III. BölümSavaşın Ayak Sesleri

Od Yadrana do Irana ne¯e biti Muslimana!(Adriyatik'ten İran'a kadar Müslüman kalmayacak!)— 1990'lardaki popüler bir Sırp sloganı

Tito'nun Yugoslavyası "nevi şahsına münhasır" bir devlet olarak doğdu ve yaşadı. Ülke, II. Dünya Savaşı yıllarındaki iç savaş sırasında birbirini katliamdan geçirerek parçalanmış olan Güney Slavlarının, sosyalizm tutkalı ile birbirine yeniden zoraki yapıştırılması ile kurulmuştu. Bir Hırvat-Sloven melezi olan Tito, ülkedeki etnik kimlikleri, sosyalist ideolojinin ve "Yugoslav" kimliğinin içinde eriterek iç savaşın kanlı mirasını unutturmak istiyordu. Ülke, altı cumhuriyetin federal bir çatı altında birleşmesi ile kurulmuştu: Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya.1

Bu "zoraki mozaik" içinde, Müslümanların konumu pek de parlak olmadı. Tito, iç savaş sırasında Müslümanları kendi safına çekmek için onlara sosyalist düzendeki "din özgürlüğü"nden dem vuran propagandalar yapmıştı, ama kurduğu rejim ülkedeki Müslümanlara sadece baskı getirdi.

1946 yılında İslami mahkemeleri yasaklayan bir kanun çıkarıldı. 1950'de Müslüman kadınların tesettürünü engelleyen bir başka yasa onaylandı. Aynı yıl, Müslüman çocuklara Kuran öğretmek için kurulmuş olan okullar kapatıldı, çocukların camilerde eğitim görmesi ise kesin biçimde yasaklandı. 1952'de tüm tekkeler ve tarikatlar yasa dışı ilan edildi. Baskılar ilerleyen yıllarda da sürdü. Bazı raporlara göre, orduya alınan Müslüman askerler domuz eti yemeye zorlanıyorlar, devlet memurları da erkek çocuklarını sünnet ettirmemeleri için uyarılıyorlardı. Gajret, Narodna Uzdanica gibi Müslümanlara ait kültürel dernekler kapatıldı, yalnızca 1947'de kurulan ve devletin kontrolündeki İslami Birlik Derneği'nin varlığına izin verildi. Bu dernek, sosyalist devletin ideolojisine uygun "din adamları" ve bir "diyanet" kültürü yetiştirecekti. Saraybosna'daki İslami eserler basan matbaa da kapatıldı, 1964 yılına dek Yugoslavya'da tek bir İslami kitap basılamadı.2

Ancak Müslümanlar bu "yukarıdan aşağıya sekülerleştirme" programına karşı sessiz bir direniş gösterdiler. İslami yayınlar el altından yayılmaya devam etti, çocukların camilerde eğitimi (Kuran kursları) örtülü olarak sürdü, tarikatlar ise eskisi gibi tekkelerde değil, ama evlerde faaliyet göstermeye başladılar.

Hatta örgütlü direniş bile gelişmişti. Müslüman öğrenciler tarafından kurulan "Genç Müslümanlar" adlı örgüt, İslam aleyhtarı politikalara karşı aktif bir direniş başlattı. (Alija Izetbegovi¡, Genç Müslümanlar'ın göze çarpan üyelerinden biriydi o yıllarda.) Ancak 1949-50 yıllarında örgütün yüzlerce üyesi tutuklandı ve hapsedildi. Bu baskı döneminde, Yugoslavya sınırları içinde toplam 756 cami yok edildi ya da kullanılamayacak hale getirildi.3

Ancak sosyalist Yugoslavya'nın bu ilk yıllarındaki anti-İslami baskı, 1950'li yıllardan, özellikle 1950'lerin sonundan itibaren giderek azaldı. Bu durum, Tito'nun 1948'de Stalin'le yollarını ayırmasının bir sonucuydu. İdeolojik ve konjonktürel nedenlerle Sovyet lideri ile çatışan Tito, Kominform'u ve dolayısıyla Stalin'in katı sosyalizmini terk ederek "öz yönetim" adını verdiği nispeten demokrat ve özgürlükçü sosyalizm versiyonunu uygulamaya koydu. Bu, Müslümanlar için de nisbi bir rahatlama oluşturacaktı.

Bununla birlikte, Tito-Stalin ayrımının Müslümanlara olan asıl yararı, biraz daha dolaylı bir yoldan gerçekleşecekti. Tito, Sovyet kampından ayrılarak "tek başına" kalınca, Nasır ve Nehru ile birlikte "Bağlantısızlar" hareketine liderlik etmeye ve böylece kendisine yakın bir blok oluşturmaya çalışmıştı. 1960'larda kök salan Bağlantısızlar hareketinin üyelerinin çoğunluğunu ise Müslüman ülkeler oluşturuyordu. Tito bu nedenle, bu "müttefikleri" ile daha iyi ilişkiler geliştirebilmek için "Müslüman kartı"nı oynamaya karar verdi. Yugoslavya'nın İslam'la "barışık" olduğunu göstermek için ülkedeki İslami organizasyonlar canlandırıldı. Dahası, Yugoslav diplomasisinde ciddi bir Müslüman ağırlığı oluşmaya başladı. İslam ülkelerine yollanan Yugoslav diplomatların Müslüman olması tercih ediliyordu.4

Sırp Milliyetçiliğinin Kıpırdanışları

Tito, Yugoslavya'yı oluşturan etnik gruplar arasında bir denge oluşturmaya çalışmıştı, ancak Sırpların asker ve sivil bürokrasi içindeki ağırlığını asla ortadan kaldıramadı. Özellikle Komünist Parti kadrolarında Sırpların oranı çok belirgin bir biçimde yüksekti. 1940'larda Bosna-Hersek'teki Komünist Parti üyelerinin %20'si Müslüman toplumundan geliyordu, %60'ı ise Sırp'tı.

Sırplar, asker ve sivil bürokrasideki bu ağırlıklarına rağmen, yine de tarihsel ezilmişlik ve seçilmişlik kompleksleri içinde kendilerini mağdur edilmiş bir toplum olarak görüyorlardı. Bir Hırvat-Sloven melezi olan Tito'nun "Sırplığı" boyunduruk altına almak için komplolar düzenlediği söylentileri sık sık yayılırdı. Ülke kurulurken, Sırpların "Güney Sırbistan" saydıkları Makedonya'nın Sırbistan'dan ayrı bir cumhuriyet olarak federasyona dahil edilmiş olması, bununla da yetinilmeyip Sırbistan içindeki iki bölgeye, Kosova ve Voyvodina'ya "özerklik" tanınmış olması, bu "komplo"ların en belirginleriydi. 1966'da Tito'nun baskıcı güvenlik servisi şefi Aleksandar Rankovi¡'in görevden alınmasıyla, bu fobiler daha da güçlendi. Çünkü Rankovi¡ ateşli bir Sırp milliyetçisiydi ve Sırp milliyetçilerinin gözünde "Sırplığı" devlet içinde temsil eden en önemli figürdü.

Rankovi¡'in düşüşü, özellikle Sırplar için tarihsel ve "manevi" öneme sahip olan Kosova'yı etkilemişti. Rankovi¡, Sırbistan sınırları içindeki Kosova'yı demir yumrukla yönetmişti uzun zaman. Kosova nüfusunun %90'ını oluşturan Müslüman Arnavutlar, Rankovi¡'in atadığı Sırp yöneticiler tarafından baskı görmüşlerdi. Rankovi¡'in ardından durum hızla değişti. Arnavutlar Sırp aleyhtarı gösteriler düzenlemeye başladılar. Bazı Kosovalı Sırplar da Sırbistan'a göç ettiler. Bu huzursuzlukların bir sonucu olarak, Kosova'ya -ve Macar nüfusunun yüksek olduğu kuzeydeki Voyvodina'ya- verilmiş olan "özerklik"in sınırları 1974 Anayasası'nda iyice genişletildi. Öyle ki, bazı yorumlara göre Yugoslavya'yı oluşturan federal cumhuriyetlerin sayısı, 1974 düzenlemesiyle fiili olarak altıdan sekize çıkmıştı. Sırpların gözünde, bu "Kosova ihaneti" Hırvat-Sloven Tito'nun yeni bir "komplo"sundan başka bir şey değildi. "Seçilmiş" halk, bir kez daha "ezilmiş", "ihanete uğramış" hissediyordu kendini.

Aslında Sırp milliyetçiliğinin kıpırdanışları, 1974 öncesinde de kendini hissettirmişti. 1968 yılında, komünist Sırp milliyetçisi Dobrica ˜osi¡, Rankovi¡'in inişiyle değişen Kosova politikasına ateş püskürüyor ve dahası, "Sırp halkının tarihsel bir hedefi olan tüm Sırpların tek bir devlet içinde birleştirilmesi"nden söz ediyordu. ˜osi¡'in yazılarında ifade bulan bu milliyetçi uyanış, yalnızca Kosova'yı değil, Bosna'yı da hedef alıyordu. 1969 yılında, Josip Potkorozac adlı bir Sırp yazar Bosna'nın ve Güney Hırvatistan'daki Dalmaçya'nın tüm nüfusunun "aslında" Sırp olduğunu öne süren bir kitap yayınladı. Aynı sıralarda arz-ı endam eden Hırvat milliyetçileri de tartışmaya katıldılar. Sonuçta 1970'lerde Sırp ve Hırvat milliyetçileri arasında Bosna'nın "etnik" yönden parçalara ayrılması ve Sırbistan ve Hırvatistan arasında paylaşılması hakkında tartışmalar yapılmaya başlandı.5

Tito'nun 1980'deki ölümü, milliyetçiliğin geri dönüşünde önemli bir dönemeçti. 1980'lerle birlikte Sırp milliyetçiliği açıkça kendini ifade etmeye, daha da önemlisi kendisine bir hedef belirlemeye başladı. Kosova'daki "düşman"ın Müslüman Arnavutlar oluşu, Sırp milliyetçiliğinde eskiden beridir var olan güçlü anti-İslami eğilimi daha da pekiştirmişti. 1980'lerin hemen başında, milliyetçi Sırp yazar Vuk Dra§kovi¡ tarafından yazılan NoΩ (Bıçak) adlı etkili roman, çok aşikar bir biçimde İslam düşmanlığını körüklüyordu. Ortodoks Kilisesi'nin etkisinin giderek artması da, İslam karşıtı duyguların gelişmesinde rol oynadı.

Sırp Bilimler Akademisi; Neo-Çetniklerin Genelkurmayı

Aslında Tito Yugoslavyasında Sırp milliyetçiliğinin yeniden gündeme gelmesi, birbirinden bağımsız yazarlar tarafından ateşlenmiş bir gelişme değildi. Aksine, bu milliyetçi uyanış, Belgrad'daki önemli bir entelektüel merkez tarafından koordine ediliyordu; Sırp Bilimler Akademisi.

Akademi'nin attığı en önemli adımlardan biri, "Çetnik hatırası"nı yeniden su yüzüne çıkarmak oldu. Çetnikler, Tito'nun sosyalist rejimi tarafından savaş zamanı vatana ihanet eden Nazi iş birlikçileri olarak tanımlanmışlardı. Ancak 80'lerde türeyen Sırp milliyetçileri bu tarihsel yoruma karşı çıkarak, Çetnik hareketinin "kahramanlığı"ndan söz etmeye başladılar. 1985 yılında Sırp Bilimler Akademisi'nin önde gelen üyeleriden Dobrica ˜osi¡, Çetnik ideoloğu Dragi§a Vasi¡'i büyük bir kahraman olarak tasvir eden bir roman yayınladı.6 (Vasi¡, hatırlanırsa, II. Dünya Savaşı sırasında Çetniklerin uyguladığı "etnik temizlik" programını formüle eden iki "birader"den biriydi.)

Aynı yıl, Sırp tarihçi Veselin Djureti¡ tarafından yayınlanan bir kitapta yine Çetniklerin taraflı bir öyküsü anlatılıyordu. "Çetnik propagandası" şeklinde özetlenebilecek olan kitap, Sırp Bilimler Akademisi tarafından düzenlenen bir toplantıda büyük bir sükse ile tanıtıldı.7 Akademi, bu neo-Çetnik rüzgarının ardındaki gerçek adresin kim olduğunu saklamaya gerek görmüyordu artık.

1986 Ocağı'nda ise, Belgrad'ın çoğu Akademi üyesi olan önde gelen iki yüz öğretim üyesi ve yazarı, Kosova'daki sözde "Arnavut saldırganlığı"ndan ve "Sırp soykırımı"ndan söz eden bir deklarasyona imza attılar. Deklarasyonda klasik ezilmişlik kompleksi bir kez daha açığa vurularak, "Sırp milletine karşı taraflı bir politik yargılama on yıllardır sürmektedir" deniyordu.8

Aynı yıl yayınlanan bir "Memorandum" ise, hızla gelişen paranoid Sırp milliyetçiliğinin en ünlü örneğini oluşturdu. Memorandum yine Sırp Bilimler Akademisi tarafından hazırlanmıştı, üzerinde en çok çalışanların başında ise Dobrica ˜osi¡ geliyordu. İçinde, Tito'nun politikalarının Sırbistan'ı zayıflatmayı hedeflediği açıkça dile getiriliyor, Kosova ile ilgili bildik suçlama ve iddialar da aynen tekrarlanıyordu. Dahası, Sırbistan dışındaki Sırpların; Hırvatistan'da, Bosna'da ve hatta Karadağ'da "zoraki asimilasyon"a uğradıkları, buralarda Sırp dil ve kültürünün gelişmesine imkan verilmediği öne sürülüyordu. En önemli nokta ise, Yugoslavya sınırları içinde yaşayan tüm "Sırp halkının" tek bir entite oluşturduğu ve tüm Sırpların birbirine "entegre" olmasının zorunlu olduğu düşüncesiydi. Tek bir entite oluşturan Sırpların "entegre" edilmesi, "Büyük Sırbistan"ın, hem de "homojen" bir Büyük Sırbistan'ın kurulmasını öngören Çetnik ideolojisinin diplomatik bir dille ifadesinden başka bir şey değildi.

Ancak II. Dünya Savaşı yıllarındaki Çetnik hareketi ile, 1980'lerde Sırp Bilimler Akademisi'nin çatısı altında yeniden uyanan bu Çetnik kültürü arasında önemli bir fark vardı. Mihailovi¡'in Çetnikleri üç farklı grubu düşman olarak görüyorlardı. Partizanlar, Ustaşalar ve Müslümanlar. Oysa şimdi ortada Partizanlar yoktu. Hırvat milliyetçiliği belki "Ustaşa" olarak görülebilirdi, ama "neo-Çetnikleri" bu da o kadar rahatsız etmiyordu. Özellikle Bosnalı Sırplar açısından, asıl düşman, Müslümanlar'dı. Noel Malcolm'un deyişiyle "Ustaşaların yerini 'İslam fundamentalistleri' almışlardı".9

Bosna'daki "Yeşil Tehlike"

Tito'nun önceki sayfalarda değindiğimiz "yukarıdan aşağıya sekülerleştirme" politikası, Bosnalı Müslümanlar üzerinde kaçınılmaz olarak etkili oldu. Balkanlar'ın en dindar Müslüman cemaatlerinden biri olan Bosnalıların dini kimlikleri, geçen on yıllar içinde giderek eridi. Ancak bu "sekülerleşme"ye karşı direnen ve İslami kimliklerini sıkı sıkıya koruyan bir grup da varlığını korudu.

Sonuçta 1960'larda ve 70'lerde Bosnalılar arasındaki iki farklı eğilim ortaya çıktı. Birisi, seküler bir "Müslüman milliyetçiliği", diğeri ise İslami inançlara sıkı sıkıya bağlı bir İslami yeniden doğuş hareketiydi. Birincinin savunucuları, Müslümanlığın Bosnalılar için ulusal bir kimlik olduğunu öne sürdüler ve Tito rejiminin bu kimliği tanıması için mücadele verdiler. Sonunda, gerçekten 1974 Anayasası ile birlikte ilk kez nüfus sayımlarında "Sırp", "Hırvat" gibi kategorilerin yanına "Müslüman" kategorisi de eklendi. (Daha önceleri Bosnalıların ezici çoğunluğu etnik kimlikleri ile ilgili sorulara "cevapsız" hanesinde karşılık veriyorlardı.)

