2. BölümOrtadoğu Politikası
İsrail-FKÖ Barışı: Madalyonun Öteki YüzüEkim 1995
(1) İsrail'in Barışı Ne Kadar Gerçek?
Son iki yıldır dünya gündeminde yer alan önemli konulardan biri, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasındaki barış sürecidir. İki eski düşman arasındaki bu anlaşma, Batı'nın büyük medya kuruluşları ve onların yerli benzerleri tarafından son derece süslü bir biçimde sunuluyor. Israrla zihinlere enjekte edilen bu telkine göre; iki taraf arasındaki "silahlara veda", Ortadoğu'daki gerçek ve kalıcı bir barışın öncüsüdür. İki taraf da ciddi ve samimi bir biçimde barışa inanmışlar ve diğer hedeflerinden vazgeçmişlerdir. İsrailliler, "Büyük" İsrail rüyasını, Filistinliler de yıllardır çektikleri acıların hesabını bir kenara bırakıp, barışın pembe dünyasına elele adım atmışlardır.
Oysa "barış süreci" içindeki tarafların ve medyanın belirli kesimlerinin verdiği bu telkini inandırıcı kılmayan önemli göstergeler vardır. Eğer konunun birz daha derinine iner ve bize gösterilenlerden farklı yönlerini incelersek, ilginç gerçeklerle karşılaşırız. Özellikle, İsrail'in gerçek niyetinin "barış"la pek bir ilgisi yoktur.
İsrail yönetimi, ABD Başkanı Clinton'ın koruması altında FKÖ lideri ile el sıkışmadan önce, çok önemli bir diğer barış anlaşmasını 1978 yılında Camp David'de imzalamıştı. O zaman ABD Başkanı Carter'ın önünde İsrail ve Mısır liderleri kucaklaşmışlardı. Menahem Begin ile Enver Sedat arasındaki bu samimiyet ve imzalanan "barış", çoğu insanı Ortadoğu'da gerçek bir barış kurulduğu konusunda ikna etmiş, İsrail'in eski hırçınlığından vazgeçtiği, barışı işgalden daha çok sevdiği düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Ancak bu pembe tabloya ikna olmuş olanlar, 4 yıl sonra "Zahal" (İsrail ordusu) birlikleri Lübnan'ı işgal edince şaşkına döndüler. Nobel Barış Ödülü'nü kazanan Menahem Begin'in emriyle Beyrut'a kadar ilerleyen İsrail birlikleri, ülkedeki beşinci kolları olan Falanjistleri kullanarak Sabra ve Şatilla göçmen kamplarındaki binlerce sivil Filistinli'yi kadın-çocuk ayrımı yapmadan imha ettiler. Begin'in Savunma Bakanı Ariel Şaron, bu nedenle daha sonraları "Lübnan Kasabı" olarak anılmaya başlayacaktı.
Begin'in "Barış Tuzağı"
Aynı Begin, Camp David anlaşmaları sırasında, işgal altındaki Filistin toprakları (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) için de bir "otonomi planı" öne sürmüştü. Bu plan, bugün İsrail yönetimi tarafından FKÖ'ye önerilen plana oldukça benziyordu. Begin de Filistinlilere Gazze Şeridi'nde ve Batı Şeria'nın belirli bölgelerinde özerklik teklif etmiş ve bu yolla Filistin direnişini sona erdirmeyi hesaplamıştı. Ancak bu otonomi planı, kesinlikle Begin'in İsrail işgalini sona erdirmek istediği anlamına gelmiyordu; plan gerçekte bir tuzaktı. Öyle ki, gerçekten "güvercin" olan bir İsrailli, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Profesör Jacob Talmon, Begin'e yazdığı uzun mektubunda şöyle diyordu: "Sayın Başbakan, sizin Filistinlilere önerdiğiniz otonomi planı, Yahudi-olmayanları susturmak için üretilmiş bir tuzaktan başka bir şey değildir..."
Şimdi ise, 15 yıl aradan sonra, İzak Rabin hükümeti, Begin'in otonomi planının yeni bir örneğini uygulamaktadır. Ve bunun da önceki gibi bir "tuzak" olma ihtimali vardır. Nitekim, Filistin'in ünlü aydını Edward Said, FKÖ liderlerini uyarmakta ve onlara "Talmudist bir milletle karşı karşıya olduklarını unuttuklarını" söylemektedir (Talmudist: Yahudi kutsal kaynağı Talmud'a sıkı sıkıya bağlı). Said'in dediğine göre, İsrailliler, her satırın, her virgülün ardında bir tuzak hazırlıyor olabilirler.
Edward Said'in FKÖ'yü Yahudi dini kaynaklarına gönderme yaparak uyarması boşuna değildir. Çünkü sözkonusu dini kaynaklar, "barış yoluyla tuzak" mantığını desteklerler. Muharref Tevrat, George Orwell'in "1984"ündekine benzer bir "savaş barıştır" mantığını ve "savaş için barış" yöntemini şöyle açıklar:
Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer barış cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün kavim angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.
Tüm bunlara bakarak, İsrail ile FKÖ arasındaki barışı son derece ihtiyatlı bir biçimde değerlendirmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Madem İsrailliler, "barış"ı bir tür tuzak olarak kullanılabilmektedir, öyleyse mevcut İzak Rabin hükümetinin gerçek niyetinin bu olamayacağını kim söyleyebilir?
İzak Rabin'in Kirli Sicili
Böyle bir kuşkuya kapılmakta haklıyız, çünkü İzak Rabin'in geçmişi oldukça kirlidir. Şu sıralar barış havarisi rolü oynuyor; ama kısa süre önce hiç de öyle değildi. Rabin, iktidara oturup barış sürecini başlattığı 1992 yılından iki yıl öncesine dek yine İsrail hükümetindeydi: Likud-İşçi Partisi ortak hükümetinin Savunma Bakanıydı. Ve o dönemlerde hiç de "güvercin" politikalar izlemiyordu. İntifada'nın bastırılması için en sert yöntemleri kullanmaları için İsrail ordusuna emir veren kişi Rabin'di. Hatta televizyonlarda yayınlandığında tüm dünyayı ayağa kaldıran ünlü "kol kırma" sahneleri de Rabin'in eseriydi: Savunma Bakanı, orduya "Filistinlilerin kemiklerini kırın" emri vermişti.
Rabin'in daha önceki kariyeri de son derece "şahin"di: 1967'de Genelkurmay Başkanı iken, kendisi için "Demir İrade" terimi kullanılmıştı. Daha sonra, 1975 ve 1976'daki başbakanlığı sırasında Batı Şeria'da "Hayad Barzel", yani "Demir Pençe" politikasını ilan etti. Bu politikasının sonucu, 300 bini aşkın Filistinli İsrail hapishanelerinde sistemli ve sürekli işkencelere tabi tutuldu. İzak Rabin, Şimon Peres'in "Ulusal Birlik" hükümetinde Savunma Bakanı olduğunda ise, Lübnan ve Batı Şeria'da "Egrouf Barzel", yani "Demir Yumruk" politikasını uygulamaya koydu. Bu politika Rabin'in 1987-88'de Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere karşı uyguladığı yoğun baskı ve toplu cezalandırma politikasıydı. Bu nedenle Rabin'e "Demir Yumruklu Lider" adı takıldı. İktidara geldiğinde Türkiyeli Yahudilerin yayınladığı Şalom gazetesi onu böyle tanımlamıştı. Rabin'in vahşet politikası öylesine ünlüydü ki, Savunma Bakanı olduğu dönemde Filistinliler, "Rabin, bu ay kaç Filistinli öldürdün?" yazılı pankartlarla gösteriler yapmışlardı.
Peki bu "Demir Yumruklu" Rabin'e ne oldu da birden barış öncüsü kesildi? Filistinlilerin kollarını kırdırmaktan sıkılıp, ellerini sıkmak mı istemişti?...
(2) İzak Rabin'in "Zekice İşgal" Politikası
1967'den bu yana, Arap-İsrail sorununun en önemli boyutu, İsrail'in işgal altında tuttuğu topraklardır. Yahudi Devleti, Altı Gün Savaşı'nda işgal ettiği; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'nden çekilmemiş, aksine bu toprakları "Yahudileştirerek" ilhak etme yoluna gitmiştir. "Yahudileştirme"nin yöntemi, işgal altındaki topraklara kurulan Yahudi yerleşim birimleridir. Buralara; bu işi bir misyon olarak gören radikal Yahudiler, yerleşim birimlerinin ekonomik imkanlarından yararlanmak isteyen İsrailliler ya da Diaspora'dan İsrail'e dönüş yapan göçmenler yerleştirilmiştir. 1967'den bu yana işgal altındaki topraklara, Doğu Kudüs'le birlikte 250 bini aşkın Yahudi konuşlandırılmıştır.
Uluslararası hukukun temel kurallarına aykırı olan ve defalarca BM tarafından protesto edilen bu uygulama, muhtemel bir Arap-İsrail barışının önündeki en büyük engeldir. Eğer İsrail gerçekten barış istiyorsa, bunun tek inandırıcı göstergesi, işgal altındaki topraklarda yerleşim birimleri inşa etmeyi durdurması ve eskilerinden de çekilmesidir. Bu yapılmadığı takdirde, İsrail'in işgal ettiği toprakları "Yahudileştirme" hedefinden caymadığı ve dolayısıyla da barış istemediği ortaya çıkmış olur..
Bu nedenle, 1992'de iktidara gelen İzak Rabin önderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin "barış" hakkındaki gerçek niyetini öğrenmenin en iyi yolu, Yahudi yerleşim birimleri hakkındaki politikasıdır.
Yerleşim birimleri hakkında Batı medyasında sık sık öne sürülen bir telkin vardır. Buna göre, yerleşim birimleri sağcı ve dindar Likud Partisi'nin bir ürünüdür, buna karşılık, laik, solcu ve daha "ılımlı ve barış yanlısı" olan İşçi Partisi, yerleşim birimlerine taraftar değildir. Oysa bu telkin, gerçeğin köklü bir biçimde çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
22 yıl ABD Kongresi'nde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeliği yapmış olan Paul Findley, Washington Report on Middle East Affairs dergisinin Kasım/Aralık 1994 sayısındaki önemli yazısında, bu konuya değiniyor ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri hakkındaki politikasının içerik olarak Likud politikalarından hiç bir şekilde farklı olmadığını söylüyor. Findley'e göre, iki parti arasındaki tek fark, stil ve taktik farkıdır; Likud liderleri amaçlarını dosta-düşmana duyururken, İşçi Partisi daha sessiz ve de aldatıcı bir yol izler.
