarını söylediler. Bosna'daki "iç savaş" görünümlü işgal artık başlamış gibiydi.
Ancak Saraybosnalı halktan binlerce kişinin "barış" adına sokaklara dökülüp Sırp barikatlarının önünde gösteri yapması, tansiyonu biraz düşürdü ve söz konusu işgali birkaç hafta daha geciktirdi.
Fakat bu kısa dönemde Bosnalılar için oldukça tehlikeli bir gelişme daha yaşandı. Mart ayı içinde Hırvat lideri Tudjman ile Milo§evi¡ biraraya geldiler ve Yugoslavya'nın bölünmesi hakkında önemli bir görüşme yaptılar. Gündemdeki en önemli madde ise "Bosna'nın paylaşılması" planıydı. Bu konuda ciddi bir uzlaşmaya varılmadı ama yine de bu zirve, Bosnalıların en büyük kabusunun, yani Sırp ve Hırvatların birleşerek Bosna'yı paylaşmaları felaketinin ilk habercisiydi. Burada atılan bu ilk adım, savaşın ortalarına doğru bir süre için de olsa fiili bir duruma dönüşecek ve Bosna için en zor stratejik pozisyon, yani hem Sırplar hem de Hırvatlarla savaşma durumu ortaya çıkacaktı.
Müstakbel bir Sırp-Hırvat ittifakına zemin oluşturan bu zirveye rağmen, yine de savaşın başında Müslümanlar ile Hırvatlar aynı saftaydılar. Nitekim Belgrad'daki provokatör Sırp medyası da, Bosna'da bir "Ustaşa-köktendinci koalisyonu" kurulduğunu ve yerel Sırpların ölüm tehdidi altında olduğunu yazıp duruyordu.
6 Nisan 1992 günü Bosna-Hersek Avrupa Topluluğu tarafından egemen bir devlet olarak tanındı. Aynı gün, Sırp paramiliter birlikleri bir ay önce referandum sonuçlarının açıklandığı gün yaptıkları şeyi tekrarlayarak barikatlara ve "sniper" pozisyonlarına yerleştiler. Yine halktan çok sayıda kişi, 50 ila 100 bin Bosnalı, Saraybosna sokaklarına döküldü ve bu cepheleşmeyi protesto etti. Bir tanesi, kameralara karşı "bütün Sırp şovenistleri Sırbistan'a, Hırvat şovenistleri de Hırvatistan'a gitsin, biz burada mutluyuz" diyordu ki, sözleri otomatik tüfek sesleri ile kesildi. Sırp milisler, ateşe başlamışlardı. İlerleyen bir iki hafta boyunca, Banja Luka, Bosanski Brod, Mostar gibi önemli kentlerde silah sesleri ve bombalar duyulmaya devam etti. Sırp paramiliterler, Müslüman kentlerinde korku ve terör estirmeye başlamışlardı.
Krajina'da provası yapılan operasyon aynen uygulanmaya başladı. Sırpların ateşlediği çatışmalar üzerine, Federal ordu yine Sırplar tarafından "davet" edildi. Federal ordu generali AdΩi¡, 30 Mart günü, birliklerini "açık saldırganlığa karşı" yerel Sırpları korumak için müdahaleye hazır olduğunu açıklamıştı zaten.
Ancak bu küçük çatışmaların bir Müslüman katliamına dönüşmesi, bu iş için yıllardır Sırbistan'da hazırlanmakta olan neo-Çetniklerin gelmesiyle oldu. Bu işi onlardan daha iyi kim yapabilirdi ki?
Neo-Çetnikler ve Blitzkrieg (Yıldırım Harekatı)
Nisan ayının ilk günlerinde çok önemli bir gelişme yaşandı. Hırvat kenti Vukovar'ı "temizleme" işini henüz yeni bitirmiş olan Arkan'ın paramiliter grubu, kuzeydoğu Bosna'daki Müslüman ağırlıklı Bijeljina kasabasında beliriverdi birdenbire. Oldukça iyi silahlanmış olan grubun üyelerinin hemen hepsi, Bosnalı değil, Sırbistanlı Sırplardı. Mart ayının sonunda Vukovar'dan güneye inerek Bosna'daki en önemli Sırp ağırlıklı kent olan Banja Luka'da bir süre boy göstermişler, ellerindeki AK-47'ler (Kalaşnikof) ve üzerlerindeki el bombaları ile şov yapmışlardı. Şimdi ise, biraz daha doğuya kayarak, Bijeljina'ya ayak basmışlardı.
Tito'nun ölümünden sonra giderek çözülmeye başlayan Yugoslavya 1991'de kesin olarak parçalandı. Almanya'nın desteğini arkalarında bulan Slovenya ve Hırvatistan, giderek bir "Sırboslavya" haline gelen ülkeden bağımsızlıklarını ilan ettiler. Slovenler "burunları kanamadan" ayrıldılar. Hırvatlar ise Sırbistan lideri Slobodan Milo§evi¡'in üzerlerine yolladığı Federal ordu ve Sırp paramiliterleri ile kanlı bir savaşa giriştiler. Hırvatistan'ın kuzeyindeki Vukovar ve güneyindeki Dubrovnik, Federal ordunun hedefi olurken, Krajina bölgesi, Belgrad'ın desteği ile palazlanmakta olan ve kendilerine "Çetnik" adı veren Sırp paramiliterlerinin hedefi oldu. Ancak Sırbo-Hırvat savaşı çok geçmeden durdu ve sıra, "asıl hedef"e, yani Bosna'ya geldi.
Şehre girer girmez terör estirmeye başladılar. İlk hedefleri büyük bir hınçla saldırdıkları camiydi. Sokaklarda gezen Müslümanları tartaklamaya, dipçiklemeye başladılar ve bazılarını da herkesin gözü önünde vurdular. Öte yandan şehrin elektriğini de kesmişlerdi. Birkaç gün içinde kasabanın yerlisi olan Müslümanlardan rastgele pek çok kişiyi öldürdüler. Dışarı ulaşan haberlerde, Bijeljina sokaklarında Müslüman cesetlerinin yattığı söyleniyordu. Daha sonra hazırlanan raporlar, birkaç gün içinde yaklaşık yüz Müslümanın katledildiğini haber verecekti.
Amaçları şehirdeki tüm Müslümanları öldürmek değil, aralarından bazılarını "rastgele" öldürerek tümünü şehri terk etmeye zorlamaktı. Bir yandan da şehirde yaşayan Sırplara "Müslümanlar sizi öldürmeye hazırlanıyorlardı" diye hikayeler anlatıyor ve Sırp gençleri paramiliter birliklere katılmaya çağırıyorlardı. Üç-beş gün içinde, Müslümanların tümü kasabayı terk etti. Bijeljina etnik olarak "temizlenmiş"ti.
Kısa süre sonra Bijeljina'nın neden ilk hedef olarak seçildiği anlaşıldı. Bu Müslüman kasabası, Sırpların iki eksen üzerinde devam edecek olan işgallerinin çıkış noktasıydı. Söz konusu eksenlerden biri, Sırbistan'ın kuzeyinden batıya doğruydu; bu yolla Sırbistan'ın, Banja Luka'daki Sırp askeri üssü ve daha sonra da Hırvatistan'ın Sırp işgali altındaki Krajina bölgesi ile birleştirilmesi düşünülüyordu. Böylece, Belgrad'dan Krajina'ya kadar uzanan geniş bir koridor açılacaktı. İşgalin öteki ekseni bu birinci hatta 90 derece dik bir çizgi üzerindeydi; Sırbistan sınırı boyunca uzanan tüm Doğu Bosna'nın işgal edilmesi ve böylece Sırp sınırlarının büyük bir hat üzerinde Batıya doğru genişlemesi planlanıyordu.
Nitekim Bijeljina'nın "temizlenmesi"den birkaç gün sonra, Doğu Bosna'daki pek çok Müslüman ağırlıklı kent ve kasaba daha saldırıya uğradı. Bu iş için, Arkan'ınkilerin yanında öteki neo-Çetnik grupları da devreye girmişlerdi. ~e§elj'in Çetnikleri ve Mirko Jovi¡'in kendilerine "Beyaz Kartallar" denen gerillaları bunların en ünlüleriydi.
Bu "Çetnik" birlikleri, "ince iş", yani Müslüman ahalinin etrafa büyük bir korku salacak şekilde vahşice öldürülmesi için kullanılıyordu. Daha geniş çaplı askeri operasyonlar içinse Federal ordu birlikleri devreye girdi. Nisan'ın ikinci haftasında Zvornik kentine tank ve topçu ateşiyle gerçekleştirilen saldırı bunun ilk belirgin örneğiydi. Federal ordunun işin "kabasını" bombalarla halletmesinin ardından ise, "ince iş" için yine Çetnikler devreye giriyorlar ve şehri, karşılarına çıkan her Müslümanı kadın-çocuk ayrımı yapmadan boğazlayarak etnik yönden "temiz" hale getiriyorlardı. Bu terörün neden olduğu korku dalgası sonucunda, Zvornik, Vi§egrad ve Fo¯a kentlerinin yer aldığı güneydoğu Bosna bölgesindeki Müslüman nüfusun %95'i birkaç hafta içinde evlerini terk ederek orta Bosna'ya doğru kaçtılar.
Tüm bu olayların Belgrad'da planlanan sofistike bir strateji dahilinde yürüdüğüne kuşku yoktu. Nitekim Bosnalı Sırp ahaliyi radikalize ederek onları Çetnik tarafına kazandırmak için yapılan "kara propaganda" da yine Belgrad'dan yayılıyordu; Belgrad Radyo-Televizyonu, Çetnikler Müslümanları boğazlamaya başladığı sıralarda, Bosna'daki Sırpları "Ustaşaların ve köktendincilerin başlattıkları cihadın vahşetinden korunmaya" çağıran yayınlar yapıyordu. Bir yandan da Müslüman Sırpları kesmek için hazırladıkları, ama Çetniklerin "kurtarıcı" müdahalesi ile son anda engellenmiş olan "cihad planı" ile ilgili söylentiler yayılıyordu Bosnalı Sırpların arasında. Çetnik propagandası ile beyni yıkanmış bir kadın, Reuters muhabirine Drina nehri kıyısındaki bir mıntıkayı göstererek heyecan içinde şunları anlatıyordu:
Şu alanı görüyor musunuz? Cihad işte buradan başlayacaktı. Fo¯a da Müslümanların yeni Mekkesi olacaktı. Öldürülmek için seçilmiş olan Sırpların adlarının tek tek yazdığı listeler vardı Müslümanlarda. Benim her iki oğlumun adı da bu ölüm listesinde geçiyordu, domuzlar gibi boğazlanacaklardı. Bense tecavüz edilecek kadınlar listesindeydim.6
Bu kadının ya da onun Sırp komşularının hiçbiri söz konusu "liste"leri görmemişlerdi ama hepsi de bunların varlığına kesinlikle inanıyorlardı. Milo§evi¡, kurduğu etkili kara propaganda yöntemi ile, Çetnik terörünün katlettiği Müslümanların Bosnalı Sırpların önemli bir bölümü tarafından "yeşil tehlike" olarak algılanmasını sağlamıştı.
Bir Doğu Bosna bölgesi bir de Kuzey Bosna'daki Bijeljina-Banja Luka-Krajina hattı olmak üzere iki eksen üzerinde yürütülen bu işgal operasyonunun ilk beş haftası sonunda, Federal ordu ve Sırp paramiliterler (neo-Çetnikler), Bosna-Hersek topraklarının %60'ını işgal ettiler. Kalan %40'lık kısım ise Müslümanlar ve Hırvatların elindeydi. Savaşın başındaki bu blitzkrieg ile elde edilen bu toprak dağılımı ilerleyen aylarda çok büyük bir değişime uğramadı. Sırplar, ele geçirdikleri her iki ekseni de biraz daha genişletmek ve böylece Müslümanları orta Bosna'da kıstırmak için yeni saldırılar düzenlediler, ancak en fazla %10'luk bir toprak daha elde ederek tüm ülkenin %70'ine ulaştılar.
Savaşın ilk birkaç haftasında bu denli büyük bir işgal yaşanmasının ve bu status quo'nun uzun süre -Ağustos 'e kadar- ciddi bir değişiklik yaşamamasının en büyük nedeni, Müslümanların askeri durumuydu. Sırplar Nisan ve Mayıs ayları içinde hızla ülkenin büyük bölümünü ele geçirmişlerdi, çünkü herhangi bir orduya hatta ciddi bir silahlı varlığa sahip olmayan Müslümanlar önemli bir direniş gösterememişlerdi. Ancak ilk şok atlatıldıktan sonra, önce paramiliter Müslüman savunma birlikleri, sonra da düzenli Bosna-Hersek ordusu (Armija BiH) oluşturuldu. Sırplar bu sayede durduruldu ve ilk safhasında bir yağma ve katliamdan ibaret olan askeri durum, bir süre sonra iki ayrı cephenin var olduğu bir "savaş"a dönüşebildi.
Ama, Bosna'nın kurtuluşunun en önemli, hatta yegane anahtarı olan Armija BiH'i oluşturmak ve daha sonra da dev Sırp ordusu karşısında etkili hale getirmek, hiç kolay olmadı. Çünkü Milo§evi¡'in biraderlerinin uluslararası topluluk içinde oluşturdukları "gizli el", Yugoslavya topraklarına uygulanan silah ambargosuna Bosna-Hersek'i de dahil etti ve hiçbir zaman bu ambargonun Müslümanlar lehine kaldırılmasına izin vermedi. Müslümanlar ancak, başta İran olmak üzere İslam ülkelerinden gelen ve kendi imkanlarıyla silah tüccarlarından elde ettikleri silahlar ile savaştılar. Gizli yollardan Bosna'ya sokulan bu silahlar, doğal olarak ancak hafif silahlardı. Bosnalılar, Sırp tanklarına karşı kalaşnikoflarla savaşmak zorunda kalıyorlardı. Silah ambargosuna ve bunun savaşa olan etkisine ilerleyen sayfalarda daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
Etnik Temizlik mi, "İç Savaş" mı?
Bosna'da yaşananlar, bazı siyasi yorumcular tarafından uzun süre kasıtlı bir biçimde bir "iç savaş" olarak tanımlandı ve öyle gösterilmeye çalışıldı. Oysa yaşanan olay bir iç savaş değil, Bosna-Hersek'in Sırbistan tarafından işgaliydi.
Vahşetiyle ünlü Çetnik gruplarından biri de, ."˚eko" lakaplı savaş suçlusunun yönettiği çapulcu sürüsüydü. Alkol düşkünlüğü ile tanınan ve özellikle Uzi marka silah tercih eden ˚eko ve adamlarının (üstte) Müslüman yerleşim birimlerinde uyguladıkları "etnik temizlik", yüzü parçalanmış, gözleri oyulmuş cesetler bırakıyordu geride. (altta)
Bosnalı Sırplar tarafından çatışmalardan bir süre önce kurulan "Sırp Otonom Bölgeleri"nde yerel Sırp güçlerinin oluşturulduğu ve bunların Nisan 1992'de başlayan etnik temizliğe katıldıkları doğruydu. Ama operasyonu asıl gerçekleştirenler, Belgrad'ın emrindeki Federal ordu birlikleriyle Sırbistan'dan gelen paramiliter gruplar, yani neo-Çetniklerdi. Milo§evi¡ ve Federal ordu komutanları ise, herkesle alay edercesine, bunun tam aksini savunuyorlardı. Federal ordu uçakları Kupres, Doboj ve Tuzla gibi Müslüman kentlerini bombalarken, onlar ordunun Bosna'da "asayişi sağlamak" ve yerel silahlı güçler arasındaki çatışmaları önleyerek barışı korumak amacıyla bulunduğunu söylüyorlardı. Milo§evi¡, Sırbistan'dan hiçkimsenin Bosna sınırını geçerek bu ülkedeki çatışmaya katılmadığını bile söyleyebiliyordu gazetecilere karşı. Bunun yalan olduğunu ise herkes biliyordu. Sırbistan'da eğitim görmüş paramiliter gruplar ellerini kollarını sallayarak Bosna'ya giriyorlardı, dahası, Sırbistan-Bosna sınırına giden gözlemciler, "büyük konvoylarla silah ve cephane taşındığını, çok sayıda askerin Bosna'ya sevk edildiğini" haber veriyorlardı.7
27 Nisan günü Sırbistan ve Karadağ yönetimleri, bu iki devletten oluşan Yeni Yugoslavya adlı federal devletin kuruluşunu ilan ettiler. Bu gelişme, Bosna'daki Federal ordu birliklerinin gerçekte bir işgal gücü olduğunu açıkça tescil ediyordu aslında; Yeni Yugoslavya'da yer almayan bağımsız Bosna-Hersek devletinin topraklarında Belgrad'ın emrindeki bir Federal ordunun savaş operasyonları yürütmesinin başka bir anlamı yoktu. Milo§evi¡, diplomatik açıdan kendisini zor durumda bırakan bu sorunu çözmek için, Sırbistan'ın Bosna topraklarındaki Federal ordu ile olan bağlarını kesmeye karar verdi; tabi yalnızca göstermelik olarak. Mayıs başında Yeni Yugoslavya vatandaşı olan tüm askerlerin Bosna'dan geri çekileceği Milo§evi¡ tarafından açıklandı. Sırbistan vatandaşı olan subayların boşalttığı yerlere Bosnalı Sırplardan kişiler seçildi, ordunun genel komutası ise Bosnalı bir Sırp olan General Ratko Mladi¡'e devredildi.
Tabi general seviyesinde gerçekleşen bu "devir teslim"in ordu genelinde yapıldığını gösteren ve sayıları 80 bini aşan Sırbistan ve Karadağlı askerlerin gerçekten Bosna'dan çekildiğini belirleyen hiçbir delil yoktu. Mladi¡'in devraldığı ordu, tüm ihtiyaçları hala Sırbistan tarafından karşılanan, tüm silah ve cephanesini Sırbistan'dan alan bir orduydu. Mladi¡'in Milo§evi¡ tarafından atandığı ise son derece açıktı. Kısacası bütün tablo, Sırbistan'ın Bosnalı Sırplar liderliğindeki ordusunu kullanarak Bosna-Hersek'i işgal ettiğini ve etnik yönden "temiz" hale getirmek için sivil halka karşı katliam uyguladığını açıkça gösteriyordu.
Ama bazıları bu açık gerçeği görmemek, daha doğrusu gizlemek istediler. Milo§evi¡'in uluslararası toplululuk içindeki gizli biraderleri, Bosna'da bir katliam, bir etnik temizlik, bir soykırım başlatıldığını değil, bir "iç savaş" yaşandığını savunuyorlardı. Bu mantığa göre, ortada ülkedeki etnik gruplar arasında geçen bir "iç savaş" olunca da, hiçbir etnik grup diğerine göre daha suçlu sayılamıyordu. Bu masalı ilk kez ciddi bir biçimde ortaya atan kişi, İngiliz Dış İşleri Bakanı Douglas Hurd oldu. Hemen ardından İngiliz The Times gazetesinin eski editörü, Bosna'da yaşanan olayın "tipik bir iç savaş" olduğunu savunan bir seri makale yazdı. BBC ise, yayınlarında sürekli olarak, Bosna hükümeti de dahil olmak üzere, ülkedeki her üç tarafı da "savaşan taraflar" olarak tanımlıyordu. Hatta kimi zaman durum, bir "anarşi vakası" gibi anlatılıyor, "kanun ve düzenin ortadan kalkması" diye tanımlanıyordu. 1992 Nisanı'nın sonlarında, altı Birleşmiş Milletler yardım kamyonu Sırp paramiliterleri tarafından yağmalandığında, BBC, herhangi bir "yüz kızartısı" yaşamadan, "kamyonların kanun ve düzendeki çöküntü tarafından yağmalandığını" söyleyebiliyordu. İngiliz Balkan uzmanı Noel Malcolm'un dediği gibi, "bu, tarihte, bir 'çöküntü' tarafından yağmalanan ilk kamyondu".8
İngiltere'deki bu inanılmaz yorumların nedeni, adalıların Bosna'da yaşananları anlamakta güçlük çekmeleri değildi. Çünkü herşey, herhangi bir "yanlış anlama"ya imkan vermeyecek kadar açık bir biçimde yürüyordu. Dolayısıyla, ortada bilinçli bir çarpıtma ve açık bir taraf tutma vardı. Milo§evi¡'in biraderlerinin oluşturduğu Sırp yanlısı "gizli el", en çok masonluğun beşiği olan İngiltere'de güçlüydü çünkü. Lord Carrington tarafından en iyi biçimde temsil edilen bu ekol, Atlantik'in öteki yakasında ise Henry Kissinger ve adamları tarafından sürdürülüyordu.
Savaş boyunca Bosnalı Sırpların siyasi liderliğini Radovan KaradΩi¡, askeri liderliğini ise General Ratko Mladi¡ yürüttü. On binlerce sivil Müslümanın ölüm emrini birlikte verdiler. Bu ikili, gerçekte Milo§evi¡ tarafından yönlendiriliyorlardı ve savaşın ilk döneminde herkes de bunu biliyordu. Ancak 1993'ten itibaren Milo§evi¡ kendisine barış havariliği sıfatını uygun gördü ve "kötü polis" rolünü KaradΩi¡-Mladi¡ ikilisine bıraktı.Yeni Yugoslavya Başbakanlığı için ABD'den ithal edilen Milan Pani¡'in (ortada) Milo§evi¡'e karşı yürüttüğü muhalefet ise, gerçekte bir tür danışıklı dövüştü. Belgrad'daki devlet aygıtı ile gayet derin çıkar ilişkilerine sahip olan Pani¡, öte yandan ABD'deki "iktidar seçkinleri" ile de önemli bağlantılar kurmuştu. Ve yanına Dobrica ˜osi¡'i de alarak, Milo§evi¡'e karşı ısmarlama muhalefet yapıyordu.Politika yorumcularına göre, ˜osi¡-Pani¡ ikilisi, Batıyı oyalayarak Milo§evi¡-KaradΩi¡ eksenine soluk aldırıyordu. Dobrica ˜osi¡, Milan Pani¡ ve Milo§evi¡, Yugoslavya Parlamentosunda birlikte.