İkinci eğilimin en dikkate değer temsilcisi ise, Alija Izetbegovi¡ adlı Saraybosnalı bir avukattı. Izetbegovi¡, 1960'larda yazdığı—ama yayınlanmayan — Islamska Deklaracija (İslam Deklarasyonu) adlı çalışmasında, Bosnalılar arasındaki İslami kanadın düşüncelerini seslendirmişti. Kitapçığın içindeki fikirler, Yugoslavya'dan çok dünya Müslümanlarına bir çağrı niteliğindeydi. Izetbegovi¡, radikal milliyetçiliğin bölücü bir güç olduğunu, komünizmin insan ruhunu kurtarmak için son derece yetersiz kaldığını ve yegane kurtuluşun İslam'da olduğunu anlatıyordu.

Bu İslami eğilimin gelişmesinde Tito'nun "Bağlantısız" dış politikasının da rolü vardı. Bu politika sonucunda Arap ülkeleriyle kurulan bağlar sayesinde, Bosnalılar İslam dünyasıyla yakın bağlantılar kurabilmişler, 1970'lerde Bosnalı öğrenciler çeşitli Arap üniversitelerinde okumuşlar, dahası bu ilişki sayesinde 1977'de Saraybosna'da bir İslami Teoloji Fakültesi kurulmuştu.

Ancak bu İslami hareketlilik, sosyalist rejimi fazlasıyla rahatsız etti ve 1980'lerde sistemli bir sindirme kampanyası başlatıldı. Bosna-Hersek Komünist Partisi tarafından organize edilen kampanyanın ilk örneklerinden biri, parti üyesi Dervi§ ~u§i¡'in, parti yönetiminin yönlendirmesi ile, sosyalist Oslobodjenje gazetesinde yayınladığı ve Müslüman din adamlarının itibarını zedelemeyi hedefleyen yazı dizisiydi. ~u§i¡, provokatif bir lisanla, II. Dünya Savaşı yıllarında Bosnalı ulemanın Almanlarla ve Ustaşa yönetimiyle iş birliği yaptığını öne sürüyordu. Aynı dönemde Bosnalı Komünist politikacıların en ünlülerinden Hamdija Pozderac da "pan-İslamizm"e karşı sistemli bir propaganda kampanyası başlattı.

Komünist Parti tarafından organize edilen bu kampanya, 1983 yılında çok daha somut bir girişimde bulunarak, İslami kanadın önde gelen on üç ismini mahkeme karşısına çıkardı. "Saraybosna davası" olarak anılan ve dünya basınına da yansıyan mahkeme, sanıkları "İslam milliyetçiliğinin içinden karşı-devrimci ve saldırgan düşünceler geliştirmek"le suçladı. En önemli sanık, Alija Izetbegovi¡'ti, 1960'larda kaleme aldığı İslam Deklarasyonu adlı çalışmasıyla Bosna'da bir "İslam Devleti" kurmayı hedeflemiş olmakla suçlanıyordu. Izetbegovi¡'in ve diğer sanıklardan üçünün bir başka özellikleri daha vardı; II. Dünya Savaşı ertesinde komünist rejimin baskılarına karşı direnmek için kurulmuş olan "Genç Müslümanlar" örgütünün aktif üyeleri olmuşlardı zamanında.

Izetbegovi¡, savunmasında, İslam Deklarasyonu'nun Bosna'da bir "İslam Devleti" kurmakla ilgili olmadığını, zaten kendi düşüncesine göre bir "İslam Devleti" kurulması için, nüfusun çoğunluğunun bunu isteyen Müslümanlardan oluşması gerektiğini, böyle bir durumun ise Bosna için söz konusu olmadığını anlattı. Ancak mahkemenin böyle incelikleri kavrayacak bir mantığı yoktu. Hatta öyle ilginç bir mantığa sahipti ki, Izetbegovi¡'i "İslam Devleti" kurmaya çalışmanın yanında, Batı tarzı bir parlamenter demokrasi yerleştirmeye çalışmakla bile suçlamıştı. Kısacası, mahkemenin asıl amacı politikti ve ne olursa olsun Bosna'daki İslami yükselişi temsil eden bu insanları cezalandırma misyonunu taşıyordu. Misyonunu yerine getirdi de; Izetbegovi¡ 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı, daha sonra bu 11 yıla indirildi.

Bosna'daki İslami yükselişe karşı yürütülen bu mücadele, Komünist Parti'yle içli-dışlı olan ve Müslümanlığı ancak "milli bir kimlik" olarak gören seküler kanada rahat bir nefes aldırdı. Rahatlayanların başında da Hamdija Pozderac geliyordu. Ancak Pozderac'ın bu konforu uzun sürmedi. 1987 yılında patlak veren büyük bir yolsuzluk skandalı, seküler kanadın bu en önde gelen temsilcisini ve onun diğer bazı benzerlerini oldukça güç durumda bıraktı. Skandal, Fikret Abdi¡ adlı Bosnalı zengin iş adamının yönetimindeki Agromerc adlı dev şirketin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıyla patlak vermişti. Pozderac Agromerc'le çok yakın çıkar ilişkileri içindeydi, kardeşi Hakija da şirketin kirli işlerinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun üzerine, o sıralar Yugoslavya Federal Başkan Yardımcılığı mevkisine yükselmiş olan Pozderac istifa etti. Abdi¡ de görevinden ayrıldı, ama yine de "iş veren"i olduğu geniş yığınların gözünde popülaritesini korudu. Seküler kanadın bu "karizmatik" ismi, İslami kanada karşı yürütülen mücadeleyi savaş yıllarında yeniden alevlendirecek, Izetbegovi¡'e karşı Sırplarla iş birliğine gidecekti, ileride değineceğiz.

Bosna'da İslami kanatla seküler kanat arasındaki bu mücadele sürerken, Sırbistan cephesinde çok önemli şeyler olmuştu. 1980'lerde derin uykusundan uyanmaya başlamış olan Çetnik mirası, 1986 yılında yeni liderini bulmuştu. Slobodan Milo§evi¡ adlı genç bir bankacı, milliyetçilik rüzgarını arkasına iyice almış ve ajitatif üslubu ile hızla yükselerek Sırbistan devlet başkanlığı koltuğuna yükselmişti.

Çetnik hareketi, Mihailovi¡'ten tam 40 yıl sonra, kendine yeni bir lider bulmuş oluyordu. Ve ilginçtir bu yeni lider de Mihailovi¡'in temel özelliklerine aynen sahipti; fanatik bir Sırp milliyetçisi, acımasız bir "etnik temizlik"çi, koyu bir Müslüman düşmanı ve bir "Anglophile"di.

Bir de, aynı Mihailovi¡ gibi bir masondu ve Atlantik'in her iki yakasındaki "judeo-masonik" çevrelerle yakın bağlantılar içindeydi.

Milo§evi¡'in Öyküsü I: Sırbistan'ın Yeni Prensi

28 Haziran 1989 günü, Kosova'nın başkenti Pri§tina'nın biraz dışındaki "Gazimestan" adlı meydanda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Meydanı dolduranlar, sayıları birkaç yüz bini bulan Sırplardı. Büyük bölümü kalkıp Sırbistan'dan gelmişlerdi, çünkü Osmanlılar ile Sırp Krallığı arasındaki Kosova Savaşı'nın "anma töreni" burada yapılacaktı.

Slobodan Milo§evi¡'in siyasi yükselişinde, 80'li yıllarda ABD'deki bazı güç odakları ile kurduğu ilişkilerin önemli bir rolü olmuştu. Yugoslavya'nın en büyük bankasının yöneticisi sıfatıyla ABD'ye yaptığı "yüzden fazla" ziyaret sayesinde, David Rockefeller gibi çok önemli isimlerin kişisel dostu haline gelmişti.Petrol devi Rockefeller, Council on Foreign Relations'ın, yani ABD'nin en önemli dış politika lobisinin üzerindeki tartışılmaz etkisi sayesinde, "ABD'nin en güçlü adamı"ydı bazı yorumculara göre.Rockefeller'ın kurduğu ve Doğu Bloku ülkelerine özel bir ilgi gösteren Trilateral Commission adlı lobi örgütü ise, Milo§evi¡'in siyasi kariyerinde önemli bir yer tutacaktı.

Sırbistan'da haftalardır bu büyük gün için hazırlık yapılıyordu. Bu savaş sırasında ölen Sırp Prensi Lazar'ın kemikleri, ülkenin hemen her köşesine taşınmış ve Sırplar bu kemiklerin etrafında vecd ile toplanmışlardı. Bu arada bu tarihsel günü duyuran posterler de basılmıştı. Üzerlerinde üç kişinin yanyana posterleri yer alıyordu: Hz. İsa'nın, Prens Lazar'ın ve Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Milo§evi¡'in.10 Milo§evi¡, 500 yıl önce Osmanlılar tarafından öldürülmüş olan Prens Lazar'dan bu yana, "Sırplığın" en büyük lideri olarak boy gösteriyordu.

Milo§evi¡ konuşmasıyla da bu "Mesiyanik" inancı körüklemekten geri kalmıyordu. Gazimestan'da toplanan kalabalığa karşı şöyle demişti: "Altı yüzyıl sonra, yeniden savaşların ve mücadelelerin içine girmiş bulunuyoruz. Bunlar bu kez silahlı birer savaş değiller, ama böyle kalıp kalmayacaklarını da kimse bilemez". Bu ve benzeri tahrik edici sözler, kalabalığın toplu bir histeri ile coşmasına neden olmuştu. Kosova Savaşı'nın 500. yıl dönümünde, yeniden savaş baltaları ortaya çıkarılıyordu. Bu kez ortada Osmanlı yoktu. Ama Osmanlı'nın "bakiyesi" Sırpların yanı başında duruyordu; Müslümanlar, Bosnalı, Sancaklı ya da Arnavut Müslümanlar. Milo§evi¡, "teba"sına, düşman olarak bu "bakiye"yi gösterecekti.

Bu yeni "Sırp Prensi"nin iktidara gelişi 1986'da olmuştu. Sırbistan Komünist Partisi'nin hiyerarşisi içinde hızla yükselmiş ve komünizmi milliyetçilikle karıştırarak ve sonradan da ikincisine daha çok ağırlık vererek büyük bir karizma oluşturmuştu. Milliyetçiliğini, 1980'lerin başından bu yana Sırp Bilimler Akademisi'nin ısrarlı çalışmaları sonucu "hortlayan" Çetnik mirasından derliyordu. 1986 yılında Sırp Bilimler Akademisi tarafından yayınlanmış olan—ve az önce değindiğimiz—Memorandum, Milo§evi¡'in ideolojisinin ve siyasi programının ana çatısını oluşturdu. Yüz binlerce nüshası basıldı ve neredeyse ülkedeki tüm Sırplar tarafından okundu.

Kitabın önceki sayfalarında Sırp milliyetçiliğinin masonik karakterini birlikte incelemiştik. Bu saldırgan ve yayılmacı milliyetçiliğin ve onun ürünü olan Çetnik hareketinin neredeyse mason localarının bir ürünü olduğunu görmüştük. Şimdi bu noktada durup, aynı masonik bağlantının 1980'lerdeki "yeniden doğuş" için de geçerli olup olmadığını araştırmak gerekir. Milo§evi¡'in öyküsü, ancak bu "görünmeyen" yüzü de ortaya çıkarıldığında gerçek bir öykü olacaktır.

İlk iş olarak, Milo§evi¡'in liderliğini yaptığı hareketin manifestosu niteliğindeki 1986 Memorandumu'na, dahası bu Memorandum'u hazırlayan Sırp Bilimler Akademisi'ne bir göz atmak gerekir. Diğer bir deyişle, neo-Çetniklerin genelkurmayına.

Sırp Bilimler Akademisi'nin Gizli Yüzü

Milo§evi¡'in ideolojisinin temelini oluşturan 1986 Memorandumu aslında yeni bir belge değildi; 1937 ve 1939 yıllarında yine Akademi üyeleri tarafından yazılmış olan iki eski memorandumun adeta kopyasıydı. Bu iki memorandumun yazarları ise önemli isimlerdi. 1937'deki; 1914'te Avusturya-Macaristan veliahtına suikastte bulunan gruba dahil olan ve daha sonra Sırp Bilimler Akademisi üyesi seçilen Vasa ˚ubrilovi¡ adlı bir Sırp tarafından hazırlanmıştı. 1939'daki ikinci memorandum ise, yine Akademi üyesi olan Ivo Andri¡ adlı bir edebiyatçı tarafından kaleme alınmıştı. Andri¡, yazdığı bu deklarasyonda, bütün Sırpların tek bir ülkede, "Büyük Sırbistan"da toplanmalarını ve bunun için de Kuzey Arnavutluk'un işgal ve ilhak edilmesini savunmuştu.

Sonradan alacağı Nobel Edebiyat Ödülü'yle dünyaca ünlü bir romancı haline gelecek olan Ivo Andri¡, söz konusu Memorandum dışında da Müslümanlara nefreti körükleyen yazılar yazmıştı aslında. Johns Hopkins Üniversitesi'nden Fouad Ajami, Ivo Andri¡'in söz konusu anti-İslami yazılarına dikkat çeker. Buna göre, Ivo Andri¡, yazılarında "İslam'a olan antipatisini" ortaya koymuş, açıkça Osmanlı ve Bosnalı düşmanlığı yapmıştır. Ajami, Andri¡'in eserlerinde ortaya koyduğu "Müslüman fobisi"nin Sırpların bilinçaltına yerleştiğini ve Sırpların Müslümanlara olan düşmanlığında önemli bir rol oynadığını da not eder.11 Andri¡, öte yandan, Jozo Tomasevich'in yazdığına göre, II. Dünya Savaşı yıllarında dağa çıkarak Mihailovi¡'in birliklerine fiili olarak katılmayı düşünecek kadar "militan" bir Çetnik sempatizanıdır.12

İlginç olan bu iki Akademi üyesinin kimlikleriydi: İkisi de masondular. Zoran Nenezi¡, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980'de her ikisinin de masonluğunu bildiriyor.13 Kitapta bildirilen bir diğer nokta da, Ivo Andri¡'in Belgrad Locası'na üye oluşudur, yani Sırp milliyetçiliğinin gizli nüvesi olan locaya...

İşte bu iki "birader" tarafından hazırlanan 1937 ve 1939 Memorandumları, 1986'daki Memorandum'a temel hazırlar. 1937 ve 39 Memorandumları'nı hazırlayan her iki biraderin de Sırp Bilimler Akademisi'nin üyeleri oluşları ise olayın bir diğer önemli yönüdür. Anlaşılmaktadır ki, bu akademi masonlukla yakından ilgilidir.

Akademinin bu gizli kimliğine ışık tutan bazı önemli bilgiler vardır. Arnold Sherman, Perfidy In The Balkans (Balkanlar'daki İhanet) adlı Sırp yanlısı kitabında, Sırp Bilimler Akademisi'nin Batıdaki benzer "bilim akademileri" ile geleneksel bir dostluk ve işbirliğine sahip olduğunu yazar. Bunların arasında, kuşkusuz İngiltere'nin ünlü bilim derneği Royal Society de vardır.14 Royal Society'nin ise oldukça ilginç bir kimliği vardır: Pozitivist düşünceyi geliştirmek ve yaşatmak amacıyla oluşturulan kurum (The Royal Society of London for The Improvement of Natural Knowledge—Doğasal Bilginin Geliştirilmesi İçin Londra Kraliyet Derneği), ilk kurulduğu günden bu yana tam bir "mason locası" niteliğindedir.15

Akademinin daha da ilginç ve anlamlı bağlantıları vardır. 1989 yılında Belgrad'lı bir Yahudi olan Klara Mandi¡'in öncülüğünde Sırbistan ile İsrail arasındaki ilişkileri geliştirmek için kurulan Sırp-Yahudi Dostluk Derneği'nin 20 kurucu üyesinden 16'sı Sırp Bilimler Akademisi üyesidir. Bu "İsrail bağlantısı", Akademi'nin masonik kimliği ile yan yana konduğunda son derece anlamı bir tablo oluşturmaktadır elbette. 1986 Memorandumu işte bu İsrail bağlantılı masonik kurumdan çıkmıştır. Milo§evi¡ ise söz konusu Memorandum'da ortaya konan hedefleri uygulamak için siyaset sahnesine atılan liderdir.