İşçi Partisi'nin örtülü işgal yöntemi
Bugün İşçi Partisi'nin "barış süreci" adı altında yaptığı da yine sessiz ve aldatıcı bir yol izlemekten başka bir şey değildir. Findley'in dikkat çektiği üzere, İzak Rabin'in 1990'da yaptığı bazı açıklamalar, onu bu konuda ele vermektedir. Rabin, 1990'daki seçim kampanyası sırasında, İsrail seçmenine yaptığı bir açıklamada, Likud'un yerleşim birimlerini "göstere göstere" yaparak bu konu nedeniyle ABD'yle bile sürtüşmeye girmesini eleştirmiş ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri inşa etmeye Likud'dan daha önce başladığını, ancak inşa işini son derece "zekice" yürüttüğünü ve bu sayede de Amerika ile hiç bir sorun yaşamadığını hatırlatmıştır. İşçi Partisi'nin yarı-resmi yayın organı olan Davar gazetesi de, 18 Ekim 1990 sayısında, Rabin'den şu alıntıyı yapmıştır:
İşçi Partisi, yerleşim birimlerinin büyütülmesi konusunda geçmişte Likud'a göre çok daha fazla iş yapmıştır ve gelecekte de bu konuda daha fazla iş yapabilecek kapasiteye sahiptir. Biz hiç bir zaman Kudüs hakkında konuşmadık. Yalnızca bir fait accompli yaptık, olayı fiili biçimde hallettik. Doğu Kudüs banliyölerindeki yerleşim birimlerini de biz inşa ettik. Amerikalılar tek kelime söylemediler, çünkü bunları son derece zekice inşa ettik.
Rabin'in "zekice yerleşim birimi inşa etme" ya da bir başka deyişle zekice işgal politikası, yalnızca Doğu Kudüs için geçerli değildi. Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki ilk yerleşim birimleri İşçi Partisi tarafından inşa edilmişti ve daha sonraları da yine İşçi Partisi tarafından bunlara yenileri eklenmişti.
1992'de İşçi Partisi iktidara geldiğinde ise işgal altındaki topraklardan gerçek bir vazgeçme, dolayısıyla gerçek bir barış süreci başlamadı; yalnızca Rabin'in zekice işgal politikası uygulamaya kondu... Rabin, yerleşim birimleri inşasının "dondurulduğunu" açıkladı, fakat fiili olarak inşa işlemini sürdürdü.
İşçi hükümetinin yerleşim birimleri inşa politikası, Rabin'in danışmanı Şimon Şeves tarafından hazırlanan plana göre yürülmeye başladı. Şeves'in planı, yerleşim birimi inşasını, "yerleşim birimlerinin geliştirilmesi" gibi daha muğlak bir ifade ile sürdümeyi ve bu birimleri birbirine ve Kudüs'e bağlayacak otoyollar yapılmasını öngörüyordu.
Filistin'in parçalanması
Otoyollar, Filistinlileri birbirinden ayırıp bölme işine de yarayacaktı. Paul Findley, Washington Report on Middle East Affairs'ın Ocak/Şubat 1995 sayısında "Filistin'in Parçalanması" başlıklı yazısında bu konuya değinmiş ve işgal altındaki topraklarda başlanan 600 milyon dolarlık otoyol projesinin, yerleşim birimlerini Kudüs'e ve birbirlerine bağlamanın yanında, Filistinlileri altı ayrı kantona böleceğine dikkat çekmişti. Filistinlilerin ev ve arazileri parçalanarak yapılacak olan süper-otoyollar, Filistin'i; Nablus, Jenin, Ramallah, Hebron (El-Halil), Doğu Kudüs'te birer ve Gazze Şeridi'nde iki olmak üzere altı izole parçaya bölecekti.
Kudüs'teki Filistin İnsan Hakları Enformasyon Merkezi tarafından yayınlanan "Zekice Gizleme: Rabin Hükümeti Döneminde İşgal Altındaki Topraklardaki Yerleşim Birimi, Ağustos 1992-Eylül 1993" başlıklı bir rapor da, Rabin'in gerçekten de 1990'da söylediği gibi zekice işgal yürüttüğünü gösteriyordu. Raporda bildirildiğine göre, Rabin yönetimi, Likud zamanında Ariel Şaron'un planına göre son derece "göstere göstere" yürütülen yerleşim birimi inşasına karşılık, "daha sofistike bir yöntemle seçici bir ilhak politikası, bitişik yerleşim birimleri yoluyla Filistinlileri çevreleme ve kuşatma metodu" izliyordu.
1992'de Rabin, yerleşim birimlerine yapılan tüm yardımların askıya alındığını ilan etmiş ve bu sayede de son aylarını yaşamakta olan Bush yönetiminden daha önce İzak Şamir'in alamadığı 10 milyar dolarlık yardım paketini kapmayı başarmıştı. Ama Rabin'in açıklaması bir aldatmacaydı. Rabin hükümeti, 76 ayrı yerleşim birimine, yerleşimci başına 18.000 dolarlık destek verdi. Yapılan yardımlar "dondurulmak" bir yana daha da artırıldı. Doğu Kudüs'te 145 bin dolar tutan bir ev, sübvansiyolar sonucunda yerleşim birimlerinde 60 bin dolara kadar iniyordu. Rabin, inşasına başlanmış olan 11 bin yerleşim biriminin tamamlanacağını ve "güvenlik" amaçlı yeni yerleşim birimlerinin oluşturulmasına devam edileceğini, ancak yalnızca "politik" amaçlı inşa yapılmayacağını söylemişti. Hangi yerleşim biriminin "güvenlik", hangisinin "politik" amaçlı olduğuna da kendisi karar verecekti elbette...
Paul Findley, 1992'deki seçimlerde Likud ve İşçi Partisi'nin yer değiştirmiş olmasının, İsrail'in işgal altındaki toprakları yerleşim birimleri ile kontrol etme politikasında hiç bir değişiklik meydana getirmediğini yazıyor ve Güney Afrika'daki apartheid biterken, İsrail'in yeni tür bir apartheid inşa etme çabası içinde olduğu yorumunu yapıyor.
Tüm bunlar, Rabin hükümetinin barış konusunda samimi olmadığını, işgal altındaki topraklardan, özellikle de İsraillilerin "Yahudi ve Samiriye" olarak adlandırdıkları ve kutsal saydıkları Batı Şeria'dan çekilmeyi gerçekte düşünmediğini gösterir. Rabin yönetimi boyunca dışarı sızan diğer tüm bilgiler, bunu doğrulamaktadır. İsrail İşçi Partisi'nin iktidarda bulunduğu 1993 yılında onayladığı gizli bir raporda Kudüs'ün sınırlarının Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim bölgelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngördüğü bildirilmiştir.
Bunlar, İsrail'in 50 yıllık günahlarından vazgeçmeye niyetli olmadığını, işgal altındaki topraklardaki iddiasından ve Büyük İsrail hedefinden caymadığını ve dolayısıyla da gerçek bir barış hedeflemediğini göstermektedir.
Peki, gerçek bir barış istemediklerine göre, nedir İsraillileri FKÖ'yle anlaşmaya iten sebep? Neden Yahudi Devleti, onyıllardır çarpıştığı FKÖ ile el skışmak gereği hissetmiştir? Bu anlaşmanın "savaş için barış" mantığı içinde ne gibi bir açıklaması olabilir?...
(3) İsrail FKÖ'ye Neden Yaklaştı?
İsrail'in neden FKÖ ile anlaştığını görebilmek için, Filistin direnişinin son on yılda geçirdiği önemli değişime bir göz atmak gerekir. Filistin direnişi, asıl olarak 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine ortaya çıkmıştı. Farklı grupları bünyesinde birleştiren FKÖ, 1970'li yıllarda dünyanın dört bir yanındaki Yahudi hedeflerine yaptığı saldırılarla adını duyurdu. 1980'li yıllara kadar da, Filistin halkının tek temsilcisi olarak kendini kabul ettirdi. Bu dönemde FKÖ, İsrail'in can düşmanıydı. Sovyetler Birliği'nden ve sosyalist Arap devletlerinden destek alan örgütün ideolojisi ise sol/sosyalist bir ideolojiydi.
Ancak 1980'li yıllarda durum değişmeye başladı. Tüm İslam coğrafyasında yükselen İslami hareket, doğal olarak en hassas bölge olan Ortadoğu'yu derinden etkiledi. Böylece bölgede "İslami direniş örgütleri" doğdu. Güney Lübnan'da kurulan Hizbullah'ı, işgal altındaki Filistin topraklarında oluşan Hamas (İslami Direniş Hareketi) ve İslami Cihad izledi. 85'ten sonra Hamas, Batı Şeria ve özellikle de Gazze'de, FKÖ'den daha büyük bir güce ulaştı. 87'de işgal altındaki topraklarda başlayan İntifada (ayaklanma) hareketi, asıl olarak Hamas'ın önderliğinde yürütüldü.
İsrailliler, ilk başta Filistin direnişi içinde bu tür bir ayrım oluşmasından hoşlanmış ve bazı yorumlara göre de bu nedenle Hamas'ın işgal altındaki topraklarda ve özellikle de Gazze'deki örgütlenmesine fazla müdahalede bulunmamıştı. Ancak bir süre sonra yaptıkları hesabın yanlış olduğunu farkettiler. Çünkü İslami direniş, Filistin direnişini bölen bir küçük fraksiyon olarak kalmamış, aksine gittikçe güçlenerek arkasındaki halk desteği açısından FKÖ'yle boy ölçüşür haline gelmişti. 1990'lı yıllara gelindiğinde İsrail farketti ki, İslami direniş, kendisi açısından "sol" direnişe göre çok daha tehlikeli, çok daha zararlıydı. FKÖ'nün temsil ettiği sol ideoloji tüm dünyada inişe geçmişken, İslami hareket tüm dünyada yükseliş halindeydi. Ayrıca İslami direniş, çok daha radikal, çok daha tavizsizdi.
Bu arada 1990'lı yılların başı, FKÖ için de zor şartlar doğurmuştu. Arafat'ın örgütü, Sovyet blokunun yıkılması ile en büyük desteklerinden birini yitirmişti. Körfez Savaşı'nda Saddam'ı desteklemesi de FKÖ'ye büyük zarar getirdi. Çünkü Saddam düşmanı tüm petrol zengini Arap ülkeleri, en başta Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere, FKÖ'ye küstüler ve desteklerini çektiler. Bu arada, işgal altındaki topraklarda, özellikle de Gazze şeridinde, FKÖ'nün ardındaki halk desteği azalırken Hamas'a verilen destek gittikçe artıyordu. Arafat'ın örgütü, yolun sonuna gelmişti. Parası bitmiş, arkasındaki halk desteği zayıflamıştı ve Filistin davasının fiili liderliğini Hamas'a kaptırmak üzereydi.
İşte tam bu anda, İsrail FKÖ'ye yaklaştı. İsrailliler, gerçek tehlikenin FKÖ'den değil, Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerinden, daha doğrusu onların temsil etmeye çalıştıkları İslami potansiyelden geldiğinin farkındaydı. Bu durumda yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının temsilcisi olarak tutmak ve FKÖ kozunu Hamas'a karşı kullanmaktı. FKÖ için de bu oldukça karlı bir alış-veriş olurdu. Hamas gibi güçlü bir rakibe karşı, İsrail gibi güçlü bir eski düşmanla pekala işbirliği yapabilirdi.
İşte FKÖ-İsrail gizli görüşmeleri bu ortamda başladı. Aylar süren gizli görüşmeler ardından da, Oslo'daki deklerasyon, Washington'da binbir gürültü ile imzalanan "tarihi barış" ve Gazze-Eriha anlaşması geldi. Geçen ay parafe edilen Taba anlaşması ile birlikte ise Gazze Şeridi ve Batı Şeria'daki Arap bölgelerinin yönetimi "Filistinliler"e bırakılıyor. Ancak "Filistinliler", FKÖ üyeleri ve taraftarları. Hamas ise İsrail tarafından "yasadışı bir terör örgütü" olarak tanımlanmaya ve düşman statüsünde kalmaya devam ediyor.