Bu iki Anglo-Sakson merkez dışında, Milo§evi¡'le masonluk ve "anti-İslamizm" gibi iki önemli ortak paydayı taşıyan başka bazı isimler de bu "gizli el"in birer üyesiydiler. Mısır'ın eski Dış İşleri Bakanı, Kıpti Hıristiyan ve mason olan BM Genel Sekreteri Butros Butros Gali9, bu isimlerin en önemlilerinden biriydi. Mayıs ayının sonunda, Milo§evi¡'in yalanlarına çanak tutarak, "Bosna'daki paramiliter Sırp güçlerinin Belgrad'la hiçbir ilişkileri olmadığını" söylemişti.10
Aynı "gizli el", o sıralarda gündeme gelen Sırbistan'a ekonomik yaptırımlar uygulanması tekliflerine karşı da ısrarla direniyordu. "Majesteleri'nin Hükümeti"nin yanına, "sosyalist mason" François Mitterand11 da katılmıştı; İngiltere ve Fransa, "Bosna'daki şiddeti durdurabilmesi için Milo§evi¡'e biraz daha şans tanınması" gerektiğini savunuyorlardı.12 Orwell'in "çift düşünce" tekniği ile konuşuyor gibiydiler; "Bosna'da daha çok insan öldürebilmesi için Milo§evi¡'e biraz daha şans verelim" diyorlardı aslında. (Söz konusu yaptırımlar 30 Mayıs 1992'de uygulamaya kondu ama Sırbistan üzerinde hemen hiçbir askeri etkileri olmadı. Yunanistan'dan ve Tuna nehri üzerinden Rusya ve Ukrayna'dan gelen her türlü malzeme kolaylıkla Sırbistan'a ulaşabildi.)
Milo§evi¡'in işini çeşitli dolaylı ve diplomatik yardımlarla kolaylaştıran bu enternasyonal masonik "gizli el"in ürettiği dezenformasyonlar, yalnızca Sırpları aklamakla kalmıyor, aynı zamanda Bosnalıları da "suçlu" konuma sokmayı hedefliyordu. Henry Kissinger'in iş ortaklığı, Rothschild'ın akrabalığı, İngiliz localarının "üstadlığı" ve Bilderberg Grup'un üyeliği gibi çok önemli referansların sahibi ve dolayısıyla enternasyonal masonik kompleksin önde gelen bir ismi olan Lord Peter Carrington, bu konuda başı çekiyordu. "Gizli el"in beyin takımından olan Carrington, yine hiç "yüz kızarması" yaşamadan, "Bosna-Hersek'te yaşanan vahşette tarafların hepsinin aynı derecede suçlu olduğunu" söylemiş ve "ateşkesi sağladığımızda ortada suçlanması gereken her hangi bir taraf olmayacak" demişti.13 Bununla hem Sırplara, uluslararası topluluk tarafından suçlanmayacaklarına dair bir garanti veriyor hem de ortaya bir "ateşkes" umudu ve beklentisi atarak onlara zaman kazandırıyordu. Yıl sonuna kadar yaklaşık 100 kez ateşkes ilan edilecek ve bunların hiçbiri birkaç saatten daha uzun ömürlü olamayacaktı. Milo§evi¡, Anglo-Sakson biraderlerinin yönetimindeki "gizli el"in daima kendisini desteklediğini bilmenin rahatlığı içindeydi çünkü.
Sırp İlerleyişinin Durdurulması ve Müslüman-Hırvat İttifakı
Önce de belirttiğimiz gibi, Sırplar, 1992 Nisanı'nın başında işgal ve etnik temizlik operasyonuna giriştiler ve 5-6 hafta içinde de Bosna'nın %60'ını ele geçirdiler. Ama daha fazla ilerleyemediler.
Sırpları Bosna'nın tümünü ele geçirmekten alıkoyan ve onları belli bir noktanın ötesine geçirmeyen direniş ise, Müslümanların yeni kurmuş oldukları ve toplam milis sayısı 3.500'ü aşmayan yerel savunma birliklerinin yanında, asıl olarak ülkedeki Hırvat güçlerinden gelmişti. Hırvatlar, Sırp işgaline Müslümanlardan daha hazırlıklı yakalanmışlardı. Birkaç ay öncesine kadar Hırvatistan toprakları üzerinde devam eden Sırbo-Hırvat savaşına katılan ve savaş sona erince de evlerine dönen Bosnalı Hırvat milisler, Federal ordu ve Çetnik birliklerinin durdurulmasında çok önemli bir rol oynadılar. Özellikle doğu Hersek bölgesindeki yerel Hırvatlar tarafından kurulan ve HOS adı verilen milis gücü Sırplara karşı oldukça başarılı bir direniş gösterdi.
Daha sonra kurulan HVO (Hırvat Savunma Konseyi) ise daha da profesyonel bir örgütlenme ve 15 bini aşan milis sayısı ile ciddi bir askeri varlık gösterdi. HVO birlikleri, Mayıs ayının sonunda Federal orduya karşı bir karşı-saldırı başlatarak Hersek'in orta bölgelerini, özellikle de Mostar kenti ve çevresini işgalden kurtardılar. Bu harekat sırasında Hırvatistan'dan destek için gelen milislerin yanlarında taşıdıkları tank ve topları da kullanmışlardı. Yalnızca Hersek bölgesinde değil, kuzey Bosna'da da Hırvat milisler başarılı bir direniş göstermişler, özellikle Hırvatistan sınırına yakın Posavina bölgesinde Sırpların ilerleyişini büyük ölçüde engellemişlerdi. (Zaten bu nedenle Kuzey Bosna'daki Sırplarla Belgrad arasındaki bağlantıyı sağlayan "Posavina koridoru" savaşın sonuna kadar çok dar bir geçit olarak kalacak ve Sırplar adına bir stratejik zaaf olacaktı.)
HVO'nun Federal orduya karşı gösterdikleri bu başarılı direniş, doğal olarak Müslümanlarla Hırvatlar arasında bir yakınlaşma doğurdu. 16 Haziran'da Tudjman ve Izetbegovi¡ biraraya gelerek iki ülke arasında resmi bir askeri ittifak anlaşması imzaladılar.
Hırvatlarla Müslümanlar arasında pürüzler yok değildi elbette. Hırvatlar, Bosna'yı Hırvatistan'ın hamiliği altında yaşayacak bir devlet olarak tasarlıyorlar, buna karşılık Izetbegovi¡ bağımsız Bosna fikrinden taviz vermiyordu.
Bu arada Bosnalı Hırvat liderliğinde Ocak 1992'de gerçekleşmiş olan iktidar değişimi de iki tarafın arasında sorun doğurabilecek bir zemin oluşturmuştu. O tarihe kadar, Bosnalı Hırvatların siyasi temsilcisi olan HDZ'nin (Hırvat Demokratik Partisi) liderliğini, Bosna'nın sınırlarını korumaya kararlı olan ve milliyetçiler tarafından savunulan Hırvat "enosis"i fikrine itibar etmeyen Stjepan Kljui¡ yürütüyordu. Ancak Hırvatistan Başkanı Tudjman tarafından desteklenen ve ateşli bir Hırvat milliyetçisi olan Mate Boban Ocak ayında sivil ve sessiz bir darbe ile Kljui¡'i koltuğundan indirdi ve HDZ'nin liderliğini üstlendi.
Bosna-Hersek'in önemli bir bölümünün (yaklaşık %30'unun) uzun vadede Hırvatistan'a ilhakını hayal eden Boban ve ekibi, Müslümanlar için ebedi bir stratejik müttefik olamazdı. Ama yine de "düşmanımın düşmanı dostumdur" formülü bu iki taraf arasında sağlam bir taktik ittifak oluşturmuştu. Dolayısıyla, tarihsel ve kültürel nedenlerle de Sırplara göre birbirlerine çok daha yakın olan bu iki taraf arasındaki ittifak, kalıcı gibi görünüyordu. Sırp tehdidi devam ettiği sürece, Hırvat-Müslüman beraberliği de sürecek gibi duruyordu.
Mayıs 1992'nin sonlarından itibaren, hızlı ve başarılı bir askeri örgütlenme kuran Müslümanlar ile Hırvatlar, Sırplara karşı ortak bir strateji izlemeye başladılar. İlerleyen dokuz ay boyunca, Sırp birlikleri ciddi bir askeri ilerleme kaydedemediler ve dahası bazı bölgelerde geri püskürtüldüler. Mayıs ve Haziran'da GoraΩde çevresindeki, sohbaharda kuzey Bosna'da yer alan "Br¯ko koridoru" civarındaki, Ocak 1993'te ise Drina vadisindeki bazı bölgelerde konuşlanmış olan Sırp birlikleri geri çekilmek zorunda kaldılar.
Aslında eğer Bosna güçleri daha donanımlı olsalardı, bu "geri püskürtme" harekatı çok daha geniş bir çapta gerçekleşebilir ve Bosna'nın çok büyük bir bölümü Sırp işgalinden kurtarılabilirdi. Sırplar, "Büyük Sırbistan" hedefine ulaşmanın mümkün olmadığını açıkça görebilir ve bazı yorumcuların tahliline göre, "savaş 4-6 ay içinde sona erebilirdi".
Ama böyle olmadı. Çünkü Bosna'nın elini-kolunu bağlayanlar vardı. Müslümanlar, yalnızca Federal ordu ve Çetnikler tarafından değil, aynı zamanda Milo§evi¡'in uluslararası topluluk içindeki biraderleri tarafından da kuşatılmışlardı. Batının içindeki "gizli el", Müslümanların muhtemel bir zaferini engellemek için çok önemli iki taktik izledi.
Biri, silah ambargosuydu.
Silah Ambargosu
Belirttiğimiz gibi, eğer Bosna ordusu (Armija BiH) donanımlı olsaydı, Sırpları püskürtebilirdi. Donanımsız kalmalarının yegane nedeni ise, silah ambargosuydu. Birleşmiş Milletler tarafından Eylül 1991'de tüm Yugoslavya üzerine konan ambargo, Bosna'da akan Müslüman kanlarının en önemli sorumlusu oldu.
Aslında ambargonun Bosna'ya uygulanması için herhangi bir hukuksal zemin yoktu. BM, ambargoyu "Yugoslavya"ya koymuştu. Oysa Bosna-Hersek Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan etmiş ve 22 Mayıs 1992'de de BM tarafından tanınmıştı. BM'ye üye olan her ülke gibi o da silahlanma ve kendini koruma hakkına sahip olmalıydı; ama buna izin verilmedi. Ambargo, Bosnalıların ve Bosna'nın müttefiklerinin tüm ısrarlı çabalarına karşı hiçbir zaman kaldırılmadı.
Ambargo Sırbistan'a da uygulanıyordu elbette ama bunun hiçbir anlamı yoktu. Sırplar, Soğuk Savaş sırasında Avrupa'nın dördüncü büyük ordusu olan Federal ordunun tamamına yakınına ve gelişmiş bir silah endüstrisine sahiptiler. Bosna topraklarındaki büyük silah ve cephane üretim merkezlerinin büyük kısmı da onların eline geçmiş durumdaydı. Dahası, ambargo konmadan kısa bir süre önce Ortadoğu'dan 14 bin ton ekstra silah ve mühimmat satın almışlardı.14 Bu nedenledir ki, Sırp komutanlar, Bosna'daki savaşı gerekirse 6-7 yıl daha sürdürecek silah ve cephaneye sahip olduklarını söyleyerek Müslümanları tehdit etmeye çalıştılar birkaç kez.
Tüm bunların yanında, ambargoyu delerek silah ya da cephaneye ulaşmak da çok kolaydı Sırplar için. Slav ve Ortodoks dostları onları desteklemek için can atıyorlardı. Bu nedenle, savaş boyunca, Yunanistan'dan ve Tuna nehri üzerinden Rusya ve Ukrayna'dan bol miktarda silah, cephane ve ambargo kapsamına giren diğer malzemeleri alabildiler. Ambargoyu denetlemek için Adriyatik denizine ve Tuna nehrine yerleştirilen uluslararası güçler sadece göstermelikti. Newsweek bile, "Blockade is a Joke" (Ambargo Bir Hikaye) başlıklı bir haberinde konuyu şöyle vurgulamıştı:
Denizden yapılan abluka elek gibi delinmiş, "bu bir şaka diyor" NATO plan memuru. Bir Amerikan bahriye subayı ise, "Dalmaçya kıyı limanlarına giren gemilerle ilgili hiçbir araştırma yapılmıyor" diyor. İlgili devriyeler yalnızca "ne taşıyorsunuz?" diye soruyorlar. Ayrıca Sırbistan'a ait ve dolu olan mavnalar Tuna nehrinde tampon tampona duruyorlar.15
Oysa Bosnalıların durumu çok sıkışıktı. Öncelikle, Sırpların aksine, onların savaş öncesinden kalan hiçbir ciddi silah yığınakları yoktu. Sırp işgali başladığında tüm askeri güçleri, başta AK-47'ler (Kalaşnikof) olmak üzere hafif silahlarla donatılmış olan 3.500 milisten ibaretti. Tek bir tanka ya da tek bir ağır topa sahip değildiler, savaş uçağı ise hayallerin bile ötesindeydi. Silaha sadece Hırvatistan üzerinden ulaşabiliyorlardı. İslam ülkelerinden ya da anlaştıkları silah tüccarlarından gelen silahlar gemi ya da uçak yoluyla Adriyatik sahiline, çoğu kez Split'e ulaşıyor, buradan da karayoluyla Bosna'ya taşınıyordu. Ancak silahların hepsi de onlara ulaşmıyordu; Hırvatlar bir kısmına "vergi" olarak el koyuyorlardı.
Müslümanların zaten sorunlu olan bu silah yolu, çoğu zaman da ambargoya takılıyordu. Adriyatik'te gezen NATO ya da Batı Avrupa Birliği gemileri, Bosna'ya yapılan silah sevkiyatını engellemek için çalışıyorlardı. CIA bile bu "kutsal görev"e katılmıştı; İran tarafından Bosna'ya ulaştırılmak üzere Ekim 92'de Zagreb'e yollanan bir uçak dolusu silaha CIA'nın ihbarı üzerine el konmuştu.16
Ambargo yüzünden Müslümanlar bir türlü Sırp saldırılarını durdurmalarını ve geri püskürtmelerini sağlayabilecek olan ağır silahlara ulaşamıyorlardı. Hafif silahları elde etmekte dahi sıkıntı çekiyorlardı. Bosna-Hersek Başkan Yardımcısı Eyup Gani¡, 92 yazı ortasında şöyle diyordu:
Elimizde çok az tüfek var. Gençlerimiz tüfekleri sırayla kullanıyorlar. Mermiler de giderek azalıyor. Dayanma gücümüzün sonuna geldik. 1-1,5 aydan daha fazla dayanamayız. Üç aydır abluka altındaki GoraΩde düşerse herşey biter. Sırplar Saraybosna'yı süratle ele geçirirler. Bizle savaşın demiyoruz. Sadece silah verin, Sırp saldırılarını durduralım.17
Yine de, Bosna ordusu, illegal yollardan gelen ve bazı bölgelerde (örneğin Tuzla'da) Sırp ordusundan ele geçirdiği silahlarla Sırp saldırılarına karşı kahramanca direndi. Sırplar ile aralarındaki askeri güç farkına bakıldığında bunu nasıl başardıklarını anlamak bile zordu; Eylül 1992'de, Bosnalıların yalnızca iki tankı ve iki zırhlı personel taşıyıcısı vardı. Bosna'daki Sırp ordusu ise; 300 tanka, 200 zırhlı taşıyıcıya, 800 topa ve 40 uçağa sahipti.18
Durum çok açıktı. Bosna-Hersek'in kendini savunabilmek için silaha ihtiyacı vardı, Bosnalılara silah verilmediği takdirde Sırpların "etnik temizlik" operasyonunu daha ileri noktalara götüreceklerine kuşku yoktu. Nitekim tam da bu yüzden uluslararası topluluk içindeki "gizli el", ambargonun kalkması için yapılan girişimlerin başarıya ulaşmasına asla ve asla izin vermedi. Özellikle İngiltere, ambargonun kaldırılmasına şiddetle karşı çıktı. İngiliz Dış İşleri Bakanı Douglas Hurd, Bosnalılara silah vermenin, "çatışmaları artırmaktan başka bir işe yaramayacağını" söyleyip duruyordu. Bu, "Sırplar fazla çatışma çıkmadan işlerini rahatlıkla halletsinler" demenin bir başka yoluydu.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi, Nisan ayındaki blitzkrieg'den sonra Sırplar durduruldular ve uzun süre ciddi bir ilerleme kaydedemediler. Bunun da en büyük nedeni, yine belirttiğimiz gibi, Müslümanlar ile Hırvatlar arasındaki askeri ittifaktı. Bu ittifak bozulmadığı sürece, ambargoya rağmen ele geçirilen silahlar sayesinde, askeri durum Sırpların lehine daha fazla dönemezdi.
Bu engelin Milo§evi¡ tarafından aşılması pek mümkün değildi. Henüz ateşi küllenmemiş olan Sırbo-Hırvat savaşının üzerine birdenbire Hırvatlarla anlaşarak Müslüman-Hırvat ittifakını bozması zor görünüyordu. İşte bu nedenle onu baştan beri destekleyen "gizli el", bu noktada da devreye girdi. Milo§evi¡'in Anglo-Sakson biraderleri, Müslümanlara silah ambargosu uygulayarak ona çok büyük bir stratejik avantaj sağlamışlardı. Şimdi ise Bosna'ya ikinci darbeyi vurabilmek ve Müslüman-Hırvat ittifakı nedeniyle "kilitlenen" etnik temizliğe yeni bir kapı açmak için tekrar devreye gireceklerlerdi.
"Gizli El"in Adamları: Cyrus Vance ve Lord Owen
İlk Sırp saldırısının ardından 92 Mayısı'nda oluşan statüko, 93 başında hızlı bir biçimde bozuldu. Bunun nedeni, sözde barış için çalışan iki ara bulucunun, BM tarafından atanan Cyrus Vance ile AT'nin görevlendirdiği David Owen'in birlikte hazırladıkları ve Vance-Owen Planı olarak anılan "çözüm" önerisiydi.
Bu planın sonuçlarına bakmadan önce, mimarlarını tanımakta yarar var.
Cyrus Vance, Başkan Carter döneminde ABD Dış İşleri Bakanlığı görevini yürütmüş ve İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David barışında önemli rol oynamış emekli bir diplomattı. Ancak kariyeri yalnızca bu tür resmi görevlerle sınırlı değildi. Yüzyılın başında yedi Yahudi finansör tarafından kurulmuş olan ve ABD dış politikasına perde arkasından yön veren Council on Foreign Relations'ın (CFR) ve "CFR'nin patronu" olan David Rockefeller tarafından 70'li yılların başında kurulan Trilateral Komisyonu'nun önde gelen üyelerinden biriydi. (Öyle ki 1968 ve 1976 yıllarında iki kez CFR'nin başkanlığını yürütmüştü.) Bu iki örgütün de önemli özelliği, üçüncü bölümde de belirttiğimiz gibi, "masonik" bir karakter taşımaları ve başta Rockefeller hanedanı olmak üzere Yahudi sermayesi tarafından yönlendirilmeleriydi. Cyrus Vance'in bir dönem Rockefeller Vakfı'nın yöneticiliğini yapmış olması da masonik hiyerarşi içindeki üstün konumunun bir göstergesi sayılıyordu.19 Vance, CFR ve Trilateral'in yanı sıra, masonluğun Avrupa merkezli en üst düzey kurumu olarak bilinen ve toplantılarını büyük bir gizlilik altında düzenleyen Bilderberg Grup'un da yine önemli üyelerinden biriydi.20
David Owen ise, İngiliz diplomasisinin parlak bir beyni olarak İşçi Partisi hükümetinde Dış İşleri Bakanlığı yapmış tipik bir İngilizdi. İşin önemli yanı, o da Vance ya da selefi olan Carrington gibi yine masonik örgütlenmelerin içinden gelen birisiydi. ABD, Avrupa ve Japonya arasında ekonomik ve "masonik" bir elit üçgeni meydana getirmek için David Rockefeller tarafından kurulan Trilateral Komisyonu'nun seçkin bir üyesiydi.21
Kısacası, hem Cyrus Vance hem de Lord Owen, ABD'deki Judeo-masonik kompleksin birer üyesiydiler.
Kuşkusuz bu gerçek Bosna'daki durum açısından son derece önemliydi. Çünkü söz konusu kompleksin üyeleri, başta Kissinger Associates'in beyin takımı olmak üzere, Milo§evi¡'i Milo§evi¡ yapan, Sırp liderinin önce siyasi yükselişini sağlayan sonra da diplomatik alanda ona destek sağlayan kişilerdi. Milo§evi¡'i 1980'lerin başından beri "dost" olarak belirleyen ve o zamandan bu yana her fırsatta destekleyen "gizli el", David Rockefeller, Henry Kissinger ya da Lawrence Eagleburger gibi isimlerin temsil ettiği söz konusu Judeo-masonik kompleksti. Bosna'daki savaşı "çözüme kavuşturmak" için seçilen ara bulucuların tümünün bu güç odağının içinden geliyor olmaları ise bir tesadüf olamazdı. Anlaşılan, Milo§evi¡'in biraderlerinin oluşturduğu "gizli el", "ara buluculuk" işini de üstlenmişti.