Sırp Bilimler Akademisi'nin bu masonik kimliği son derece önemlidir; Bosna'daki vahşetin gerçek mimarlarının kimler olduğunu göstermektedir. Çünkü, Bosnalı bilgi kaynaklarına göre, Bosna'da 1992 yılında patlak vermiş olan savaş, gerçekte Sırp Bilimler Akademisi tarafından çok daha önceleri planlanmıştır.

Konuyla ilgili yorumları, Bosnalı bir taktik subayı, basına verdiği bir demeçte şöyle açıklamıştı:

Belgrad'daki Sırp Bilimler Akademisi, Çetnik ideolojisinin merkezidir. Genelkurmay ve istihbarat servisi de buradaki şovenistlerin kontrolündedir. Askeri stratejiler ise (Akademi'ye bağlı olan) Belgrad'daki Askeri Coğrafya Enstitüsü'nde belirleniyor... Enstitü, 1973 ve 78'de gizli tutulan iki harita hazırlamıştı. Bu haritalar Bosna sınırı boyunca Sırbistan, Sancak ve Karadağ'da bulunan gizli JNA (Federal ordu) üslerini gösteriyordu. Büyük çapta bir hazırlık vardı. İkinci haritada üslerin yanından geçen yollar iptal edilmiş, yani faaliyetler gözden uzak tutulmaya çalışılmıştı. Sırp Bilimler Akademisi, Bosna'daki savaşın planını henüz 1975'te tasarlıyordu. Kısa bir süre sonra ise CIA bunu öğrendi. Yani ABD bu savaşın çıkacağını ta o zamandan biliyordu.16

Bu durum bize Bosna'da yaşanan katliamın perde arkası ile ilgili çok önemli bir ışık tutmaktadır. Katliamı planlayan beyin, neo-Çetniklerin genelkurmayı konumundaki Sırp Bilimler Akademisi'dir. Bu Akademi ise, Sırp milliyetçiliğinin geleneğine uygun bir biçimde, masonlukla yakından ilişkilidir. II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan "masonik" Çetnik terörü, aynı kimliği korumuş gözükmektedir.

Bu tabloyu tamamlayacak olan son parça, "lider"in kimliği olacaktır. Madem Akademi masonik bir kurumdur, öyleyse Akademi'nin hazırladığı planı uygulamak için siyasete soyunan Milo§evi¡'in de bu kimlikle bir ilgisi olmalıdır.

Milo§evi¡'in Öyküsü II: Prens'in Masonluğu

Üstte incelediğimiz tüm bu masonik bağlar, ortaya önemli bir soru getirmektedir; Milo§evi¡ de mason mudur?

Cevap, evet'tir.

Milo§evi¡'in masonluğu, farklı birçok kaynakta bildirildi. 30 Ağustos 1992 tarihli Zaman gazetesi, Milo§evi¡'in İskoç Riti'ne bağlı 33. dereceden bir mason olduğunu gösteren—ve muhtemelen Milo§evi¡'in ülke içindeki muhalifleri tarafından basına sızdırıldıktan sonra dolambaçlı bir yolla Zaman'ın eline geçen—orjinal bir masonik diploma yayınlamıştı. Sırp liderin masonluğu, Bosna Hersek'te yayınlanan İslami Düşünce dergisi Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Idris Resi¡'in Türk basınında yer alan beyanatları sırasında da açıklandı.17 Bosna-Hersek'te de Milo§evi¡'in masonluğu uzun süre konuşulmuş, bazı Bosnalı yorumcular Sırp liderinin masonluğunun, onun Batı ile olan diyaloğunda etkili olduğunu söylemişlerdi. Masonlukla birlikte gündeme gelen "Siyonist bağlantısı" da oldukça ses getirmiş, hatta İngiltere'deki Yahudi toplumu tarafından yayınlanan haftalık Jewish Chronicle gazetesi bile konu hakkında haber yapmıştı.18

Bu arada, Tito döneminde kapatılmış olan mason localarının Milo§evi¡'in iktidarı sırasında anlı şanlı bir törenle açılması da bu konuda önemli bir göstergeydi. 1990 Temmuzu'nda yapılan açılışa, Batı Avrupa ülkelerinin yanı sıra Amerika ve Kanada'dan da çok sayıda mason ve Milo§evi¡ de dahil olmak üzere Sırp devlet erkanı katılmıştı.19

Kısacası, farklı kaynaklardan gelen bilgilerin doğruladığına göre, Slobodan Milo§evi¡ bir masondu. Sırp milliyetçiliğinin tarihteki pek çok büyük lideri, hatta selefi Mihailovi¡ gibi, bu yeni "Sırp Prensi" de locaların atmosferi içinden çıkmıştı. Sırp Bilimler Akademisi'nin çizdiği programı uygulamaya "layık" görülmesinin başlıca nedeni de buydu.

Bu, eğer siyasi bir anlam taşımasa, çok önemli bir bilgi olarak görülmeyebilirdi. Ancak büyük bir anlamı vardı; masonluk, Bosnalıların da teşhis ettiği gibi, Milo§evi¡'in Batılılarla olan ilişkilerinde önemli bir rol oynamıştı. Aynen 40 yıl önceki biraderi Mihailovi¡ gibi, o da Atlantik'in öteki yakasıyla bu "katalizör" sayesinde bağ kurmuştu.

Milo§evi¡'in Öyküsü III: Rockefeller Bağlantısı

1980'lerin ilk yıllarında Sırbistan'daki ekonomik duruma göz atan dikkatli bir gözlemci, ülkenin en büyük bankası olan Beograska Bank'ın genç ve yetenekli yöneticisinin hızlı yükselişini fark edebilirdi. Ortodoks bir rahibin oğlu olan Slobodan Milo§evi¡, iyi bir eğitimin ve parlak bir kariyerin ardından bankanın uluslararası ilişkilerinden sorumlu departmanının başına geçmişti. Milo§evi¡, bu denizaşırı ilişkiler sayesinde bankasına önemli karlar sağlayacaktı. Ama kendi adına sağladığı karlar, daha da önemli ve politikti.

Milo§evi¡, 80'li yılların ilk yarısında serbest piyasa ekonomisini savunurken Sloven ve Hırvat ekonomistlerinin boy hedefi haline gelmişti. 1983'te Beograska Bank'ın en üst düzey yöneticisi oldu. Bu arada bir yandan, Sırbistan Komünist Partisi'nin önde gelen bir üyesi olmasına rağmen, sosyalist bir ülkede serbest piyasayı savunmanın prestiji sayesinde Batılı finans kurumları ile iyi ilişkiler içine girmişti. İsrail kökenli Amerikalı gazeteci Arnold Sherman, Perfidy In The Balkans adlı Sırp yanlısı kitabında yazdığına göre, kısa sürede önemli bankacılık merkezlerinin hemen hepsini gezmiş, Yugoslavya'nın en büyük bankacılık birliğinin başkanı ve ülkenin en önemli endüstri yatırımlarının temsilcisi olarak "belki en az yüz kez" ABD'ye gitmişti. Ve burada bazı önemli kişisel yakınlıklar kurmuştu. Sherman'ın bildirdiğine göre, bu yakınlıkların en önemlisi, "Milo§evi¡ ile David Rockefeller arasında kurulan dostluk"tu.20

Bir bankacının bir başka bankacı ile dostluk kurması belki doğal sayılabilirdi, ama David Rockefeller sıradan bir bankacı değildi. Ve bu durum, söz konusu dostluğa çok özel bir anlam yüklüyordu.

David Rockefeller, ABD'nin en büyük petrol ve bankacılık tröstüne sahip olan Rockefeller "hanedanı"nın çağdaş dönemdeki en etkin üyesiydi. Ailenin bir "hanedan"a dönüşmesi, John D. Rockefeller'in 1887 yılında ABD'deki tüm petrol ticaretini eline geçirerek, "tröst" haline gelmesiyle başlamıştı. Bunu engellemek için çıkarılan "anti-tröst" kanunları da işe yaramamış ve Rockefeller İmparatorluğu, 20. yüzyıla dünyanın petrol devi olarak girmişti. Aile bu yüzyıl boyunca petrol üzerindeki egemenliğini büyük ölçüde korumuş ve dünya petrol ticaretinin yarısından çoğu, Rockefellerlar'ın sahip olduğu ve Standart Oil olarak bilinen beş petrol şirketi—Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil—tarafından kontrol edilmişti. Yüzyılın ilk yarısında bankacılığa da merak sararak Chase Manhattan Bank ve City Bank gibi dev finans kurumlarını oluşturan aile, bazı araştırmacılara göre, ABD'deki en büyük finans gücünü elinde bulunduruyordu.

Rockefeller'ları inceleyen araştırmacılar, ailenin bu çarpıcı yükselişinde diğer bazı finans hanedanlarından aldığı ilginç desteklerin de rolü olduğunda karar kılmışlardı. Buna göre, İngiltere'nin ünlü bankacılık devi Rothschild'lar ve 19. yüzyılın ikinci yarısında ABD'deki demiryolu ve deniz ulaşımının büyük bölümünü elinde bulunduran Kuhn, Loeb Co., Rockefeller'ların deyim yerindeyse "ellerinden tutmuşlar" ve onları yükseltmişlerdi.21 Bunun nedenini bulmak için yapılacak küçük bir araştırma ise, ortaya ilginç bir "soy bağlantısı" çıkarıyordu. Rothschild, Kuhn ve Loeb ailelerinin Yahudi oldukları bilinen bir şeydi; Rockefellerlar ise, dinen Protestan olmalarına karşılık, İspanya'nın Sefarad Yahudileri'nin soyundan geliyorlardı.22 Nitekim Rockefeller hanedanının bu Yahudi kimliği, İsrail'e karşı gösterdikleri dikkat çekici yakınlıktan da belli oluyordu.23

Rockefellerlar, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde, sahip oldukları ekonomik gücü siyasi güçle taçlandırmak istediler. I. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde yedi Yahudi bankerin finansal desteği ile kurulan ve amacı ABD dış politikası için fikir üretmek olan Council on Foreign Relations'ı (Dış İlişkiler Konseyi) bu bankerlerden "devraldılar". CFR, Rocfellerlar'ın akıttığı paralarla ülkenin en parlak beyinlerini topladı ve yine aynı kaynaktan gelen finans gücü sayesinde Amerikan dış politikasının belirlenmesinde büyük bir paya sahip oldu. II. Dünya Savaşı sonrasındaki Amerikan politikası, kimilerinin "Görünmez Hükümet" (Invisible Government) dediği CFR'nin vesayeti altında şekillendi. Dış İşleri Bakanlarının, Dış İşleri Bakan Yardımcıları'nın çoğu, hatta bazı Başkanlar CFR üyesiydi. CFR üyelerinin listesi, neredeyse Amerikan politikasının "Who's Who"su (Kim Kimdir'i) gibiydi; Henry Kissinger'dan John McCloy'a, Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski'den Eisenhower'ın Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles'a, CIA başkanı ve mason Allen Dulles'dan, Dean Acheson'a, George Kennan'a kadar pek çok ünlü isim, Konsey'e bağlıydı. CFR, basın ve akademik çevreler üzerinde de önemli bir etkiye sahip oldu. 1960'lardan sonra çoğalan diğer bazı "think-tank"ler ise—Brookings Institute, RAND Corporation, Middle East Institute, Carnegie Endowment ve benzerleri—gerçekte CFR'nin birer yan ürününden başka bir şey sayılmazlardı. Bu kuruluşların üst düzey yöneticilerinin hemen hepsi CFR üyesiydi.24

CFR'yi inceleyen bazı araştırmacıların üzerinde durdukları bir başka konu ise, Konsey'in masonlukla olan ilişkisiydi. "Politik ve finansal gücü hedefleyen bir elit örgütü" olarak özetlenebilecek olan kurumun bu tanımı, bu fonksiyonu tüm bir 18. ve 19. yüzyıl boyunca icra eden mason örgütüne de aynen uyuyordu. Dahası, CFR ile mason locaları arasında organik bir bağ ve paralellik olduğunu öne süren çok sayıda araştırmacı vardı. CFR'nin; Harry Truman, George Marshall, Dwight Eisenhower, Allen Dulles, John McCloy, Henry Kissinger, Lyndon Johnson, Dean Acheson, Gerald Ford gibi ünlü isimlerinin hepsinin aynı zamanda da mason localarına bağlı oluşları, bu noktada anlam kazanıyordu. Bazı yorumlara göre, CFR, "masonluğun modern bir türevi"nden başka bir şey değildi.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, CFR'nin Atlantik'in öteki yakasına uzanan iki önemli "yan ürünü" oldu. İlki, 1954 yılında kurulan Bilderberg Grup'tu. ABD ve Avrupa'nın seçkin siyasetçi ve sermayedarlarını her yıl gizli bir toplantıda biraraya getiren Bilderberg, Rockefeller isminin karizması altında ve CFR'nin inisiyatifi ile Avrupalı mason siyasetçiler tarafından oluşturulmuştu. Ve yine belirgin bir özellik vardı; Bilderberg toplantılarına çağrılmak için aranan özelliklerin başında, mason olmak geliyordu. CFR'nin ikinci yan ürünü ise, David Rockefeller'ın özel girişimi ile 1974'te kuruldu: ABD-Avupa-Japonya üçgenini oluşturan finans ve siyaset liderleri arasında koordinasyon sağlayan Trilateral Commission (Üçyüzeyli Komisyon)

David Rockefeller, CFR'nin, Bilderberg'in ve Trilateral Komisyonu'nun tartışmasız en önemli üyesiydi her zaman. Zaten CFR ve Trilateral ona "ait" sayılıyordu. Nitekim bu kurumların temel amacı, Rockefeller hanedanının ve diğer büyük sermayedarların çıkarlarına uygun bir Amerikan dış politikası belirlemek ve bunu yönetime empoze etmekti. Vietnam Savaşı'ndan Şili'deki darbeye, Latin Amerika'daki faşist rejimlerin desteklenmesinden çeşitli ülkelerde organize edilen darbelere kadar, CIA ya da Pentagon kanalıyla uygulanan pek çok politikada, asıl olarak CFR-Trilateral kompleksinin ve bu kompleksin ardındaki sermayenin rolü olmuştu. David Rockefeller, bu neo-masonik kompleksin en güçlü adamı olduğu için aynı zamanda da "ABD'nin en güçlü adamı" sayılıyordu.

Belgrad'daki Beograska Bank'ın genç ve yetenekli yöneticisi Slobodan Milo§evi¡ ise, ABD'ye yaptığı "yüzün üzerinde ziyaret" sonucunda, David Rockefeller'la "dostluk" kurmuştu. Ve büyük olasılıkla, bu dostluğun gelişmesinde Milo§evi¡'in masonluğunun da bir rolü olmuştu. ABD'deki masonik kompleksin bir numaralı adamı ile "dost" olmak, ancak bu tür bir "katalizör" sayesinde kolayca gerçekleşebilirdi.

Peki acaba iki bankacı arasındaki bu dostluğun başka sonuçları da olmuş muydu? Milo§evi¡, ABD'ye yaptığı "yüzün üzerinde ziyaret"in ardından Sırbistan'da hızla yükselmiş ve 1986 yılında Sırbistan Komünist Partisi'nin lideri olmuştu. Acaba bu hızlı yükselişte, "ABD'nin en güçlü adamı" ile kurulmuş olan dostluğun bir payı da olabilir miydi?

Bu soruyu cevaplamak için, öncelikle David Rockefeller'ın diğer bazı dostlarını incelemek ve bir de Doğu Bloku'nun çöküşüne bir göz atmak gerekmektedir.