Filistin İç Savaşı Senaryosu
Kısacası, İsrail, FKÖ'yü Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerine karşı kullanmayı hedefliyor. Nitekim İsrail'in, FKÖ'yle kur yaptığı dönemde, bir yandan da Hamas üyelerini sınır dışı etmesi, Güney Lübnan'daki sivil yerleşim merkezlerini bombalaması, Hamas yöneticilerini kaçırması, kısacası, Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerine yaptığı saldırıları artırması oldukça dikkat çekicidir. Bu arada İsrail bir yandan da FKÖ'yü Hamas'a karşı kışkırtıyor, yönetimi eline aldığı Gazze-Eriha bölgelerinde Hamas'a karşı "caydırıcı" önlemler almasını önemle istiyor.
Milliyet yazarı bu konuya değinirken şöyle diyordu: "Aslında İsrail'in esas amacının 60 bin askerini yığmasına rağmen kontrol edemediği Gazze'den ve Hamas'dan kurtulmak olduğu söylenebilir. Şimdi Hamas görevi Arafat'a düşmektedir." Peki FKÖ ile Hamas arasında -İsrail provokasyonlarının da etkisiyle- bir "iç savaş" yaşanırsa ne olacaktı?... Nur Batur aynı yazısında şöyle ekliyordu: "Bir iç savaş çıkarsa İsrail ne yapacak? Peres'e bu soruyu yönelttiğimizde yanıtı, 'Arafat'ı destekleriz' olmuştur. Ama Filistinli gazetecilerin kanısı, İsrail'in sınırı kapatıp uzunca bir süre Filistinlerin birbirlerini öldürmesini bekleyeceği yönündedir."
Aslında İsrail, Filistinlilerin birbirlerini öldürmelerini de beklemek niyetinde değildi. İsrail gizli servisleri provokasyolar yoluyla FKÖ ile Hamas ve İslami Cihad arasında çatışmalar başlattı. 1994 Kasımında FKÖ yönetimi ile Hamas arasında yapılan anlaşmanın hemen ardından Hamas ileri gelenlerine ardarda yapılan saldırılar, bunun bir örneğiydi. Hamas, liderleri, yaptıkları açıklamalarda bu saldırıların uzlaşmadan rahatsız olan İsrail rejiminin ajanları tarafından gerçekleştirildiğini açıklamışlardı.
İsrail, FKÖ'ye İslami direnişi yok etme görevi vermişti ve bu çizgiden en ufak bir taviz verilmesini istemiyordu. Ünlü Amerikalı dilbilimci ve siyasi yorumcu Noam Chomsky de İsrail'in Arafat'a İslami direnişi yok etme görevini ihale ettiğini vurgulayarak şöyle diyordu: "... Zaten Batı Şeria'ya ve Gazze'ye yabancı olan, bölgede bir kökü olmayan FKÖ, şimdilerde İsrail gizli servisi ile birlikte İntifada'yı veya İsrail yönetimine karşı herhangi bir direnişi önlemek görevini üstlenmiştir.
Filistinlilerin haklarını savunmasıyla tanınan İsrailli fizik profesörü Daniel Amit de bir ropörtajında İsrail'in hedefinin İslami direnişi tasviye etmek olduğuna dikkat çekerek şöyle demişti:
ABD ve İsrail... Hamas'ın büyük tehlike olduğunun farkına vardılar. Zaten bu yüzden anlaşma yoluna gittiler. Filistin değişti diye anlaşma yapılmadı ki. Filistinliler 20 yıldır alaşma yapmaya hazırdı. İsrail ve ABD değişti, çünkü tehlikenin FKÖ gibi seküler bir organizasyondan değil, Hamas'tan, özellikle de Mısır, Cezayir ve Körfez ülkelerinden geleceğini anladılar... Şimdi Hamas'a karşı FKÖ'yü kullanmaya çalışıyorlar... İsrail ve ABD gibi güçler bence Hamas'ı kontrol etmek için güçlü bir Filistin otoritesini istiyorlar. ABD ve İsrail, olan biteni bir satranç oyunu gibi görüyor: Arafat'ı destekliyorlar, çünkü onun dinci tehlikesini ortadan kaldırmasını istiyorlar.
Zaman geçtikçe İsrail'in amacı son derece belirgin hale gelmeye başladı. İsrailli askeri uzmanlar, 1995 Mayısı'nda, FKÖ'nün özerk yönetiminin polis gücünü eğitmeye, onlara, toplu gösterileri, halk hareketlerini bastırma ve dağıtma konusundaki deneyimlerini aktarmaya başladılar. Tüm bunlar, FKÖ barışıyla birlikte İsrail'in savaşı bitirmediğini, yalnızca Müslümanların üzerine odaklanmış olduğunu göstermektedir. Bunun için de klasik bir Muharref Tevrat yöntemi, "kardeşi kardeşe kırdırma" taktiği benimsenmiş, Filistinliler arasında bir iç savaşın fitili ateşlenmiştir.
(4) İsrail'in Yeni Gözdeleri: Ürdün ve Suriye
İsrail'in FKÖ ile anlaşmasının ardından tüm Ortadoğu'da "barış" rüzgarları esmeye başladı. Ancak bu "barış" gerçekte yeni bir savaş için cephe oluşturmak amacını gütmektedir. İsrail, İslam'a karşı vermeyi düşündüğü mücadelesinde, Ortadoğu'daki tüm İslam-dışı unsurları yanına katmaya karar vermiş ve bölgede Müslümanlara karşı bir tür "kutsal-olmayan ittifak" kurulmaya başlanmıştır.
Bunun FKÖ'den sonraki ikinci örneği Ürdün Kralı Hüseyin'le yapılan barıştı. Dünya medyalarında "yarım asırdır süren düşmanlığın bitimi" gibi dramatik sözlerle tanıtılan İsrail-Ürdün anlaşması, aslında Kral Hüseyin'in gerçek yüzünü tanıyanlar için hiç de "dramatik" değildi. Çünkü Kral Hüseyin zaten onyıllardır İsrail'in sadık bir dostuydu. Hüseyin İsrail'e çok hizmet etmişti: Defalarca İsrail aleyhtarı gelişmeleri Tel-Aviv'li dostlarına bildirmiş, hatta 1973'teki Mısır-Suriye saldırısını (Yom Kippur Savaşı) birkaç gün öncesinden İsraillilere ihbar etmişti. Buna karşılık Mossad, kralı defalarca darbe ve suikastlerden korumuştu.
Ancak Suriye'nin İsrail'le son dönemlerdeki gibi ilginç bir yakınlaşma içine girmesi, kuşkusuz daha ilginç bir durumdu. Gerçi Hafız Esad da yıllardır bazı kanalları kullanarak İsraillilerle gizli görüşmeler yapıyordu. Örneğin, Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad ile gizlice buluşmuştu. İsrailli gazeteciler Dan Raviv ve Yossi Melman'ın Every Spy a Prince adlı kitaplarında bildirdiklerine göre, bu gizli buluşmada, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmak için bir İsrail-Suriye ortak planı yapılmıştı.
Dolayısıyla Hafız Esad daha önceleri de İsrail'le "stratejik işbirliği"ne girebiliyordu. Ama yine de Körfez Savaşı sonrasına kadar şimdiki gibi açıktan açığa yürütülen bir "yumuşama" sözkonusu olamazdı. Ama olan oldu ve aynı anda hem ABD hem de İsrail Suriye'ye göz kırpmaya başladılar. Bill Clinton dünyanın şaşkın bakışları altında Şam'ı ziyaret etti. İsrail ve Suriye arasında bir barış anlaşması imzalanması şu anda an meselesi. Zaten bir yılı aşkın bir süredir bu konuda İsrail ve Suriye arasında gizil görüşmeler sürüyor.
Peki bu İsrail-Suriye yakınlaşmasının altında ne yatıyordu?.. Serdar Turgut, Hürriyet'in Washington muhabiri olduğu sıralarda yazdığı 28 Ekim 1994 tarihli "ABD ve Suriye" başlıklı bir yazısında bu konuyu gayet iyi açıklıyordu. Yazıda geçen "ABD" kelimelerinin yerine "İsrail" kelimeleri koyarak da okuyabilirsiniz:
ABD'nin Suriye'ye neden özel ilgi göstermeye başladığı sorusuna cevap bulabilmek için ilk önce Amerikan yönetiminin ikibinli yıllarda dünya düzeni üzerinde yaptığı hesaplar düşünülmelidir. Amerikan yönetimi, çok da uzakta olmayan bir gelecekte radikal İslami hareketin dünya ölçeğinde Batı ile çatışmasını tırmandıracağını tahmin ediyor. Amerika'da uzmanlar Marksizm'in çökmesinden sonra ezilmiş insanların hızla dini politikaya sarılmaya başlayacağını, bu aşamada da radikal İslamın kitlesel taleplere en rahat cevap verebilecek, en kapsamlı "alternatif"leri sunacak yapıda olduğunu düşünüyor. Yani bir anlamda geçmişteki sınıf çatışmasına dayalı 'kurtuluş' ideolojisinin yerini şimdi tanımı gereği çok daha kitlesel ve hissi olabilen dine dayalı radikal politikanın almaya başladığı tespiti yapılıyor. Bu nedenle özellikle Mısır, Türkiye, Cezayir gibi ülkelerde olanlar ve olacaklar Amerika tarafından yakın takibe alınmış durumda.
... İşte bu aşamada Suriye bir başka boyutuyla ABD'nin önüne çıkıyor. Arap dünyasına bir bakıldığında Suriye radikal İslami hareket tarafından sisteme karşı yöneltilen tehditi en az hisseden ülke durumunda.... Mısır'da büyük bir sistem krizi yaşanmaya başlamışken Suriye seküler düzen konusunda büyük bir istikrar gösteriyor. Tabii ki bu istikrar hiç bir demokrat düşünceli insanın destek veremeyeceği bir dizi uygulama sonucunda elde edildi. Tabii ki binlerce insan hapse atıldı. 1982 yılında Müslüman radikallerin ayaklanması, sistemli bir katliamla engellendi. Evet bunlar oldu. Ama şimdi ABD her zaman çok önem verdiği insan hakları, demokrasi gibi kavramları bir yana iterek terörist devlet Suriye ile resmi ilişkilerini düzenli hale getiriyor... ABD radikal İslami hareketin yükselmesinden ve özellikle bizim bölgemizde düzeni baştan aşağıya değiştirmeye başlaması olasılığından çok korkuyor. İşte bu nedenle de radikal İslama karşı durabildiği için Hafız Esad'ın suç dosyaları böylesine hızla rafa kaldırılmaya başlandı.
Evet, Hama ve Humus kentlerindeki onbinlerce Müslümanı 1982 yılında katleden Hafız Esad, bu icraatı ve onu izleyen baskı politikaları ile kendini Kudüs ve Washington'lı dostlarına ispatlamış bulunmaktadır. O da kısa sürede İslam'a karşı oluşturulan "kutsal-olmayan ittifak" içinde açıkça yerini alacaktır.