Lord Carrington'ın önceki sayfalarda değindiğimiz Kissinger Associates ve Bilderberg bağlantıları, bu durumu "açıkça" gösteriyordu. Nitekim Carrington da üstlendiği görevi başarı ile yürütmüş, önceki bölümde değindiğimiz gibi, krizin en başından beri üst üste Milo§evi¡'in elini güçlendirecek hareketler yapmıştı. Carrington'ın bu "kutsal" görevi Owen'a devretmesi ise, "gizli el"in gizlilik prensibi içinde gerçekleşti. Carrington, Sırplara açıkça destek veren tutumu ile Müslümanlardan ve Hırvatlardan büyük tepki görüyordu. Bu nedenle Avrupa Ekonomik Topluluğu, diplomatik lisana uygun bazı gerekçeler öne sürerek, Carrington'ı bu görevden almaya karar verdi. Tam o sıralarda da, İngiliz siyasetinde belli bir ağırlığı olan Lord Owen, Bosna'yla yakından ilgilenen, dahası Sırplara karşı sert yaptırımlar uygulanmasını savunan makaleler yazmaya başladı İngiliz basınında.
1992 Ağustosu'nun son haftasında AET ile BM tarafından ortaklaşa düzenlenen ve Londra'da toplanan Yugoslavya konulu konferansta ise, Lord Carrington'ın görevden alınıp, yerine son günlerde gösterdiği "ateşli" performansı ile dikkat çeken Lord Owen atandı. Bu, Carrington'dan yılmış olan ve bu yeni ara bulucunun bir süredir savunduğu görüşlerden memnunluk duyan Bosnalılar ve Hırvatlar tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi.
Ancak Lord Owen'in "anti-Sırp" görünümü gerçekte "gizli el"in uyguladığı bir aldatmacaydı. Bunun böyle olduğu da çok kısa bir süre içinde anlaşıldı. Çünkü, Balkan uzmanı İngiliz yazar Noel Malcolm'un da vurguladığı gibi, Lord Owen yeni görevinin başına geçer geçmez bir süredir savunduğu ve Sırplara sert müdahaleyi öngören görüşlerini tümüyle bıraktı ve Sırpları, "Bosnalılarla aynı derecede meşru taleplere sahip olan eşit bir taraf" olarak kabul etmeye başladı.22 Çünkü Owen'ın misyonu, etnik temizliği durdurmak değil, ona imkan sağlamaktı.
Cyrus Vance ile birlikte ürettiği "barış planı" ile de bunu büyük ölçüde başardı.
Vance-Owen Planı ya da Müslüman-Hırvat İttifakının Parçalanması
92 Ekimi'nin sonlarına doğru Cyrus Vance ile Lord Owen, Bosna'da "barış"ın sağlanmasına yönelik ilk kapsamlı planı ortaya koydular. Plan, Bosna-Hersek'in 9 ayrı "otonom bölge"ye ya da kantona ayrılmasını ve bunların da etnik yoğunluk göz önünde bulundurularak Müslümanlar, Sırplar ve Hırvatlar arasında paylaşılmasını öngörüyordu. Merkezi hükümet yalnızca ulusal savunma ve dış ilişkilerle ilgilenecekti. Ancak söz konusu paylaşım, Sırp işgalini meşrulaştırır biçimdeydi. Planda, Bosna içindeki nüfusları %30'u aşmayan Sırplara, ülkenin neredeyse yarısının bırakılması öngörülüyordu. Sırplar daha da bastıracaklar ve planın 1993 Ocak ayında Cenevre'de sunulan versiyonunda savunmanın da merkezi hükümetin işlevi kapsamından çıkarılmasını sağlayacaklardı.
Bosnalı Doç. Dr. Fikret Kar¯i¡, planı şöyle analiz etmişti:
Vance-Owen planının temel varsayımı eski Yugoslavya'daki krizin Sırp-Hırvat ilişkilerindeki problemden kaynaklandığı ve bu krizin bu iki etnik grup arasında toprağın ayrılmasıyla çözülebileceğiydi. Bosna Müslümanlarının da içinde olduğu üçüncü gruba etnik ya da dini azınlık statüsü verilecekti. Bu yaklaşıma göre, bağımsız Bosna-Hersek ancak bu şekliyle kabul edilebilirdi. Bu yaklaşımsa gelecekte Müslümanların çoğunlukta olduğu bir devletin oluşumunu önleyecektir. Planı ortaya koyanlar Müslümanların Bosna-Hersek nüfusu içindeki payının çok yüksek (%44) olduğunu dikkate almışlar ve bundan dolayı da Sırpların "etnik temizlik" sürecini tamamlamalarına izin vermişlerdir...
Planın yapımcıları Hırvatların genel nüfus içerdeki oranlarının (%17) çok düşük oluşuna da dikkat etmişler; bu durumu Merkez Bosna'da geniş toprakların kontrolünü onlara vererek telafi etmek istemişlerdir. Bunun yanı sıra planın yapımcıları Müslümanları kendi topraklarında Hırvatlara bağımlı hale getirmiş ve böylece de Adriyatik denizine ve Batılı ülkelere geçişin Hırvatların kontrolündeki bölgeler vasıtasıyla mümkün olabilmesini sağlamışlardır. Şu açıktır: Vance-Owen planı Bosnalı Müslümanları olmayacak saçma bir konuma getiriyor. Yani onları kendi topraklarında mülteci haline getiriyor ve kendi bölgelerinde Kızılderililer gibi yaşamaları sonucuna sebep oluyor. Planın yapımcıları Bosnalı Müslümanların bu planı ancak büyük bir baskı altında kabul edebileceklerini biliyorlar. Bu nedenle, Bosnalı Müslümanların kendilerini silahlandırmalarına izin vermiyorlar.23
Kar¯i¡, "Vance-Owen Planı'ndan Daha Kötü Olan Şey Nedir?" başlıklı makalesinde de yine aynı gerçeği dile getiriyor, makalenin başlığındaki soruya da şöyle cevap veriyordu: "Vance-Owen Planı'nın uygulanması!" Kar¯i¡'in yorumu şöyleydi:
Askeri açıdan Vance-Owen planı her iki tarafı da silahsızlandırmak istemekle Bosna-Hersek ordusunun savunan güçleriyle, saldırgan askeri güçleri (bu güçler Sırbistan ve Karadağ'ın düzenli ordularıyla Bosnalı Sırpların düzensiz birliklerinden oluşuyor) aynı kefeye koyuyor. Ve aynı zamanda, Vance-Owen Planı gelecekteki Bosna Devleti'nin de bir orduya sahip olmasına izin vermiyor, oysaki düşman komşusu güçlü bir orduya sahiptir.24
Bir başka deyişle, Vance-Owen Planı, uluslararası topluluk içindeki "gizli el"in Sırplara örtülü destek vermek için uyguladığı diplomatik girişimlerden biriydi. Planı ortaya koyan Vance ve Owen'ın az önce değindiğimiz kişilikleri de bunu doğruluyordu. Dahası, Henry Kissinger da sahneye çıkmış ve CNN'de yayınlanan yorumlarında, bu planın ne kadar başarılı bir biçimde hazırlandığını ve sorunun çözümüne ne denli büyük katkılarda bulunacağını anlatmıştı.25 Kissinger'ın kastettiği "çözüm"ün Bosna'nın cenazesi olduğuna kuşku yoktu elbette.
Kısacası, plan Sırplara moral desteği sağlamaktan ve onlara zaman kazandırmaktan başka pek bir işe yarayacak değildi. Nitekim öyle de oldu. Plan hayata geçirilmedi ama Noel Malcolm'un sözleriyle "Müslümanların, Sırpların yaptıklarına karşılık uluslararası topluluk tarafından ödüllendirildiklerini düşünmelerine, Sırpların ise, eğer daha çok bastırırlarsa daha çok kazanabileceklerine inanmalarına yol açtı."26
Ancak Vance-Owen Planı'nın sözünü ettiğimiz tüm bu sakıncaları, planla hedeflenen asıl ve gizli amacın yanında çok daha zayıf kalıyordu. Evet, plan Sırplara moral ve zaman kazandırmıştı ama, bunun da ötesinde çok daha hayati bir stratejik sonuç da doğurmuştu; Müslüman-Hırvat ittifakının bozulması.
Planın Kissinger tarafından özellikle desteklenen Ocak 1993 versiyonunda, oluşturulması önerilen kantonlara etnik etiketler verilmişti. O zamana kadar Müslüman ve Hırvat bölgeleri arasında bir sınır olmadığı ve iki taraf askeri bir ittifak içinde savaştığı halde, Vance-Owen planı şimdi Müslüman ve Hırvat bölgelerini birbirinden ayıran bir düzenleme öne sürüyordu. Dahası, Noel Malcolm'un da vurguladığı gibi, "planın düzenleyicileri, toprak paylaşımının henüz tamamlanmadığı ve önerilen statünün nihai şekil olmadığı izlenimini vermişlerdi".27 Bu, doğal olarak Müslümanlarla Hırvatlar arasında bir "toprak kapışma" düşüncesinin uyanmasına yol açıyordu. Özellikle, şimdiye kadar Hırvat ve Müslümanların birlikte yer aldıkları Orta Bosna, ciddi bir "kapışma alanı" olarak ortaya çıkıyordu. Ve, yine Malcolm'a göre, bu gelişme, "planı üretenler tarafından kolaylıka önceden tahmin edilebilecek" bir gelişmeydi.28 Bir başka deyişle, Vance-Owen Planı, Müslümanlar ile Hırvatlar arasında bir çatışma oluşturmak amacıyla kasıtlı olarak üretilmişti.
Vance-Owen Planı amacına ulaştı: Hırvatlar ile Müslümanlar orta Bosna'nın egemenliği için birbirleriyle savaşmaya başladılar. Müslüman-Hırvat ittifakının bu şekilde parçalanması, yeni bir işgal dalgası için fırsat bekleyen Sırplar adına büyük bir avantajdı.Üstte, Mostar bölgesinde Müslümanlara karşı savaşan Hırvat askerleri. Altta, Vitez kentinde Hırvat HVO milisleri tarafından "etnik temizlik"e uğratılmış sivil Müslümanlar. Mate Boban; Franjo Tudjman'ın desteklediği bir "sivil darbe" ile Bosnalı Hırvatların ılımlı lideri Stjepan Kljui¡'i indirip onun koltuğuna oturan "şahin".
Birkaç ay içinde açıkça görülecekti ki, Vance-Owen Planı, Batıdaki "gizli el"in silah ambargosundan sonra Sırplara verdiği ikinci büyük stratejik destekti.
Vance-Owen Planı'nın 1993 Ocak ayında "etnik bölünmeli" versiyonuyla ortaya sürülmesinden kısa bir süre sonra Hırvatlar ile Müslümanlar arasında Orta Bosna'da ciddi çatışmalar çıktı. Şubat ayında birden bire Gornji Vakuf bölgesindeki Müslüman güçler HVO birlikleri tarafından abluka altına alındılar. Vance-Owen Planı'nda "ihtilaflı bölge" olarak gösterilen Vitez ile Kiseljak arasındaki bölgede de Müslüman ve Hırvat güçler arasında ciddi çatışmalar çıktı, hatta Hırvatlar tarafından "etnik temizlik" girişimleri oldu. Nisan ayında ise, Orta Bosna'daki Travnik-Vitez-Zenica üçgeninde iki taraf arasında son derece büyük çarpışmalar yaşandı.
Amerikalı siyaset bilimci Robin A. Remington'ın da belirttiği gibi, bu bölgedeki çatışmalar, 12 Nisan günü, Hırvat Savunma Bakanının, ezici çoğunluğu Müslüman olan Travnik kentinde Hırvat bayrağının dalgalanması için ısrar etmesiyle başlamıştı; Bakan, bu ısrarına neden olarak Travnik'in Vance-Owen Planı'nda Hırvatlara bırakılmış olmasını gösteriyordu.29 Bu bayrak tartışmasının çıkardığı kıvılcım ile başlayan çatışmalar, Hırvatlar tarafından yer yer sivillere yönelik etnik temizlik operasyonlarına çevrilecekti. Mayıs ayında Birleşmiş Milletler insan hakları gözlemcisi Tadeusz Mazowiecki bir rapor yayınlayarak, Vance-Owen Planı'nın "etnik temizliği" teşvik ettiğini açık açık söyleyecekti ama artık çok geçti.30 Orta Bosna'da iki taraf arasında başlayan çatışmalar, zaten sorunlu olan Mostar bölgesine de sıçrayarak devam etti.
Hırvatların Vance-Owen Planı'nın ardından Müslümanlara karşı uyguladıkları etnik temizlik o denli vahşi boyutlara varmıştı ki, Hırvatistan'da bile buna tepki geldi. Zagreb Baş Piskoposu Kuhari¡, Orta Bosna'da Hırvatlar tarafından gerçekleştirilen katliamları kınayan ve Hırvatları ağır dille suçlayan bir barış çağrısı yaptı.31
Vance-Owen Planı, ortaya sürdüğü "etnik temelli kanton" projesi ile iki tarafın ilişkilerini daha da kötüleştirirken, Sırplar da kendileri için özel olarak oluşturulan bu durumdan yararlandılar elbette. Ocak 1993'te tamamen durdurulmuş olan Sırp saldırıları, ilerleyen aylarda Müslüman ve Hırvatların birbirlerine girmeleri üzerine tekrar başladı. Bu, ikinci büyük "etnik temizlik" dalgasıydı ve ilkinde "yarım bırakılmış" olan bölgeler üzerinde yoğunlaşacaktı.
Sırp Tarafının Anatomisi ve İkinci Etnik Temizlik Dalgası
Sırplar, özellikle de Milo§evi¡ tarafından "kötü polis" rolüne atanan Bosnalı Sırplar, Batılı dostlarının kendilerine destek sağlamak için ortaya attıkları Vance-Owen Planı'nın uygulanmasını kabul etmediler; çünkü planın asıl amacı, uygulanması değil, plan yüzünden oluşan toprak çekişmesi sayesinde Hırvat-Müslüman ittifakının bozulmasıydı. Planın Bosnalı Sırplar tarafından reddedilmesi, Batı ile Sırp liderliği arasındaki gizli ittifakın gizli tutulmaya devam etmesi için de yararlıydı kuşkusuz.
Doğu Bosna'daki Sırp işgal bölgelerinin arasında bir "ada" olarak kalan Srebrenica, dev bir toplama kampı görünümündeydi. Savaştan önce nüfusu 30 bin olan kentte, çoğu sokaklarda olmak üzere, 80 bin kişi yaşıyordu. Ama Srebrenica yine de Sırp kuşatmasına uzun süre direndi, ta ki BM tarafından "güvenli bölge" haline getirilinceye kadar.
Hem zaten bu ittifak yalnızca Milo§evi¡ ve onun Batılı biraderleri arasındaydı; Bosnalı Sırpların bu tür ince işlerle bir ilgileri yoktu. Bosnalı Sırp liderliği, Milo§evi¡ tarafından kontrol edilen ve işin iç yüzünden habersiz olan, bu nedenle de Batıyı kendilerine düşman sanan bir grup radikalden oluşuyordu. Radovan KaradΩi¡'in belki bir parça daha "bilinçli" olduğu söylenebilirdi, ama Pale'deki "Sırp Parlamentosu", Belgrad'da belirlenen stratejinin içinde yer alan, ancak stratejinin çok azını kavrayabilmiş olan kaba bir kalabalıktan oluşuyordu. (Bu yüzden, Batıdaki "gizli el", Milo§evi¡'i kurtarırken, Bosnalı Sırp liderliğini kolaylıkla feda edebilecekti bir süre sonra.)
Bu yüzden, Sırpların giriştikleri ikinci etnik temizlik operasyonu, Belgrad'da ve Pale'de çok farklı düşüncelerle başlatılmıştı. Milo§evi¡, Batılı biraderlerinin başarılı operasyonu sayesinde Müslüman-Hırvat ittifakının bozulduğunu görmüş ve Bosnalı Sırplara bu ikinci operasyonu başlatmaları için gereken askeri desteği zaman kaybetmeden yollamıştı. Pale'dekiler ise, kendilerini kazandıkları toprakların bir kısmını bırakmaya zorlayan Vance-Owen Planı'na karşı iyi bir ders vermek üzere saldırdıklarını düşünüyorlardı.
İkinci operasyon, 1993'ün ilk aylarında kademeli bir biçimde uygulamaya kondu. Hedef, birinci işgal sırasında ele geçirilememiş ve işgal bölgelerinin içinde birer "ada" konumunda kalmış olan Doğu Bosna'daki Müslüman kentleriydi. Drina vadisi boyunca uzanan bu kentler, sırasıyla; ˚erska, Srebrenica, Ûepa ve GoraΩde'ydi. Müslümanların elindeki geniş bölgeden izole edilmiş olan bu kentler oldukça zor durumdaydılar. Diğer köy ve kentlerden kaçarak buralara sığınan Müslümanlar nüfusu birkaç kat artırmış, ikmal yollarının da kapalı olması nedeniyle ciddi bir açlık ve susuzluk baş göstermişti. Ortaçağ'ın sonlarında tüm Balkanlar'ın en zengin birkaç şehrinden biri olan Srebrenica, şimdi kesif bir insan dışkısı kokusuyla kaplı olan sokaklarıyla dev bir toplama kampı görünümündeydi. Savaştan önce nüfusu 30 bin olan kentte, çoğu sokaklarda olmak üzere, şimdi 80 bin kişi yaşıyordu. Ûepa, ayrı bir faciaydı. Su tesisatı bulunmayan bu küçük kasabaya sıkışan 8 bini çocuk 40 bin Müslüman, hem Sırp saldırıları hem de açlık ve susuzlukla boğuşuyorlardı.
İşte Sırpların işgal ettikleri bölgelerin arasına sıkışmış olan bu Müslüman "cep"leri en kuzeydeki ˚erska'dan başlayarak birer birer Sırp ordusuna hedef oldular.
˚erska'nın Düşüşü ve "İnsani Yardım"ların Öteki Yüzü
Bosna'daki savaş sürerken, 1993 başında ABD'de iktidar değişikliği yaşandı. Bush'un yerine Beyaz Saray'a oturan yeni Başkan Clinton, seçim propagandası boyunca, Bush yönetiminin Bosna'daki vahşete karşı duyarsız kalmakla eleştirmiş ve kendi iktidarında ABD'nin Balkanlar'a el atacağını vaat etmişti. Beyaz Saray'a oturduğunda ise, bir şeyler yapmak, daha doğrusu yapıyor gözükmek zorunda hissetti kendini.
İkinci etnik temizlik dalgası, tam bu sıralara denk geldi. Sırpların Doğu Bosna'yı tam olarak "temizlemek" için başlattıkları operasyon, bu konuda taahhüd altına girmiş olan Clinton'ı iyice zorlamaya başladı. Başta Bosnalıların büyük kısmı olmak üzere, çoğu insan, ABD'den Sırplara karşı askeri bir müdahale bekliyordu. Ama böyle bir şey mümkün değildi elbette; "gizli el" buna asla izin vermezdi. Bu yüzden Clinton yönetimi, "bir şeyler yapıyor görünmenin" en kolay yolunu seçti; Sırp kuşatması altında can çekişen Doğu Bosna kentlerine havadan "insani yardım" paketleri atmaya karar verdi.
Ancak havadan atılan bu yardım paketleri, Müslümanların yaşamasına değil, ölmesine neden olacaktı. ˚erska, Sırplara, "insani yardım" paketleri yüzünden düştü çünkü.
Srebrenica'nın biraz kuzeyinde yer alan küçük ˚erska kenti, aylardır Sırp kuşatması altında oluşunun doğal bir sonucu olarak açlıkla boğuşuyordu. ABD uçakları, Mart ayı başında ˚erska üzerinde süzülerek Müslümanlara yardım paketleri attılar. Ancak, nedense, bu yardım paketlerinin çok büyük bir bölümü, kentin dışına düştü.32 Müslümanlar, bunlara ulaşabilmek için Sırp top ve makinalılarının menziline girmek zorundaydılar. Ancak açlık galip geldi ve aralarında kenti savunan askerlerin de bulunduğu çok sayıda Müslüman, yiyeceklere ulaşmaya çalıştılar. Sonuç tam bir felaketti, Sırplar yiyeceklere doğru ilerleyen Müslümanların çoğunu öldürdüler. Kentin ön cephesini savunan askerlerin çoğunun bu şekilde ölmesinin ardından asıl felaket geldi; Sırplar, zayıflayan savunma hattını yararak ˚erska'ya girdiler ve kadın-çocuk ayrımı yapmadan karşılarına çıkan her Müslümanı katlettiler. Tuzla'daki Müslümanların denetimindeki hükümetin Enformasyon Bakanı Mirza Kulugi¡, ˚erska'nın "insani yardımların" kent dışına atılması yüzünden düştüğünü açıkça ifade etti.33 Clinton'ın "insani yardımı" bir Müslüman kentinin Sırpların eline düşmesine neden olmuştu.
Bu durumun, paketleri atan Amerikalılar tarafından bilinçli olarak mı yapıldığını, yoksa paketlerin sadece bir "kaza" sonucunda mı kentin dışına düştüğünü bilmek mümkün değildi kuşkusuz. Ancak benzeri bir olayın Ûepa'da da yaşanmış olması ve kentin sırf bu nedenle ˚erska'da olduğu gibi "düşme" tehlikesi yaşaması ister istemez kuşku uyandırıyordu.34 Acaba daha önce silah ambargosu ve Vance-Owen Planı ile Sırplara örtülü destekler vermiş olan "gizli el", bu kez daha da "sinsi" bir teknik mi kullanmıştı? Baştan beridir çok sofistike taktiklerle Belgrad'a yardımcı olan "gizli el", bu kez "insani yardım" adı altında Sırplara destek için bir başka sofistike yol mu bulmuştu?