Henry Kissinger'ın Öyküsü

Henry Alfred Kissinger, Almanya'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Nazi baskısı nedeniyle 1938'de ABD'ye göç etmiş, 1943'te ise Amerikan vatandaşı olup orduya katılmıştı. Savaşın sonundan 1969 yılına dek Harward Üniversitesi'nde siyaset bilimi öğrenimi gördü ve sonra da aynı dalda hocalık yaptı. Kısa sürede elde ettiği şöhretinin ardında ise, CFR ile olan ilişkisinin büyük payı vardı. 1955 yılında ilk kez CFR'da görev almış, ilerleyen yıllarda da Konsey içindeki itibarı ve konumu yükselmişti. Ona büyük şöhret kazandıran Nuclear Weapons and Foreign Policy adlı kitabının hazırlanmasında Konsey'in büyük katkısı olmuştu. Zamanla CFR'nin en üst kademesine kadar uzanarak David Rockefeller ve kardeşi Nelson Rockefeller ile yakınlık kurdu. Nelson Rockefeller, 1968'de Cumhuriyetçi Parti Başkan adaylığı için Richard Nixon ile yarıştığı sırada Kissinger da Rockefeller'ın en önemli danışmanı konumundaydı. Adaylık yarışını Nixon kazandı ve seçimlerde de galip gelerek Beyaz Saray'a yerleşti. Ancak bir süre sonra çok ilginç bir şey oldu; Rockefellerlar, Henry Kissinger'ı yönetime dahil etmesi için Nixon'a baskı yaptılar ve o da finans imparatorluğundan gelen bu "ricaya" karşı çıkamadı. Ve sonuçta Henry Kissinger, Nixon'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Beyaz Saray'a yerleşti.

Nixon'ın ilk döneminde, Dış İşleri Bakanı William Rogers ile Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger arasında büyük bir sürtüşme yaşandı. Özellikle Ortadoğu politikası sorunlara neden oluyordu; William Rogers, İsrail'in işgal ettiği topraklardan 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde çekilmeye zorlanması gerektiğini savunuyor, buna karşılık Kissinger İsrail'in kayıtsız şartsız desteklenmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak tartışma fazla uzamadı; Kissinger, kısa sürede Rogers'ı "by-pass" ederek dış politikanın yönetimindeki asıl güç haline geldi. Nixon'ın 1972 seçimleriyle başlayan ikinci döneminde de, Rogers Dış İşleri Bakanlığı görevinden alındı ve bu koltuğa Kissinger oturdu. Hem Dış İşleri Bakanlığı hem de Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevinin aynı kişi tarafından yürütülmesi Amerikan tarihinde ilk kez oluyordu. Dahası, Dış İşleri Bakanlığı makamına ilk kez bir Yahudi oturuyordu. İsrail Başbakanı Menahem Begin, bu "tarihsel olay"ı, "Dr. Henry Kissinger'ın Amerikan Dış İşleri Bakanı olması, Birleşmiş Milletler'in İsrail'in kuruluşunu onaylaması kadar dev bir adımdır" sözüyle yorumlayacaktı.25

Nitekim Kissinger bu "dev adım"ın hakkını verdi ve Amerika'nın Ortadoğu politikasını tamamen İsrail'in yörügesine oturttu. Amerika'nın, İsrail'in nükleer silah programını desteklemesi için elinden geleni yaptı. Onun baskısı sonucunda İsrail'e yılda iki milyar dolarlık dış yardım yapılması garantiye alındı. (Bugün bu rakam yılda altı milyar doların üzerindedir.) 1973'teki Arap-İsrail (Yom Kippur) Savaşı sırasında, İsrail'e yapılan tarihin en büyük silah sevkiyatı onun emriyle gerçekleşti. ABD'nin FKÖ ile diyalog kurmama prensibini o belirledi ve bunu dış politikanın değişmez bir parçası haline getirdi.26 Noam Chomsky, Kissinger'ın bu misyonunu şöyle vurguluyor: "Kissinger 1970 yılında Ortadoğu'yu kontrolü altına almayı başardı ve reddiyeci 'Büyük İsrail' anlayışı, uygulamada ABD'nin politikası haline geldi. O zamandan bu yana bu politika, 1973 sonrası yaşanan değişikliklere rağmen, özü bakımından aynı kaldı."27

Kissinger Dış İşleri Bakanı olduğu dönemde yalnızca dış politikada değil, iç politikada da İsrail adına önemli kazanımlar elde etti. Amerikalı araştırmacı Eustace Mullins, bu konuya değinerek Kissinger'ın "hükümet kademelerine çok sayıda gönüllü siyonisti atadığına" dikkat çekiyor. Buna göre, Kissinger, Yahudi lobisinin en önde gelen kuruluşlarından biri olan ADL'ye (Anti-Defamation League of B'nai B'rith) büyük destek vermiş, bu örgütün ve diğer çeşitli aktif Yahudi örgütlerinin vergiden muaf sayılmalarını ve benzeri pek çok yasal hak kazanmalarını sağlamıştı. ADL ise 1982 yılında Kissinger'ı "yılın adamı" seçti.28

Kissinger'ı bu denli güçlü kılan faktörlerin başında, başta değindiğimiz CFR ve Rockefeller bağlantıları geliyordu. "Hanedan" ile Rockefeller Vakfı'nın başkanlığını yapacak kadar yakın ilişkiler içinde olan ve CFR'nin da en etkili üyeleri arasında sayılan Kissinger, İsrail yanlısı politikalarında da bu güç merkezini arkasında buldu. Yahudi asıllı Rockefellerlar'ın İsrail'e olan sempatileri, başta Rockefeller hanedanı olmak üzere Yahudi sermayesi tarafından finanse edilen CFR'nin de belirgin özelliklerinden biriydi. CFR'nin siyasi çizgisini ifade eden ve en başta da Kissinger tarafından temsil edilen "neo-konservatif" kanat, İsrail yanlısı Ortadoğu vizyonu ile tanınıyordu zaten.

Kissinger'ın arkasındaki bu Rockefeller-CFR desteği, o 1976 yılında Beyaz Saray'dan ayrıldıktan sonra da devam etti. Kissinger, David Rockefeller'ın çok yakın bir dostu olarak CFR'nin, Bilderberg'in ve Trilateral Komisyonu'nun en hatırı sayılır üyelerinden biriydi ve bu kariyerini kullanarak her zaman için Beyaz Saray politikaları üzerinde yönlendirici oldu. Kissinger'ın Beyaz Saray'dan ayrılmasından sonra, bu kez onun "öğrencileri" ya da "adamları" Dış İşleri kademelerini doldurmaya başladılar.

Kissinger'ın David Rockefeller ile yakın ilişkileri CFR-Bilderberg-Trilateral kompleksinin ötesine de uzanıyordu. David Rockefeller'ın sahip olduğu Chase Manhattan Bank'ın uzun bir süre Yönetim Kurulu Başkanlığını, sonra da Başkan Yardımcılığını yürütmüştü Kissinger. Aralarındaki kişisel dostluk, Güney ve Orta Amerika'da birlikte çevirdikleri "kirli" işlerle -uyuşturucu baronlarıyla kurulan bağlantılarla, kara para aklama operasyonlarıyla- birlikte daha gelişmişti.29 Nitekim Kissinger, 1982 yılında Kissinger Associates adlı lobicilik şirketini kurduğunda arkasındaki en büyük destek, yine Chase Manhattan Bank'tı.

Uzun sözün kısası, Henry Kissinger'ın öyküsü, Rockefeller hanedanı ve özellikle de hanedanının en güçlü ismi David Rockefeller ile yakından ilişkiliydi. "David" ile "Henry" arasında 1960'ların başında doğan ve büyük bir "ekonomi-politik" düzlemde giderek genişleyen köklü bir "dostluk" vardı.

Peki tüm bunların bizim konumuzla ne ilgisi vardı?

Cevap açıktı: David Rockefeller'ın, Henry Kissinger kadar yakın olmasa da, "dostluk" kurduğu ilginç bir isim vardı bizim açımızdan önemli olan; Slobodan Milo§evi¡... Genç bankacının ABD'ye yaptığı "yüzden fazla ziyaret" sırasında Rockefeller ile kurduğu dostluk, Henry Kissinger'a kadar uzanabilecek bir bağ oluşturabilirdi belki.

Nitekim Rockefeller ile Kissinger'ın 80'li yıllarda üzerinde özellikle kafa yordukları "Şark Meselesi", böyle bir bağ için gerekli olan zemini oluşturuyordu.

Trilateral'in "Şark Seferi"

Önceki sayfalarda CFR'nin 1970'li yıllarda ortaya çıkan bir "yan ürünü" sayılabilecek olan Trilateral Komisyonu'ndan söz etmiştik. Fakat neden bu tür bir "yan ürüne" ihtiyaç duyulduğuna değinmedik. Oysa David Rockefeller'ın öncülüğünde kurulan Komisyon'a "sebeb-i hayat" olan önemli bir misyon vardı; Uzun süredir Doğu-Batı çatışması nedeniyle bölünmüş olan gelişmiş Kuzey ülkelerini tek bir ekonomi-politik blok içinde biraraya getirmek.

Trilateral'in ilk başkanı—ve David Rockefeller'ın yakın bir dostu—olan Brzezinski, gelişmiş ülkeleri biraraya getirecek bir ittifaktan aslında Komisyon kurulmadan daha önce söz etmişti. Between Two Ages (İki Çağ Arasında) adlı kitabında Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya arasında birlik öneriyordu. Brzezinski'nin bu kitapta ortaya koyduğu düşünceler dizisi, Komisyonun temel stratejilerinin belirlenmesinde önemi rol oynadı.

Ancak Komisyon'un amacı yalnızca Japonya'yı değil, Doğu Bloku'nu da kapitalist ekonomik sisteme entegre etmekti. Buna işaret eden ilginç açıklamalardan birini yine Brzezinski yaptı. Brzezinski yıllardır Amerikalı stratejistlerin koruduğu anti-Marksist söylemi tamamen bir yana bırakarak Marksizmi öven ifadeler kullanmaya başladı. Bir tanesinde, "Marksizm aklın iman üzerinde bir zaferi, insanın evrenselci vizyonunun olgunlaşmasında hayati bir aşamadır" diyordu.30 Kuşkusuz Brzezinski bu sözleri sarf ederken, akıl ile imanın birbirinden ayrı olmadığı, gerçek akıl sahiplerinin iman ehli olduğu gerçeğini gözardı etmişti. Komisyon'un Amerika'daki sözcülerinden C. Smith, Brzezinski'nin sözlerine şunu da ekliyordu: "Her durumda Trilateral hiçbir şekilde anti-komünist olmamalıdır."31

David Rockefeller, Başkan Gerald Ford (solda) ve Zbigniew Brzeziski (sağda) ile birlikte, Trilateral'in kuruluşu sırasında.

Acaba neden Trilateral "hiçbir şekilde anti-komünist olmamalı"ydı? Brzezinski neden Marksizm'i övüyor, daha da önemlisi, Marksizm'i bir tür zafer olarak tanımlıyordu? Trilateral başkanının yaptığı bir başka yorum, bu yaklaşımın ardındaki vizyonu açığa vuracaktı. Şöyle demişti Brzezinski: "Olasıdır ki, yakın bir gelecekte savaş ve barış sorunları, II. Dünya savaşından beri uluslararası ilişkilere egemen olmuş Doğu ve Batı arasındaki askeri güvenlik sorunlarından çok Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik ve sosyal sorunlardan kaynaklanacaktır."32

Kısacası Trilateral, bir "Kuzey bütünleşmesi" planlıyordu. Bu bütünleşmenin içinde İkinci Dünya, yani Sovyetler Birliği ve onun Doğu Avrupa'daki müttefikleri de yer alacaktı. Bu nedenle Trilateral kesinlikle "anti-komünist olmamalı"ydı; çünkü ancak bu şekilde komünizmle özdeşleşmiş olan İkinci Dünya'yla kucaklaşabilirdi. Modern "Şark Meselesi", buydu.

1985 yılında Gorbaçov Sovyet lideri olduğunda, beklenen fırsat yakalanmıştı. Trilateral'in belirlediği bu strateji, hemen uygulamaya kondu. Sovyet liderinin Batıya yakınlaşma arayışına ilk cevap verenler Yahudi finans çevreleri ve Trilateral Komisyonu'nun beyinleriydi. Ocak 1989'da Uluslararası Yahudi Örgütü B'nai B'rith aniden Moskova'da bir "loca" açtı. Dahası, bu locanın Gorbaçov ve onun yeni "nomenklatura"sıyla yakın ilişki içinde olduğuna dair haberler kısa süre sonra basına sızdı.33 İşin daha da ilginç yönü ise, B'nai B'rith locasının açılışından birkaç hafta sonra bu kez Trilateral Komisyonu'dan bir heyetin Moskova'ya ayak basmasıydı. Heyetin en önemli iki kişisi oldukça tanıdıktı; David Rockefeller ve Henry Kissinger. Amerikan The Spotlight dergisi, Trilateral heyeti ile Kremlin'in patronları arasında geçen görüşmeyi yorumlarken, "Trilateral Komisyonu'nun amacı Sovyetler Birliği'ni ve komünist Doğu Bloku ülkelerini 'dünya ekonomisinin ortakları' yapmaktır" diye yazıyordu. Buna göre, Kissinger ve Rockefeller, Sovyet hükümetine Dünya Bankası ile IMF'ye üyelik önermişlerdi.34

Şubat'ta David Rockefeller, bu kez CFR'den bir delegasyonla Varşova'ya gitti ve aynı teklifleri Polonya'ya yaptı.The Christian Science Monitor gazetesinin yorumcusu Jeremiah Novak: "Sovyetler Birliği'yle sürekli gelişen ilişkiler sayesinde Trilateral, ileriki bir tarihte Sovyetler'le birleşmeyi umut ediyor" diyordu.35 Aynı günlerde Brzezinski ise, "kalkınmış ülkelerden oluşan ve Atlantik devletlerini, Avrupa'nın komünist ülkelerini ve Japonya'yı kapsayacak yeni oluşumlar meydana getirilmelidir" önerisini getiriyordu.36

Trilateral'in bu tür bir "Şark Seferi"ne çıktığı yıl, Doğu Avrupa'nın komünist rejimleri bir "domino etkisi" içinde devrildiler. Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslavakya, Polonya, Bulgaristan, Romanya, birbiri ardına "Beyaz Devrim"lere sahne oldular. Ve tüm Doğu Bloku ülkelerinde yeni liderler ortaya çıktı. Çoğunun ortak hedefi, Doğu-Batı bütünleşmesini gerçekleştirmek ve ülkelerini Kapitalist Batıya entegre etmekti. Trilateral'in "Şark Meselesi" için geliştirdiği projeye büyük bir paralellik gösteriyorlardı bir başka deyişle.