Anti-İslami EnternasyonalŞubat 1997
Dünya Müslümanlarına Karşı Yürütülen Gizli Savaşın Hikayesi
Amerikalı stratejist Samuel Huntington'ın, Foreign Affairs dergisinin 1993 yazındaki sayısında yayınlanan ve dünyanın yakın gelecekte bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını ve en büyük çatışmanın da Batı ve İslam medeniyetleri arasında geçeceğini öne süren makale çok ses getirmişti. Bu makalede ortaya konan görüşlerin, Amerikan strateji merkezleri tarafından önemli boyutlarda onaylandığı da daha sonra sık sık konu edildi.
Ancak bu noktada çok önemli bir ayrıntıya dikkat etmek gerekiyordu: Huntington'ın sözünü ettiği ya da belki ilan ettiği büyük çatışma, yakın gelecekte başlayacak değildir; çoktan başlamıştır. İslam'ın, mevcut seküler dünya sistemi için tek ciddi alternatifi hatta belki "tehdit"i oluşturduğu ayan beyan ortadadır ve "karşı taraf"ın şahinleri, uzunca bir süredir İslam'a karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler.
İslam'a karşı yürütülen bu savaşın farklı yöntemleri olduğundan söz edebiliriz. İslam aleyhtarı propaganda ile İslam'ı dejenere etme, aslından saptırma çabaları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları ve ezilmeleri de kuşkusuz İslam'a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile sözkonusu olduğunu gösteriyor.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenya'da, Endonezya'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da, ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalarda müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadırlar.
Acaba bu durumun açıklaması nedir? Yoksa, sözkonusu anti-İslami güçler arasında bir ilişki olabilir mi?
Bu yazı dizisi boyunca, bu incelemeyi yapacak ve ABD'nin gizli kimliğini ortaya çıkaracağız. Burada kullanılan bilgiler, bir süre önce yayınlanan "YENİ MASONİK DÜZEN: Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeni'nin Gizli Yöneticileri" adlı kitabımızın "Düzen'in Müslümanlarla Savaşı" başlıklı 12. bölümünde yer alan incelemelerin bir derlemesi ve özetidir. Yazı dizisi boyunca alıntı yapılan ve kendisine gönderme yapılan kaynaklar hakkındaki ayrıntılı bilgi burada verilmemiştir. Dileyenler, "YENİ MASONİK DÜZEN" kitabına başvurabilirler.
Bu kitapta ortaya konan ve burada da geniş bir özetini sunacağımız gerçek ise son derece çarpıcıdır: Dünyanın farklı bölgelerindeki önemli anti-İslami güçlerin hemen hepsi, tek bir merkezle bağlantı halindedirler. Bu merkez, onları askeri ve siyasi yönden desteklemekte, hatta kimi zaman yönlendirmektedir.
Bir başka deyişle, bir zamanların "Komünist Enternasyonal"i gibi, bugün de dünya üzerinde adı konmamış bir "Anti-İslami Enternasyonal" vardır!...
Bu Anti-İslami Enternasyonal'in bir de "Moskova"sı vardır: İslama karşı global bir savaş örgütlemekte olan İsrail ve onun Amerikalı uzantıları...
Bu sonuca nereden mi varılmaktadır?
Cevap basittir; çünkü İslam dünyasının Fas'tan Filipinler'e kadar uzanan coğrafyası incelendiğinde, anti-İslami güçler ile İsrail arasında -önemli bölümü gizlice yürütülen- askeri, siyasi ilişkiler olduğu, İsrail'in bu güçleri destekleyip kışkırttığı ortaya çıkmaktadır.
"Anti-İslami Enternasyonal"in Anatomisi
Gazeteci Ruşen Çakır, Milliyet'te yayınlanan "ABD'nin Refah Dosyası" başlıklı bir yazı dizisinde Amerika'daki farklı çevrelerin radikal İslam'a karşı farklı yaklaşımlar içinde olduğuna dikkat çekmişti. Çakır'ın vurguladığı konuların başında (RP de dahil olmak üzere) İslami kesimlere karşı "şahin" politikaları savunanların, asıl olarak Amerikalı Yahudiler ya da İsrail lobisine yakınlığı ile tanınan kişiler oluşu geliyordu."Yahudi kökenlilerin, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikalarının belirlenmesinde epeyce etkin oldukları, büyük medya kuruluşlarını ve belli başlı düşünce üretim merkezlerini (think-tank) denetledikleri biliniyor. Bu çevreler RP'yi yakından izliyorlar ve onun hakkında pek olumlu düşüncelere sahip oldukları söylenemez" diyen Çakır, Amerika'da İslam'a yönelik üç farklı bakış açısının olduğunu söylüyor ve bunları "şahinler, güvercinler ve ortayolcular" olarak nitelendiriyordu. "Şahinler", İsrail yanlılarıydı. Çakır şöyle yazıyordu:
Tartışmanın 'şahinler' kanadı ağırlıklı olarak Yahudi kökenli ya da İsrail Devleti'yle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan Ortadoğu araştırmacılarından oluşuyor... Bernard Lewis'in 'duayenliğini' yaptığı şahinler, İslam dininin özünde demokrasiyle bağdaşmadığını, dolayısıyla politik İslamcı hareketlerle kalıcı işbirliğinin imkansız olduğunu savunuyor.
Çakır'ın sözünü ettiği durum, oldukça aşikar bir durumdu. Amerika'da "radikal İslam" konusunda yapılan propagandanın neredeyse tümüyle İsrail lobisinden kaynaklandığı, İsrail lobisinin sürekli olarak ABD yönetimini bu konuda sertleşmek için ikna etmeye çalıştığı konuyu yakından izleyen herkes tarafından farkedilebiliyordu. Washington Report on Middle East Affairs dergisi de, bu konuya değinmiş son yıllarda sistemli olarak körüklenen "Yeşil Korku"nun kaynağının İsrail ve onun lobisi olduğuna dikkat çekmişti. Haberde şöyle deniyordu:
... İsrail'in önceki Likud hükümeti 'İslami tehdide karşı güçlü bir kampanya başlatmıştı. Onun arkasından gelen İşçi Partisi hükümeti ise bunu daha da ileri boyutlara taşıdı. Mesela başbakan İzak Rabin pek çok politik demecinde ve röportajda İran'ın Orta Doğu İmparatorluğunun hakimi olmayı isteyecek kadar 'megalomanyak' bir tavır içinde olduğunu ve şu an bir 'İslami Bomba'yı hazırlama aşamasında olduğunu belirtti. Geçen sene Knesset'te verdiği bir demeçte Rabin bu kampanyanın rengini ortaya koydu ve şöyle söyledi: 'İsrail, İslami teröre karşı başlattığı savaşla derin bir uykuya dalmış olan dünyayı uyandırmayı amaçlamaktadır'. Ve 'İslami fundamentalizmin içerdiği büyük tehlikelerin önümüzdeki yıllarda dünya barışı için büyük bir tehlike oluşturacağı' yolundaki uyarısını yaptı: 'Ölüm tehlikesi kapımızın önündedir.' Bu ifadelerin arkası, çeşitli Arap rejimlerine karşı olan tavrı ve İslamcı kesime verdiği destek nedeniyle tehdit olarak görülen İran'ı inceleyen İsrailli 'askeri' ve 'istihbarat' kaynaklarının basına sızdırdığı bilgilerle geldi. İsrail kaynaklı raporlarda, Batı'daki ve ayrıca Amerika'daki Müslüman gruplarla Sudan, İslami Cihad ve Hamas yollarıyla kurulan İran bağlantısı detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Amerikan İsrail Halkla ilişkiler Komitesi (AIPAC) ve diğer bazı Amerikan Yahudi organizasyonları İsrail'in gündemindeki bu konuyu gayet başarılı bir biçimde yaydılar. Büyük gazetelerdeki köşe yazarları, 'terör uzmanları' ve Kongre üyeleri bu mücadeleye yasallık kazandırabilmesi için İslam/İran tehdidiyle ilgili fikirleri bütün dünyaya yaydılar.
Yakın zamanda ve ayrı ayrı Washington'a yaptıkları ziyaretlerinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İsrail Devlet Başkanı Rabin son olarak New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasıyla ilgili yaptıkları konuşmalarda adeta aynı 'Radikal İslam Tehdidi' başlıklı yazıyı okuyor gibiydiler. Gerek Başkan Clinton'la yaptıkları toplantıda gerekse Kongre liderleriyle görüşmelerinde ve basına verdikleri demeçlerde her ikisi de New York'taki terörist hareketin İran'ın finanse ettiği global bir İslami tehdidin bir parçası olduğunu ve sadece İsrail'le Mısır'ı değil aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'ni de hedef alan bir tehdit olduğunu ifade ettiler. Her yerde yankılanan görüşleriyle İsrail'in yeni Likud lideri ve 'terör uzmanı' Benjamin Netanyahu ise Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının 'yalnızca deli bir adamın işi' olmadığını fakat kasıtlı ve sistematik bir vahşet olduğunu ve sözkonusu olan şeyin 'Amerika Birleşik Devletleri'nin kalbini, New York Şehrinin kalbini hedef alan organize olmuş İslami terör' olduğunu söyledi.
İsrail'in İslam'a karşı giriştiği mücadele, yalnızca Yeşil Korku'nun körüklenmesi ve Rabin'in ifadesiyle bu konuda "derin bir uykuya dalmış olan dünyanın uyandırılması" ile sınırlı değil. Pek kimsenin fark etmediği bir gerçek var; İsrail uzunca bir süredir, öncelikle Ortadoğu'da ve ikinci aşamada da İslam dünyasının diğer coğrafyalarında Müslümanlarla çatışan rejim ya da devletlere stratejik destekler veriyor.
"İsrail'in Dünya Savaşı"
Aslında İsrail'in, bundan çok daha önce, 1950'lerde başlamış olan ama genelde gizli yürütülen bir "dünya savaşı" var. Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why adlı önemli kitabında, Yahudi Devleti'nin onyıllardır "Üçüncü Dünya" ile savaştığını yazmıştı. Hallahmi'nin ortaya koyduğu belgeler, İsrail'in Üçüncü Dünya'nın neredeyse tüm faşist rejimlerine silah sattığını ve bazılarına da "teknik yardım" verdiğini ortaya koymaktadır. (Teknik yardım, İsrailli askeri uzmanlar ve Mossad subayları tarafından verilmektedir, konusu ise karşı-gerilla savaşı, psikolojik savaş, halk hareketlerini bastırma, sorgu yöntemleri gibi "kirli" operasyonlardır).
Hallahmi'nin yazdığına göre İsrail'den silah ve "teknik yardım" alan rejim ya da örgütlerin arasında; Guatemala ve Honduras'taki aşırı sağcı diktalar, Nikaragua'daki Somoza diktası ve ardından sağcı kontra gerilları, Kolombiya'nın kokain kartelleri, Şili'deki Pinochet rejimi, Paraguay'daki Stroessner diktası, El Salvador'daki sağcı rejimin kurduğu ünlü "ölüm mangaları", Haiti'deki Duvailer diktası, Arjantin'deki kanlı askeri cuntalar, Panama diktatörü Manuel Noriega, Sri Lanka'daki Tamil gerillaları ve aynı zamanda da Sri Lanka devlet güçleri, Zaire'deki Mobutu diktatörlüğü, Uganda'nın "yamyam" faşisti İdi Amin, "Orta Afrika İmparatorluğu" İmparatoru Bokassa, Güney Afrika'daki Apartheid rejimi ve Zulular'ın Inkatha partisi, Angola'daki sağcı UNITA ve FNLA gerillaları, Güney Sudan'daki ayrılıkçı Anya-Nya hareketi, Rodezya'nın eski ırkçı beyaz rejimi yer almaktadır.