Savaşın başından itibaren Batının Bosna'ya yaptığı yegane olumlu iş gibi görünen "insani yardım" hakkındaki bu kuşku, başka örneklerle de güçleniyordu. Belki başka bölgelerde ˚erska'da olduğu gibi "düşme" nedeni olmamıştı, ama yine de yeterince mide bulandırıcı yönlere sahipti.
Bu mide bulandırıcı yönlerden biri, gönderilen yardımın niteliğiydi. Sanki, hiçbir işe yaramamaları için özel olarak seçilen malzemeler yollanılıyordu Müslümanlara. Örneğin, kuşatma altındaki en zor günlerde, içinde yüzlerce yaralının barındığı GoraΩde'ye yollanan az sayıdaki yardım paketinin içinden, "kanser, sıtma ve mide yanması"na karşı kullanılacak ilaçlar çıkmıştı yalnızca. Bir Kızılhaç yetkilisi, "paketler açılınca doktorlar hayalkırıklığına uğruyor. Her gün çok sayıda kişinin silahla ölüp yaralandığı GoraΩde'de, örneğin kanser ilacı ne işe yarayacak?" diye haykırıyordu.35 Müslümanlara ulaştırılan "insani yardım"lardaki bu "isabetsizlik", kuşku duymaya yetecek kadar abartılı derecedeydi. Açlık çeken kentlere havadan prezervatif ya da maden suyu dolu sandıklar atılmış ya da insanlar sebze ve meyve eksikliği çekerken büyük kısmı bozuk olan un ve makarna gönderilmişti.36 Daha da garip olaylar vardı; bazı kentlere kullanım tarihi geçmiş, hatta "fosilleşmiş" ilaçlar yollanmıştı, cüzzam tedavisi için kullanılan bozuk ilaçlar bunların başında geliyordu.37 Hatta, İngiliz gazetesi Sunday Times'ın yazdığına göre, bazı "ilaç" kolilerinin içinden kimyasal zehirler çıkmıştı; Almanya'nın Doğu kesiminde kapanan fabrikaların depolarındaki zehirli maddeler yollanmıştı Bosna'ya, "ilaç" olarak.38
Tüm bu olaylar, Kuzey Amerika topraklarının tümünü ele geçirirken Kızılderilileri "etnik temizlik"e tabi tutan "beyaz adam"ın kullandığı ilginç bir yöntemi hatırlatıyordu: Beyaz adam, Kızılderilileri toplama kampı niteliğindeki rezervasyonlara topladıktan sonra, "üşümesinler" diye onlara battaniyeler dağıtıyordu; ancak battaniyelerin üzerlerine çiçek hastalığının mikrobu bulaştırılmıştı bilinçli bir biçimde.39
BM'nin düzenlediği bütün bu "yardımlar" ise, bu uluslararası gücün gerçekte "karşı tarafın" safında olduğunu gayet iyi gösteriyordu Bosnalılara. Saraybosna halkı, şahit olduğu benzeri olaylar üzerinde, kentte dolaşan Barış Gücü UNPROFOR'a "SERBOFOR" (Sırp Gücü) adını katacaktı. Sokaklarda dolaşan beyaz BM araçlarına da "Sırp taksileri" adı verilmişti.40
Öyle görünüyordu ki, "insani yardım", Batılı yönetimlerin yalnızca dünya kamuoyundan ya da kendi seçmenlerinden aldıkları tepkiyi azaltmak için kullandıkları bir yöntemdi. Ancak bu iş yapılırken, Müslümanlara mümkün olduğunca az yardım edilmeye çalışılıyor, mümkün olduğunca işlerine yaramayacak malzemeler yollanılmasına özen gösteriliyordu.
Avrupa devletleri tarafından izlenen bu politika, aslında ABD tarafından da paylaşılıyordu. Ağustos 1992'de ABD Dış İşleri Bakanlığının Bosna-Hersek'le ilgili bürosundaki görevinden istifa eden uzman George Kennedy, The Washington Monthly dergisinde bunu açıkça anlatmıştı. Kennedy'e göre, Dış İşleri Bakanlığı, "kamuoyu çalışmasını" savaşın başından beri iki nokta üzerinde odaklaştırmıştı: Birincisi, Bosna'da olanların boyutunu toplumun gözünde olabildiğince küçültmek, ikincisi ise ABD'nin yapabileceği herşeyi en etkin biçimde yaptığı izlenimini vermek ama asla somut bir şey yapmamak.41
"İnsani yardım" kapsamında bazen işe yarar malzemeler de gönderilmiyor değildi, ancak bu "yardım" bu sefer de Bosna hükümeti üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılıyordu. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Sırplar ile Hırvatlar arasındaki "şer cephesi"nin en ateşli günlerinde Belgrad ve Zagreb tarafından öne sürülen "barış planı" sırasında yaşanmıştı. 1993 Mayısı sonunda, Milo§evi¡ ve Tudjman "Bosna'yı paylaşmak için" anlaşmaya vardıklarını duyurmuşlar, Müslümanlar'a %10-15'lik bir toprak vermeyi öngören bir plan ortaya atmışlar ve bu plan uluslararası ara bulucular Owen ve Nisan sonunda Vance'den "görev"i devralan Stoltenberg tarafından da destek görmüştü. Ancak, Fikret Abdi¡ gibi "liberal"lerin ve Sırp-Hırvat üyelerin oluşturduğu Başkanlık Konseyi'nden çatlak sesler gelse de, Izetbegovi¡, bu "Bosna'yı paylaşma planı"nı reddetmişti.
İşte "insani yardım" bu noktada gerçek amacını açığa vurdu. Tam Izetbegovi¡'in planı reddettiği sırada, Batılı devletler, Saraybosna'ya yapılan "insani yardım"ı yarı yarıya azaltacaklarını duyurdular. Bosna-Hersek Başkan Yardımcısı Eyup Gani¡'in ifadesiyle "insani yardım" böylece Bosnalılar üzerinde "bir baskı unsuru" olarak kullanıldı. Bosna-Hersek'in BM daimi temsilcisi Muhammed ~akirbey de BM'de düzenlediği bir basın toplantısında, uluslararası konferansın ara bulucularının -yani Owen ve Stoltenberg'in- bürosundan, hükümetine, "planı kabul etmemeleri halinde insani yardımın kesileceği tehdidi" geldiğini bildirdi.42
Alija Izetbegovi¡, Aralık 1994'de Budapeşte'de yapılan AGİK zirvesinde oldukça sert ve kararlı bir konuşma yapmış ve Batı'nın söz konusu iki yüzlülüğünü açıkça ortaya koymuştu. Bosna lideri konuşmasının bir yerinde, "insani yardım"ın ne olduğunu ortaya koyarak şöyle diyordu:
Birçoğunuz için umulmadık ve izah edilemez bir direnme gösterdik. Sadece hafif silahlarla donanmış 20 ila 150 silahlı kişiden oluşan gruplarla başladık ve on binlerce saldırgan askeri nötralize eden ve binden fazla tank ve zırhlı araçlarını tahrip eden 150 bin askerlik bir ordu oluşturduk. Savunmamız güçlendikçe, bize yardım niyetiniz giderek azaldı. Niçin? Bunun bir cevabı var mı?
Izetbegovi¡'in sorduğu soru önemli ve anlamlıydı: Bosnalılar güçlendikçe, Barış Gücü'nden gelen "insani yardım" azalmıştı. Elbette bunun tek bir cevabı vardı: Batı, Bosnalıların Sırplara karşı galip gelmesini istemiyordu. Yapılan "insani yardım", yalnızca Batı ile Sırplar arasındaki gizli ittifakı örtmek ve "tarafsız" gözükmek içindi. Bunun için de, ekonomideki "marjinal kar" prensibi kullanılıyor, "insani yardım" yapıyor gözükmenin vereceği propagandatif faydaya karşı, Müslümanlara en az yardım yapılmaya çalışılıyordu. Ancak Müslümanlar güçlenmeye başladığında, Izetbegovi¡'in vurguladığı gibi, bu "insani yardım" tümüyle duruyordu.
Hem "insani yardım"lar, hem de Batılı güçlerin Bosna yanlısı gibi gözüken diğer girişimleri, yalnızca "Müslümanlara yardım eder gözükmek ama gerçekte hiçbir yardım yapmamak için özen göstermek" prensibine göre düzenliyordu. Bunun da ötesinde, bazı "insani" girişimler, doğrudan Müslümanlara yönelik bir tuzak niteliğindeydi. En önemlilerinden biri de, "güvenli bölgeler"di.
Güvenli Bölgeler Tuzağı, Srebrenica'nın Öyküsü ve Morton Abramowitz'in Misyonu
Vance-Owen Planı Hırvat-Müslüman ittifakını bozduktan sonra, Sırplar yalnızca Doğu Bosna'da değil, ülkenin başka bölgelerinde de askeri kazançlar elde ettiler. Öte yandan Hırvatlar da eskiden Müslümanlara ait olan Orta Bosna'daki bazı bölgeleri ele geçirdiler. Bu gelişme, Vance-Owen Planı'nda öngörülen harita paylaşımını "bile" mümkün kılmıyordu. Bu noktada Batılı güçler, daha doğrusu Batının içindeki "gizli el", yeni bir "çözüm" geliştirdi. İlk bakışta Müslümanları Sırpların elinde ölmekten kurtarmak gibi bir amaç taşıyan bu yeni "çözüm", gerçekte aynı Vance-Owen Planı gibi Sırplara büyük bir stratejik avantaj sağlayacak şekilde tasarlanmış bir tuzaktı.
Bu yeni "çözüm", 22 Mayıs 1993'te Washington'da toplanan ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve İspanya'nın ortak kararı ile şekillenmişti ve Müslümanların kuşatıldığı altı kentte (Saraybosna, Tuzla, Ûepa, GoraΩde, Srebrenica ve Biha¡) "güvenli bölgeler" oluşturulmasını, bu bölgelerin Sırp saldırılarına karşı BM Barış Gücü tarafından korunmasını öngörüyordu. Bu karar, Bosna-Hersek yönetiminde çok büyük bir tepkiye neden oldu. Güvenli bölge sayılan altı şehir dışında, tüm Bosna-Hersek'teki Sırp işgalinin bu yeni "çözüm"le birlikte meşrulaştığını söylüyorlardı. Haklıydılar; gerçekten de bu karar Sırplara verilmiş yeni bir diplomatik tavizdi. Ancak bu durum, buzdağının yalnızca görünen kısmıydı; asıl tuzak ise bir süre sonra ortaya çıkacaktı.
Bu tuzak şuydu; "güvenli bölgeler", Sırplar bu şehirleri işgal edemesinler diye değil, aksine daha rahat edebilsinler diye kurulmuştu! Özellikle Sırplar için büyük stratejik önem taşıyan Doğu Bosna'daki üç Müslüman "cep" (Srebrenica, Ûepa ve GoraΩde) bu amaçla "güvenli bölge" kapsamına alınmıştı.
Özellikle Srebrenica, Sırplar ile "gizli el" arasındaki ittifak açısından çok önemliydi.
Aslında bu ikili ittifakın Srebrenica üzerindeki manevraları, "güvenli bölgeler" uygulamasından da önceye dayanıyordu. 1993 Baharı'ndaki ikinci etnik temizlik dalgasında, ˚erska'nın düşmesinin ardından Sırplar hedef olarak çok büyük bir stratejik önem taşıyan bu antik Müslüman kentini belirlemişlerdi. Srebrenica, son derece stratejikti, çünkü Sırpların iki işgal ekseninin de -yani hem doğu Bosna bölgesinin hem de kuzeydeki Belgrad-Banja Luka-Krajina hattının- kesiştiği noktada yer alıyordu. Özellikle doğu Bosna açısından kentin önemi büyüktü. Srebrenica Müslümanlarda kaldığı sürece, kuzeydoğu Bosna'nın "Büyük Sırbistan"a katılması hayali gerçekleşmiş sayılamazdı. Dolayısıyla Srebrenica'nın ayakta kalması, Sırplar açısından kabul edilemez bir durum, Bosna yönetimi açısından da vazgeçilmez bir stratejik gereklilikti.
Ancak Srebrenica üzerinde strateji hesapları yapanlar, yalnızca Müslümanlar ve Sırplar değildi. Clinton'ın Beyaz Saray'a oturmasından sonra Bosna'yla daha yakından ilgilenmeye başlayan ABD'nin de Srebrenica hesapları vardı: Basına sızan habere göre, ABD yönetimi, Srebrenica'nın Sırplara bırakılmasını uygun görmüştü! Newsweek, konuyla ilgili haberinde, "Bill Clinton bir süredir Bosna hakkında sert konuşmalar yapıyor. Ama bir bürokratın sızdırdığı bilgiye göre, Amerika, çatışmalara müdahale etmeyerek Doğu Bosna'yı Sırplara bırakma kararı aldı" diye yazıyordu.43
ABD'nin bu kararının fiili etkileri de kısa süre içinde ortaya çıktı. Kullanılan yöntem, bu sefer de "insani yardım"dı: Nisan ayının başında, BM güçleri, Müslümanları Srebrenica kentinden tahliye etme çalışmalarına giriştiler. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 6 Nisan günü, kentte bulunan 15 bin Müslüman sivili tahliye etmek için Srebrenica'ya bir konvoy gönderdi. BM konvoyu Müslüman siviller için getirdikleri yardım malzemelerini boşalttıktan sonra, her zaman olduğu gibi "boş" dönmek yerine, bu kez mültecileri kamyonlara yüklemek istedi. Ancak kentte bulunan Müslüman yetkililer buna kesinlikle izin vermediler. Talimatları Bosna-Hersek Devlet Başkanı Izetbegovi¡'ten aldıklarını belirterek, kenti Sırplara bırakmak niyetinde olmadıklarını söylediler. Anlaşılan Izetbegovi¡, BM tarafından uygulanması düşünülen "Srebrenica'yı boşaltma" planının gerçekte Sırp tarafına verilen stratejik bir destek olduğunun farkındaydı. Nitekim Srebrenica'ya giren BM konvoyu boş olarak kentten ayrılmak zorunda kaldı. Kentteki Müslüman yetkililer ise BM'yi "Sırplar adına etnik temizlik yapmak"la suçladılar.44
Ancak tüm bunlara karşın Srebrenica dayandı. Ve işte bu noktada da "güvenli bölge" kıskacına alındı. "Güvenli bölgeler"in en önemli özelliklerinden biri, BM tarafından silahsızlandırılmalarına karar verilmiş olmalarıydı. Sırplar, "biz bu şehirleri kuşatıyoruz, çünkü içlerindeki silahlı Müslümanların dışarı yayılıp bize saldırmalarından korkuyoruz" gibi komik bir iddia öne sürerek Batıdaki dostlarına bir "pas" atmışlardı. "Gizli el", bu "pas"ı "gol"e dönüştürecek hamleyi işte bu "silahsızlandırma" kararı ile yaptı. Sözde, "iki taraf da birbirinin askeri gücünden çekindiği için", hem güvenli bölgenin içindeki Müslümanların hem de güvenli bölge çevresindeki Sırpların silahları BM tarafından toplanacaktı.
Bunun bir aldatmaca olduğu apaçık ortadaydı. Sırplar, silahlarını göstermelik olarak güvenli bölgenin çevresinden uzaklaştırabilirler ve bir süre sonra da tekrar gelebilirlerdi, nitekim öyle de yapacaklardı. Müslümanların ise, silahlarını BM'ye teslim etmeleri halinde bir daha silaha ulaşma şansları yoktu.
Müslümanların tüm direnmelerine karşın, BM bu "silahsızlandırma" uygulamasını kısmen de olsa gerçekleştirdi. BM Güvenlik Konseyi üyelerinden Venezüella'nın daimi temsilcisi Büyükelçi Diego Aria, Konsey Başkanı Pakistan Büyükelçisi Cemşid Marker'a gizli olarak gönderdiği bir mektupta, bu durumun anormalliğini vurguluyordu. BM'nin etnik temizliğe arka çıktığını vurgulayan Aria şöyle diyordu:
Srebrenica'daki BM Gücü'nün görevi, şehri teslim etmek ya da Müslümanları silahsızlandırmak değildir. Aksine, şehri istila eden Sırplara karşı güvenliği sağlamaktır. BM öldürülenlerin kendilerini savunmak için gönderilen silahları imha ediyor. Nasıl olur da katledilenler silahtan mahrum edilip, saldırganın kucağına bırakılır?45
Nitekim yazının ilk yarısında her ikisi de güvenli bölge statüsünde olan Srebrenica ve Ûepa birbiri ardına Sırpların eline geçti. Srebrenica'yı "güvenli" kılmakla görevli olan Hollandalı Barış Gücü birliği, yoğun bir saldırı ile şehre giren Sırplara hiçbir müdahalede bulunmamıştı. BM güçlerinin, daha doğrusu onların temsil ettiği "gizli el"in gerçek misyonu, Srebrenica'ya giren Sırp General Ratko Mladi¡ "fethini" kutlarken Barış Gücü komutanı Ton Karremans'ın da kendisine eşlik etmesi ile görsel bir açıklama da kazanıyordu. Biri Müslümanları etnik temizliğe tabi tutmak için görevlendirilen, diğeri ise bu stratejik hedefi "güvenli bölge" tepsisi içinde ötekine sunmakla yükümlü olan iki komutan, birlikte kadeh kaldırıp şampanya içtiler. Srebrenica'daki katliamdan kaçarak Tuzla'ya sığınabilmiş olan bir Müslüman kadın, kentte onları şöyle anlatıyordu:
Hollandalılara sığınmıştık. Onların görevi bizi korumaktı. Bize sürekli "sorun yok, sorun yok" diyorlardı. Ama Sırp askerleri onların gözleri önünde mazlumları alıp götürüyorlardı. Bu arada komutanlarından biri de Sırp komutanı General Mladi¡ ile birlikte içki içiyordu. Sırplar da resmini çekiyorlardı.46
Srebrenica'nın bu şampanya partisi ile kutlanan işgalinin ardından kentteki Müslümanlar etnik temizliğe tabi tutuldu; kadın ve çocukların çoğu Tuzla'daki Müslüman bölgesine kaçabildiler, erkeklerin büyük bölümü ise (yaklaşık 10 bin kişi) Sırplar tarafından katledildi ve toplu mezarlara dolduruldu. "Güvenli bölge" işlevini görmüştü.
Benzer bir senaryo, Bosna'nın öteki ucundaki Biha¡ için de uygulanmak istenmişti. Alija Izetbegovi¡, Aralık 1994'de Budapeşte'de yapılan AGİK zirvesinde yaptığı konuşmada, bu gerçeği Batılı liderlerin yüzüne şu sözlerle vurmuştu:
Biha¡ bölgesine yapılan son saldırının 6 ay öncesinden itibaren halk, kasten açlığa mahkum edildi: İnsani yardım taşıyan konvoyların bölgeye girişi engellendi (143 konvoydan ancak 12'si bölgeye girmeyi başarırken, 131 konvoy geri döndürüldü). Saldırıdan önce Fransız taburu Biha¡ bölgesinden geri çekilerek, yerine hem daha küçük hem da yetersiz donanımlı Bangladeş birlikleri yerleştirildi. Bölgeyi adeta abluka altına almış olan medya, geride bir tek yabancı gazeteci kalmaksızın Biha¡'ı terk etti. Dahası, saldırganların sayısı ve şiddeti UNPROFOR raporlarında sürekli olarak küçük gösterildi. Bütün bu seri hadiseler, ardarda gelen tesadüfler olabilir mi?
Izetbegovi¡'in Biha¡'ta yaşananlarla ilgili olarak söyledikleri son derece çarpıcı ve düşündürücü gerçeklerdi. Ve gerçekten de bunların "tesadüf" olarak yorumlanması mümkün değildi. BM, bu kenti kasıtlı olarak "güvenli bölge" ilan ederek önce kendi denetimi altına almış, sonra da Sırp saldırısı yaklaşmakta iken yine kasıtlı bir biçimde kenti savunmasız ve izole bırakmıştı.
Srebrenica ve Biha¡ örnekleri, Bosna'daki savaşta 1993 yılından itibaren uygulanmaya konan "güvenli bölgeler" uygulamasının gerçekte bir tuzak olduğunu gösteriyordu. Evet, "güvenli bölgeler", BM'nin Müslümanlara karşı uygulamaya koyduğu bir tuzaktı; sözde bu bölgeler silahtan arındırılıyor ve BM'nin komutasındaki Barış Gücü'nün koruması altına alınıyorlardı. Oysa olaylar hiç de öyle gelişmedi. Barış Gücü, "güvenli bölgeler"de Müslümanların silahlarını toplamaya kalktı, böylece Müslüman savunması kırılmış oluyordu. Oysa Sırplara hiçbir ciddi yaptırım uygulanmadı. Sırplar bu "güvenli bölgelere" saldırdıklarında ise Barış Gücü yalnızca seyretti. Zaten "güvenli bölgeler" birer birer Sırpların hedefi haline geldiler. Önce Srebrenica, sonra Ûepa ve GoraΩde, daha sonra Saraybosna ve Biha¡. yazında Srebrenica ve Ûepa Sırplar tarafından işgal edildi ve bu iki kentteki Müslümanlar etnik temizliğe tabi tutuldu; diğerleri ise ayakta kalmayı başarabildiler ama 20. yüzyılın en acı verici kuşatmalarını yaşayarak...
Peki bu "güvenli bölgeler" tuzağının mimarı kimdi?