Bu arada ilginç bir şey daha vardı; bu yeni liderlerin bazıları, Trilateral'le ortak bir kimliğe de sahiptiler. Fransız L'Express dergisi, "Masonların Doğu'yu Fethi" başlığı ile kapak yaptığı bir haberinde, başta Romen lider Petre Roman ve "Çek kahramanı" Vaclav Havel olmak üzere, Doğu Avrupa'daki yeni Batı yanlısı hükümetlerde masonların yer aldığına dikkat çekiyordu. "Eski komünistler artık mason olmaya başladılar" diyen dergi, şöyle ekliyordu: "Bir zamanların komünist ülkelerinin başkentlerinde; Moskova, Prag, Budapeşte, Varşova, Bükreş ve Belgrad'da mason locaları iki yıldır hızla gelişiyor. Masonluk ruhu Orta Avrupa'da giderek canlanıyor. Locaların en büyük hayali ise, "Büyük Avrupa".37

Havel ile Roman'ın Trilateral kompleksi ile paralel bir başka kimlikleri daha vardı; Petre Roman bir Yahudi, Havel ise yarı-Yahudi idi. Türkiyeli Yahudilerin yayınladığı Şalom gazetesi, Petre Roman'ın ve diğer bazı Yahudilerin Doğu Avrupa'daki devrimde oynadıkları role dikkat çekmiş ve "Doğu Bloku devrimlerinde Yahudilerin şurada burada önemli mevkilere atanıp sivrilmeleri"nin bir simge olduğunu yazmıştı.38

Vaclav Havel ise anne tarafından Yahudiydi ve bu yüzden de Politika adlı antisemit eğilimli Çek dergisinin yayınladığı "Ülkedeki Yahudiler ve Yarı-Yahudiler" adlı listeye dahil olmuştu. Dahası Havel, 1991 yılı içinde B'nai B'rith International'dan altın madalya almıştı. Bu madalya, "dünya Yahudilerine hizmet edenlere" veriliyordu.39 Nitekim Havel'in önemli icraatlarından biri, ülkesiyle İsrail arasında 1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan bu yana kesik olan diplomatik ilişkileri yeniden kurmak oldu. 1990 yılının Ocak ayında Çekoslovakya'ya giden İsrail Dış İşleri Bakanı Moşe Arens, Çek lider ile çok sıcak bir görüşme yapmış ve Havel, "Yahudilerin ve Çeklerin tarih boyunca daima dost olduklarını" söylemişti. Çek kahramanı, daha sonra İsrail'e bir ziyaret yapmayı da ihmal etmedi, hatta Kudüs'teki Ağlama Duvarı'nda başındaki kipasıyla (Yahudiler tarafından kutsal kabul edilen şapka) boy gösterdi. Bu icraatlar, İsrail'i Amerikan emperyalizmi ile özdeşleştirmeye alışık olan Çek muhalefetinden o denli büyük bir tepki aldı ki, bir süre sonra Havel'in yaptıklarının karşılığında rüşvet olarak "şekel" (İsrail para birimi) aldığı söylentileri dolaşmaya başladı.40

Havel'in yolundan giden bir başka Doğu Avrupa lideri ise Macaristan lideri Arpad Göncz idi. Kudüs'te boy gösterip Başbakan Yitzhak Şamir ile "sıcak bir dostluk" kuran Göncz, İsrail'le o kadar yakın ilişkiler geliştirdi ki, muhalefetteki Macaristan Demokratik Forumu'nun Başkan Yardımcısı Istvan Csurka, Arpad Göncz'ün "İsrail ajanı" olduğunu öne sürdü.41

Havel'in rüşvet olarak "şekel" alıp almadığını ya da Göncz'ün "İsrail ajanı" olup olmadığını bilmek mümkün değildi kuşkusuz. Ama asıl önemli olan, 1989'daki zincirleme devrim sonucunda Doğu Avrupa'da iktidara gelen liderlerin çoğunun ortak bir "akım"ın parçası oldukları gerçeğiydi; bu liderler kendilerini ve ülkelerini Batı kapitalizmine entegre etmek istiyorlardı ve bu yüzden de Batı kapitalizmine egemen olan güç odaklarıyla özellikle yakın ilişkiler kuruyorlardı. Yahudi sermayesine özellikle itibar etmelerinin, bu itibarın bir nişanesi olarak İsrail'e gösterişli bir biçimde yakınlaşmalarının anlamı buydu. Çünkü Doğu Avrupa'nın Batı kapitalizmine entegre edilmesi işini üstlenen başlıca aktör, Trilateral'in "Şark Seferi"nden anlaşıldığı üzere, söz konusu Yahudi sermayesi ve onunla paralel olan masonik örgütlenmeler, ya da bir başka deyişle Judeo-masonik kompleksti.

Doğu Avrupa'da yaşanan bu akımın belki tersten bir yorumu da yapılabilirdi; söz konusu liderlerin Batı kapitalizmine egemen olan Judeo-masonik komplekse yakınlaştığı yorumunun yanında, bu kompleksin bu liderleri özel olarak "seçmiş" olması ihtimali de göz önünde tutulabilirdi. Petre Roman ve Havel gibi kıdemli masonların komünizmin yıkılmasından hemen sonra ortaya çıkarılmalarının ve Batıdan destek görmelerinin altında yatan neden, belki de bu "seçilmişlik"ti. Doğu Avrupa'ya yeni bir düzen getirmek isteyen -ve en başta CFR, Bilderberg ve Trilateral gibi örgütlenmelerle kendini ifade eden- Judeo-masonik kompleks, bu yeni düzene lider olarak "kendinden" ya da en azından "kendine yakın" isimleri seçip öne sürmüş olabilirdi.

Ve tüm bu tablo, bizi asıl soru ile karşı karşıya bırakıyordu: Trilateral'in "Şark Seferi'nin ya da "Masonların Doğu'yu Fethi"nin Yugoslavya'daki düzenlemesi ne olmuştu acaba? Yugoslavya, 1989'daki devrim dalgasından nasibini almayan Avrupa'daki yegane sosyalist ülkeydi. Ama ülke iki yıl sonra devrimden çok daha büyük siyasi gelişmelere sahne olmuş ve patlak veren kanlı savaş nedeniyle herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden daha büyük bir stratejik önem kazanmıştı.

Peki acaba Judeo-masonik kompleksin Yugoslavya'da kendisi için seçtiği ve zirveye taşıdığı bir lider var mıydı? Petre Roman ya da Havel gibi "mason" olan bir lider, İsrail'le yakın ilişkiler kuracak bir lider, Judeo-masonik kompleksle organik ilişki içinde olacak bir lider...

Kuşkusuz akla hemen David Rockefeller'ın "yakın dostu" ve de kıdemli bir mason olan Slobodan Milo§evi¡ gelmektedir. Nitekim Milo§evi¡'in öyküsünü detaylı bir biçimde incelediğimizde, Çetniklerin bu yeni "voyvoda"sının Judeo-masonik kompleksle ve o kompleksin ağır topu Henry Kissinger ile olan olağanüstü ilişkileri su yüzüne çıkmaya başlamaktadır.

Milo§evi¡'in Öyküsü IV: Kissinger Bağlantısı

Slobodan Milo§evi¡, 1980'lerin başlarında Beograska Bank'ın çiçeği burnunda başkanı olarak ABD'ye ziyaretlerde bulunur ve David Rockefeller'la dostluk geliştirirken, bir yandan da ABD'nin Belgrad Büyükelçisi ile yakın bir ilişki içine girmişti. Lawrence Eagleburger adlı Büyükelçi, finans konularından iyi anlayan bir adamdı ve Sırbistan'ın en büyük bankasının başkanı olan Milo§evi¡ ile yolları doğal bir biçimde birleşti.

1983 yılında Beograska Bank, Yugoslavya'nın en büyük araba üretim projesinin finansmanını üstlendi. Söz konusu "Yugo" marka arabalar, Yugoslavya'nın ihraç amaçlı olarak ürettiği ilk otomobildi. Yugo projesinin finansmanını üstlenen Milo§evi¡, doğal olarak hemen araba için pazar arama işine girişti. Ve Amerikan Büyükelçisi Lawrence Eagleburger, Yugo arabalarına Amerika'da pazar bulmayı öngören kapsamlı bir teklif ile Milo§evi¡'in karşısına çıktı. Milo§evi¡, Eagleburger'ın teklifini çok cazip buldu ve bu iki adam kısa bir süre sonra iş ortağı haline geldiler.42 Alman gazeteci Hans Peter Rullman, 1989 yılında yazdığı Krisenherd Balkan adlı kitapta, Eagleburger'ın Belgrad Büyükelçisi olduğu o yıllarda "Yugo arabalarının en hızlı satıcısı" haline geldiğini yazacaktı.43

Bu, ilk başta basit bir iş ortaklığı gibi gözüküyordu, ama biraz daha zaman geçtikçe önemli bir siyasi boyut kazanacaktı. Bunun nedeni ise, büyük ölçüde Eagleburger'ın siyasi kariyeriydi. Çünkü Eagleburger, sıradan bir büyükelçi değildi. 1970'lerin ilk yarısında Dış İşleri Bakanlığının en üst kademelerinde görev yapmıştı. O dönemin Dış İşleri Bakanı ise Henry Kissinger'dı. O yıllarda Eagleburger, bakanlık içinde Henry Kissinger'ın "sağ kolu" haline gelmiş ve aralarında bir baba-oğul ilişkisi oluşmuştu. Nitekim Kissinger 1982 yılında Kissinger Associates'i kurduğunda Eagleburger da hemen şirketin yönetim kurulunda yer almış, Belgrad'daki görevinden döndükten sonra da Kissinger Associates'in yönetim kurulu başkanlığını yapmıştı.

Eagleburger'ın Milo§evi¡ ile ortaklık kurduğu yıllarda, ABD'nin Belgrad Büyükelçiliği'nde görev yapan ve yine "Slobodan" ile dostluk geliştiren bir ikinci isim daha vardı; Elçilikte askeri ataşe olarak görev yapan Brent Scowcroft. Ve işin ilginç yanı, Scowcroft da aynı Eagleburger gibi, "Kissinger'ın takımı"ndandı. Bu ikisi, Washington kulislerinde "Kissinger's yes-men" (Kissinger'ın evet-efendimcileri) olarak bilinirdi.44 Scowcroft, Carter yönetiminde Silah Kontrolü Genel Danışma Dairesi üyesi iken Kissinger'a "tabi" olmuş ve sonra o da Eagleburger gibi kurulan Kissinger Associates şirketinin yönetim kurulunda yer almıştı. Eagleburger Kissinger Associates'in yönetim kurulu başkanlığını yürütürken, Scowcroft da başkan yardımıcısıydı. Her ikisi de Kissinger'ın "adamları" olan Scowcroft ile Eagleburger arasında da doğal olarak yakın bir dostluk vardı. Özel sohbetlerinde zaman zaman Sırbo-Hırvatça konuşurlardı.45

Eaglebuger-Scowcroft ikilisi ile Milo§evi¡ arasında kurulan dostluk ve ortaklık, kısa süre sonra Washington'a da taşındı. Yugo şirketinin danışmanlığını Kissinger Associates yapmaya başladı ve söylenenlere göre, bu işten oldukça kar etti. Kissinger Associates'in Sırbistan'daki ortağı olan Milo§evi¡ de Yugo işinden epey kar elde etmişti. Elde edilen döviz gelirlerini Sırbistan'da alıkoyarken, Hırvat ve Sloven taşeron firmalara değersiz Yugoslav dinarı ile ödeme yapıyordu. 1986 yılında Eagleburger, Belgrad bağlantısına bir halka daha ekleyerek Yugoslavya'daki Ljubljanska Bank'ın Amerika'daki partneri olan LBS-Bank'ın yönetim kurulu üyeliğini üstlendi. LBS Bank hakkında kara para aklama operasyonları yürüttüğü için iki yıl sonra ABD'de mahkumiyet kararı alınacaktı.46

Milo§evi¡'in bir diğer dostu ise, ABD'nin Belgrad Büyükelçiliği görevini yürüten Lawrence Eagleburger'dı (solda). Eski Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger'ın (sağda) kurduğu Kissinger Associates adlı lobi şirketinin yönetim kurulu başkanı ve Kissinger'ı n "sağ kolu" olan Eagleburger, Milo§evi¡'in hem iş ortağı hem "yakın dostu" idi ve onu siyasete atılması için teşvik etmişti."Kissinger ekolü" ile kurduğu bu bağlantı, Milo§evi¡'e ilerleyen dönemde de yardımcı oldu. Öyle ki Kissinger ve "adamları", Washington kulislerinde "Belgrad Mafyası" olarak anılmaya başladılar.

İşte Yugo ticaretinin hızla yürüdüğü Kissinger ve ekibi, Milo§evi¡'in çok iyi bir "ortak" olduğunu ve çok "parlak" bir gelecek vadettiğini fark ettiler. Bu tarihten sonra, gerek Washigton'daki gerek Belgrad'daki çeşitli kaynakların bildirdiğine göre, Eagleburger, Milo§evi¡'i siyasete atılması için teşvik etmeye başladı.47 Ve o zamana kadar Komünist Parti'nin Belgrad sorumlusu olan Milo§evi¡, KP'nin 1986 yılındaki kongresine adaylığını koydu ve kazandı. O, artık Sırbistan Komünist Partisi'nin lideriydi ve Washington'da David Rockefeller'dan Henry Kissinger'a kadar uzanan önemli bir dostlar listesine sahipti.

Kissinger'ın ekibi, ilerleyen yıllarda da Milo§evi¡'e yardımını sürdürecekti. 1988 yılında göreve gelen Bush yönetimi, bunun için mükemmel bir fırsat oluşturdu. Kissinger'ın adamları Bush yönetiminin en kilit noktalarına yerleşmişlerdi, çünkü Brent Scowcroft Ulusal Güvenlik Danışmanı, Lawrence Eagleburger ise Dış İşleri Bakan Yardımcısı olmuştu. Dahası, Eagleburger, Başkan Bush tarafından Aralık 1989'da Doğu Avrupa İşleri Koordinatörlüğü'ne atandı ve "Doğu Avrupa Demokrasilerini Destekleme Yasası" uyarınca kurulan bir fonun sorumluluğuna getirildi. Trilateral'in "Şark Seferi"nin bir parçası sayılabilecek olan fonun emrinde milyonlarca dolar vardı. İlgili kaynakların bildirdiğine göre Eagleburger, fonu kısa süre içinde Henry Kissinger ve dostlarının yararlandıkları bir kuruluş haline getirdi. Fonun yapacağı yardımları düzenlemek için kurulan Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endowment for Democracy Act) adlı vakıf, Eagleburger'ın ve dolayısıyla Kissinger'ın kontrolündeydi. Vakfın başına ise Kissinger'ın temsil ettiği Judeo-masonik komplekse uygun bir isim getirilmişti: Carl Gersham. Gersham, Amerika'daki en ünlü Yahudi örgütü olan ADL'nin (Anti-Defamation League of B'nai B'rith) eski başkanıydı.

Söz konusu fon yoluyla Doğu Avrupa ülkelerindeki çeşitli "demokratik" siyasi gruplara büyük para yardımları yapıldı. Bu "demokratik" kelimesi, "Amerika'nın çıkarlarına uygun" anlamına geliyordu elbette ve desteklenen grupların gerçek anlamda demokratik olmalarına da gerek yoktu. Amerikalı araştırmacı Eustace Mullins'e göre, 1990 ve 91 yılları içinde Sovyetler Birliği'ndeki bazı bürokratlara söz konusu fondan büyük paralar (rüşvetler) aktarılmıştı, ama bunların hemen hiçbirinin komünist sistemin çöküşüne öncülük eden gruplarla bir ilgileri yoktu.48

Acaba Kissinger ekibinin kontrolündeki Ulusal Demokrasi Vakfı, Yugoslavya'da kimi seçmişti desteklemek için?

Milo§evi¡'i elbette. Bu konu, Sırbo-Hırvat savaşının patlak vermesi ve böylece gözlerin Yugoslavya'ya çevrilmesiyle birlikte gündeme gelmişti. Ve ısrarlı sorular sonucunda, Ulusal Demokrasi Vakfı'nın bir sözcüsü, "Sırp lider Milo§evi¡ ile çok yakın ilişkiler kurduk" demişti.49 Yardım yalnızca parasal yönden değildi, Çetnik liderlerine "taktik" yardım da yapılıyordu. Söz konusu sözcü, vakfın Sırp liderlere "grup dinamiği", "sıfır toplam oyunu" ve "çatışma kararlılığı" gibi yöntemler üzerinde eğitim verdiğini de söylemişti.50 Bu yöntemler, İngiltere'deki Tavistock kliniğindeki sosyo-psikoloji uzmanları tarafından geliştirilmişlerdi ve liderlerin toplum üzerindeki kontrollerini artırmaya yönelikti.

Kissinger ekibinin, özellikle de Eagleburger'ın Milo§evi¡ ile olan ilişkisi, ilerleyen dönemde sık sık gündeme geldi. Mart 1989'da, Eagleburger'ın bakan yardımcılığının onaylanması görüşmeleri sırasında Senatör Larry Pressler, Eagleburger'a "anladığım kadarıyla siz Sırbistan Komünist Partisi'nin başıyla yakın dostsunuz" demişti. Senatör, Milo§evi¡'i kastediyordu.51 Eagleburger'ın Milo§evi¡'le ve diğer Sırp devlet erkanıyla olan tüm bu ilişkileri, bir süre sonra -ünlü "Lawrence of Arabia"ya nispeten- "Lawrence of Serbia" olarak anılmasına yol açacaktı.52 Hırvat-Amerikan örgütleri de, Eagleburger'ın bu "Sırp yanlısı" kimliğinden ve icraatlarından duydukları kaygıyı aynı sıralarda dile getirmeye başladılar. Bu yorumlara göre, Eagleburger -ve de Scowcroft- Sırpların krizdeki rollerini bilinçli olarak yanlış değerlendiriyor ve Washington'ı yanıltıyorlardı.53

Eagleburger ise Milo§evi¡ ile olan dostluğunu hep inkar etme yoluna gitti. Oysa daha 27 Şubat 1990 tarihinde Yugoslavya'ya yaptığı gezi sırasında Milo§evi¡ ile görüşmüş ve onu Beyaz Saray'a davet etmişti. Bu bilgi, Hırvatistan'da yayınlanan Vecernyi List gazetesinin 3 Mart 1990 tarihli sayısında da yazılmıştı.