İsrail ile sözkonusu rejim ya da örgütler arasındaki ilişkiler; Bishara Bahbah'ın Israel and Latin America: The Military Connection, Andrew ve Leslie Cockburn'un Dangerous Liason: The Inside Story of the US-Israeli Covert Relationship, George ve Douglas Ball'un The Passionate Attachment: America's Involvement with Israel, 1947 to the Present, ve eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception ve The Other Side of Deception adlı kitaplarında da kısmen konu edilir.
Tüm bunlar gizli yürütüldüğü için pek bilinmeyen ama gerçek bağlantılardır. Benjamin Beit-Hallahmi, İsrail'in neden böyle bir global mücadele içinde olduğunu açıklar. Buna göre İsrail, karşı karşıya olduğu düşmana karşı -ki bu Soğuk Savaş boyunca Arap ülkeleri olmuştur- son derece kapsamlı bir mücadele yürütmektedir. Bu mantık gereği, Soğuk Savaş boyunca İsrail, çoğu zaman ABD'yle beraber ama kimi zaman da tek başına, Üçüncü Dünya'daki tüm aşırı sağcı/faşist rejim ve güçleri desteklemiştir. Bunun nedeni İsrail'in, Üçüncü Dünya'da gelişebilecek bir radikalizmin düşman Arap ülkelerine verilecek desteğin artmasına neden olacağından korkması ve Üçüncü Dünya radikalizmini uzun vadede doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak görmesidir. Benjamin Beit-Hallahmi, kendi ülkesinin yöneticilerinin Üçüncü Dünya'ya nasıl baktığını şöyle anlatır:
İsrail liderleri, Üçüncü Dünya radikal hareketlerinin zafer kazanmasını uzun vadede İsrail'e bir tehdit olarak görmektedirler. Birincisi Amerika'yı zayıflattığı için, ikincisi İsrail'e karşı ve Arapların yanında olan Üçüncü Dünya radikalizasyonunu kuvvetlendirdiği için...
İsrail toplumunun özelliği hep kazananlardan yana olması ve kaybedenlere hiç acıma duymamasıdır. 'Onlar gibi olmak istemiyorsan hiç bir zaman zayıflara acıma'; işte İsrail hayatını yönlendiren ruh budur.... Bir İsrailli subay hiç bir durumda kurban olmaz. Tek bildiği gerçek diğer insanlardan üstün olmak, onları kontrol etmek ve onlara hükmetmektir.... İsrailliler Üçüncü Dünya insanlarını küçümserler, küçümserler çünkü onların çoğu zayıftır ve baskı görmüştür. Bu küçümsemede hiç acıma yoktur, kurbanlara hiç şefkat duyulmaz. Üçüncü Dünya insanları kurbandırlar, zayıf ve çaresizdirler. İsrail'den hiç bir merhamet göremezler....
Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze şeridinin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyorlar. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar ama hiç bir haktan yararlanamıyorlar, çünkü vatandaşlık hakları yok. İşte İsraillinin gözünde Üçüncü Dünya Gazze, Gazze de Üçüncü Dünyadır. İsrail anlayışına göre, Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür, ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır. Dolayısıyla İsrailliler için Üçüncü Dünya uzak bir kavram değildir. İsrailliler Üçüncü Dünya'yı Gazze'de görürler, onunla birlikte yaşar ve her gün onunla savaşırlar....
İsrailli olmanın insana kazandırdığı deneyim, savaşmaktır. Devamlı, barış umudu olmaksızın savaşmak. Savaş sadece bir hayat tarzı olmakla kalmaz, ayrıca hayata bir bakış açısı halini de alır. Bu bakış açısı bir boğaz kesme yarışı halini alır; insanların ve milletlerin arasındaki sosyal ilişki dünyasını sadece en güçlünün yaşamını sürdürebileceği vahşi bir ormana döndüren bir bakış açısı olur. İsrail'in dünyaya olan bakış açısı, Sosyal Darwinizm denilen şeye, yani dünyanın yönetenler ve yönetilenler, hükmedenler ve hükmedilenler olarak ikiye bölündüğünü savunan düşünceye dayanır."
Ancak İsraillilerin Üçüncü Dünya'ya yönelik bakış açısında, Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından bir değişiklik olmuştur. Çünkü artık Üçüncü Dünya'da ciddi bir sol radikalizm yoktur. Geride tek bir radikalizm kalmıştır; İslami radikalizm. Bu nedenle de İsrail, Soğuk Savaş yıllarında dünyanın dört bir yanındaki faşistlere, sağcı diktatörlere, anti-komünist ölüm mangalarına verdiği desteği, son dönemlerde İslam'a karşı olan rejim ve güçlere yöneltmiştir.
Keşmir'den Sudan'a Anti-İslami Enternasyonal
Bugün İslam ümmetinin sıcak cephelerinden birisi, Hindistan ve Pakistan arasında onyıllardır ihtilaf ve iki kez de savaş nedeni oluşturmuş olan Jammu-Keşmir bölgesidir. Keşmir nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olmasına karşı 1947'deki ayırım sırasında Hindistan'ın elinde kalmıştır. O tarihten bugüne dek Keşmirli Müslümanlar çeşitli direniş örgütleri oluşturarak Hint yönetime karşı eyleme geçmişler, buna karşılık da son derece sert uygulamalarla karşılaşmışlardır. 1947'den bu yana Keşmir'de 200 bin Müslüman rejim tarafından tasviye edilmiştir. ABD"de bulunan "Keşmir-Amerikan Konseyi", 1992 yılında yayınladığı bir bildiri ile resmi terörün bilançosunu şöyle vermiştir:
-Ocak 1990'dan itibaren, 897'si işkence sırasında, 15.105 kişi öldürüldü. 7.690 kişi yaralandı.
-1.247 kişi sakat kaldı. Organları kopan 2.030 çocuk hastahanelerde tedavi edildi.
-14.365 ev kundaklandı.
-3 günlük gazete ve 490 İslami eğitim yapan okul kapatıldı.
-11.600 kişi halen işkence hücrelerinde tutuluyor. 95.000 kişi tutuklanmamak için gizleniyor.
Dolayısıyla Keşmir bugün Huntington'ın sözünü ettiği "İslam'ın kanlı sınırları"ndan biridir.
Keşmir İslam'ın bir "cephesi" olduğuna göre, Anti-İslami Enternasyonal de bu cephede yerini almış durumda. Anti-İslami Enternasyonal'in lideri olan İsrail, Keşmir'deki İslami muhalefete karşı Hindistan'la stratejik bir ittifak içinde. Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994 sayısında ABD'deki İsrail lobisi ve radikal Hindu grupları arasındaki işbirliğiyle ilgili uzun bir araştırma yayınladı. Yazıda, Yahudi lobisiyle Hindular, özellikle de Keşmir'deki Müslümanlarla çatışan radikal Hindu örgütleri arasında tam bir "ittifak" oluşturulduğu yorumu yapılıyordu.
Washington Report, sözkonusu haberinde Hindistan'da gittikçe güçlenen Hindutva hareketine dikkat çekiyordu. Hindu radikalizminin temsilcisi olan hareket, dini fanatizme ve Müslüman düşmanlığına dayanıyordu. Hindutva'nın önemli bir özelliği ise, Amerika'da da bazı uzantılarının olmasıydı. Washington'da üslenmiş olan BJP, RSS, VHP-World Hindu Council, FISI gibi Hindu örgütleri, Hindistan'daki radikal Hindulara destek vermeye çalışıyorlardı. Haberde bu Hindu örgütlerinin gerçekten de son dönemlerde etki sahibi oldukları yazılıydı. Bunun nedeni ise, Hindu örgütlerinin Washington'daki en büyük lobi olan İsrail lobisiyle ittifak yapmalarıydı. Washington Report, BJP-RSS-VHP gibi Hindu örgütlerinin "bir Hindu-Siyonist ittifakı" kurma yolunda oldukları yorumunu yapıyordu.
Sözkonusu örgütler, Keşmir'de ve genel olarak tüm alt-kıtada Müslümanlara yapılan saldırıların sorumlularıydılar. Bu örgütler, Hindistan'daki en saldırgan Hindu örgütü olan Shiv Sena ("Shiva'nın Ordusu"; Shiva Hindu dininde "yok etme tanrısı" olarak kabul edilir) ile çok yakın bağlantı içindeydiler. Bu gruplar, Müslüman camilerine, Bombay'daki ve tüm Hindistan'daki Müslüman topluluklarına yapılan saldırıları organize ediyorlardı. RSS'nin önde gelenlerinden Guru M. S. Golwakar, bir keresinde "Adolf Hitler'in uyguladığı ırk temizliği programının aynısının Hindistan'da da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar, Budistler ve Sihlere de uygulanmasını" istemişti.
İlginçtir, Hitler'e özenecek kadar faşist olan bu Hindu örgütleri, İsrail'le çok samimiydiler. Washington Report, aynı Hindu gruplarının, Şimon Peres'in 17 Mayıs 1993'te Hindistan'a yaptığı ziyaret sırasında Peres'le en yakın bağlantı kuran gruplar olduğuna dikkat çekiyordu. Radikal Hindu örgütleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmaya Washington'da yayınlanan The Times of India gazetesi de dikkat çekmişti.
Washington Report, BJP-RSS-VHP liderlerinin İsrail'e ve İsrail lobisine olan hayranlıklarını açıkça ifade etmelerini de vurguluyordu. Örneğin ABD'deki Hindu örgütlerinin liderlerinden biri olan Tiwari, "Yahudi lobisi gerçekten de çok yetenekli ve güçlü, buradaki sistemin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hindistan'ın çıkarları için de şimdiye kadar çok şey yaptılar" diyerek lobiye olan minnettarlığını vurgulamıştı. Tiwari ayrıca "Bizim lobi çalışmalarımız çok zayıf. Ama her ihtiyacımız olduğunda İsrail lobisinden yardım istiyoruz. Bizi şimdiye kadar hiç geri çevirmediler" demişti. Washington Report, İsrail lobisinin Hindu'lara destek olmak için bazı think-tank'leri de devreye soktuğunu yazıyor ve bunların başında Morton Abramowitz'in yönettiği Carnegie Endowment'ın geldiğini bildiriyordu. Haberde ayrıca Şimon Peres'in Hindistan ziyareti sırasında söylediği "Pakistan'ın terörist devlet ilan edilmesi için size destek vereceğiz" sözü de hatırlatılmıştı.