Oldukça ünlü bir isim: Morton Abramowitz. Evet, Bosna'da "güvenli bölgeler" oluşturulması fikrini ilk gündeme getiren kişi, bir süre ABD'nin Ankara Büyükelçiliği görevini de yürütmüş olan ABD'li diplomat ve stratejisyen Morton Abramowitz'di. Ertuğrul Özkök, Hürriyet'te "Safe Haven Mimarı Şimdi de Bosna'da" başlığıyla yayınlanan bir yazısında bu konuya dikkat çekmiş, daha önce başka kriz bölgelerinde de "güvenli bölgeler" uygulaması yapmış olan Abramowitz'in şimdi aynı şeyi Bosna'da yapmaya çalıştığını duyurmuştu. Gerçekten de bir süre sonra "güvenli bölgeler" tuzağı uygulamaya kondu. Ama bu "güvenli bölgeler", Özkök'ün empoze ettiğinin aksine, az önce incelediğimiz gibi, Müslümanlar için bir tuzaktan başka bir şey değildi.
Peki bu Abramowitz kimdi?
Morton Abramowitz, Yahudi kimliği oldukça belirgin olan eski bir CIA görevlisiydi. Hatta o nedenle Amerika'da bazı kimseler onun bir "Mossad ajanı" olduğunu öne sürmüşlerdi. Nitekim yine Washington kaynaklı bilgilere göre, CIA ile Mossad arasındaki koordinasyonun genişletilmesinde önemli bir rolü olmuştu.47 Daha sonraki yıllarda çeşitli ülkelerde Büyükelçilik görevi yürütmüş, ancak bazı ülkelerden "diplomatik" bir lisanla kovulmuştu. Mısır, Malezya ve Pakistan bu şahsın ülkelerine büyükelçi olarak gönderilmesine karşı çıkmışlardı. Her üç ülkenin Washington'a bildirdikleri gerekçe şuydu: "Söz konusu kişi CIA ajanıdır. Görev yaptığı ülkelerin içişlerine müdahale etmeyi alışkanlık haline getirmiştir. İstemiyoruz!" Morton Abramowitz kriz ülkelerinin büyükelçisi olarak tanınıyordu. Ve Tayland örneğinde olduğu gibi Abramowitz'in kriz çözme yöntemi darbe planlamaya kadar gidebiliyordu.
Abramowitz daha sonra Ankara'ya Büyükelçi olarak atandı. Türkiye'ye gelir gelmez yaptığı ilk özel ziyaret ise sahip olduğu bilinçli Yahudi kimliğine son derece uygundu; yeni Büyükelçi Jak Kamhi'nin evine gitmişti. Bu ilginç duruma, Sabah gazetesi de şaşırmış ve "Abramowitz Türkiye'deki ilk özel ziyaretini acaba neden Jak Kamhi'nin evine yaptı?" diye sormadan edememişti.48 İlginç Büyükelçi, bundan hemen sonra da Hahambaşı David Asseo'yu ziyaret etmişti.
Soner Yalçın, Aydınlık gazetesindeki yazısında şöyle diyordu: "Abramowitz'in, İsrail ve Mossad'la özel bir yakınlığı olduğu da biliniyor. Abramowitz'in Türkiye'ye gelirken belirlenen misyonu da ABD-İsrail-Türkiye üçgenini güçlendirerek Ortadoğu'da Amerikan hakimiyetini pekiştirmek."49 Aynı gazetede, Ferit İlsever, Abramowitz'in Kürt ve Kuzey Irak sorunlarıyla olan kuşkulu bağlantılarından söz ettikten sonra şöyle yazıyordu:
Bütün bu gelişmeler içinde net bir biçimde ortaya çıkan gerçek şudur: ABD, Ortadoğu'da "Yeni Dünya Düzeni"ni halkları birbirine düşman ederek ve kanla kuruyor. Abramowitz'in "barış" ve "insan hakları" şovlarının ardında bölge halkları için yeni tuzaklar hazırlanıyor. Kafkaslar'da Balkanlar'da ve dünyanın diğer bölgelerinde de aynı senaryo uygulanıyor.50
İşte "Abramowitz'in 'barış' ve 'insan hakları' şovlarının ardında bölge halkları için hazırladığı tuzaklar"ın başında, Bosna'daki güvenli bölgeler uygulaması geliyordu. Ona böyle bir misyonu yükleyen şey ise, kendisini Batıdaki Sırp yanlısı "gizli el"in bir parçası haline getiren İsrail bağlantısıydı. ABD'ye döndükten sonra başına geçtiği ünlü think-tank Carnegie Endowment da "gizli el"in en önemli kurumu olan CFR'ın velayeti altındaydı zaten. ABD'deki Judeo-masonik kompleksin önemli bir üyesi olan Abramowitz, bu güç odağı tarafından yürütülen Sırplara örtülü destek verme işinin bir parçasını da kendi özel yetenekleri ve vizyonuyla yüklenmişti.
"Tepkisizlik" ile "Kasıt" Arasındaki Fark
Batı medyası, Bosna'daki savaş boyunca, kendi hükümetlerini, pasif ve kararsız davranmakla suçladı. Buna göre, ABD ve onun Avrupalı müttefikleri, Sırp saldırganlığını durdurmak için yeterince etkin davranmamışlar, Müslümanları kurtarmak için ellerini taşın altına koymamışlardı. Bu durum ise, Batının Bosna'da herhangi bir ekonomik çıkarının olmayışı ile açıklandı. "Bosna'da petrol olsaydı böyle olmazdı" şeklindeki argüman, bu nedenle Batı medyasının dilinde sakız haline geldi. Bizdeki medyanın büyük bir kısmı da söz konusu "Batının tepkisizliği" masalına uydu.
Oysa bu "Batının tepkisizliği" masalı, işin iç yüzünü gizleyebilmek için bilinçli olarak öne sürülen bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Çünkü Batı, daha doğrusu Batılı güçleri Bosna konusunda büyük ölçüde yönlendirmeyi başaran "gizli el", gerçekte tepkisiz değildi. Aksine, olayla son derece ilgiliydi; Sırpları son derece sofistike yöntemlerle destekliyordu. Bu nedenle Batının gerçekte "tepkisizlik" değil, Müslümanlara yönelik bir "kasıt" içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak başta belirttiğimiz "Bosna'da petrol yok ki" masalları ile uyutulan çoğunluk bunu göremedi. Vance-Owen Planı buna iyi bir örnekti. Bu plan, başta Batı medyası olmak üzere hemen herkes tarafından eleştirildi. Ama eleştiriler, planın hazırlayıcılarının Sırplara karşı fazla tavizkar davrandıkları, adaletli bir toprak paylaşımı gerçekleştiremedikleri gibi "yüzeysel" ve "safça" eleştirilerdi; planı hazırlayanların Sırplara karşı yeterince "tepkili" davranamadıklarını düşünüyorlardı. Oysa, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, planı hazırlayanlar, "tepkisiz" ve "saf" kişiler değildiler; aksine ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı ve savaşın akışını tümüyle değiştiren bir fitili ateşleyerek Müslüman-Hırvat ittifakını parçalamışlardı.
Güvenli bölgeler tuzağı ise, Batının sahip olduğu "kasıt"ın bir başka göstergesi oldu.
Batının içindeki "gizli el" tarafından etki altına alınan uluslararası topluluğun izlediği daha pek çok politikada "kasıt" izleri görülebiliyordu. Öncelikle, perde arkasında yaşanan gerçek diplomasi, dünya kamuoyuna sunulan ve "Müslümanları desteklemek istiyorlar, ama yeterince etkili davranamıyorlar" imajı veren diplomasi görüntüsünden oldukça farklıydı. Örneğin Cyrus Vance ve Lord Owen, dünya kamuoyuna tarafsız imajı vermeye çalışsalar da, kapalı kapılar ardında sürekli Sırpların hamiliğini yapıyorlardı. Tanıl Bora şöyle diyor: "ABD'li ve Avrupalı politikacılar, kamuoyu önünde Izetbegovi¡'e gayet sıcak davranırken, müzakerelerde onu sürekli tavize zorladılar. Özellikle askeri müdahale ihtimalini aklından çıkarması gerektiğini zorlayıcı bir etmen olarak hep vurguladılar."51
Batılı ara bulucular tarafından yürütülen barış görüşmelerinin gerçekte Sırplara avantaj sağlamayı hedeflediği, Bosnalı liderler tarafından da birkaç kez açıklanmıştı. Başbakan Haris Sladzi¡, Temmuz 1992'de yaptığı bir açıklamada "Görüşmelerin, Sırpların Bosna-Hersek'teki toprak gaspları için araç olarak kullanıldığını" söylemiş ve eklemişti; "her görüşmenin ardından daha fazla insanımız ölüyor, evlerinden sürülüyor ve daha fazla acı çekiyoruz. Sadece ateşkes ihlal edilmekle kalmıyor, kitle katliamları, kitle sürgünleri devam ediyor. Buradaki görüşmeler, Bosna-Hersek'te Sırpların toprak gaspı için vasıta olarak kullanılıyor".52
Yalnızca ara buluculardan değil, doğrudan Batılı mason liderlerden de Bosna yönetimine yönelik baskı ve tehditler gelmişti. François Mitterand, Müslümanlara gözdağı vermeye çalışan "birader"lerden biriydi. Izetbegovi¡, Ankara'da MÜSİAD toplantısında yaptığı bir konuşmada, "Mitterand, bana, 'biz Avrupa'nın ortasında bir Müslüman devleti istemiyoruz' demek için gelmişti" diyerek, Fransız liderin Saraybosna'ya yaptığı medyatik ziyaretin gerçek amacını açıklamıştı. Mitterand'ı Saraybosna sokaklarında kafasındaki kaskla gören dünya kamuoyu, ortada çok daha "insancıl" düşünceler olduğunu sanıyordu halbuki.
Mitterand'ın söz konusu Saraybosna ziyaretinin bir başka "hikmeti" de, Sırplar aleyhinde oluşan uluslararası tepkiyi kırması ve zirvede olan askeri müdahale taleplerini susturmasıydı. Çünkü Mitterand, Saraybosna'ya gittiğinde kentin hemen dışındaki havaalanını kontrol altında tutan Sırp birlikleri ile görüşmüş ve onları bu bölgeyi boşaltmaları konusunda ikna etmişti. Bunun sonucunda havaalanına "insani yardım" uçuşları başlamış, göz boyamak ve var olan "kasıt"ı gizlemek için düzenlenen bu operasyon sayesinde de askeri müdahale talepleri gündemden hızla inmişti.53 Mitterand, muhtemelen, "eğer insani yardım uçuşlarına izin verirseniz, biz Batı kamuoyunu daha uzun süre oyalayabiliriz" gibisinden bir mesaj götürmüştü Sırplara.
Izetbegovi¡ ve diğer Bosnalı liderler gerçeklerin farkındaydılar elbette, ama bunu yalnızca MÜSİAD'daki gibi "dost sohbetleri"nde söylüyorlardı. Eğer Batılı hükümetlerin Sırplara destek olduklarını açık açık ilan etseler, bu kez milliyetçi damarları ağır basan Batı kamuoyunu da karşılarına alacak ve belki de karşı tarafın daha da sert bir tepki vermesine yol açacaklardı.
Batılı güçlerin "kasıt" içinde olduklarını ortaya koyan bir başka gösterge de, Sırp vahşetinin ortaya çıkmasını engellemek için gösterdikleri çabaydı. Sırpların Bosna'nın çeşitli bölgelerinde kurdukları ve içlerinde akıl almaz işkencelerin yaşandığı toplama kamplarının varlığı, Birleşmiş Milletler yönetimi ve başta ABD olmak üzere bazı Batılı hükümetler tarafından, 1992 Haziranı'nın başında öğrenilmişti. Fakat bu kampların varlığı ile ilgili haberler, ancak Temmuz sonunda dünya kamuoyuna ulaşabildi. Aradaki zaman boyunca, ABD ve BM, kampların varlığını mümkün olduğunca gizli tutmaya çalışmışlardı. İngiliz The Guardian gazetesinin Ağustos ayında ortaya çıkardığı bir habere göre, ABD, bölgeye gönderilen ajanların ve casus uydularının edindikleri bilgiler ışığında kampların varlığını tespit etmiş, ancak Bosna hükümetinin bu kamplar hakkında verdiği bilgilerin "inandırıcı" olmadığı açıklanmıştı.54
Batılı güçlerin Bosna'daki savaş boyunca birkaç kez Sırplara karşı düzenledikleri bombardımanlar da yalnızca ve yalnızca göstermelikti ve var olan "kasıt"ı örtmek amacıyla düzenlenmişlerdi. Bu bombardımanların hiçbirinde Sırplara hiçbir ciddi zarar verilmedi. Bir keresinde NATO uçakları Bosnalı Sırpların sözde başkenti olan Pale'yi bombalamışlardı. Bir süre sonra NATO'nun şehirdeki Sırp cephaneliklerinin yerini bilmesine karşın, yalnızca iki boş evi bombaladığı ortaya çıktı. NATO, baharında bir Amerikan uçağını düşüren Sırp füze rampalarını bile, yerlerini çok iyi bilmelerine karşın, bombalamamıştı. Eylülü'nde Sırplara karşı girişilen NATO bombardımanlarında da yine etkili hedefler vurulmadı. Harekata katılan Amerikalı pilotların bazıları, ülkelerine döndükten sonra kendilerine "Sırp hedeflerine fazla zarar vermeme" emri verildiğini açıkladılar.
Batıdaki "gizli el"in stratejisi, Bosna'ya yönelik "kasıt"larını her diplomatik girişimin içine enjekte etmek, ancak sofistike yöntemlerle de bu durumu gizlemekti. ABD tarafından Yeni Yugoslavya Başbakanlığı görevine "ithal" edilen Milan Pani¡'in misyonu, bunun bir başka örneği olacaktı.
Pani¡ Senaryosu ya da İyi Polis Numarasının İlk Örneği
27 Nisan 1992'de Yugoslavya Federal Parlamentosu'nda yalnız kalan Sırp ve Karadağlı üyeler, Sırbistan ve Karadağ'dan müteşekkil olan Yeni Yugoslavya Cumhuriyeti'ni ilan ettiklerinde, bu yeni ülkenin anayasında Yugoslavya için bir Federal Cumhurbaşkanı, bir de Federal Başbakan seçilmesini öngörmüşlerdi. Yani Sırbistan Cumhuriyeti'nin devlet başkanı olan Milo§evi¡'in dışında da sahneye yeni oyuncular katılacaktı.
Bu iki makamın mümkünse aynı cumhuriyetten kişilerce doldurulmamasının daha uygun olduğu da anayasada belirtilmişti. Bu madde uyarınca cumhurbaşkanının Karadağlı, başbakanın ise Sırp olması bekleniyordu kulislerde. Ancak sürpriz bir şekilde, cumhurbaşkanlığı için Dobrica ˜osi¡'in ismi ortaya atıldı ve ˜osi¡ 15 Haziran 1992'de bu koltuğa oturdu.
˜osi¡'e önceki bölümlerde değinmiştik. Sırp milliyetçiliğinin uyanışındaki en önemli isimlerden biriydi. Henüz 1960'lı yıllarda "Sırp halkının tarihsel bir hedefi olan tüm Sırpların tek bir devlet içinde birleştirilmesi" hedefinden söz etmişti. Sırp Bilimler Akademisi'nin önde gelen üyelerinden olan ˜osi¡ 1985 yılında da, Çetnik ideoloğu Dragi§a Vasi¡'i büyük bir kahraman olarak tasvir eden bir roman yayınlamıştı. (Vasi¡, II. Dünya Savaşı sırasında Çetniklerin uyguladığı "etnik temizlik" programını formüle eden iki masondan biriydi.) Çetnik ideolojisinin merkezi sayılan Sırp Bilimler Akademisi'nin 1986'da yayınladığı ve Milo§evi¡'in programının özünü teşkil eden ünlü Memorandum'da en çok emeği geçenlerin başında da yine ˜osi¡ geliyordu. Bunu izleyen dönemde de, "Arnavut ayrılıkçılığına" ve "Bosna'daki militan İslam'a" karşı yürüttüğü ateşli propaganda ile dikkat çekmişti.
Dolayısıyla Sırbistan Devlet Başkanı koltuğunda oturan Milo§evi¡'in yanına Yugoslavya Devlet Başkanı olarak yakışacak en ideal isim, oydu. Belgrad'daki masonik iktidar odağı ve onun Batılı dostları açısından, ˜osi¡ oldukça uygun bir isimdi.
Yalnız, bu durumda, anayasada da öngörüldüğü gibi, bu kez Federal Başbakanlık koltuğuna Karadağlı birisinin oturması gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. ˜osi¡, bu makama, Milo§evi¡'in de onayıyla, uzun yıllar Amerika'da kalmış bir Sırp olan Milan Pani¡'i atadı.
"Temayüllere aykırı" bir biçimde gerçekleşen bu başbakanlık seçimi, belli ki, o temayülleri ve hatta anayasayı umursamayacak bir güç tarafından yaptırılmış olabilirdi. Bu ise, Yeni Yugoslavya içinde, ancak Belgrad'daki iktidar odağı olabilirdi. Milo§evi¡'in önderliğindeki bu masonik "establishment" (devlet aygıtı), kurduğu otoriter rejim sayesinde ülke içindeki herşeye hakimdi çünkü. Nitekim resmi olarak Pani¡'i bu göreve atayan ˜osi¡ de aynı kadronun bir parçasıydı.
Ancak hepsi bu kadar değildi. Belgrad'daki masonik iktidar odağının Batıdaki "gizli el" tarafından desteklendiğini biliyoruz. Pani¡, işte o "gizli el" tarafından da bu iş için seçilmiş, hatta "pompalanmıştı". Tanıl Bora, Pani¡'in "ABD bağlantısı"nı şöyle anlatıyor:
Milan Pani¡ bir "Amerikan Sırpı" idi. 1956'da milli bisikletçi iken Avrupa'da yapılan bir turnuvadan istifade ABD'ye kaçmıştı. 1963'de ABD vatandaşlığını kazanmış, yerleştiği Kaliforniya'da zengin olmuştu. 1991 cirosu yaklaşık yarım milyar olan bir biyokimya firmasının sahibiydi. Amerika'dayken, ön yüzünde ABD bayrağının bulunduğu önlü arkalı 6 sayfalık "küçük" bir kartvizit kullanıyordu. ABD-merkezli "entelektüel magazin" dergisi New Perspectives Quarterly'nin (NPQ) ilk yönetim kurulu üyeleri arasında yer almıştı.
ABD'nin "iktidar seçkinleri" ile de sıkı ilişkileri vardı. Hırvatistan Devlet Başkanı Tudjman'ın ricalarına rağmen, ABD vatandaşı olan hiçbir Hırvat'a Hırvatistan'da resmi bir makam işgal etmesi için izin vermeyen ABD yönetiminin, "yurttaş" Pani¡'e üstelik Federal Başbakanlık gibi ramp ışıkları altındaki bir görev için derhal izin vermesi, bu yakınlığın en açık göstergesi oldu.55
Fakat hem Belgrad'daki iktidar odağı, hem de ABD'nin "iktidar seçkinleri" tarafından Federal Başbakanlık koltuğuna oturtulan Pani¡, kısa bir süre sonra oldukça ilginç bir görüntü çizmeye başladı. Elde etmek istediği görüntü, Milo§evi¡'e ve Bosna'daki Sırp saldırganlığına karşı çıkan barışçı ve Batılı bir adam görüntüsüydü. İlk çıkışını Milo§evi¡'e, Sırbistan Cumhurbaşkanı olarak Yugoslavya politikasına karışmamasını, 'sadece kendi işine bakmasını' söyleyerek yaptı.
Aynı sıralarda ilginç bir manevra da ˜osi¡'ten geldi. O da birden bire Milo§evi¡'e karşı muhalefet sesleri yükseltmeye başladı. "Ülkenin savaştan yorulduğunu ve barışın herşeyden daha önemli hale geldiğini" söylüyor, "görevim ülkedeki yangını söndürmektir" diyordu. Dahası, Sırp milliyetçiliğinin uyanışında oynadığı rolü de küçük göstermeye çalışıyor, Memorandum'un "şovenist" bir metin olmadığını, hatta "Milo§evi¡'in çizgisi ile Memorandum'un ilgisi bulunmadığını" öne sürüyordu. Uzun yıllardır ağzından düşürmediği "Büyük Sırbistan" kavramından bile, bunun politik bir hedef olarak değil "tarihsel-romantik bir mecaz" olarak anlaşılması gerektiğini söyleyerek, çark etti.
Kısa bir süre sonra ˜osi¡-Pani¡ ikilisi ile Milo§evi¡'in yolları tamamen ayrıldı. Pani¡ özellikle öne çıkarak, Sırbistan'ı uluslararası baskılardan kurtaracak ve Bosna'daki savaşı durduracak adam profili çizmeye başladı. 1992 Ağustosu'nun başında, Saraybosna'ya giderek Müslüman yönetimine bir barış önerisi götürdü. Plan, Bosna-Hersek'in Sırbistan tarafından tanınması için, Bosna'nın fiili olarak Sırpların elinde olan %60'ının resmen Sırplara bırakılmasını öngörüyordu. Doğal olarak, Müslüman yönetimi tarafından kabul edilmedi.