Bush yönetiminin Sırp saldırganlığına tepkisiz kalmasının, dahası çanak tutmasının en büyük nedeni, "Kissinger ekibi" ile Belgrad arasındaki söz konusu gizli ittifaktı. Eski ABD Romanya Büyükelçisi David Funderburk, kendisiyle yapılan bir röportajda, "bugün Bosna'da ve bütün Yugoslavya'dakileri yakıp yıkan Sırp liderlere karşı güttüğümüz politikanın sebebi Eagleburger ile Milo§evi¡ arasındaki ilişkidir" diyordu.54

Aslında Milo§evi¡ ile Judeo-masonik kompleks arasındaki ilişki, yalnızca Bush yönetiminin değil, ondan sonraki Clinton yönetiminin, ABD devlet aygıtının ve hatta genel olarak tüm bir Batı dünyasının Yugoslavya'ya karşı izlediği politikanın sebebi olacaktı. CFR, Trilateral, Bilderberg gibi örgütlenmelerle kendini ifade eden ve Kissinger ekibi kanalıyla Belgrad'a uzanmış olan bu Judeo-masonik kompleks, uluslararası topluluk içinde bir "gizli el" gibi çalıştı ve krizin başından sonuna dek Milo§evi¡'in ve onun Çetniklerinin gizli destekçiliğini üstlendi. Masonluk, II. Dünya Savaşı'ndan yıllar sonra, Belgrad ile Batı arasında bir kez daha katalizör rolü oynuyordu.

Ancak Judeo-masonik kompleksin Belgrad'a destek olmasının tek nedeni, Kissinger ekibi ile Milo§evi¡ arasındaki gizli ilişkiler değildi kuşkusuz. Bu ilişkiler iki taraf arasındaki ittifakı kolaylaştırmıştı, ama ittifakın bir de kendi içinde stratejik bir mantığı vardı. Ve bu mantık, Belgrad'dan değil, Saraybosna'dan, Saraybosna'daki "Yeşil Tehlike"den kaynak buluyordu asıl.

Yeniden Yeşil Tehlike

Belirttiğimiz gibi, masonluğun içinde katalizör görevi yaptığı bu ilişkinin bir de stratejik bir mantığı vardı. Kissinger ve ekolü, İslam'a karşı olan "şahin"likleriyle bilinirlerdi. Ve şimdi Yugoslavya'nın orta yerinde, Bosna-Hersek'te onlara göre ciddi bir "İslami tehlike" doğuyordu. Daha önceleri Bosna-Hersek Komünist Partisi tarafından hedef alınan ve önceki sayfalarda değindiğimiz gibi 1980'lerin ortasında "bastırılan" bu tehlike, komünizmin tarihe karışmasıyla geri dönmüştü. Bu, ne Kissinger'ın ekolüne bağlı olan Amerikalılar, ne de Yugoslavya ile geleneksel olarak ilgili olan Avrupa ülkeleri -en başta da İngiltere- için olumlu bir gelişme değildi.

Milo§evi¡, işte bu Yeşil Tehlike'ye karşı stratejik bir denge unsuru olarak da görülüyordu. Zaten o da en büyük misyonunun bu olduğunu her fırsatta ortaya koyuyordu. Osmanlı'yla savaşmış olan Prens Lazar'ın veliahtlığına soyunmasının anlamı buydu.

Peki neydi bu Yeşil Tehlike, Bosna'da neler oluyordu?

Alija Izetbegovi¡, 1983 yılındaki Saraybosna Mahkemesi'nin ardından Bosna-Hersek'teki İslami hareketin sembolü olarak iyice zihinlere yerleşti. Yugoslavya'nın en kötü hapishanesinde "taş kırarak" geçen 6 yılın ardından 1988'de dışarı çıktığında, Bosna toplumu içinde büyük bir karizma sahibi olmuştu. Mayıs 1990'da Müslümanlar tarafından kurulan Demokratik Eylem Partisi'nin (SDA) genel başkanlık koltuğuna adeta "doğal lider" olarak oturdu. SDA'nın İslami kimliği son derece belirgindi. Yeşil bayraklar, hilaller, mitinglerde söylenen ilahiler, Bosna'da 40 yıldır baskı altına alınmış ve unutturulmaya çalışılmış olan inancın yeniden doğuşunu simgeliyorlardı. Izetbegovi¡'in İslam Deklarasyonu'nda yazdığı aşağıdaki satırlar da, belirli çevreler için yeterince uyarıcıydı. "Bilge Kral", Batının Müslümanlar hakkındaki stratejik bakışını şöyle özetliyordu:

Artık ordularla üzerimize gelmiyorlar. Ancak ellerindeki sermayeyi ve ideolojileri yeni bir etki yöntemi içinde kullanıyorlar ve yine o aynı hedefe ulaşmaya çalışıyorlar: Kendi egemenliklerini güvence altına almak ve bunun için de Müslüman milletleri ruhsal bir çöküntü ve maddesel bir bağımlılık içinde tutmak.55

Ancak Izetbegovi¡'in tüm bu fikriyatı, onun fanatik bir anti-Hıristiyan ya da anti-Batı düşünce taşıdığı anlamına gelmiyordu hiçbir zaman. Aksine, Batının tahakküm edici ve saldırgan karakterine karşı, İslam'ın hoşgürü ve barışçılığını vurguluyordu Izetbegovi¡. Nitekim kurduğu parti de çoğulcu bir Bosna-Hersek'in devamını savunuyor, Hırvat ve Sırp toplumlarıyla barış içinde birlikte yaşamayı hedefliyordu.

SDA'nın ardından Bosna'daki Sırplar ve Hırvatlar da kendi partilerini kurdular. Sırplar, Saraybosnalı bir psikiyatrist olan Radovan KaradΩi¡'in önderliğinde SDS adlı Sırp Demokratik Partisi'ni oluşturdular. Hırvatların partisi ise, aynı Hırvatistan'daki Hırvat partisi gibi, HDZ (Hırvat Demokratik Birliği) adını taşıyordu. Aralık 1990'da yapılan seçimlerde, 240 sandalyeli meclise Izetbegovi¡'in partisinden 86, SDS'den 72 ve HDZ'den 44 parlamenter girdi. Bir parti daha vardı mecliste, 13 sandalye elde etmişti; Izetbegovi¡'in muhalifi olan Adil Zulfikarpa§i¡'in liderliğindeki MBO (Bosna Müslüman Organizasyonu).

Önceki sayfalarda 1970'li ve 80'li yıllarda Bosna'daki İslami kanada karşı bir de seküler kanat olduğundan söz etmiştik. Zulfikarpa§i¡, işte bu seküler kanadın yeni temsilcisiydi. Uzun yıllar İsviçre'de ticaret yaparak büyük bir servet elde eden ve 1980'lerin sonunda Bosna'ya dönen Zulfikarpa§i¡, önce SDA saflarında siyasete başlamıştı. Ancak seçimlerden üç ay önce, Eylül 1990'da, kendisine bağlı olan bir grupla birlikte SDA'dan ayrılarak MBO'yu kurdu. Kurduğu partinin isminin aksine, tümüyle din-dışı bir program oluşturmuştu. Ona göre insanlar dini veya etnik kimliklerine göre değil, siyasi görüşlerine göre (liberal, sosyalist ve benzeri) oy vermeliydiler. Oysa bu, Müslümanların birliğini bozarak Bosna'ya zarar getirecek kökten yanlış bir girişimdi. Izetbegovi¡, bu konuda bir gazeteciye şöyle demişti:

Komünistler kurdukları baskı rejimi ile, insanlarda dini kimliklerini açıkça ifade etmek için bir özlem yarattılar. Belki dört ya da beş yıl sonra bu kamplaşmayı aşarak sivil toplum düzeyine gelebiliriz. Ama şimdilik, partimiz Müslümanları kapsayan bir parti olmak zorunda. Herkesi temsil etmeye çalışan partiler, küçük ve zayıf düşeceklerdir. Burada gerçek bir iç savaş tehlikesi vardır ve amacımız Bosna-Hersek'i birarada tutabilmektir.56

Zulfikarpa§i¡'in partisi, Izetbegovi¡'in de tahmin ettiği gibi zayıf ve küçük bir parti olarak kaldı, ilerleyen dönemde ise yavaş yavaş yok oldu. Ama bu "din-dışı" Boşnak iş adamı, Izetbegovi¡'i "Yeşil Tehlike" olarak algılayanlardan büyük destek görecekti. İlerde değineceğiz.

Izetbegovi¡ yönetimi, seçildiği Aralık 1990'dan Bosna'daki savaşın başladığı Nisan 1992'ye kadar dengeleri korumaya çalıştı. Çünkü Yugoslavya her geçen gün biraz daha savaşa doğru yaklaşıyordu.

Krajina'daki Prova

Izetbegovi¡'in yönetimi devraldığı sırada, Yugoslavya çoktan ısınmıştı. Hırvatistan'ın Krajina bölgesinde çoğunluğu oluşturan Sırplar, hükümet tarafından tanınmayan bir "otonomi" ilan etmişler ve tansiyon oldukça yükselmişti.

Krajina ilginç bir bölgeydi. Bosna'nın tüm Batı sınırını bir hilal gibi çevreleyen bu bölgede ezici yoğunlukta bir Sırp nüfusu yaşıyordu. Bunların buraya nasıl geldikleri sorusunun cevabı da ilginçti: Osmanlı'nın Batıya doğru ilerleyişi sırasında Bosna-Hersek'i kaybeden Avusturya, Osmanlı fetihleri nedeniyle Sırbistan'dan ayrılan Sırpları korumaya almış ve Bosna'nın sınırındaki bu bölgeye özel olarak yerleştirmişti. Çünkü bu Sırplar, Osmanlı egemenliği altında yaşamayı reddeden radikal, savaşmaya yatkın Sırplardı. Avusturya Krallığı bunları silahlandırarak sınıra yerleştirdi ve böylece Osmanlı'ya karşı bir tampon bölge oluşturdu.

İşte bu Krajina, Yugoslavya kurulduğunda Hırvatistan sınırları içinde yer almıştı. Sırbistan'daki yayılmacı fikirlerin hedefi ise her zaman için Krajina Sırplarını "anavatan"la birleştirmek oldu. II. Dünya Savaşı'nda Mihailovi¡ tarafından uygulanmaya çalışılan bu Anschluss, 1990'larda Milo§evi¡ tarafından bir kez daha deneniyordu.

Krajina'daki, ya da öteki adıyla Knin'deki Sırplar, Nisan 1990'daki Hırvatistan genel seçimlerine Sırp Demokratik Partisi (SDS) adıyla kurdukları partileriyle katılmışlardı. Milo§evi¡'in bu durumdan memnunluk duyduğuna kuşku yoktu, ama bu büyük ölçüde yerel bir girişimdi. Krajinalı Sırplar Hırvatistan içinde asimile olarak kimliklerini yitirmekten korkuyorlardı. Ancak Krajina SDS'si içinde giderek radikal unsurlar güçlenmeye başladı. Milo§evi¡'le yakın ilişki içinde bulunan bu radikaller, Hırvatların bir "Ustaşa" devleti kurma hazırlığında oldukları yönündeki Belgrad kaynaklı propagandayı yayıyorlardı. Bu "Ustaşa" korkusuna dayalı propaganda, II. Dünya Savaşı'nın kanlı mirasını uyuduğu uykudan uyandırmak için kullanılabilecek en etkili araçtı.

Milo§evi¡'in Krajina'ya uzanan bu soğuk eli, 1990 yazında iyice belirginleşti. Krajina SDS'sinin yönetimi, Belgrad'la çok yakın bağlantılar içindeki radikal bir Sırp tarafından ele geçirildi. Tansiyon hemen tırmandırıldı. Ağustos ayında Krajina'nın "otonomisi" için bir referandum yapılacağı ilan edildi. Zagreb hükümeti referandumu yasa dışı ilan etti. Bunun üzerine ilk kez silahlar ortada gözükmeye başladı. Krajina caddelerinde Sırp milis birlikleri gezmeye başladı. Bu milisler, Sırpların kontrolündeki Yugoslav Federal ordusundan da açıkça destek görüyorlardı. (O bölgedeki Federal ordu garnizonunun başındaki general ise, sonradan Bosna'daki katliamları ile ünlenecek olan Ratko Mladi¡'ti.) Milislerin oluştuğu sıralarda bir yandan da, hem Belgrad medyası hem de Krajinalı Sırp liderler tarafından, "Ustaşalar'ın Krajina'da bir Sırp katliamı için hazırlık yaptıkları" yaygaraları kopartılıyordu. Kargaşalar çıktı ve bölgedeki bazı Hırvat polisler vuruldu. Ocak 1991'de yerel Sırp liderler "Krajina Otonom Sırp Bölgesi"nden söz ediyorlardı. İki ay sonra, Krajinalı Sırp milisler, "otonom bölge"lerinin sınırlarını genişletmek isteyince Hırvat polisleri ile geniş kapsamlı bir çatışma başladı ve Belgrad'ın denetimindeki Federal ordu müdahale etti. Çatışmanın çapı giderek büyüyordu.

Milo§evi¡, propaganda, provokasyon ve entrika kullanarak Krajina'daki Sırpları kısa bir süre içinde radikalize etmiş, büyük ölçüde yapay bir çatışma meydana getirmişti. Balkan uzmanı Noel Malcolm, Milo§evi¡'in bu radikalizasyon için kullandığı üç temel yöntemin varlığından söz eder.57 Bu yöntemler önemlidir, çünkü kısa bir süre sonra ufak değişikliklerle Bosna'da da uygulanacaktır.

Söz konusu yöntemlerin ilki, Sırp nüfusu radikalize etmek içindir. Medya ve Belgrad'ın kuklası olan yerel Sırp politikacılar aracılığıyla bir "dezenformasyon bombardımanı" yapılır, büyük bir korku dalgası yayılır. Hırvatistan yönetiminin yaptığı her hareket, bu yöntemle Krajinalı Sırplara "Ustaşalar'ın katliam hazırlığı" olarak gösterilmiştir.

İkinci yöntem, fiili çatışma meydana getirmek için kullanılan geleneksel bir milis taktiğidir: Bir köyün yanından geçmekte olan karşı tarafın bir grup askerine köydeki provokatörler tarafından ateş edilir. Askerler bir süre sonra yanlarına takviye de alarak ateş edenleri bulmak için köye dönerler. Ancak bu arada provokatörler, köye dönmüş ve halkı "askerler hepinizi öldürmek için buraya geliyorlar" diye hareketlendirmiştir. Köy halkı elinde silahla bekler ve askerler geldiklerinde yine provokatörün sıkacağı ilk kurşunla büyük bir çatışma çıkar. Fransız direnişciler ve Vietkong gerillaları tarafından sıkça kullanılmış olan bu yöntem, Milo§evi¡'in desteği ile Krajina'da kurulan Sırp milisler tarafından da işletilmiştir. Bir keresinde bir kamyon dolusu Hırvat polisine bir köyün yakınından ateş edilmiş, sonra da köydekilere polislerin köye saldırmaya geldikleri söylenerek silah dağıtılmıştır.58

Üçüncü yöntem ise daha basittir. Yapay çatışmalar üretilmiş, sonra da "barışı sağlaması" için Feredal ordu davet edilmiştir. Ancak Milo§evi¡'in emrindeki bu sözde "federal" Sırp ordusunun işlevi, "barışı sağlamak" değil, "Sırplığı büyütmek" olmuştur kuşkusuz.

Krajina'daki bu başarılı "prova" ile -bu bir provadır, çünkü aslı daha sonra Bosna-Hersek'te daha geniş çapta uygulanacaktır- Milo§evi¡'in "Büyük Sırbistan" rüyasının önemli bir aşaması başarıyla gerçekleştirilmiştir. Sıra ikinci aşamaya, yine Bosna-Hersek için bir "prova" teşkil edecek olan Sırbo-Hırvat savaşına gelmiştir.

Yugoslavya'nın Ölümü

Hırvatlar ve Slovenler tarihsel olarak hep aynı safta ve aynı kültürel eksen içinde yer aldılar. Her iki halk da Katolikti ve, Ortodoks ve "Doğulu" olan Sırpların aksine, Batı Avrupa'nın kültürel iklimine yakındılar. Yugoslavya içinde de diğer cumhuriyetlerden farklı bir yapı içinde olmuşlardı. Bu iki cumhuriyetin ekonomik düzeyi, diğer dört federal cumhuriyetin hepsinden daha iyiydi. Kısacası, daha Batılı, daha modern ve daha zengindiler.