İsrail ve Hindistan arasındaki ittifak, yalnızca lobi desteğiyle sınırlı değildi. İsrail, uzun yıllardır özellikle Keşmir direnişine karşı Hint yönetimine askeri destek de veriyordu. İsrail'in Hindistan'a verdiği destek ile ilgili haberler, dünya basınına ilk kez 1960'lı yılların sonunda yansımıştı. New York Times'ın Kudüs muhabiri Terence Smith, 28 Ağustos 1968'de yayınlanan uzunca bir makalesinde bu ilişkiyi ayrıntılarıyla gözler önüne sermişti. Buna göre İsrail, Hindistan'a büyük oranlarda silah yardımı yapıyordu. Bu yardımın en önemli kısmını, İsrail'in 120 mm'lik son derece kullanışlı ve etkili havan topları oluşturuyordu. Ancak haberde de belirtildiği gibi, uzunca bir süredir devam eden bu tür askeri yardımlar son derece "gizli"ydi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hindistan ve İsrail arasında özellikle istihbarat, savunma ve nükleer araştırma alanlarında yakın bir işbirliği devam etti. Hint ve İsrail askeri yetkilileri yıllardır karşılıklı ziyaret geleneğini sürdürdüler. Her iki ülke birbirinden askeri malzeme satın alıyordu. 1963'te Albay M. M. Sindhi, Hindistan'ın ihtiyaç duyduğu İsrail silahlarını tespit etmek üzere İsrail'e gitmiş ve 2 ay Hayfa'da kalmıştı. Bu ziyaret Hindistan'ın Kuzeydoğu eyaletlerinin Çin tarafından işgal edilişinden hemen sonraydı. Hindistan-Çin savaşı sırasında ortaya çıkan İsrail casusluk skandalının anahtar ismi Rama Sawarup'un açıklamasına göre, 1963 yılında İsrail askeri istihbarat şefi Hindistan'a davet edilmişti. Bunun nedeni, kötü durumda olan Sovyet silahları konusunda İsrail'den yardım istenmesiydi.
1965 Hindistan-Pakistan savaşı sırasında ise, İsrail askeri uzmanları, Askeri İstihbarat şefi başkanlığında Hindistan'ı ziyaret ederek, Pakistan'ın elinde bulunan Amerikan silahları konusunda Hintlilere bilgi verdiler. 1967 İsrail işgali sırasında da Hindistan taktik ve alınan sonuçları incelemek üzere İsrail'e askeri uzmanlarını gönderdi. İsrail 1971'de Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlanan Hindistan-Pakistan savaşı sırasında da Hindistan'a silah yardımı yaptı.
Hindistan ve İsrail arasındaki gizli ittifak, nükleer silahları da içeriyordu. İsrailli yazarlar Dan Raviv ve Yossi Melman'ın yazdıkları ve Mossad'ı konu edinen Every Spy a Prince adlı kitapta iki ülkenin nükleer alandaki işbirliğine değiniliyor. Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception adlı kitabında da bildirildiğine göre, Hindistan 1984 yılında Pakistan'ın atom bombası yapmasından endişe ederek İsrail'den yardım istemişti. İsrail Hindistan'ın bu isteğine olumlu cevap vermiş ve iki ülke arasında gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bunun ardından 2 Hindistanlı nükleer fizikçi, nükleer bomba ve füze başlığı yapımında uzmanlaşmak için İsrail'e gitmişlerdi. 8 Şubat 1986 tarihli Indian Express gazetesinin verdiği habere göre ise, İsrail, kendisinin 1981'de Irak'ın nükleer santral inşaatına yaptığı saldırının bir benzerini Pakistan'daki nükleer santrala yapması için, Hindistan'a teknik bilgi aktarmıştı.
Uzun süre gizlilik içinde yürütülen bu ilişkiler, 1990'lı yıllarda iyice ortaya çıktı. Amerikan kökenli News India gazetesinin verdiği bir haberde, İsrail Gizli Servisi Mossad'ın uzunca bir süredir Hindistan gizli servisi RAW'ın elemanlarını eğittiği ortaya çıkarılmıştı. Mossad'ın Hintli meslektaşlarına verdiği eğitimin konusu ise "halk ayaklanmalarının bastırılması", yani Keşmir'deki İslami direnişin kırılması yönündeydi. Habere göre, İsraillilerin eğitiminden geçmiş yüz kadar RAW ajanı, Keşmir'de faaliyet gösteriyordu.
1992 yılında ise İsrailli askeri uzmanlar, BJP ve RSS gibi radikal Hindu örgütlerinin militer merkezlerinde görülmüşlerdi. Ayrıca, İsrail'in sürekli yalanlamasına rağmen, "güvenilir kaynaklar" Keşmir'de İsrailli askeri görevlilerin bulunduğunu bildiriyordu.
İsrail-Hindistan ilişkilerine Londra'da yayınlanan Middle East International dergisi de 6 Mart 1992 tarihli sayısında değinmişti. Jane Hunter'ın dergide yazdığı makalede, "Amerikan kaynaklı çeşitli raporlara göre Hindistan-İsrail yakınlaşmasının anti-İslami bir tabanı olduğu" haber veriliyor ve ayrıca Hindistan Savunma Bakanı Pawar'ın, Hint ordusunun İsrail tarafından eğitileceğini bildiren açıklamasına dikkat çekiliyordu.
Etiyopya Cephesi
Keşmir'den çok daha uzak bir yerde, Etiyopya'da da benzer bir Anti-İslami Enternasyonal ittifakı görülebilir. Onyıllardır süren ittifak, Etiyopya'nın farklı iki rejimi ve İsrail arasındadır ve Etiyopya'nın kuzeyindeki Eritreli İslami harekete karşıdır.
Nüfusunun % 80'i Müslümanlardan oluşan Eritre, yarım yüzyıl boyunca Etiyopya egemenliğine karşı savaştı. 1952'de BM Eritre'yi Etiyopya ile federal bir devlet haline getirmişti. Bu karar Eritre halkı tarafından kabul edilmedi. Geniş halk ayaklanmaları başladı. 14 Kasım1962'de ise Etiyopya karışıklıkları bahane ederek Eritre'yi topraklarına kattığını ilan etti. Böylece Eritre'de Etiyopya yasaları uygulanmaya başladı. "Etiyopya İmparatoru" Haile Selassie, Eritreli Müslümanlara baskı uygulamaya başladı. Çok sayıda rejim muhalifi tasviye edildi. Ayrıca Eritre halkının bir bölümü sürgüne uğratıldı, ve tümü inanç özgürlüğünden mahkum bırakıldı. 1974'de Haile Selassie, Marksist bir askeri darbe sonucunda devrildi ve Albay Mengistu Haile Mariam yeni sosyalist rejimin lideri oldu. Ancak Eritre'ye uygulanan baskı politikası değişmedi; Etiyopyalı "güvenlik güçleri", Eritre'de devlet terörü uygulamaya devam ettiler. Eritre'ye karşı uyguladığı bu politika ile "anti-İslami" vasfını yeterince ispatlayan Etiyopya rejiminin en büyük dostu ise, "Anti-İslami Enternasyonal"in lideri olan İsrail'di.
İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi, Etiyopya ile İsrail arasındaki "olağanüstü yakın" ilişkilere ve iki ülkenin arasındaki ittifakı uzun uzun anlatıyor. Buna göre, Etiyopya ile İsrail arasındaki ilişkiler ilk olarak 1952'de kurulan sivil ticaret bağlarıyla başladı. 1956 Süveyş savaşından kısa bir süre sonra, bir İsrail temsilcisi, Haile Selassie ve yardımcıları ile görüşmek için Etiyopya'yı ziyaret etti. 1958'de başlayan Etiyopya-İsrail ittifakı en üst düzeyde (İmparator düzeyinde) devam ediyordu ve Hallahmi'nin ifadesiyle, "bölgede radikalizasyonu ve Pan-Arabizmi durdurma" mantığı üstüne kurulmuştu.
Hallahmi, aynı sayfada Etiyopya-İsrail ittifakının ardındaki ortak noktayı da şöyle açıklıyor: "Bu ittifakın arkasında yatan ideolojik temel, Etiyopyalılar'ın, İsraillileri de yine kendileri gibi 'tehditkar Müslüman denizinin ortasında kendi güçlerini korumaya çalışan cesur bir halk' olarak görmeleriydi". Bu "ideolojik temel" üzerine kurulu olan Etiyopya-İsrail ittifakı, İsrail'in klasik yöntemlerini de içeriyordu: Silah yardımı ve "halk hareketlerini bastırma" konusunda destek... Hallahmi'nin yazdığına göre, Haile Selassie tarafından yönetilen Etiyopya ordusu, İsrail'den gelen askeri birlikler tarafından destekleniyordu. İsrailli askeri uzmanlar, Etiyopyalı komando birliklerini ve karşı-gerilla timlerini eğitmişti. Hatta Eritre'deki ayaklanmaları bastırmak için "Acil Durum Polisi" adlı 3.100 kişilik bir kontrgerilla timi özel olarak İsrail uzmanlarının eğitiminden geçmişti. Hallahmi şöyle diyor: "İsrail ve Etiyopya, Eritre Kurtuluş Cephesi'ne karşı girişilen ortak bir savaşın iki partneriydi".
1974'de Etiyopya'da Marksist bir darbe oldu ve Albay Mengistu iktidarı ele aldı. Ancak Haile Selassie ve Mengistu rejimleri arasında Eritre açısından bir fark yoktu; ilginçtir, İsrail'le ittifak açısından da bu iki rejim birbirinden ayrılmadı. Hallahmi'nin de vurguladığı gibi, Mengistu'nun liderliğindeki yeni Marksist rejim de İsrail'le olan ittifakını sürdürdü. 1977 yılında yine İsrailli uzmanların Etiyopyalı kontrgerilla timlerini eğittiği ve Etiyopya rejimine silah sevkiyatı yaptığı ortaya çıkmıştı. Hallahmi'nin ifadesiyle "Etiyopya ile İsrail arasında devam eden ilişki, iki ülkenin de bölgedeki İslami gruplara olan karşıtlığına dayanıyordu." Bu işbirliği, 1990'lara dek sürdü. Andrew ve Leslie Cockburn, Dangerous Liason'da, 1990 yılında İsrail'in, "ayrılıkçı militanlara" karşı kullanması için Etiyopya rejimine misket bombaları yolladığını not ediyorlar.
Sudan Cephesi
Etiyopya'nın komşusu olan Sudan da Anti-İslami Enternasyonal'in aktif olduğu alanlardan biridir. Bugün dünyada kendisini "İslam devleti" olarak tanımlayan ülkelerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmemektedir. Bu devletlerden biri de Sudan'dır.
Sudan'ın yakın geçmişini incelerken gündeme gelen en önemli konu, ülkede onyıllardır süren kuzey-güney çatışmasıdır. Bu hem dini hem de etnik bir çatışmadır: Ülkenin kuzeyinde Müslüman Araplar yaşar. Güneyde ise Hıristiyan Afrikalılar çoğunluktadır. Bu dini ve etnik farklılık, ülkenin sınırlarını masabaşında üreten İngiliz sömürge yönetiminin bir mirasıdır. Ve bu miras, kanlı bir mirastır: 1960 yılından itibaren, güneyli Hıristiyanlar, kuzeydeki Müslüman Arapların denetimindeki Hartum yönetimine karşı 12 yıl süren bir ayaklanma yürütmüşlerdir. Anya-Nya adlı Hıristiyan örgütü tarafından yönetilen ayaklanma, 1972'de imzalanan bir anlaşma ile durdurulmuştur. Ve son yıllarda, İslami rejimin kurulmasından bu yana, güneydeki ayaklanma Sudan Halk Kurtuluş Ordusu yeniden başlamıştır. Çünkü "birileri", bu ayaklanmayı Hartum rejimine karşı desteklemektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, Güney Sudan ayaklanmasını destekleyen güçlerin başında İsrail gelmektedir Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da İsrail'in Güney Sudanlı isyancı güçleri 1960'lı yıllardan bu yana desteklediğini bildiriyor. Buna göre İsrail, o tarihlerden başlayarak Anya-Nya hareketine silah yardımı ve askeri eğitim vermişti. Mossad, komşu ülkeler Uganda, Çad, Etiyopya ve Kongo'daki istasyonları aracılığıyla Güneyli ayaklanmacılarla bağlantı kurmuş, Torit kentindeki Mossad merkezinde 30 kadar Anya-Nya gerillası özel eğitimden geçirilmişti. İsrail 1970 yılında Sudan'ın güneyindeki Uganda ile bir anlaşma yaparak, Uganda-Sudan sınırını rahatlıkla kullanma ve Anya-Nya'ya destek verme imkanını genişletmişti. Eski bir Alman gerillası Rolf Steiner'ın söylediğine göre, İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacılara destek veren en önemli güç konumundaydı.