Ancak Pani¡'in tüm bu anti-Milo§evi¡ ve "barışçı" görüntüsü, pek inandırıcı durmuyordu. Çünkü Federal Başbakan, elinden geldiğince Milo§evi¡ çizgisinin suçlarını ört-bas etme eğilimindeydi. Sırpların Bosna'da yaptıkları katliamı mümkün olduğunca gizlemeye çalışıyordu. Örneğin, içinde korkunç işkencelerin yaşandığı Sırp toplama kampları Pani¡'e göre birer hayal ürünüydü. Bu konuda o denli ısrarlıydı ki, "Sırplar tarafından açılmış tek bir toplama kampı bulan gazeteciye 5 bin dolar vereceğini" söylemişti.56
Pani¡'in en büyük çabası, Bosna'da Federal ordu ve Çetniklerin elele gerçekleştirdiği etnik temizliğin suçunu bu iki tarafın da elinden almaktı. Özellikle, sürekli olarak Federal orduyu temize çıkarmaya çalışıyor, Bosna'da şiddetin, Belgrad tarafından kontrol edilemeyen çetelerce gerçekleştirildiğini söylüyordu. Temmuz 92'de yaptığı bir açıklamada, "1.200 sokak serserisi, kelimenin gerçek anlamıyla çeteciler var, kimseyi dinlemiyorlar" diyordu.57 Öte yandan bu "1.200 sokak serserisi"nin suçunu da elinden geldiğince örtemeye çalışıyordu, Batıdaki "gizli el"in temsilcileri, örneğin Douglas Hurd tarafından sık sık söylenen "savaşan her üç taraf da aynı derecede suçlu" masalını tekrarlıyordu. Temmuz 92'de, çatışan üç tarafın da hatalı olduğunu kabul etmek gerektiğini belirterek, "insanları öldürüyorlarsa, bu katilliktir, kimin ne kadar öldürdüğü ise önemli değil" diyebilmişti.58
Yugoslav ordusunun Bosna'daki savaştaki rolü, BM Genel Kurulunun Eylül ayındaki bir toplantısında gündeme gelmişti. Kürsüye çıkan Pani¡, Belgrad hükümetinin Müslüman Bosnalılara uyguladığı etnik temizlik eylemlerini inkar ederek, "bu korkunç ve asla kabul edilemez bir olaydır. Savaşı Yugoslav askerleri değil, hükümetinin emrini dinlemeyen başıbozuk militanlar sürdürüyor. Tüm Yugoslav askerleri Bosna'dan çekildi. Biz harp değil, barış istiyoruz" demişti, "Ağlamaklı bir sesle ve yaşlı gözlerle" Genel Kurul'a hitap eden Pani¡, çarpışan taraflara silah yardımı yapılmamasını isteyerek, Bosnalı Müslümaların kendilerini savunma hakkına da karşı çıkmıştı. Pani¡'in ardından konuşan Izetbegovi¡ ise, bu "ABD'den ithal" Başbakanın gözyaşlarının ne denli gerçek olduğunu ortaya koyuyordu. Bosna lideri, "her gün Yugoslav uçakları Bosna üzerinde uçuyor, yeni birlikler üzerimize sürülüyor" diyerek Pani¡'i yalanlamış ve Federal ordunun tüm birimleriyle savaşın içinde olduğunu vurgulamıştı.59
Pani¡, savaşın sorumluluğunu Müslümanların üzerine atabilmek için çeşitli "hile"ler yapmaya çalışmış, bir keresinde kabul edilmesi mümkün olmayan bir barış planını Izetbegovi¡'in önüne koyduktan sonra, "Izetbegovi¡'le anlaşamazlarsa, dünyanın hangi tarafın savaşı sürdürmek istediğini öğreneceğini" söylemişti.60
Tüm bunlar, Pani¡'in yürüttüğü barış misyonunun yalnızca göstermelik bir manevra olduğunu ortaya koyuyordu. Gerçekten barış isteyen birisinin, Bosna'da Sırplar tarafından yapılan katliamları ve bunların ardındaki Belgrad kontrolünü inkar etmesi mümkün değildi çünkü.
O halde Pani¡'in gerçek misyonu neydi? Neden Milo§evi¡'e karşı muhalefet bayrağı açmak için kalkıp Amerika'dan gelmişti? Dahası, neden bu muhalefeti yürütürken, Milo§evi¡'i ve onun sevgili Çetniklerini zor durumda bırakacak gerçekleri açıklamak yerine bunları gizlemeye ve suçu Müslümanların üzerine atmaya çalışıyordu? Bu soruların cevabı, Bosna-Hersek yönetimi tarafından verilmişti aslında. Tanıl Bora şöyle yazıyor:
Müslüman politika yorumcularının çoğu (ve kısmen Hırvatlar) ˜osi¡-Pani¡ ikilisi ile Milo§evi¡-KaradΩi¡-~e§elj üçlüsü arasındaki çelişki görüntüsünün sahte olduğu üzerinde birleşiyordu. Buna göre, iki grup arasında bir tür iş bölümü vardı; ˜osi¡-Pani¡ ikilisi, Batıyı oyalayarak Milo§evi¡-KaradΩi¡-~e§elj eksenine soluk aldırıyordu.61
Aslında aynı yorum, Sırbistan'daki Milo§evi¡ muhaliflerinin en önemlisi olan Sırp Diriliş Hareketi lideri Vuk Dra§kovi¡ tarafından da paylaşılıyordu. Dra§kovi¡, Fransız L'Evenement du Jeudi dergisine verdiği demeçte, "Pani¡'i Sırbistan'a getirenlerin Milo§evi¡'e sadık kişiler olduğuna" işaret ederek, onun gerçekte Milo§evi¡ tarafından yönetilen bir kukla olduğunu söylüyordu.62
Nitekim Pani¡'in başta Milo§evi¡ olmak üzere Belgrad'daki iktidar odağı ile çok yakın bağlantıları da vardı. Tanıl Bora şöyle yazıyor:
Pani¡'in Sırbistan'daki iş ilişkileri, hakkında şaibe doğurmaktaydı. "İthal Başbakan", Mayıs 1991'de Yugoslavya'nın en büyük kimya sanayi işletmesi olan Galenika'nın %75 payla ana ortağı olmuştu. (Galenika'nın Başkan Yardımcısı, Reagan döneminin ABD Belgrad Büyükelçisi John Douglas Scanan idi!) Pogled dergisi, Galenika hisselerinin Pani¡'e değerinin çok altında satıldığını ortaya çıkarttı. 50 milyon dolarlık bedelin en fazla üçte biri ödenmişti. Paranın üstünü Sırbistan yönetimi "halletmiş"ti; karşılığında Galenika'nın örtülü kaynaklarından (Milo§evi¡'in liderliğindeki) SSP'ye (Sırbistan Sosyalist Partisi) düzenli para akıyordu. Bu tablo, Pani¡'in "tam zıttı" göründüğü SSP ve devlet kodamanlarıyla gayet maddi bir göbekbağı olduğunun resmiydi! 63
Bu tablo, Milo§evi¡'in temsil ettiği iktidar odağı ile ˜osi¡-Pani¡ ikilisi arasındaki çatışmanın, gerçekte ünlü "iyi polis-kötü polis" senaryosunun bir versiyonu olduğunu gösteriyordu. Belgrad'daki iktidar odağı, Batı kamuoyunu oyalamak için bu klasik taktiği kullanmaya karar vermişti.
Ancak hepsi bu kadar değildi. Bu senaryonun bir ucu da Washington'a, oradaki "gizli el"e kadar uzanıyordu. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, Pani¡, ABD'den "ithal" edilmiş bir Başbakandı. Dahası, "ABD'nin 'iktidar seçkinleri' ile de sıkı ilişkileri vardı" ve "Hırvatistan Devlet Başkanı Tudjman'ın ricalarına rağmen, ABD vatandaşı olan hiçbir Hırvat'a Hırvatistan'da resmi bir makam işgal etmesi için izin vermeyen ABD yönetiminin, 'yurttaş' Pani¡'e üstelik Federal Başbakanlık gibi ramp ışıkları altındaki bir görev için derhal izin vermesi, bu yakınlığın en açık göstergesi"ydi. Bir başka deyişle, "ABD'deki iktidar seçkinleri", ki bunlar kuşkusuz büyük ölçüde CFR-Trilateral masonik kompleksinden ve "Kissinger ekolü"nden oluşuyordu, Milan Pani¡'i iyi polis-kötü polis numarasını oynasın diye Belgrad'a yollamışlardı. Milo§evi¡ ile onun Batılı "biraderleri" arasındaki gizli ittifak, Batı kamuoyunu oyalamak ve Çetniklere zaman kazandırmak için sahnelenen bu oyunu birlikte planlamıştı.
Fakat bu oyun ancak belli bir noktaya kadar sürdürülebildi. Çünkü zaman ilerledikçe Bosna'daki savaşın yükü daha fazla ağırlaşıyor ve kötü polis rolünü oynamayı kabullenmiş olan Milo§evi¡ giderek daha fazla sıkışıyordu. Bu nedenle de, iyi polis rolüne kendisi soyunmaya karar verdi. Bunun için de önce ˜osi¡ ve Pani¡ ikilisinin tasviye edilmesi gerekiyordu. Pani¡, siyasi bir intiharla bu işi kendi başına üstlendi. 1992 sonunda Sırbistan'da yapılacak olan Başkanlık seçiminde Milo§evi¡'e rakip olmaya karar verdi. Sahip olduğu "ABD uşağı" imajıyla da doğal olarak 20 Aralık günü yapılan seçimi kaybetti. ˜osi¡ ise 1993 yazında Milo§evi¡ tarafından verilen bir emirle, Yugoslav Meclisindeki SSP ve SRP (~e§elj'in yönettiği Sırp Radikal Partisi) oylarıyla görevinden uzaklaştırıldı.
Milo§evi¡, Pani¡ ve ˜osi¡'i temizlemekle, iyi polislik makamı için kendine yer açıyordu. Ancak bu manevrayı tek başına planlıyor değildi. Belgrad'da uygulanan bu stratejinin, "gizli el" tarafından düzenlenen bir de uluslararası boyutu vardı. "Gizli el", Milo§evi¡'in bu siyasi manevrasıyla eş zamanlı bir biçimde, uluslararası platformda geniş çaplı bir "Milo§evi¡'i kurtarma" operasyonu düzenledi.
Milo§evi¡'in yıllardır sahip olduğu görüntüyü ve Bosna'daki savaşın kaderini kökten değiştirecek olan bu operasyon ise, "gizli el"in geleneksel buluşma yerlerinden birinde, bir Bilderberg toplantısında hesaplandı ve uygulamaya kondu.
Atina'daki Bilderberg Toplantısı ve Milo§evi¡'in Metamorfozu
1993 Nisanı'nın sonlarında, Atina'da Bilderberg Klüp'ün yıllık toplantısı düzenlendi. Bosna'daki savaşın hemen yanı başında yer alan ve Sırpların hem tarihsel hem de güncel bir müttefiki olan Yunanistan'ın başkentinin böyle kritik bir zamanda Bilderberg toplantısı için seçilmesinin bir anlamı olmalıydı kuşkusuz. Nitekim basına sızan haberlere göre, toplantının ana konusu, eski Yugoslavya topraklarındaki siyasi ve askeri durumdu.64
Toplantı Bilderberg'in her zamanki gizlilik prensibi içinde basına kapalı bir biçimde yürütüldüğü, hatta dışarı "kuş bile uçmadığı" için, görüşmelerin detaylarını öğrenmek ve alınan kararlardan haberdar olmak mümkün değildi kuşkusuz. Ancak Bilderberg'in "gizli el" içindeki müstesna yeri, bizlere bu toplantıda ciddi kararlar alınmış olması gerektiğini gösteriyordu.
Nitekim "Sırp tarafı" tam tekmil katılmıştı toplantıya; en başta Milo§evi¡'i Milo§evi¡ yapan adam, yani Henry Kissinger vardı. Sırplara verdikleri örtülü desteklerini incelediğimiz Lord Carrington ve Lord Owen da yerlerini almışlardı. Bunların yanı sıra, NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner ve Clinton'un "sağ kolu" Vernon Jordan gibi politikacılar da vardı. ABD'deki masonik kompleksin en önemli ismi olan Yahudi asıllı finansör David Rockefeller ya da P2 mason locasıyla olan ilgisi basına yansımış olan İtalya'nın en zengin sanayicisi Giovanni Agnelli gibi isimler en önde yer alıyorlardı doğal olarak.65 Bir de, ev sahibi olarak Atina'yı temsil eden iki önemli kişi katılmıştı toplantıya; Yunan Başbakanı Mitçotakis ve Dış İşleri Bakanı Michael Papkonstandinov.66
Sırpların geleneksel müttefiki olan Yunanistan'ın bu iki yetkili ismi, "Sırp tarafı"nın Kissinger, Carrington ya da Owen gibi temsilcileri ile biraraya geldiğine ve toplantının konusu da "eski Yugoslavya toprakları" olduğuna göre, Atina'daki bu Bilderberg toplantısında önemli bazı kararlar alınmış olmalıydı.
Nitekim kısa bir süre sonra Mitçotakis tarafından başlatılan diplomatik atak, Bilderberg'in ne planladığı hakkında fikir verdi. "Gizli el", Yunan Başbakanı'nı bir tür "ara buluculuk"la görevlendirmişti. Ve bu ara bulucunun misyonu da, Carrington ya da Owen'ınkinden farklı olmayacaktı.
Bilderberg toplantısından kısa bir süre sonra, Atina'da ikinci bir toplantı, bir zirve oldu. Mitçotakis'in girişimleri sonunda Sırp ve Hırvat liderler, Izetbegovi¡ ve ara bulucular biraraya geldiler. Bu arada, Mitçotakis'in bu "büyük başarısı" Batı basınında övgüyle anılıyor, zirvenin ne denli önemli ve yararlı olduğu Batı medyasının sütunlarını dolduruyor, herkes Mitçotakis'in böyle bir girişimle elde ettiği "sükse"den bahsediyordu.
Bu denli iyi planmış bir zirvenin önemli bir sonucu olmalıydı da zaten. Nitekim sonuç hemen ortaya çıktı: Bu zirve, Milo§evi¡'in "iyi polis" koltuğuna oturmasının başlangıcıydı.
Toplantıya hem Belgrad'daki "ustalar", yani Milo§evi¡ ve ˜osi¡, hem de Pale'deki "aparatçik"ler, yani KaradΩi¡ ve ekibi çağrılmıştı. Ve Belgrad, ilk kez açık bir biçimde Pale'ye karşı tavır aldı. Milo§evi¡, KaradΩi¡ ve öteki Bosnalı Sırpları Vance-Owen Planı'nı kabul etmeleri için ikna etmeye çalışan adam görüntüsüne büründü. Bu tiyatronun bazı vurucu "sahne"leri de Batı medyasına ulaştırılıyordu hemen; basında çıkan haberlere göre, zirve sırasında Milo§evi¡ ile KaradΩi¡ bir odada baş başa görüşürlerken, Milo§evi¡'in "bu planı kabul etmemekle kendinizi intihara sürüklüyorsunuz" şeklindeki öfkeli bağırtıları ve "yapmayın, etmeyin" gibisinden sözleri dışardakiler tarafından duyulmuştu.
Sonunda öyle başarılı bir "iyi polis" görüntüsü oluşturuldu ki, Milo§evi¡ KaradΩi¡'i ikna ederek Pale'nin Vance-Owen planına "evet" demesini sağladı. Ancak KaradΩi¡ de "ustası"nın tekniğinden bir şeyler kapmış ve topu Pale'deki sözde Sırp Parlamentosu'na atmıştı. Sırp Parlamentosu ise referandum kararı aldı. Bosna'nın radikal Sırpları da, beklendiği gibi, planı reddettiler ve "Batının Sırplığı yok etme planlarına" karşı taviz vermeyeceklerini söylediler. Milo§evi¡ ise, "barışa bir türlü ikna edemediği" Bosnalı Sırplara ambargo koyduğunu açıkladı!...
Tüm bu senaryo, birkaç ayrı yönden Belgrad'a yarıyordu:
- Öncelikle, baştan beri söylediğimiz gibi, Milo§evi¡ hızlı bir metamorfoz geçirerek "Balkanlar'ın Kasabı"ndan Belgrad'daki barış havarisine dönüşmüştü. Bundan sonraki her aşamada da bu görüntüyü koruyacaktı. Savaşın ve katliamın asıl sorumlusu, Batılı biraderlerinin yardımı ile böylece, en azından savaşın sonuna dek koltuğunu garanti altına alıyordu. Bir Batılı diplomatın deyimiyle Milo§evi¡'e neredeyse Nobel ödülü verilecekti.
- Milo§evi¡'in bu dönüşümü, hem Belgrad'a hem de Pale'ye zaman kazandırdı. Atina'daki zirve öncesinde geniş kapsamlı bir askeri müdahale ile Sırplara derslerini vermekten söz eden Clinton, zirvenin ardından tüm askeri müdahale laflarını gündemden kaldırdı. Ortaya atılan mantığa göre, "en son çözüm" olan askeri opsiyona gerek yoktu; Milo§evi¡'le iş birliği yapılarak Pale'deki radikaller köşeye sıkıştırılabilirdi.
- Tüm bunlar olurken Vance-Owen Planı'nın gerçek misyonu da çok profesyonel bir biçimde gözlerden gizlenmiş oluyordu. Plan, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, asıl olarak Müslümanlar ve Hırvatlar arasındaki ittifakı bozmak için ortaya atılmıştı. Ancak bu misyonunu yerine getirmesi için Sırplar tarafından onaylanmasına da gerek yoktu. Sırplar planı onaylamamış oldukları halde, Müslümanlar ile Hırvatlar planın kalıcığına inanmışlar ve birbirlerine girmişlerdi zaten. Sırpların, gerçekte kendilerine büyük stratejik avantaj sağlayan bu planı reddetmeleri ise, planı gerçek amacının tam tersi bir görüntüye kavuşturdu. Batı medyası, planın hiçbir tarafı tatmin etmediğini ama en çok Sırpları zararlı çıkardığı için Hırvatlar ve Müslümanlar tarafından "ehven-i şer" olarak kabul edilirken Pale'de reddedildiğini öne süren yorumlarla doldu.
Milliyet ise, olayın dış görünümündeki garipliğin etkisiyle, şöyle yazıyordu:
Atina'da Sırpların büyük baskılarla kabul ettiği Vance Owen Planı'na bakarsak, bu plan Bosna'yı 10 parçaya bölüyor. Dolayısıyla da baştan beri Boşnakların lehine değildir. Ama Sırplar, oyunu öyle oynadılar ki; şimdi 4-5 ay önce yapılan tartışmaları kimse hatırlamıyor ve adeta tek kurtuluş yoluymuş gibi herkes bu plana sarılıyor. Bosna-Hersek Devlet Başkanı Alija Izetbegovi¡'in aylar önce reddettiği bu formülü katliamı durdurmak için kabul etmekten başka şansı yok doğrusu. Bir Türk diplomatının deyimiyle "bu formül, aslında Sırpların durumunu konsolide ediyor (destekliyor) ve Türkiye gerek ABD'ye gerekse diğer Batılı ülkelere bunu aylar önce söylemiş durumda. Bu tabloya rağmen, neden Sırplar planı kabul etmiyorlar, anlamak mümkün değil".67
Sırplar neden planı kabul etmiyorlardı? Vance'in, Owen'ın ve "gizli el"in öteki üyelerinin gerçekte kimin yardımcısı olduğunun belirginleşmemesi için böyle danışıklı anlaşmazlıklar gerekiyordu da ondan.
Bosnalı Sırplar, bu planı reddetmelerinin ardından yeni bir barış planı hazırlanmasını istediler. Planın hazırlayıcısı için uygun gördükleri isimler ise ilginçti: Henry Kissinger ve Mihail Gorbaçov.68 Kremlin'in eski sakini olan Gorbaçov, Moskova'nın geleneksel Sırp yanlısı kimliğini temsilen seçilmişti kuşkusuz. Henry Kissinger ise, Batıdaki "gizli el"in müstesna temsilcisi olarak uygun görülmüştü.
Kissinger'ın Pale'de bile böyle bir sempati toplaması oldukça anlamlıydı elbette. Bu şekilde, "gizli el", belli ölçülerde gizlilikten de sıyrılmaya başlamıştı. Olayı yakından ve dikkatli bir biçimde izleyen birisi, Henry Kissinger'ın oynadığı rolü fark etmekle, bu "gizli el"in kimliğini de keşfedebilirdi hatta.
Kissinger Yine Sahnede ya da "Belgrad Mafyası"
ABD'deki masonik kompleksin en önemli birkaç isminden biri olan Henry Kissinger'ın savaş öncesinde Milo§evi¡'le kurduğu gizli ilişkileri, daha doğrusu Milo§evi¡'i Milo§evi¡ yapışının öyküsünü bir önceki bölümde incelemiştik. Ancak Kissinger, Milo§evi¡'i yalnızca savaş öncesinde desteklemekle kalmayacaktı. Savaşın başlamasından sonra da, kimi zaman kendi girişimleriyle, kimi zaman da "adamları"nı kullanarak, Belgrad'a yardımcı oldu.