Bu nedenle de, önlenemez bir biçimde giderek yükselen Sırp milliyetçiliği, bu iki cumhuriyeti giderek Yugoslav birliğinden ayrılma düşüncesine itiyordu. Milo§evi¡'in Sırbistan'ı giderek güçleniyor ve Yugoslavya'yı bir "Sırboslavya" haline getirme yolunda ilerliyordu ve bu iki cumhuriyet Sırp egemenliği altında yaşamamaya kararlıydılar.

Bu ayrılıkçı eğilim, her iki cumhuriyette de Sırp milliyetçiliğine paralel olarak gelişen milliyetçi akımlar tarafından besleniyordu. 1980'lerde Sırp milliyetçiliği yeniden uyanırken, öte yanda Hırvatlar ve Slovenler'de de ciddi bir hareketlenme yaşanmıştı. Özellikle Hırvatistan'daki milliyetçi yeniden doğuş oldukça güçlüydü. Bu hareketin lideri, eski bir Partizan ve ordu generali olan Franjo Tudjman'dı. Tudjman, aynı zamanda da bir tarihçiydi, hem de revizyonist bir tarihçi; II. Dünya Savaşı'nda Ustaşalar tarafından yapılan Sırp katliamının sayısının, Hırvat halkını mağdur etmek amacıyla fazlasıyla abartıldığını öne sürüyordu.

Yugoslav sisteminin Doğu Avrupa'daki liberalleşme dalgasına paralel olarak çok partili hale gelmesiyle birlikte Tudjman, Hırvat milliyetçilerinin kurduğu Hırvat Demokratik Birliği (HDZ) adlı partinin liderliğini üstlendi. 1990 baharında yapılan seçimlerde ise iktidara oturdu. Aynı tarihlerde seçime giden Slovenya'da da bir milliyetçi-liberal koalisyonu iktidara gelmişti.

ABD'nin Bosna mantığının en somut sonucu Müslüman-Hırvat Federasyonu'ydu. Hırvat lider Üstte Federasyon görüşmeleri sırasında Izetbegovi¡, ABD Dış İşleri Bakanı Christopher ve Tudjman.

Hırvatistan'daki bu milliyetçi uyanışa karşı, Milo§evi¡ de boş durmadı ve az önce değindiğimiz Krajina krizini ortaya çıkardı. Bununla, hem Hırvatistan sınırları içindeki Krajina Sırplarını "anavatanla" birleşme yönünde tahrik etmeyi, hem de bu Sırpları Hırvat yönetimine karşı savaş aracı olarak kullanmayı hedefliyordu. Çünkü savaş, Milo§evi¡'e göre, kaçınılmazdı. Haziran 1990'da Kosova'daki meclisi tek yanlı olarak feshedip, eskiden "otonom bölge" olan bu Arnavut yoğunluklu toprak parçasını Sırbistan'ın sıradan bir idari bölgesi konumuna getirerek dişlerini de göstermişti.

1990'ın ikinci yarısında Hırvatistan ve Slovenya ile Sırbistan arasındaki gerginlik giderek tırmandı. Krajina krizinin üstüne yenileri eklendi. Birisi ekonomikti; Milo§evi¡'in federal bütçenin çok büyük bir bölümünü haksız olarak Sırbistan'a aktardığı ortaya çıktı. Bu "milli yolsuzluk", Yugoslavya'nın giderek büyüyen enflasyonunu düşürmek için Federal Başbakan Ante Markovi¡'in yaptığı ekonomik reform planını da kökünden sarsmıştı. Aralık 1990'da Slovenler Yugoslavya'dan ayrılarak bağımsızlık ilan etme konusunda bir referandum yaptılar; seçmenlerin %90'ından fazlası katıldı ve %89'u bağımsızlıktan yana oy kullandı.

1991'in hemen başında ise, Milo§evi¡ sahneye yeniden çıktı ve, Yugoslavya'nın federal yapısını, bağımsızlık şöyle dursun, daha zayıf bir konfederal yapıya dönüştürmek için yapılacak herhangi bir girişime karşı, Hırvatistan ve Bosna'yı ilhak edeceğini duyurdu. Bu arada kendi iktidarını sağlamlaştırmak için çeşitli "saray darbeleri" de düzenlemekten geri kalmıyordu. Mart 1991'de Belgradlı öğrencilerin kendisi aleyhinde yaptıkları gösterilerin üzerine, Federal Başkan Borislav Jovi¡'i ülkede acil durum ilan etmesi için ikna etmeye çalışmış, ama Jovi¡ buna direnmişti. Bunun üzerine Milo§evi¡, hem Jovi¡'i hem de Karadağ, Voyvodina ve Kosova'nın federal temsilcilerini istifaya zorladı. Daha sonra da televizyona çıktı ve Sırbistan'ın bundan böyle Federal Başkan'a itaat etmeyeceğini açıkladı. Jovi¡ düşmüş gibi görünüyordu. Birkaç gün sonra toparlandı ve makamına geri döndü, ama Milo§evi¡'in Sırbistan lideri olarak Federal Başkan'dan çok daha güçlü olduğu ve Başkan'ı "tanımadığı" ortaya çıkmıştı.

Mayıs ayında bardağı taşıran son damla da düştü. Anayasaya göre dönüşümlü olarak el değiştiren Federal Başkanlık koltuğuna bir Hırvat'ın, ~tipe Mesi¡'in oturması gerekiyordu. Sırbistan, bunu kabul etmeyeceğini açıkladı. Artık ortada anayasal bir federasyon kalmamıştı, Sırbistan ve onun "Büyük Sırbistan"a katmak istediği cumhuriyetler vardı yalnızca.

Bu durumda Hırvatistan kararını verdi. Tudjman yönetimi 19 Mayıs'ta bağımsızlık konusunda referandum düzenledi; %92 "evet" oyu çıktı. Artık düğmeye basılmıştı. 25 Haziran'da hem Hırvatistan hem de Slovenya bağımsızlık ilan ettiler. Ertesi gün Federal ordu tankları Slovenya'ya girdi.

Milo§evi¡'in bu denli kararlı bir biçimde Hırvatların ve Slovenlerin üzerine gitmesinde, dış güçlerden aldığı örtülü desteğin önemli bir rolü vardı. Sırp lideri, masonik ilişkileriyle desteklediği ABD bağlantısına, bir de geleneksel Sırp-İngiliz dostluğundan kaynaklanan bir İngiltere ilişkisi eklemiş ve Almanya'dan destek gören Hırvat-Sloven ittifakına karşı bu sayede şahin davranabilmişti. Açık diplomatik temaslar bile bunu gösteriyordu. Avrupa Ekonomik Topluluğu, henüz Nisan ayında, "Yugoslavya'nın birliğine ve toprak bütünlüğüne olan bağlılığını" ifade ederek Milo§evi¡'in tezine destek olmuştu. AET, ayrıca Hırvat-Sloven krizinin alevlendiği günlerde, Sırbistan'a 750 milyon ECU'luk bir kredi vererek ağırlığını Belgrad'ın arkasına koymuştu.59

Ancak daha da anlamlı bir destek Atlantik'in öteki yakasından, "Kissinger bağlantısı"nın etkili olduğu ABD'den gelmişti. ABD Dış İşleri Bakanı James Baker, 20 Haziran'da Belgrad'a kadar gelerek Milo§evi¡'le görüşmüş ve ona, "Bush yönetiminin Soğuk Savaş sonrası dünyanın mini devletlere bölünmesini istemediğini" söylemişti.60 Bush yönetiminin bu tür diplomatik bir lisanla Milo§evi¡'e yeşil ışık yakmasının ardında, "Kissinger'ın adamları"nın, yani Dış İşleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger'ın ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft'un büyük etkisi vardı elbette.

Milo§evi¡ işte bu desteklerle Slovenya'ya Federal ordu tanklarını yolladı. Bir blitzkrieg ile bu küçük ülkeyi zaptedeceğini ve diğerlerine bir "ibret-i alem" mesajı vereceğini hesaplıyordu. Ancak Slovenler etkili bir direniş gösterdiler, Belgrad'ın hesaplarını boşa çıkardılar. Bu noktada Milo§evi¡ Slovenya üzerine gitmekten vazgeçti. Çünkü Slovenya, sınırları içinde hemen hemen hiç Sırp barındırmıyordu ve hiçbir zaman da "Büyük Sırbistan" hesaplarının içinde yer almamıştı.

Ancak Hırvatistan için durum farklıydı. Hırvatistan'ın Yugoslavya'dan ayrılması, içindeki Krajina merkezli Sırp nüfusu da Sırbistan'dan ayırıp götürmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Hırvat bağımsızlığına karşı Belgrad'ın verdiği cevap çok daha sert oldu.

Hırvatistan'ın bağımsızlık ilan etmesiyle birlikte patlak veren Sırbo-Hırvat savaşında Milo§evi¡ iki yönlü bir strateji belirlemişti. Bir yandan Hırvatistan üzerine genel bir saldırı başlatılacak, öte yandan da Hırvat sınırları içinde Sırp nüfusunun yoğun olduğu "cep"lerdeki paramiliter güçlerle savaş yürütülecekti. Ağustos 1991'de bu iki taktik birden tam anlamıyla harekete geçirildi. Federal ordu, Hırvatistan'ın Sırbistan sınırındaki Slavonya bölgesini işgale başladı. Eylül'de, bu kez güneydeki turistik Dubrovnik kenti Sırp topçusu tarafından bomba yağmuruna tutuldu.

Bu işgal ve bombalama, Federal ordu ile yürütülüyordu. Ancak stratejinin ikinci yönünü, yani Sırp "cep"lerini ayaklandırma ve genişletme taktiğini uygulayanlar, başta da belirttiğimiz gibi paramiliter, yani orduya bağlı olmayan silahlı güçlerdi.

Ve ilginçtir, bu paramiliter güçler, 50 yıl öncesinin kanlı mirasının yeniden uyandığını ilan edercesine, kendilerine "Çetnik" adı vermişlerdi.

Neo-Çetniklerin Örgütlenmesi; Arkan ve ~e§elj

Bir gözlemci, Eylül 1991'de Sırp paramiliter güçlerinin Hırvatistan içinde gözettikleri stratejiyi şöyle özetlemişti: "Yaptıkları şey, Sırp yerleşim bölgelerini oluşturan cepleri, aradaki Hırvat nüfusu terör ve korku yoluyla kaçmaya zorlayarak, birbirleriyle birleştirmek."61 Gerçekten de, önce Krajina'da uygulanan ve daha sonra da Bosna'da devreye sokulacak olan "etnik temizlik" kampanyası, asıl olarak bu paramiliter güçlerce yürütüldü.

Bosnalı Müslümanlara karşı yürütülen "etnik temizlik" operasyonunun en kanlı kısmını, kendilerine "Çetnik" adını veren Sırp paramiliter grupları üstlenmişti. Bu grupların en acımasızı, "Arkan" lakaplı Ûeljko Raznjatovi¡'in yönettiği "Kaplanlar" adlı birlikti. Arkan ve grubu , etnik yönden "temizledikleri" her Müslüman şehri için, Belgrad'daki yönetimden 1- 2 milyon dolar "ücret" alıyorlardı.

Bu silahlı çeteler, 1990 yılının başından beridir Hırvatistan'ın Sırp kontrolündeki bölgelerinde faaliyet gösteriyorlardı. 1991'in hemen başında, Belgrad'daki İç İşleriBakanı Mihalj Kertes, bu tür bir grup için askeri bir eğitim kampı kurmuştu. Kendini "Gönüllü Sırp Muhafızları" olarak adlandıran grup, "Arkan" takma lakabıyla tanınan Ûeljko Raznjatovi¡ tarafından komuta ediliyordu. Arkan, Interpol tarafından yıllardır aranan bir mafya suçlusuydu ve yaygın bir inanışa göre de uzun zaman Yugoslav Gizli Servisi adına yurt dışındaki muhaliflerine suikast düzenleme işini yürütmüştü. Arkan, çetesini kurduğu sıralar bir süre Sırbistan İç İşleriBakanlığı tarafından finanse edilmeye devam edecek, ancak daha sonraları savaştan elde ettiği yağmalarla kendi kendini finanse eder hale gelecek, bir yandan da İsrail bağlantılı çeşitli bankalarla yakın ekonomik ilişkiler kuracaktı.

Arkan'ınkinden daha da büyük olan başka bir paramiliter grup ise, Sırp Radikal Partisi tarafından örgütlenen ve II. Dünya Savaşı'nın mirasından hareketle kendilerine "Çetnikler" adını veren birlikti. Sırp Radikal Partisi, Vojislav ~e§elj adlı aşırı milliyetçi bir Sırp tarafından yönetiliyordu. ~e§elj, 1985 yılında, Yugoslavya'nın Hırvatistan ve Sırbistan şeklinde iki parçaya ayrılmasını ve Bosna'nın da bu ikisi arasında paylaşılmasını öngören fikirlerini yayınladığı için tutuklanmış biriydi. Bu "ateşli" milliyetçiliği, Sırplığın yeni "prensi" Milo§evi¡'in gözünden kaçmamış ve "Slobo", iktidara geldikten sonra ~e§elj'i el altından desteklemiş, kurduğu Sırp Radikal Partisi'ne de yardımda bulunmuştu. Nitekim 1991 Temmuzu'nda yapılan seçimlerde de ~e§elj'in parlamentoya girmesindeki en büyük pay, "ustası" olan Milo§evi¡'e ait olacaktı.

~e§elj, Milo§evi¡'in çizdiği "ana plan"da "kötü adam" rolünü üstlenen ve Sırp milliyetçiliğinin en radikal söylemini seslendiren kuklaydı. II. Dünya Savaşı'ndaki Çetnikleri yalnızca isim olarak değil, ideolojik yönden de aynen izliyordu. Ağustos 1991'de Alman Der Spiegel dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda, Çetniklerin geleneksel "Büyük Sırbistan" formülü tekrarlamıştı. Anlattığı plana göre, Sırbistan; Bosna, Makedonya ve Karadağ'ın tümünü ve Hırvatistan'ın da büyük bölümü kapsayacak biçimde genişleyecekti. "Zagreb Katedrali'nin tepesinden ne kadar toprak gözüküyorsa, Hırvatlara o kadar bırakacağız" diyordu. Bosna hakkındaki soruya da şöyle diyordu: "Bosna'daki Müslümanlar, gerçekte İslamlaştırılmış Sırplardır". "Peki ya onlar Sırplıklarını kabul etmezlerse" sorusuna ise şöyle cevap veriyordu: "O zaman onların hepsini Bosna'dan kovarız. Nereye mi? Anadolu'ya..." 62

~e§elj, Çetniklerin yalnızca ideolojik bir taklitçisi değil, aynı zamanda tescillenmiş bir devamıydı. Ona bu sıfat, "resmi" olarak verilmişti: II. Dünya Savaşı'nda Mihailovi¡'in kumandanları arasında yer almış olan "hayattaki en yaşlı Çetnik önderi" Mom¯ilo Djuyi¡, ~e§elj'e "voyvoda" ünvanını bahşetmişti. Kaliforniya'da yaşayan bu son "Çetnik kalıntısı"nın ~e§elj'e verdiği bu paye, araştırmacı Tanıl Bora'ya göre, "eski Çetniklerin 19. yüzyıldan II. Dünya Savaşı'na uzanan mirası üzerindeki haklarını tescil ettirmek bakımından" ~e§elj'e ve onun neo-Çetniklerine büyük bir avantaj sağladı.63

Sırbo-Hırvat Savaşı, Lord Carrington ve Sırpları Destekleyen "Gizli El"

Milo§evi¡'in Federal ordu ve söz konusu neo-Çetnikler aracılığı ile Hırvatistan'a karşı başlattığı savaş oldukça kanlı geçti. Slavonya ve Krajina Sırp güçleri tarafından tamamen ele geçirildi ve dahası, etnik yönden "temiz" hale getirildi. Neo-Çetnikler özellikle bu işi üstlenmişlerdi. Slavonya'nın en önemli kenti ve Sırbo-Hırvat savaşının da en önemli cephesi olan Hırvat kenti Vukovar Sırpların eline düştüğünde, Arkan, "Kaplanlar" adını verdiği adamlarıyla birlikte kenti "temizlemeye" başlamış, yüzlerce sivili hiç gözünü kırpmadan öldürmüştü. Vukovar sokaklarına yayılan Hırvat cesetleri, neo-Çetniklerin 1945'te yarım bıraktıkları işe geri döndüklerini gösteriyordu.