Ancak Güney Sudan ayaklanması, az önce belirttiğimiz gibi, Anya-Nya liderleri ve Hartum hükümeti arasında 1972'de yapılan Addis Ababa Anlaşması ile -geçici olarak- sona erdi. 1972-1985 yılları arasında ülkede iktidar Cafer Numeyri'nin elindeydi. Sudan'daki İslami gelişimin "ruhani" lideri olan ve o dönem parlamento üyeliği yapan Hasan el-Turabi, Numeyri tarafından 8 sene süreyle hapse mahkum edildi. Ve doğal olarak, Numeyri ile İsrail'in ilişkileri çok iyiydi: Hallahmi, Numeyri'nin Yahudi Devleti ile "son derece yakın ancak gizli ilişkiler geliştirdiğini", Numeyri rejimi sırasında Mossad'ın Hartum'da bir istasyon kurduğunu ve Sudan gizli servisi ile Mossad arasında yakın işbirliği oluşturulduğunu söylüyor.
Ancak Numeyri'nin iktidarı 1985'deki bir darbeyle sona erdi. 1989'a kadar ülke farklı hükümetlerin yönetiminde kaldı. 1989 yılında ise genel başkanlığını Hasan Turabi'nin yürüttüğü Müslüman Kardeşler örgütü Sudan'da yönetimi ele aldı. O tarihten sonra da Hasan Turabi önderliğinde İslami devlet sistemi kuruldu. Ve Sudan Parlamentosu'nun İslam kanunlarını yürürlüğe koymasının ardından, güneydeki Anya-Nya hareketi yeniden ayaklanma başlattı. Ayrılıkçıların lideri John Garang, Sudan yönetimi ile masaya oturmak için ilk önce, "İslam kanunlarının yürürlükten kaldırılması" şartını öne sürdü. Parlamento böyle bir ön şartı kabul etmeyince olaylar daha da şiddetlendi.
İslami rejime karşı yeniden başlayan ayaklanmanın en büyük destekçisi ise, eskiden olduğu gibi yine İsrail'di. Turabi, ayrılıkçıların silahları hangi yollardan sağladığı sorusuna "Ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang'ı silahlandırıyor" demişti. Zamanla ortaya çıkan bilgiler, Hıristiyan ayaklanmacılara Protestan ve Anglikan kiliseleri tarafından tabutlar içinde getirilen silahların asıl kaynağının İsrail olduğunu ortaya çıkardı.
Washington Report on Middle Affairs'in Haziran 1994 sayısında da İsrail'in Güney Sudan'a silah verdiğine dair bir yazı yayınlandı. Habere göre Tel-Aviv'den havalanan silah dolu bir Boeing 707, Uganda'daki Entebbe havaalanına inmiş ve karayolu aracılığıyla taşıdığı yüklü miktardaki silahı, Güneyli ayaklanmacıların lideri olan John Garang'ın komutasındaki Sudan Halk Kurtuluş Ordusu'na ulaştırmıştı.
"Ilımlı" Monarşilerin Desteklenmesi
İsrail, Müslümanlarla doğrudan savaşan güçleri desteklemenin yanında, bir de İslam ülkelerindeki seküler rejim ve liderlere de destek olmaya çalışmaktadır. Arap dünyasındaki muhafazakar monarşiler bugün İslami hareketlerin tehdidi altındadırlar ve İsrail bu monarşilerle çok yakın ilişkiler içindedir. En iyi iki örnek Ürdün Kralı Hüseyin ve Fas Kralı Hasan'dır.
Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da Fas Kralı Hasan'ın Yahudi Devleti ile olan ilişkileriyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Buna göre, İsrail ve Fas arasındaki ittifak, 1960'larda, Arap dünyasındaki radikalizm dalgasının büyümesiyle başladı. Arap dünyasındaki monarşiler birer birer sahneden çekiliyordu ve Fas Kralı Hasan bu gidişi durdurabilecek tek gücün İsrail olduğunu düşünerek Tel-Aviv'e yanaştı. 1966'da, Fas ve İsrail arasındaki işbirliği İsrail için büyük bir enternasyonal iç krizin doğmasına sebep oldu: Fransa, Fas ve İsrail'in karıştığı Ben Barka olayı. Mehdi Ben Barka sürgünde yaşayan ve Hasan rejimi tarafından ölüme mahkum edilmiş Fas'lı radikal bir aydındı. Fas gizli servis şefi General Muhammed Oufkir, 1965'de kraldan Ben Barka'yı ortadan kaldırmak için emir aldı, ve derhal Mossad'dan yardım istedi. Mossad, Ben Barka'nın Paris'teki kaçırılma olayını organize etti. Daha sonra da Ben Barka öldürüldü. Fas gizli servisi o zamandan beri Mossad'la hep yakın ilişkiler içinde olmuştur.
İsrail, 1975'den beri Fas'a, Batı Sahara bölgesinde bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışan Polisario asileriyle yaptığı savaşta da yardım etti. Ayrıca İsrail, Washington'daki lobisini kullanarak Amerikan Kongresi'nde Fas lehinde baskı ve propaganda yaptı. Hallahmi'nin not ettiğine göre, İsrailliler bu konuda özellikle Yahudi asıllı Kongre üyesi Stephen Solarz'ı devreye soktular. Halahmi, Fas Kralı Hasan'ın İsrail'le olan ilişkisinin, İran Şahı'nın İsrail'le olan olağanüstü yakın ilişkilerine benzediğini söylüyor.
Kral Hüseyin ise 1970'li yıllardan bu yana İsrail'le yakın ve de gizli ilişkilere sahiptir. İsrail gizli servislerinin Hüseyin'i darbe girişimlerine karşı bilgilendirdikleri, Kral'ın ise 1973'teki Yom Kippur savaşından birkaç gün önce İsraillilere Mısır ve Suriye'nin saldırı hazırlığında olduğunu bildirdiği, bilinen gerçeklerdendir.
Bosna-Hersek Cephesi
Anti-İslami Enternasyonal'in Bosna-Hersek'teki savaş hakkında ne düşündüğü de önemli bir sorudur. Bugün Batılı Yahudi kuruluşların ve Yahudi entellektüellerin, II. Dünya Savaşı sırasındaki Holokost'u çağrıştırdığı için, Bosna konusunda duyarlı davrandıkları bir gerçektir. Ancak İsrail ve bazı ABD'li uzantıları, Bosna'daki durumun farklı bir yönüyle ilgilenmektedirler. Başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bugünkü Bosna-Hersek yönetiminde "İslamcılar"ın ağırlığı vardır ve daha da önemlisi, İran savaşın başından beri Boşnak ordusuna yaptığı silah yardımı ile buradaki etkinliğini artırmaktadır. Batılı Yahudiler belki "Boşnak"ların dramına insancıl bir ilgi duyuyor olabilirler, ama Anti-İslami Enternasyonal'in Batı Kudüs'te oturan stratejistleri Bosna'daki radikal İslami yükselişten hiç memnun değildirler ve bu onları Sırpların tarafına geçmeye yöneltmektedir.
Bu durumun çarpıcı bir örneği, 1993 yılında ABD'de yayınlanan Bosna ile ilgili ilginç bir "rapor"du. Oldukça marjinal iddialarla Sırplara destek veren rapor, ABD Kongresi'ne bağlı "Task Force on Terrorism and Unconventional Warfare" (Terörizm ve Olağandışı Savaşa Karşı İşbirliği) adlı kuruluşun direktörleri Yossef Bodansky ve Vaughn S. Forrest tarafından hazırlanmıştı. Iran's European Springboard (İran'ın Avrupa Çıkarması) başlığını taşıyan rapora göre, Aliya İzzetbegoviç ve hükümeti, İran'ın başını çektiği uluslararası bir "İslami komplo"nun parçası olarak, Balkanlar'da bir İslam Devleti kurmaya çalışıyorlar ve bunun için de her türlü kirli yönteme başvuruyorlardı. Raporun yazarları İzzetbegoviç'e o denli antipatiyle yaklaşıyorlardı ki, Bosna Müslüman güçlerinin, Sırplar aleyhinde dünya kamuoyunu provoke edebilmek için, kendi insanlarını öldürdüklerini ve işkenceye tabi tuttuklarını iddia etmişlerdi.
Raporda ayrıca, pek çok Müslüman ülkeden Bosna'ya gelen "İslamcı teröristler"in, Avrupa'da büyük bir "Müslüman ayaklanması" oluşturma hazırlığında oldukları, bu İslam devriminin, Müslümanların batıya ve liberal toplum yapısına duydukları derin kin ve nefretin bir sonucu olarak gerçekleşeceği öne sürülüyordu. Kullanılan üslup da oldukça ateşliydi. 14 sayfalık raporun içinde "İslamcı terörist" kelimesi tam 27 kez geçiyordu. Rapora göre, İngiliz Dışişleri Bakanı Douglas Hurd'e 1992 Temmuzu'nda yapılan bombalı saldırının ve ABC televizyonu prodüktörü David Kaplan'ın Ağustos ayında öldürülmesinin ardında da "özel eğitilmiş Bosna Müslüman güçleri" vardı.... Ve konuyla ilgili haberi veren Washington Report on Middle East Affairs'in Temmuz/Ağustos 1993 sayısında da vurguladığı üzere, rapordaki iddiaların hiç birine kaynak gösterilmemişti.
Peki bu propaganda kimin ürünüydü? Kim Bosna hükümetinin "propaganda olsun diye" kendi vatandaşlarını öldürdüğünü ve dolayısıyla Sırpların suçsuz olduğunu öne sürüyordu?
Raporun iki yazarından birinin, Yosef Bodansky'nin kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Bodansky, İsrail doğumlu bir Yahudiydi. 1970'lerde İsrail Hava Kuvvetleri dergisinin editörlüğünü yapmıştı. Daha sonra ABD'ye göç ederek John Hopkins Üniversitesi'ne akademisyen olarak katıldı. Amerikalı Yahudi örgütleriyle ilişkisi ise oldukça açıktı. JINSA'nın (Jewish Institute of National Security Affairs) bülteninde teknik yönetmen oldu. Washington kulislerinde Bodansky'nin bir "Mossad ajanı" olduğu söylentisi yaygındı. Nitekim Bodansky, Amerikan donanması istihbaratında çalıştığı sırada Amerikan gizli belgelerini İsrail'e aktarırken yakalanan Amerikalı Yahudi Jonathan Pollard'la da çok yakın ilişkilere sahipti.