Kissinger'in en kıdemli adamlarından biri olan Carrington'ın icraatlarına önceki sayfalarda değinmiştik. Bunun yanında, Vance ve Owen da "Kissinger ekolü"nün temsilcileriydiler. Bunun yanı sıra, Kissinger'ın Washington'daki "adamları" da önemli roller üstlendiler. Kissinger ve onun Bush yönetiminde son derece etkin olan iki "sağ kolu", Lawrence Eagleburger ve Brent Scowcroft, Sırplara karşı her türlü müdahaleyi engelleyen "statükocu" politikanın başta gelen savunucularıydılar. Öyle ki, Tanıl Bora'nın da vurguladığı gibi, Kissinger ve Eagleburger-Scowcroft ikilisi, Sırplara verdikleri büyük diplomatik destek nedeniyle Washington kulislerinde "Belgrad Mafyası" diye adlandırılıyordu.69 Milliyet de, "Engel Eagleburger" başlığıyla verdiği haberde bu konuya değinmiş ve "ABD'deki siyasi çevreler, Bosna'ya müdahalenin olanaksızlığını Dış İşleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger'ın varlığına bağlıyorlar. Bu çevrelere göre, Belgrad'da dört yıl ABD Büyükelçiliği yapmış olan Eagleburger, çok yakın bir Sırp dostu" diye yazmıştı.70
"Belgrad Mafyası" başka ilginç üyelere de sahipti. The New York Times, konuyla ilgili bir haberinde bu grubun üyelerini sayarken Eagleburger ve Scowcroft'tan sonra ABD'nin eski Belgrad Büyükelçisi John Scanlan'ı saymıştı. İşin ilginç yönü ise, Scanlan'ın bağlantılarının, Milo§evi¡ tarafından "iyi polis"lik rolü için ABD'den ithal edilen Milan Pani¡'e kadar uzanmasıydı: Scanlan, 1992 yılının yazında Milan Pani¡'in şirketi ICN Pharmaceuticals'ın Yugoslavya şubesi ICN Galenika'nın başkan yardımcılığına getirilmişti.71
Amerikalı Gazeteci Patrick Buchanan, 29 Haziran 1991 tarihinde Belgrad Mafyası ve onun duayeni sayılan—ve adı "Lawrence of Serbia"ya çıkmış olan—Eagleburger ile ilgili olarak şöyle yazıyordu: "Yönetimin ahlak dışı realpolitik'inde, Kissinger Associates'in iki numaralı kişisi iken Dış İşleri Bakanlığının iki numaralı kişisi haline gelen Eagleburger'in zarif eli ortaya çıkıyor. Eski bir Yugoslavya elçisi olan Eagleburger, Belgrad'daki çete ile derin siyaset ve iş ilişkilerine sahip."72
Eagleburger, herhangi bir müdahaleye karşı çıkarken, "Bosna'daki savaşın her üç tarafın da suçu" olduğunu söylemiş ve yapılacak en iyi işin bu işe hiç karışmamak olacağına dayanan argümanlar öne sürmüştü. Aynısı, "gizli el"in Douglas Hurd gibi başka üyeleri tarafından da tekrarlanan ve amacı Müslümanları da Sırplar kadar saldırgan göstermek olan bu safsata, Eagleburger'ın ağzından şu "dramatik" kelimelerle dökülmüştü:
Bazen bilgelik, yeteneklerimizi aşan sorunların var olduğunu kabul etmektir. Bu trajik bir durumdur ve insanların yüksek bir bedel ödemesi gerekir. Ama bu sorunun nihai nedeninin, soruna dahil olanların çılgınlığı oluşu, suçluluk duygularını yumuşatıyor. Bir tımarhane boşaldığında, geri çekilip işleri oluruna terk etmekten başka bir şey yapılamaz.73
George Bush'un seçimleri kaybetmesi ve dolayısıyla Eagleburger ve Scowcroft'un da yönetimden çekilmesi sonucunda bazıları "Belgrad mafyası"nın etkinliğini yitirdiğini düşündü. Ama bunun yanlış bir değerlendirme olduğu ve Kissinger'ın yönetimindeki "Belgrad mafyası"nın Clinton yönetiminde de etkin olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı.
Milo§evi¡'in "Büyük Birader"i Kissinger, Vance-Owen Planı'nın ölmesinin ardından 16 Haziran 1993'te Lord Owen tarafından ortaya atılan ve Bosna-Hersek'in savaşan üç taraf arasında bölünmesini öngören "Cenevre Planı"na büyük destek vermişti. Müslümanlara, Sırplar ile Hırvatlar arasında sıkışmış bir "getto" vermekten başka bir özelliği olmayan ve Bosna yönetiminin şiddetle karşı çıktığı bu plan, Kissinger'a göre oldukça ideal bir çözümdü. Ancak "Büyük Birader", bu planı bile eksik buluyor ve planla birlikte Bosnalı Hırvat ve Sırplara "ana vatanlarına" bağlanma hakkı tanınmasını da tavsiye ediyordu. Bu, "Büyük Sırbistan"ın kurulması demekti. Tanıl Bora'nın yazdığına göre, uluslararası topluluğun Cenevre'de bu yönde ortaya koyduğu tercih—yani "Büyük Sırbistan"ın tanınması—"Kissinger'ın önerdiği 'çözüm'e gelinmesi" demekti. Bora, bu durumun, "Belgrad mafyasının Amerikan politikası üzerindeki etkisini koruduğunun bir göstergesi" olduğunu söylüyordu.74
Nitekim o sıralar Kissinger, bir yandan da açık açık Başkan Clinton'a "Amerika'nın Bosna'ya hiçbir müdahalede bulunmaması gerektiği" konusunda öğütler veriyordu. Sırplara karşı bir askeri harekat düzenlenmesine ısrarla karşı çıkmış ve—aslında zaten niyetli olmayan—Başkan'ı bu konuda "uyardığını" açıklamıştı.75 Kissinger bu konuda telkinler yapmayı sürdürdü. Sırpların büyük hamisi, "samimi olarak söylemek gerekirse, bir Bosna Devleti'nin oluşmasından ABD'nin ne gibi bir çıkarı olacak, bunu göremiyorum. Tarihte Bosna diye bir millet var olmadı" diyordu.76 Sık sık öne sürdüğü argümanlardan biri de, "Bosna'nın tarihsel olarak bir milletin değil, coğrafi bir bölgenin tanımı olduğu"ydu.77
Kissinger, Haziranı'nda İtalya'nın Como Gölü kıyısındaki Cernobbio kentinde düzenlenen İtalyan-Amerikan İlişkileri Konseyi'nin yıllık seminerinde de yine Sırp-yanlısı propagandasını sürdürerek, Bosnalı Müslümanlara uygulanan silah ambargosunu kaldırma tekliflerine şiddetle karşı olduğunu bildirmiş, "ambargonun kaldırılması düşünülemez" demişti.
Kissinger'ın Sırplara verdiği tüm bu ısrarlı destek, başta da belirttiğimiz gibi, Sırpları kollayan Batı içindeki "gizli el"in kimliğini de aydınlatıyordu. Kuşkusuz, Kissinger tek başına o "gizli el" değildi; "gizli el"in önemli bir temsilcisi ve teorisyeniydi yalnızca.
Bu "gizli el"in Sırplara olan sempatisi ve Müslümanlara olan antipatisi nereden kaynaklanıyordu acaba? Önceki bölümde buna değinmiş ve "gizli el"i Belgrad'a yaklaştıran stratejik faktörün Bosna'daki "Yeşil Tehlike" olduğunu belirtmiştik. Peki Yeşil Tehlike'nin, hem de Bosna gibi küçük bir ülkede "semptomlarını" göstermesi, Judeo-Masonik kompleks açısından neden bu kadar önemliydi?
"Gizli El" ve Yeşil Tehlike
Önceki sayfalarda Kissinger'ın temsil ettiği ve Batılı güçlerin Sırp yanlısı eylemlerinin gerçek mimarı olan "gizli el"in kimliğini analiz etmiştik. Bu güç odağı, CFR, Trilateral Komisyonu ya da Bilderberg Grup gibi örgütlenmelerle kendini temsil eden Judeo-masonik kompleksti. Tarihsel ve yapısal yönden tam anlamıyla masonik bir hareket olan Çetnik hareketiyle kurduğu dirsek teması, bu masonik bağlantının bir sonucuydu. II. Dünya Savaşı yıllarında Sırp masonlarının önderlik ettiği Çetnik hareketi nasıl Batıdaki masonik kompleksten ve onun OSS gibi araçlarından destek bulduysa, Milo§evi¡'in önderliğindeki çağdaş Çetnik hareketi de yine aynı kompleksin araçlarından destek buluyordu.
Peki ama Belgrad'a verilen tüm bu desteğin, "masonik dayanışma"dan başka bir anlamı yok muydu?
Vardı elbette. İki taraf arasındaki örtülü ittifak, yalnızca ortak bir kimliğe ve felsefeye sahip olmalarından değil, aynı zamanda kendilerine aynı düşmanı belirlemiş olmalarından kaynaklanıyordu; Yeşil Tehlike. "Gizli el" ile Belgrad'ı birleştiren iki faktörden biri masonluk, diğeri ise "anti-İslamizm"di. (Aslında bu iki faktörün de birbirleriyle çok yakından ilgili olduğu söylenebilir).
Aslında bu ikinci faktör "gizli el"in yalnızca Balkanlar'da değil, çok daha geniş bir coğrafyada izlediği stratejinin bir parçasıydı. "Gizli el", ya da daha açık konuşmak gerekirse Batıdaki masonik kompleks, uzunca bir süredir kendisine yönelen en büyük global stratejik tehdidin İslam'dan geldiğini düşünüyordu. Hatta bu kompleksin en önemli kurumlarından biri olan Trilateral Komisyonu'nun kurulmasında da bu endişenin önemli bir yeri vardı. Komisyon, önceki bölümde değindiğimiz gibi, o zamana kadar dünya siyasetini belirleyen Doğu-Batı çatışmasını ortadan kaldırıp, "Güney"den gelen tehdide karşı zengin Kuzey ülkelerini tek bir safta toplamayı öngörüyordu. Bu "Güney"in en önemli içeriği ise İslam'dı.
Önce İran Devrimi, sonra da Soğuk Savaş'ın bitimi, Yeşil Tehlike'yi gündemin en üst sırasına taşıdı. Batı medyası hep bir ağızdan İslam'ın komünizmin ardından Batı'nın yeni düşmanı olduğunu söylemeye başladı. Bu retoriği en radikal biçimde dile getirenler, hep söz konusu masonik kompleksin üyeleriydi. Batı'nın global bir zafer kazandığını, geride kalan tek pürüz olan İslam'ı da kısa süre sonra yola getireceğini iddia eden Francis Fukuyama, ya da onun tezini revize ederek yakın gelecekte Batı ve İslam medeniyetleri arasında büyük bir çatışma çıkacağı kehanetinde bulunan Samuel Huntington, masonik kompleksin söz konusu üyeleri içinde en çok ünlenen iki isimdi.78 İslam, Batıdaki en önemli güç odağı olan Judeo-masonik kompleksin en büyük global hedefi haline gelmişti hızla.
Söz konusu kompleksin Yahudi kimliği, İslam'ın bu denli büyük bir tehlike olarak algılanmasındaki en büyük faktördü aslında. Çünkü Yahudi demek, çoğu zaman İsrail demekti ve İsrail de dünya Müslümanlarına rağmen varlığını sürdürmeye çalışan bir devletti. Müslümanların topraklarını işgal etmiş, Müslümanları etnik temizliğe uğratmış, Müslümanlarla savaşmıştı. Ortadoğu'daki sorunlu varlığını devam ettirirken Müslümanlarla daimi bir çatışma halinde olacağı ise, değiştirilemez bir gerçekti. İşte bu nedenle İsrail, önce Ortadoğu'daki, sonra Ortadoğu'nun çevresindeki (Balkanlar, Orta Asya ve Kuzey Afrika'daki), daha sonra da tüm dünyadaki İslami hareketleri kendisine yönelik bir tehdit olarak algılıyordu. İsrail'in, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Israel Shahak'ın ifadeleriyle, "anti-İslami bir Haçlı Seferi'nin liderliğini yapmaya" soyunmasının ya da İsrail'in Yediot Ahronot gazetesinin yorumcusu Nahum Barnea'ya göre "İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefinde" olmasının nedeni de buydu.79 (İsrail'in global anti-İslami stratejisi için bkz. 5. bölüm)
Yahudi Devleti'nin bu stratejik konumu, onun Batılı "lobi"lerini de etkiliyordu doğal olarak. ABD'de İslam'a karşı en "şahin" politikaları savunan grubun çok dikkat çekici bir ağırlıkla Yahudilerden oluşması bu yüzdendi. "Yahudi kökenlilerin, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikalarının belirlenmesinde epeyce etkin oldukları, büyük medya kuruluşlarını ve belli başlı düşünce üretim merkezlerini (think-tank) denetledikleri biliniyor" diyen gazeteci Ruşen Çakır, ABD'de İslam'a karşı farklı eğilimler (şahin, ortalı ve güvercin) besleyen gruplar arasında "şahinler kanadının ağırlıklı olarak Yahudi kökenli ya da İsrail Devleti'yle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan Ortadoğu araştırmacılarından oluştuğunu" yazarken bunu açığa vurmuştu.80
Bosna, hem İsrail'in stratejik ilgi alanının bir parçası, hem de İslam'ın Batıya coğrafi olarak en yakın temsilcisi olması nedeniyle ideal bir hedefti. Dahası Bosna'daki Müslüman toplumu, İslam dünyasının diğer coğrafyalarında kolay kolay rastlanamayacak kadar seçkin—iyi eğitimli, kültürlü ve şehirli—bir toplumdu.
Tüm bu tabloya bakarak şunu söylemek mümkündü: Belgrad'ın arkasındaki "gizli el"i oluşturan Judeo-masonik kompleksin Bosna konusundaki politikası, global düzeyde uyguladığı anti-İslami stratejinin bir parçasıydı. Sovyetler Birliği'ne karşı uygulanmış olan "kuşatma" (containment) stratejisinin bir benzeri şimdi de İslam'a karşı kullanılıyordu ve Bosna bunun hedefi olmuştu.
Söz konusu kompleksin en önemli beyinlerinden olan Kissinger'ın Bosna dışındaki bölgeler hakkında ortaya koyduğu görüşlere göz attığımızda da bunu teyid eden bir vizyonla karşılaşmak mümkündü. Balkanlar'da Sırplarla elele vererek Müslümanları etnik temizliğe tabi tutmaktan yana olan Kissinger, Orta Asya'da da İslam'a karşı Yeltsin'in Rusyası ile ittifak kurma taraftarıydı. Henüz 1992 yılında yaptığı bir açıklamada, Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonu'nun çıkarlarının uyuştuğunu vurgulayarak "Orta Asya'da İslami radikalizmin yayılması halinde bunun Ortadoğu'yu da etkileyeceğini" söylemiş, "İslami radikalizmin en şiddetli biçimde Rus çıkarlarına da aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington'ın Moskova ile iş birliği yapabileceğini" açıklamıştı.81
Kissinger, Sırplardan sonra Rusları da eklediği "müttefikler" listesine, öte yandan Yunanistan'ı da katma eğiliminde gözüküyordu. Bu durum, Yunan lobisinin İngiliz The Guardian gazetesinde yayınladığı tam sayfa "açık mektup"ta belli oluyordu. "Avrupa Topluluğu'nun Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine" diye başlayan mektupta Yunan lobisi, paranoid saplantısı durumuna gelmiş olan "Makedonya'nın Makedonya ismiyle tanınmaması gerektiği, bunun Yunanistan'a ait bir ad olduğu" tezini savunuyordu. Mektupta bu konuda çeşitli "neden"ler sıralandıktan sonra, önemli bir "otorite"den, Henry Kissinger'dan şu alıntı yapılıyordu: "Yunanlıların bu ismin (Makedonya) kullanılmasına karşı çıkması bence tümüyle haklıdır. Neden mi? Çünkü ben tarihi biliyorum ve tarih bunu söylüyor."82
İşte ABD'nin Balkan politikasını Bosna'daki savaş boyunca Sırplar lehine etkileyen güç, Kissinger tarafından temsil edilen bu Judeo-masonik ve dolayısıyla anti-İslami kompleksti. (Nitekim, "Bosna'nın yanında" gözükmek ve böylece mevcut gerçekleri gizlemek için en yoğun propaganda şovlarını yapanlar da yine aynı kompleksin üyeleriydi, Altıncı Bölüm'de değineceğiz).
Ancak, bu kompleksin gözü kapalı bir "Müslümanları yok etme" taktiği uyguladığı söylenemezdi. Bunu yapmayacak kadar zekiydiler. Bosna'nın uluslararası bir konu haline geldiğini ve burada izleyecekleri politikanın tüm dünyayı, özellikle de İslam dünyasını derinden etkileyeceğini biliyorlardı. Bu hesap Dayton Anlaşması'na yol açtı.
Ağustos'ta Blitzkrieg ve Amerika'nın Verdiği "Dur" Emri
Bosna'daki savaş, yazına kadar büyük bir askeri değişiklik olmadan sürdü. Bosnalı Müslümanlar ile Hırvatlar arasında, ABD'nin Bosna mantığı nedeniyle kurulan ittifak, Sırplara karşı zafer elde edebilirdi, ancak "gizli el"in müdahaleleri, özellikle de Bosna'ya uygulanan silah ambargosu buna izin vermedi. Dolayısıyla da Bosna-Hersek toprakları üzerindeki paylaşım değişmedi. Doğu ve Kuzey Bosna'nın neredeyse tümünü kapsayan %70'lik bölüm Sırpların elindeydi. Orta Bosna ve Hersek'teki %30'luk kısım ise, Hırvatların yeniden Müslümanlarla ittifak yapması üzerine 1994 baharında kurulmuş olan Müslüman-Hırvat Federasyonu'nun elindeydi.
Bosna'nın en kuzeybatı ucunda yer alan Biha¡ bölgesi ise, Bosnalı Sırplar ile Hırvatistan'daki Krajina Sırpları arasında sıkışmış durumdaydı. Sırp denizinin ortasında bir ada gibi kalan Biha¡'ın bu sıkıntısının üzerine, bir de Fikret Abdi¡'in Bosna hükümetine karşı isyan ederek Sırplarla yaptığı iş birliği eklendi.
Ağustos ve Eylül , Bosna'daki savaşın gidişatı açısından bir dönüm noktasıydı. Sırplar, Hırvat ve Müslüman birliklerinin ortak taarruzu sonucunda işgal ettikleri toprakların önemli bir bölümünden püskürtülmüşlerdi. Bosna ordusu, daha da ilerleyip stratejik Banja Luka kentini ele geçirebilir ve Sırplara karşı gerçek bir zafer kazanabilirdi. Ancak ABD'den gelen sert bir "daha fazla ilerlemeyin" uyarısı bu zaferi engelledi. Çünkü Richard Holbrooke tarafından geliştirilen Amerikan çözümü, Bosnalıların hakları olan toprakları geri almalarını değil az bir "sus payı" ile pasifize edilmelerini öngörüyordu. Holbrooke, Milo- §evi¡ ile yaptığı görüşmelerde bu karara varmıştı. Üstte, Holbrooke ve Milo§evi¡, söz konusu görüşmelerinin birinde.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi, %70'e %30 kısır paylaşımı üzerinde savaşın ilk haftalarından bu yana sürmekte olan statüko, Ağustos 95'te ciddi bir değişime uğradı. Zincirleme bir reaksiyon ve ani bir saldırı, bir blitzkrieg ile önce Krajina'nın tümü sonra da Batı Bosna'nın büyük kısmı Sırp işgalinden kurtarıldı.
Bosna Savaşı'na son noktayı Dayton'da yapılan barış görüşmeleri koydu. ABD önderliğinde yürütülen görüşmeler sonrasında Boşnaklar, pek de adil olmayan bu anlaşmaya imza atmak zorunda kaldılar.
Herşey, 4 Ağustos'ta, uzun süredir büyük bir saldırı için hazırlık yapmakta olan Hırvat birliklerinin, 1991'de Sırplara "kaptırdıkları" Krajina'ya ani bir biçimde girmeleriyle başladı. Hırvatlar, Sırpları önlerine katarak büyük bir hızla ilerlediler ve birkaç gün içinde tüm Krajina'yı ele geçirdiler. Bunun Bosna'ya etkisi ise büyüktü. Bir kez, Biha¡ kurtulmuştu; "ada"nın batısındaki Sırp denizini oluşturan Krajina Sırplardan temizlenince, bu küçük toprak parçası da dış dünyayla birleşmişti. Izetbegovi¡ yıllar sonra büyük bir heyecanla halkının sevinç gösterileri altında Krajina'ya girdi. Abdi¡ ise fazla vakit kaybetmeden kayıplara karıştı.
Hırvatların bu başarısı, bizzat Bosna'daki savaşı da etkiledi. Bir kez, "Sırplar yenilmez" efsanesi yıkılmıştı. Biha¡'tan kaçanlar Bosna'ya yığıldılar ama burada da fazla kalmadılar. Çoğu Sırbistan'a yöneldi, Milo§evi¡ bazılarını da zorunlu bir biçimde Kosova'ya yerleştirdi, Arnavutlara karşı Sırp nüfusunun sayısını artırabilmek için.
Bosna-Hersek ordusu (Armija BiH) ise, Krajina'daki Sırpları püskürten Hırvat ordusunun da desteğiyle, Batı Bosna'daki Sırp bölgelerine karşı büyük bir saldırı başlattı. Eskiden yoğun olarak Müslümanların yaşadığı ve üç yıl önce Sırplar tarafından "etnik temizliğe" tabi tutulmuş Batı Bosna şehirleri birer birer kurtarılıyordu. Bu şekilde Eylül ayı ortalarında Güney Batı Bosna ve Batı Hersek'teki Sırp topraklarının önemli bölümü Bosna yönetiminin eline geçti. Dahası Sırplar, stratejik havaalanlarından ve su yollarından, içme suyu, doğalgaz ve elektrik kaynaklarının etraflarından ve Bosna'nın önemli şehirlerini birbirine bağlayan ana yollardan sürüldüler.
1991 nüfus sayımına göre Bosna-Hersek'teki etnik grupların ülke içindeki dağılımları HırvatlarMüslümanlarSırplarKarışlık ya dabelirlenmemiş HırvatlarMüslümanlarSırplarDayton Anlaşması ile çizilen konfederal sınır NATO Barış Gücü çerçevesi içinde Bosna-Hersek'e yerleştirilen Amerikan, İngiliz ve Fransız birliklerine ait bölgeler arasındaki sınır ise beyaz çizgilerle gösterilmiştir. Savaş sonunda etnik grupların kontrol ettiği bölgeler (Kasım 1995) |
BOSNA: SAVAŞTAN ÖNCE VE SONRA1991'de, savaşın hemen öncesinde, Bosna-Hersek'teki etnik dağılım, yandaki büyük haritada gösterildiği gibiydi. Nüfusun % 44'ünü Müslümanlar, %31'ni Sırplar, %17'sini ise Hırvatlar oluşturuyordu. 'in Kasım ayında savaş sona erdiğinde ise, etnik dağılım alttaki haritada gösterilen şekildeydi. Sırplar, %31'lik nüfuslarına rağmen, ülkenin %50'sini işgal etmiş durumdaydılar. Dayton Anlaşması bu fiili duruma resmiyet kazandırdı ve Bosna-Hersek'i iki konfederal parçaya böldü: Müslüman-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti. (İki konfederal parça arasındaki sınır, her iki haritada da koyu renkli çizgi ile gösterilmiştir.)