Bosna-Hersek'teki savaş boyunca görev alan "ara bulucu"lar, Sırpları n arkasındaki "gizli el" tarafından özel olarak atanmışlardı sanki. İlk ara bulucu Lord Carrington (solda), "gizli el"in en önemli üyesi ve Belgrad'ın en yakın dostu olan Henry Kissinger'ın iş ortağıydı. Dahası, "Kissinger ekolü"nü oluşturan masonik kompleksin içinden geliyordu; bir Bilderberg üyesiydi. Carrington, bu vasıflarının kendisine yüklediği misyonu yerine getirdi ve "ara buluculuk" yaptığı süre boyunca sadece Sırplara zaman kazandırdı.

Bu arada yine aynı 1940'lı yıllarda olduğu gibi, dış güçler de Balkanların ortasındaki karmaşaya müdahil olmuşlardı. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu kanalıyla gerçekleşen bu müdahil oluş, Batının savunageldiği adalet, egemenlik, özgürlük gibi ilkeleri korur gözükürken, bir yandan da stratejik hesaplar ve geleneksel yakınlıklar nedeniyle Belgrad'a destek olacak şekilde gelişiyordu. Batılı güçlerin Milo§evi¡'e örtülü destek veren bu uygulamalarının en önemlisi, kuşkusuz, Eylül 1991'de BM tarafından tüm Yugoslav toprakları üzerine konulan silah ambargosu oldu. Bu silah ambargosunun, Avrupa'nın dördüncü büyük ordusu olan ve büyük bir silah endüstrisine ve cephane yığınağına sahip bulunan Federal orduya, ya da "etnik temizlik" için çoktan beridir hazırlanan Sırp paramiliterlerine pek bir etkisi olmadı. Ancak aynı durum Hırvatlar için geçerli değildi. Aksine, ambargo, yeni yeni bir ordu oluşturmaya çalışan ve büyük bir silah açığı içindeki Hırvat güçlerine darbe vurdu. Vukovar'ın düşmesi, Hırvat güçlerinin ambargo nedeniyle çektikleri silah ve cephane sıkıntısının bir sonucuydu. (BM'nin her türlü itiraza rağmen 1995'e kadar tavizsiz uygulayacağı bu ambargo, daha sonra da Sırplara karşı Bosnalı Müslümanların elini kolunu bağlayacaktı.)

Sanki uluslararası topluluk içinde Sırplara destek veren bir "gizli el" vardı. Nitekim, bu "gizli el"in ambargodan önce de Belgrad'a yardım ettiğini; Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun henüz Nisan ayında, "Yugoslavya'nın birliğine ve toprak bütünlüğüne olan bağlılığını" ifade ederek Milo§evi¡'in tezine çanak tuttuğunu hatta, Hırvat-Sloven krizinin alevlendiği günlerde, Sırbistan'a 750 milyon ECU'luk bir kredi vererek ağırlığını Belgrad'ın arkasına koyduğuna değinmiştik.

AET'nin bu Belgrad yanlısı politikasını en etkin bir biçimde yürüten kişi ise, Topluluk tarafından Yugoslavya için ara bulucu olarak atanan eski İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Carrington'dı. Carrington, Hırvat ve Slovenlerin bağımsızlıklarının tanınmaması için elinden geleni yapmış, hatta mevcut altı cumhuriyetin yine Yugoslav çatısı altında bir başka formülle birleşmesi -yani Milo§evi¡'in arayıp da bulamadığı şey- için kapsamlı bir plan hazırlamıştı.64 Sonradan Bosnalı Müslümanlar tarafından da "Sırp dostu" olmakla suçlanacak olan Carrington, gerçekten de Milo§evi¡'in diplomatik alandaki en istikrarlı destekçisi rolünü uzun süre oynadı.

Carrington'ın ardından "ara bulucu" olarak seçilen Cyrus Vance-David Owen ikilisi daha da önemli bir misyonu üstlenmişlerdi. Sözde savaşı durdurmak için hazırladıkları ve Vance-Owen Planı olarak anılan çözüm önerisi, o zamana kadar Sırplara karşı birlikte savaşmış olan Müslüman ve Hırvatlara ayrı kantonlar verilmesini öngörüyordu. Bu, doğal olarak iki taraf arasında bir "toprak kapışma" düşüncesinin uyanmasına yol açıyordu. Ve, en önemlisi, bu gelişme, planı üretenler tarafından kolaylıkla önceden tahmin edilebilecek bir gelişmeydi.

Carrington'ın kimliği ise, uluslararası topluluk içinde Sırplara destek veren "gizli el"in kimliğine ışık tutması açısından son derece önemliydi. Çünkü Carrington, Yugoslavya ile çok daha uzun süredir ilgilenen çok önemli bir ismin, Henry Kissinger'ın temsilcisiydi bir anlamda. Carrington ile Kissinger'in Kissinger Associates'den gelen bir ortaklıkları ve dostlukları vardı; şirketi birlikte kurmuşlar ve uzun yıllar birlikte çalışmışlardı.65 Dahası, birlikte çevirdikleri kirli işler de vardı; Uzakdoğu'da Çinli afyon baronları ile uyuşturucu ticareti yapmışlardı.66 Carrington, Kissinger'ın bir başka yakın dostu olan ünlü İngiliz Yahudi sermayedar Rothschild ile de akrabalık bağı taşıyordu. Bu önemli "bağlantıların" sahibi olan Carrington, doğal olarak büyük bir masonik kariyere de sahipti. İngiliz localarındaki üst düzey derecelerinin yanında, masonluğun modern siyasi türevi olarak tanımlanabilecek olan Bilderberg Grup'un da daimi ve seçkin bir üyesiydi. Hatta, 6-9 Haziran 1992'de Almanya Baden-Baden'de yapılan Bilderberg toplantısına Carrington başkanlık yapmıştı.67 Lord'un masonik bağlantıları İtalya'ya kadar uzanıyordu; yönetim kurulunda olduğu Yahudi sermayeli Hambros Bank'in, İtalya'da 1980 yılında ortaya çıkan ünlü P2 Locası ile yakın ilişki içinde olduğu ortaya çıkmıştı.68 Carrington'ın ortağı ve dostu olan Kissinger da P2'nin bir üst locası olan Monte Carlo Komitesi'ne üyeydi.69

İşte Carrington'ın tüm bu Kissinger bağlantıları ve masonik kariyeri, Belgrad'daki Milo§evi¡ yönetimine verdiği örtülü diplomatik desteği açıklıyordu. Kissinger Associates'in adeta Belgrad temsilcisi olan ve masonik kimliği ile de Batı mahfillerinde puan toplayan Milo§evi¡'in, Carrington gibi Kissinger ortağı bir "birader"in elinden yardım görmemesi düşünülemezdi. Aynı II. Dünya Savaşı yıllarında Anglo-Sakson masonlarından destek bulan "Anglophile" Mihailovi¡ gibi, Milo§evi¡ de Anglo-Sakson masonik kompleksin yardımlarıyla yolunda ilerliyordu. Batıdaki Sırp dostu "gizli el", işte bu Anglo-Sakson masonik kompleksti.

Sırplarla tarihsel bir yakınlığa sahip olan Fransa da, yine masonik bir "katalizör" aracılığı ile, bu "gizli el"in bir parçasıydı; Hırvat Devlet Başkan Yardımcısı Toma¡, Eylül 1991'de "Milo§evi¡ ile Fransa arasındaki gizli bağlar"dan söz etmişti.70

Ancak Hırvatlar, Sırbo-Hırvat savaşının ilerleyen aylarında, uluslararası topluluk içindeki bu "gizli el"in etkisini geleneksel müttefikleri olan Almanya'nın yardımıyla aştılar. Almanya'nın Aralık 1991'deki büyük ısrarlarının sonucunda, AET, Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlığını tanımaya yanaştı ve bu kararı 15 Ocak 1992'de deklare etti. Bu arada Hırvatlar, eski Varşova Paktı ülkelerinden ve Ortadoğu'dan gizli yollarla silah almaya da başlamışlardı. Sonunda Şubat başında BM tarafından ara bulucu olarak atanan Cyrus Vance'in de araya girmesi ile bir ateşkes durumu sağlandı. Sırplar tarafından işgal edilen Hırvat bölgeleri BM tarafından denetlenecek "güvenlikli bölgeler" haline getirildi ve son derece istikrarsız bir zemin üzerinde de olsa Sırbo-Hırvat savaşı sona erdi.

Hırvatların Milo§evi¡'ten bu şekilde "kurtulmalarında", Almanya'nın desteği büyük rol oynamış, Soğuk Savaş sonrası Avrupa'da büyük bir güç olarak ortaya çıkan bu "IV. Reich", Sırplara destek olan Anglo-Sakson masonik kompleksin etkisini kırabilmişti. Ancak Milo§evi¡'in bir sonraki hedefi için böyle bir avantaj söz konusu değildi. Çünkü bir sonraki hedef, hem Almanya gibi güçlü bir hamiden yoksundu, hem de Hırvatistan'a göre çok daha önemliydi Belgrad için. Hem Milo§evi¡, hem de global Yeşil Tehlike'den çok rahatsız olan ve Balkanlar'da da bu tehlikenin bir uzantısını teşhis etmiş olan Anglo-Sakson masonik kompleks, bu hedefin "asıl hedef" olduğu konusunda hem fikirdiler.

Bu "asıl hedef", Bosna'ydı kuşkusuz.

DİPNOTLAR

1.“Hayrullah Örs ile Röportaj”, Mimar Sinan, Yıl 4, Sayı 13, s. 13.

2.Noel Malcolm, Bosnia: A Short History, 1.b., London: Macmillan Publishers, 1994, s. 195.

3.Ibid., 196.

4.Ibid.

5.Ibid., s. 204.

6.Ibid., s. 206.

7.Ibid.

8.Branka Maga§, The Destruction of Yugoslavia Tracking the Break-Up 1980-92, 4.b., London: Verso, 1993, s. 50.

9.Noel Malcolm, Bosnia, s. 217.

10.M. Glenny, The Fall of Yugoslavia: The Third Balkan War, London, 1992, s. 35.

11.Fouad Ajami, “In Europe’s Shadows”, The New Republic, 21 Kasım 1994.

12.Jozo Tomasevich, The Chetniks: War and Revolution in Yugoslavia, 1941-1945, Stanford: Stanford University Press, 1975, s. 193.

13.Zoran D. Nenezi¡, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980: Predled Istorije Slobodnog Zidarstva u Jugoslaviji, Prilozi i Grada, Belgrad: Narodna Knjiga, ss. 276, 556.

14.Arnold Sherman, Perfidy in the Balkans: The Rape of Yugoslavia, Atina: Psichogios Publications, 1993, s. 186

15.Royal Society’nin masonik kimliği için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen: Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeni’nin Gizli Yöneticileri, İstanbul: Vural Yayıncılık, Şubat 1996, ss. 139-140; John J. Robinson, Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonry, New York: M. Evans & Company, 1989, s. 285.

16.“Bosna’daki Savaş 20 Yıl Önce Planlandı”, Zaman, 4 Şubat 1997.

17.“Miloseviç Mason!”, Zaman, 1 Ocak 1992.

18.Jewish Chronicle, 10 Nisan 1992.

19.Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 187.

20Zoran D. Nenezi¡, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980, s. 494.

21.Ibid., s. 493.

22.Masonluk ve Yahudilik arasındaki siyasi ve felsefi ilişkiler hakkında bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen: Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeni’nin Gizli Yöneticileri, İstanbul: Vural Yayıncılık, Şubat 1996.

23.Karageorge isyanı sırasındaki Sırp-Yahudi işbirliği ve Zemun’daki Yahudi cemaati için bkz. Encyclopædia Judaica, Cilt 16, s. 990.

24.Encyclopædia Judaica, Cilt 2, s. 639.

25.Peter Grose, Israel in the Mind of America, 1.b., New York: Alfred A. Knopf Inc.,1983, ss. 35-38.

26.Vukcevic, Radoje, General Mihailovich: First Guerilla Leader in W. W. II, The Trial and Great Injustice. Chicago: Serbian Historical and Cultural Society “Njegos”, 1984, s. 101.

27.The Universal Jewish Encyclopedia, Cilt 10, s. 620.

28.John Ranz, “Serbs, Jews and Bosnia”, The Jewish Week, 28 Temmuz, 1995.

29.“The Mihailovich Story: A Retelling”, Chetniks of Ravna Gora©, Internet: http: //www.netrover.com/~dargice/frmain.htm.

30.John Ranz, “Serbs, Jews and Bosnia”, The Jewish Week, 28 Temmuz, 1995.

31.Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 263.

32.Du¡an Petkovi¡, “The Chetnik Radio Station Karadjordje”, Glasnik SIKD “Njego§”, Haziran 1959, ss. 43-48; Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 289.

33.Jozo Tomasevich, The Chetniks, ss. 269-270.

34.Ibid., ss. 270-272..

35.Zoran D. Nenezi¡’in Masoni U Jugoslaviji 1764-1980 adlı kitabında bildirildiğine göre, II. kabinedeki tüm bu Çetnik yanlısı ve koyu Sırp milliyetçisi bakanlar masondular. Başbakan Slobodan Jovanovi¡, Dışişleri Bakanı Mom¯ilo Nin¡i¡ ve Milan Gavrilovi¡ Belgrad Locası’na (ss. 556, 561, 566), Radoje Kneievi¡ ise Belgrad’daki “~umadija” locasına (s. 571) kayıtlıydılar.

36.Zoran D. Nenezi¯, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980, s. 494.

37.Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 400.

38.William R. Denslow, 10.000 Famous Freemasons Vol. 1, Richmond: Macoy Publishing & Masonic Supply Co., 1957, s. 134.

39.Zoran D. Nenezi¯, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980, s. 515.

40.Ibid., s. 495.

41.Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 276; Bogdan Raditsa, “The Plot Against Yugoslavia”, The Nation, 29 Ocak 1944, ss. 118-122, 138-142.

42.Neal Gabler, An Empire of Their Own: How the Jews Invented Hollywood, 1.b., London: WH Allen, 1988, ss. 132, 176, 418-419

43.Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 376; FRUS IV, 1944, 1369-1370.

44.Jozo Tomasevich, The Chetniks, ss. 373-380.

45Vukcevic, Radoje, General Mihailovic: First Guerilla Leader in W. W. II: The Trial and Great Injustice. Chicago: Serbian Historical and Cultural Society “Njegos”, 1984, s. 73.

46.Donovan’ın masonluğu için bkz. Gonzales Mata, Les Vrais Maitres du Monde, Paris: Bernard Grasset, 1979, s. 21. (Bu kitap yayınlandıktan bir kaç ay sonra toplatılmıştır.)

47.Martin Short, Inside the Brotherhood: Further Secrets of the Freemasons, Grafton Books, London, 1989, s. 399.

48.Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, 2.b. Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1992, ss. 92-116.

49.Hürriyet, 6 Şubat 1993; Anthony Summers, Official and Covert: The Secret Life of J. Edgar Hoover.

50.Noel Malcolm, Bosnia, s. 189.

51.Ibid., s. 181.

52.Truman’ın masonluğu için bkz. Allen E. Roberts, Brother Truman: The Masonic Life and Philosophy of Harry S. Truman, Virginia: Anchor Communications, 1985.

53.Truman tarafından Mihailovi¡’in anısına verilen madalya, 1967 yılına dek arşivlerde kalmış, o yıl Illinois’ten Kongre üyesi Edward J. Derwinski tarafından basına açılmıştır. Jozo Tomasevich, The Chetniks, s. 470.

54.Reagan’ın Masonluğu için bkz. Stephen Knigt, The Brotherhood: The Explosive Exposé of the Secret World of the Freemasons, London: Grafton, Harper Collins Publishers, 1983, s. 34.

55.“The Mihailovich Story: A Retelling”, Chetniks of Ravna Gora, Internet: http: //www.netrover.com/~dargice/frmain.htm.