Bosna ordusu için en büyük hedef ise, Batı Bosna'daki en büyük şehir ve Sırpların Pale'den sonraki ikinci merkezleri olan Banja Luka'ydı. Eğer Banja Luka ele geçirilseydi, Doğu Bosna hariç tüm Bosna-Hersek'i (yani ülkenin %70'ten fazlasını) Sırp işgalinden kurtarmak mümkün olabilecekti. Banja Luka'ya giden yolda yer alan iki şehir, yani Prjedor ve Omarska da son derece önemliydi. Bu iki şehir, en büyük Sırp toplama kamplarının kurulduğu ve Müslümanlara en korkunç işkencelerin yapıldığı yerlerdi çünkü. Prjedor, Omarska ve Banja Luka üzerinde gerçekleştirilecek bir fetih, Bosna'nın kesin zaferi anlamına gelecekti.
Dayton sonrasında Sırp kasabı Milo§evi¡ ve dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Warren Christopher el sıkışırken.
Ama öyle olmadı, Bosna ordusu, ülkenin yaklaşık %50'sini ele geçirdi ve durdu. Daha ileri gidemedi.
Bazıları, bunun Bosna ordusunun yeterince başarılı bir saldırı gerçekleştirememesinin bir sonucu olduğunu sanabilirdi. Oysa gerçek daha farklıydı. Bosna ordusu Banja Luka'ya kadar ilerleyebilirdi, ancak Washington'dan -oradaki Sırp yanlısı lobinin girişimi sonucunda- gelen sert bir "dur" emri buna izin vermemişti.
Bu gerçek, Bosna'ya olan sempatisi ile ünlenen Yahudi asıllı Fransız entelektüel Bernard Henri Lévy tarafından Le Point'a yazdığı bir makalede açıklanmıştı. Lévy, 96 Ekimi'nde Izetbegovi¡'le Paris'te bir görüşme yapmış ve Izetbegovi¡ de ona bir önceki Ekim'de yaşanan olayın iç yüzünü anlatmıştı. 95 Ekimi'nde, Müslümanların Sırplara karşı yürüttükleri taarruzun en şiddetli günlerinde, Izetbegovi¡ ABD Dış İşleri Bakanı Warren Christopher'dan ve ABD'nin atadığı yeni ara bulucu Richard Holbrooke'tan acil birer çağrı almıştı. Bu ikili, "Sırp milisleri bozgunun eşiğindeler, askeri açıdan onlara üstün gelebilirsiniz" demişler, ancak Müslümanların kazanacakları böyle bir zaferin Belgrad'ı çok rahatsız edeceğini, hatta Milo§evi¡'in Bosna'ya ordu yollamak için hazırlık yaptığını söylemişlerdi. Levy, Izetbegovi¡'e verilen bu mesajı şöyle ifade ediyordu: "Özetle, durmalısınız. Amerika size durmanızı emrediyor! Prjedor ve Omarska'yı geri mi almak istiyorsunuz? Peki, olsun. Ama bunu gerçekleştirmek için sadece iki gününüz var. Sadece iki gün."83 Lévy, bunun ardından olanları da şöyle anlatıyordu:
İki gün sonra, 13 Ekim'de, Bosna ordusu yıkılmış kentlerin eşiğine geliyor. Izetbegovi¡ bir erteleme istiyor. Bergen-Belsen ölüm kamplarını kurtardığı zaman ABD'nin de böyle tecilden yararlanmış olduğunu hatırlatıyor. Ama istediği reddediliyor. İşte o zaman yüreği kan ağlayan Izetbegovi¡ boyun eğip imzayı atıyor.84
1996 Eylülü'ndeki seçimlerin öncesinde, Izetbegovic'in SDA adlı partisinin düzenlediği mitingden bir görüntü.
Ağustos'taki blitzkrieg'in ardından Richard C. Holbrooke'un taraflar arasında yürüttüğü mekik diplomasisi geldi. Sonunda Holbrooke, Müslüman, Hırvat ve Sırp liderlerini Dayton'daki bir askeri üste biraraya getirdi. ABD baskısı altında geçen üç hafta sonucunda, Kasımı'nda bir barış anlaşması imzalandı. Anlaşma, Bosna-Hersek'in iki parçaya bölünmesini, bir tarafın Boşnak-Hırvat Federasyonu'na, öteki tarafın da "Republika Sırpska"ya verilmesini öngörüyordu. Anlaşmanın ardından yapılan tüm gözlem ve yorumlarda söylendiği gibi Amerikan baskısı ile parafe edilen anlaşmadan en zararlı çıkan taraf Müslümanlar'dı. Eylül 'teki askeri harekat sırasında Bosna ordusu tarafından ele geçirilen ve hem ülkenin en büyük hidroelektrik santralini hem de Saraybosna ile Biha¡ arasındaki ana yollarının büyük bölümünü içerdiği için stratejik önemi büyük olan "Jayce üçgeni", ABD'nin baskısı ile Republika Sırpska'ya bırakılmıştı.
Önünde başka bir seçenek kalmayan Izetbegovi¡, "adalete karşı barış"ı tercih etmişti. Katliamın bir numaralı sorumlusu olan Slobodan Milo§evi¡ ise anlaşma ile tüm suçlardan aklanmış, ya da bir başka deyişle Batılı biraderleri tarafından kurtarılmıştı.
ABD'nin tüm bu diplomatik operasyonunu ve Müslümanları zararlı çıkartan "Bosna Barışı"nı organize eden Dış İşleri Bakan Yardımcısı Richard C. Holbrooke, bu "birader"lerden biriydi: Bir Alman Yahudisi olan Holbrooke, 12 yıl Yahudi sermayesinin ünlü şirketi Lehman Brothers'da genel müdürlük yapmıştı. Ayrıca CFR'ye ve Trilateral Komisyonu'na üyeydi...
Bu "barış anlaşması"nın ne anlama geldiği ile ilgili son sözü ise Kissinger söyledi. Sırpların bu büyük hamisine göre, çok yakında Bosnalı Sırplar Sırbistan'la, Bosnalı Hırvatlar da Hırvatistan'la birleşecek, Bosnalılar ise arada sıkışacaktı. Kissinger, basit bir analiz yapmaktan çok, kendisinin de planlayıcıları arasında yer aldığı senaryoyu açıklıyordu bir anlamda. Senaryo, Izetbegovi¡'in kişiliğinde sembolleşen "Yeşil Tehlike"nin savuşturulmasını öngörüyordu ve bu da Balkanlar'da Müslüman egemenliğinde güçlü bir devlet kurulmasının engellemesi anlamına geliyordu. Dayton, işte bu işi başarmıştı.
Dayton Sonrası, Seçimler ve Gündemden İnmeyen Yeşil Tehlike
Amerika'nın asıl amacının Bosna'daki "yeşil tehlike"yi yok etmek olduğu, Dayton'dan bir süre sonra daha da belirginleşti. ABD yönetimi, Dayton anlaşmasından birkaç hafta sonra, Bosna'ya NATO çerçevesinde 20 bin barış gücü askeri yollayacağını açıkladı. Ancak ilginç bir durum vardı. Amerikalılar, bu askerlerin gönderilmesi için, Boşnakların yanında savaşmak için İslam dünyasının dört bir yanından Bosna'ya gelmiş olan mücahidlerin bölgeden gönderilmesini şart koşmuşlardı. Yapılan açıklamaya göre, ABD mücahidler konusunu Dayton görüşmelerinde Izetbegovi¡'in önüne kesin bir şart olarak koymuş ve Bosna lideri de bunu kabul etmiş, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalmıştı.
Alija Izetbegovi¡: tüm bir Anti-İslami Enternasyonal'in kendisine hedef seçtiği ama yenemediği "Bilge Kral"
Dayton Anlaşması'nda öngörülen koşulların birisi, Bosna'da özgür seçimlerin yapılmasıydı. Bu iş için de, bazı ertelemelerin ardından, 14 Eylül 1996 tarihi belirlendi. Ancak seçimlere yaklaşıldığında, öteki koşulların hemen hiçbiri gerçekleştirilmemiş durumdaydı. Bosnalı Sırp liderliğinin savaş suçlusu ilan edilen iki ismi, Radovan KaradΩi¡ ve Ratko Mladi¡, ABD ve NATO tarafından verilen yakalama sözlerine rağmen ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı Bosna-Hersek'in içinde. Mülteciler ise Dayton'da verilen sözlerin aksine evlerine dönemiyorlardı. Sırplar, "serbest dolaşım hakkı"nı hiçbir biçimde tanımıyorlar, Republika Srpska'ya geçmeye çalışan Bosnalıları taş, sopa ve kimi zaman da kurşunla karşılıyorlardı.
Dolayısıyla seçim yapılması için ortada anlamlı bir gerekçe yoktu. Ancak ABD ve onun sürüklediği uluslararası topluluk seçimlerin yapılmasında ısrarlı davrandı. Çoğu yorumcunun üzerinde durduğu "Amerikan iç politikası faktörü", yani Clinton'ın yaklaşan Başkanlık seçimleri için puan toplama sevdası, bunda belli ölçüde etkiliydi elbette. Ancak bir de "gizli el"in hesapları vardı Bosna'daki seçimler için yapılan ısrarda. Bu hesapların içindeki iki önemli faktörden biri, Republika Srpska'ya ve dolayısıyla da Belgrad'a vereceği taktik avantajdı. Çünkü seçimler, Sırpların "Dayton ruhu"na karşı yaptıkları tüm haksız uygulamaların yanlarına kar kalması anlamına gelecekti. Wall Street Journal'ın yorum köşesindeki dürüst ve tarafsız bir makalede bu durum şöyle analiz ediliyordu:
Bosna'da bulunan herkes, gerçeği biliyor. Mevcut şartlar altında yapılacak seçimler, Bosna'daki etnik ayrışmayı meşrulaştırılacak ve Bosnalı Sırplara ve Hırvatlara Bosna'yı ve onun ağırlıklı Müslüman nüfusunu ortadan kaldırmanın yollarını sağlayacaktır. Demokrasiyi inşa çalışmalarının yalnızca Belgrad ve Bosnalı Sırpların sığınağı olan Pale gibi beklenmedik mekanlardan iyi not alması tuhaf değil. Der Spiegel ile bu yazın başında yapılan bir röportajda Slobodan Milo§evi¡, seçimleri "çok önemli" diye niteledi. Savaş sonrası Avrupa'yı vuran en vahşi saldırılarda büyük bir sorumluluğu olan adamın, "Pale'de Dayton Anlaşması'nın uygulanmasına karşı gelen" kimsenin olmadığını söylemesi bir tesadüf değil.
Bosnalı Sırplar, kendilerine bu hediyeyi veren ABD Başkanı'nı korumak için dekoratif bir şeyler yapma zahmetine bile girmiyorlar. Radovan KaradΩi¡'in, European gazetesine önceki hafta "seçimlerden sonra artık Bosna-Hersek olmayacak. Sonuçlar bizim liderliğimizi meşrulaştıracak. Bağımsızlık ve iktidarı devralma konularında bir referandum yapacağız. Kendi devletimize, bayrağımıza ve liderliğimize kavuşacağız" şeklindeki sözleri yer aldı. Kabaca çevrildiğinde bu sözler, Eylül ayında yapılacak seçimlerin, Dayton'da nitelendiği gibi bir Bosna federasyonu değil, etnik yönden "temizlenmiş" olan Sırp Bosnası'nın Sırbistan'a katılması anlamına geliyor.85
Kısacası, Dayton ile öngörülen ve Müslümanları ikna etmek için öne sürülmüş şartların hiçbiri yerine getirilmediği halde yine de ısrarla istenen seçim, Kissinger tarafından Dayton'ın hemen sonrasında yapılan kehaneti, yani Bosna'nın parçalanmasını hızlandırmak içindi.
Ancak bu, seçimlerden beklenen iki önemli sonuçtan yalnızca biriydi. "Gizli el", belki daha da önemli olan bir ikinci hedefin daha peşindeydi; Izetbegovi¡'i Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı koltuğundan indirmek.
Bosna-Hersek'te Dayton Anlaşması uyarınca Eylül 96'da yapılan seçimler öncesinde, Alija Izetbegovi¡'in SDA'sına karşı ilginç bir muhalefet yükseldi: Eski Başbakan Haris Sladzi¡, sözde "köktendinci" Izetbegovi¡'e karşı, eski komünistlerin, "Müslüman" kimliğiyle pek ilgisi olmayan Boşnakların, "Yugoslav"ların ve diğer "renksizlerin" oylarına talip olan Bosna-Hersek Partisi'nin kurarak seçim yarışına katıldı. Ve tüm kulislerde söylendiği gibi, Haris Sladzi¡ arkasındaki en büyük destek ABD'ydi. Ancak çektiği acılar Bosna halkına en büyük değeri, yani "bilinci" yeterince vermiş olacak ki, Izetbegovi¡'in SDA'sı seçimden büyük bir zaferle çıktı.
Sladzi¡'in Izetbegovi¡'e karşı galip gelmesi zaten hiçkimsenin beklemediği bir şeydi. Ancak Sladzi¡'ten beklenen misyon, Izetbegovi¡'in oylarını bölmesiydi. Böylece KaradΩi¡'in halefi olan Mom¡ilo Krajisnik Izetbegovi¡'ten daha çok oy alabilir ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı koltuna oturabilirdi. Bu seçim yenilgisinin Izetbegovi¡'in düşüşünün başlangıcı olacağı düşünülmüştü büyük olasılıkla.
Ama Bilge Kral galip geldi. Izetbegovi¡, yeşil bayraklı SDA mitingleriyle birlikte, seçime girdi ve kazandı.
Fakat "gizli el", Izetbegovi¡'ten duyduğu rahatsızlıkta ısrarlıydı. Seçimin hemen ardından Bosna liderini yıpratmak ve orta ya da uzun vadede de düşürmek için yeni ve etkili bir kampanyanın düğmesine bastı. Batı medyası "Bosna'daki sözde İslami tehlikeyi" ve Izetbegovi¡'in bundaki büyük rolünü işleyen ve böylece muhtemel bir eylem için "zemin" oluşturan haberlerle dolmaya başladı. Noam Chomsky'nin "manufacturing consent" (rıza oluşturma) dediği teknik kullanılıyordu: Düşürülmek istenen lider, yaygın ve etkili bir propaganda ile önce başta ABD olmak üzere Batı kamuoyunun gözünde "öcüleştiriliyor"du; bu şekilde oluşturulacak bir "rıza", Izetbegovi¡'in planlanan tasviyesi için kullanılacaktı.
Tüm bu durum, Bosna'nın savaşının henüz bitmediğini gösteriyordu. "Gizli el", Sırpları bir yanda "yedekte" tutarken, Bosna'yı Bosna yapan kimliği, Boşnakların manevi değerlerini erozyona uğratmaya çalışıyordu.
Görünen odur ki, Bosna, bundan sonra da Müslümanlara karşı global bir savaş yürütmekte olan Anti-İslami Enternasyonal'in ara vermeden saldıracağı sıcak bir cephe olmaya devam edecektir.
DİPNOTLAR
1.Yeni Yüzyıl, 23 Haziran 1996.
2.S. Ramet, Nationalism and Federalism in Yugoslavia, 1962-1991, 2.b., Indiana: Bloomington, 1992, s. 259.
3.M. Mazower, War in Bosnia: An Analysis, London: 1992, s. 4
4.M. Frei, “Bully of the Balkans”, The Spectator, 17 Ağustos 1991, ss. 11-14.
5.Noel Malcolm, Bosnia: A Short History, 1.b., London: Macmillan Publishers, 1994, s. 230.
6.M. Glenny, The Fall of Yugoslavia: The Third Balkan War, London, 1992., s. 166.
7.Philip Sherwell, Daily Telegraph, 16 Nisan 1992.
8.Noel Malcolm, Bosnia, s. 239.
9.Gali’nin 33. derece üstad mason olduğunu gösteren masonluk diploması Flash TV’de 30 Ocak 1993 tarihinde yayınlandı. Gali’nin söz konusu masonluk belgesi 9 Şubat 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde de yayınlandı. Ama nedendir bilinmez, Hürriyet belgeyi Osmanlı arşivlerinden çıkmış ve dede Gali’yle ilgili bir evrak olarak tanıtıyordu. Belgenin bir mason diploması olduğundan ise söz edilmiyordu.
10.Noel Malcolm, Bosnia, s. 242.
11.Mitterand’ın masonik kimliği ile ilgili bilgiler, Fransız Le Point dergisinin 9 Aralık 1985 tarihli sayısında yayınlandı.
12.Helsinki Watch, War Crimes in Bosnia-Hercegovina, New York: 1992, s. 159.
13.Noel Malcolm, The Spectator, 2 Mayıs 1992.
14.Helsinki Watch, War Crimes in Bosnia-Hercegovina, New York: 1992, s. 159.
15.“Blockade is a Joke”, Newsweek, 12 Ocak 1992.
18.US Congressional Report, 30 Eylül 1992.
19.Eustace Mullins, The World Order: A Study in the Hegemony of Parasitism, 1.b., Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1985, s. 47.
20Yann Moncomble, La Trilaterale et les Secrets du Mondialisme, 3.b., Paris: Faits et Documents, 1980, s. 299.
21.Holly Sklar, Trilateralism: The Trilateral Commission and Elite Planning for World Management, Boston: South End Press, 1980, s. 119.
22.Noel Malcolm, Bosnia, s. 246.
23.Fikret Kar¡i¡, İzlenim, Mayıs 1993.
24.Fikret Kar¡i¡, İzlenim, Haziran 1993.
26.Noel Malcolm, Bosnia, s. 247.
29.Robin Alison Remington, Current History, Vol. 92, Kasım 1993.
31.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, 1.b. İstanbul: Birikim Yayınları, Mart 1994, s. 122.
36.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, s. 251.
37.“Bosna’ya Zehir Yardımı”, Milliyet, 24 Aralık 1996.
39.Noam Chomsky, Year 501: The Conquest Continues, Boston: South End Press, 1993, s. 21.
40.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, 1.b., İstanbul: Birikim Yayınları, Mart 1994, s. 238.
46.“Boşnaklardan Nefret Ediyorduk”, Nokta, 1-7 Ekim .
49.Soner Yalçın, Aydınlık, 14 Mayıs 1993.
50.Ferit İlsever, Aydınlık, 14 Mayıs 1993.
51.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, s. 255.
53.M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Bosna-Hersek ve Post-Modern Ortaçağ’a Giriş, s. 104.
55.Tanıl Bora, Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, s. 170.
60.Cumhuriyet, 20 Temmuz 1992.
61.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, s. 185.
62.L’Evenement du Jeudi, 10-16 Eylül 1992.
63.Tanıl Bora, Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, ss. 185-186.
64.The Spotlight, 10 Mayıs 1993.
69.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, s. 245.
71.M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Bosna-Hersek ve Post-Modern Ortaçağ’a Giriş, s. 188.
72.“Kissinger Yugoslavya’yı Nasıl Parçaladı”, Aydınlık, 14-18 Mart 1993.
73.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, s. 267
75Ali Kırca, 40. Paralel Haber Programı, A TV, 10 Mayıs 1993.
76.Şebnem Şenyener, Aktüel, 14-20 Nisan 1994.
77.“Meet The Press”, NBC News, 22 Kasım 1992; Nikolas A. Stavrou, “The Balkan Quagmire and The West’s Response”, Mediterranean Quarterly, Kış 1993, s. 36.
78.Soğuk Savaş sonrası dünyanın geleceği ile ilgili olarak ortaya attığı “Tarihin Sonu” başlıklı “Hegelyen” tez ile ünlenen Francis Fukuyama, Yahudi Lobisinin ABD’deki en büyük siyasi temsilcisi olan AIPAC’in uzantısı sayılan Washington Institute for Near East Policy’nin bir üyesiydi. Ayrıca CFR üyesiydi. Samuel Huntington da, CFR’nin seçkin üyelerinden biriydi. 1970’lerde de Trilateral Komisyonu adına yaptığı çalışmalarla dikkati çekmişti. Trilateral Komisyonu’nun çok tartışılan Seminal Peace adlı raporu, Huntington tarafından kaleme alınmıştı. Raporda, “Vietnam Savaşı sırasında ABD’de oluşan anti-savaş hareketinin “zararları” anlatılmakta ve buna atıfta bulunularak, halkın dış politika kararlarına “fazla karışmaması” gerektiği savunulmaktaydı. Noam Chomsky’e göre yönetici elitin totaliter düşüncelerinin bir ifadesi olan bu tez, daha sonra da Huntington’ın Crisis of Democracy adlı kitabında detaylandırılmıştı.
79.Israel Shahak, “Downturn in Rabin’s Popularity Has Several Causes”, Washington Report on Middle East Affairs, Mart .
82.“An Open Letter to The Leaders of European Community”, The Guardian, 11 Aralık 1992.
83.Zdravko Toma¡, Nedyelyina Dalmaciya, 14 Ekim 1992; Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, s. 111.
84.Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, s. 266.
85.M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Bosna-Hersek ve Post-Modern Ortaçağ’a Giriş, s. 301.