Raporun öteki yazarı Vaughn S. Forrest de İsrail-yanlısı çevrelerle son derece içli-dışlıydı. Nitekim bu ikili, Bosna hakkındaki raporları sonucunda Amerikalı Müslümanlardan yükselen tepkilere, Washington Jewish Week'te cevap vermeye çalıştılar. Sözkonusu gazeteye verdikleri demeçte, yazdıkları raporu ve onun 'bilimselliğini' savundular. "Aslında tüm yazılanların kaynağı ve dipnotları var" diyordu Forrest, "... ama güvenlik nedeniyle ve masrafları kısmak için kaynak ve dipnotların olduğu ek bölümü raporla birlikte vermedik".
Bodansky, bu raporun ardından yine "İslam tehlikesi" ile ilgili bir kitap yayınladı. Kitabın adı Target America: Terrorism in the USA Today (Hedef Amerika: Günümüzde ABD'de Terörizm)di. Ayrıca Forrest ve Bodansky, The New Islamist International (Yeni İslami Enternasyonal) adlı 93 sayfalık yeni bir rapor daha yayınladılar. Rapor, Bosnalıların kendi vatandaşlarını öldürdükleri suçlamasını yeniden öne sürüyor, ayrıca "köktendincilerin Bosna-Hersek"teki savaşı Yeni Dünya Düzeni ile Müslümanların geleceği arasında bir çarpışma olarak gördüklerini, İslamcıların yeni intikam savaşları açmaya devam edeceklerini" iddia ediyordu...
İzzetbegoviç ve diğer Boşnak yetkililerin İslamintern'le olan ilişkileri, Amerika'nın Bosna politikasını da etkiledi. Amerikan yönetimi "Boşnak"lara sempati besliyordu; ama "Bosnalı Müslümanlar"dan, özellikle radikallerinden pek hoşlanmıyordu. Hürriyet'in Washington muhabiri Serdar Turgut, Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Jonathan Spalter'in "bizim Bosna politikamızın temel amacı, oradaki İslami gelişimi önlemektir" dediğini yazmıştı.
Nitekim çok geçmeden Amerika'nın gerçekten de İzzetbegoviç'in ayağını kaydırmaya ve onun yerine "seküler" liderler getirmeye uğraştığı ortaya çıktı. Alman Der Spiegel dergisi, 31 Ocak 1995 tarihli sayısında, "Aliya İzzetbegoviç'in İslamcı akımlarla bağlantısından rahatsızlık duyan ABD yönetiminin, İzzetbegoviç'in yerine başka birinin getirilmesi için" çalıştığını yazmıştı.
İsrailli Profesör Açıkladı: İsrail, Sırplara Silah Veriyor!
İsrail, Bosna'daki İslami yönetimden rahatsız olduğu için, bir yandan da Sırplara destek veriyordu.
Sırp-İsrail bağlantısı ile ilgili bazı önemli bilgiler, İsrail İbrani Üniversitesi'nden profesör Igor Primorac'ın, Jerusalem Report dergisinin Ocak 1995 tarihli sayısında yazdığı bir makalede ortaya kondu.
Felsefe profesörü olan Yugoslav doğumlu Yahudi Igor Primorac, 1980 yılına dek Belgrad Üniversitesi'nde çalışmış ve o yıldan sonra da İsrail'e göç ederek İbrani Üniversitesi'nde akademik kariyerini sürdürmüştü. Jerusalem Report'taki sözkonusu yazısında ise eski ülkesi ile İsrail arasındaki gizli ilişkilerden söz ediyordu. Primorac'ın yazdığına göre, Mossad, İsrailli silah tüccarlarını Sırbistan'a uygulanan silah ambargosunu delmeleri için yönlendiriyor ve Sırplara önemli miktarda silah ve cephane yolluyordu.
Profesör, İsrail-Sırp bağlantısını ortaya çıkaran bir olayı da aktarıyordu: Uluslararası yardım kuruluşlarına üye olan İsrailli Joel Wienberg, Saraybosna'da iken ilginç bir olay yaşamış ve bunu İsrail'in Kanal 2 televizyonunda anlatmıştı. Buna göre, Wienberg Saraybosna'dayken, bir Birleşmiş Milletler görevlisi, Saraybosna havaalanına düşen bir top mermisini bir türlü teşhis edememiş ve bir göz atması için Wienberg'i çağırmıştı. Wienberg, mermiye bakar bakmaz üzerindeki garip yazıları tanıdı: Kapsülün üzerindeki yazılar İbranice'ydi ve top mermisi de İsrail ordusu (IDF) tarafından üretilen ve kullanılan 120 mm'lik standart bir mermiydi. Bu mermi uzun süre Saraybosna'nın bombalanmasında kullanılmış ve şehre yapılan insani yardım uçuşları da uzunca bir süre bu bombalamalar nedeniyle sekteye uğramıştı. Wienberg, ayrıca Sırp saldırganların (Çetnikler) İsrail yapımı Uzi silahlar kullandıklarına da defalarca şahit olduğunu söylüyordu.
Profesör Primorac, makalesinde Bosna'daki Sırpların İsrail yapımı silahlar kullandıklarına dair daha bunun gibi pek çok görgü tanıklığı olduğunu, ancak İsrailli yetkililerin bu gerçeği birkaç kez resmi olarak yalanladıklarını yazıyordu. Primorac, Sırp-İsrail ilişkisi ile ilgili diğer bazı detaylar da veriyordu:
Sırplar İsrail'le olan ilişkilerini hiç bir zaman gizlemeye çalışmadılar. Belgrad'daki eski bir savaş bakanlığı görevlisi olan Dobrila Gajic-Glisic, 1992'de yayınladığı bir kitabında, 1991 Ekimi'nde, yani Birleşmiş Milletler'in Eski Yugoslavya'ya silah ambargosu koymasından bir ay sonra İsrail ile Sırbistan arasında büyük bir silah anlaşması yapıldığını yazmıştı. Bu anlaşmanın yapıldığı sıralarda Sırplar çoktan Vukovar ve Dubrovnik gibi Hırvat kentlerini bombalamaya başlamışlardı. Aynı sıralarda Yugoslav basınının çeşitli gazetelerinde İsrail ile Sırplar arasındaki silah bağlantıları ile ilgili haberler yayınlandı. 3 Haziran 1993 tarihli European gazetesinde ise Batılı istihbarat raporlarına dayanılarak, Mossad ile Bosnalı Sırplar arasında yapılan yeni bir silah anlaşmasının varlığından söz edilmişti.
Primorac, tüm bu bilgilerin ardından Sırpları Naziler'e benzetiyor ve "II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yürütülen ilk soykırımın İsrail silahları ile yürütüldüğünü" yazıyordu. Aslında II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da bir "soykırım" yürütülmemişti ama şu anda yürütülen Müslüman soykırımının İsrail'in desteğiyle yürütüldüğü açık bir gerçekti...
İran'ın Kuşatılması
Anti-İslami Enternasyonal'in son dönemdeki en önemli uygulamasının ise, İslamintern'in lideri olan İran'a karşı uygulanan kuşatma politikası olduğu söylenebilir. Clinton yönetiminin uyguladığı bu politika, doğal olarak, büyük ölçüde İsrail'in ve lobisinin telkinleri sonucunda oluşmuştur. İran'a yönelik kuşatma uygulanması, Clinton'ın Ortadoğu'yla ilgili Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından ilk olarak gündeme getirilmişti. Daha önce İsrail Başbakanı İzak Şamir'in basın danışmanlığını yapan Avusturalya doğumlu bir Yahudi olan ve uzun bir süre de İsrail'in ABD'deki en önemli lobi kuruluşu olan AIPAC'ta (American-Israel Public Affairs Committee) çalışan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını savunmuş uygulamaya sokmuştu. Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüştü. 1995 Martı'nda, İran ile İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edildi. Ancak olayın bir de perde arkası vardı. Cengiz Çandar'ın 21 Mart 1995 tarihli Sabah gazetesinde yazdığı gibi, aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştı.
En son olarak da Clinton, 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıkladı. Japonya ve Avrupa ülkeleri ambargoya soğuk bakarken, İsrail yönetimi, verdiği karardan dolayı Clinton'ı kutluyordu...
Kafkaslar ve Orta Asya'da İsrail-Rus İttifakı:Tacikistan ve Çeçenya Cepheleri
Son dönemlerde İslam dünyasının yeni cephelerinden biri de Kafkasya ve Orta Asya haline geldi. Sovyetler Birliği'nin dağılışının ardından bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Müslüman cumhuriyetler, kısa sürede Rus yayılmacılığı ile yeniden karşı karşıya kaldılar.
Bu arada bir yandan da İsrail, bu bölgeye yönelik son derece belirgin bir yakınlaşma politikası izlemeye başladı. İsrailli yöneticiler sözkonusu cumhuriyetlere geziler düzenlediler, o cumhuriyetlerin bazı liderleri de İsrail'de boy gösterdi. İsrail, "tarımsal işbirliği" gibi anlamlı bir yöntemle bu devletlere yaklaşırken, bir yandan da Mossad ajanı işadamı Shaul Eisenberg aracılığıyla bölgedeki uyuşturucu ticaretine de el atıyordu.
İsrail'in bölgeye yönelmesinin ardındaki temel etken ise birtakım ticari çıkarların ötesinde, asıl olarak stratejik hesaplardı. İsrail, önemli bir İslami potansiyele sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin gerçek anlamda İslamileşmesinden ve bölgede radikalizasyondan çekinmişti. İsrail'in bu yöndeki hesapları zamanın Genel Kurmay Başkanı Ehud Barak tarafından açıkça dile getirilmiş, Barak, yeni cumhuriyetlerin "Müslüman" kimliğine atıfta bulunarak, yeni Müslüman cumhuriyetlerin doğmasının İsrail'in çıkarlarına uygun olmadığını söylemişti. Dolayısıyla İsrail'in Orta Asya ve Kafkaslar'la ilgilenmesinin ardındaki asıl neden, bu ülkelerin İslami bir tarza kaymalarına engel olmaktı.
Bu durumda İsrail'in ve Rusya'nın hedefleri tam uyuşuyordu. Çünkü Rusya'nın da en çok korktuğu şey, yeni cumhuriyetleri İslam'a "kaptırmak"tı. İzak Rabin'in Yeltsin ile 1993 yazında Moksova'da yaptığı ve ana konusu "İslam tehlikesi" olan görüşme de bu ittifakı sağlamlaştırmış, Rabin Yeltsin'i "radikal İslam konusunda yeterince duyarlı bulduğunu" açıklamıştı. Bu "anti-İslami" ittifakı ABD de onaylıyordu. İsrail'in Amerikalı uzantılarından Henry Kissinger, "İslami radikalizm en şiddetli biçimde Rus çıkarlarına da aykırıdır. Dolayısıyla Washington Moskova ile işbirliği yapmalıdır" diyerek konuya açıklık getirmişti.
Rusya ile İsrail'in İslam'a karşı kurduğu ittifak, ilk işaretlerini Tacikistan'da verdi. Sovyetler'in çöküşünün ardından bağımsızlığına kavuşan Tacikistan'da, kısa bir süre sonra ülke içinde güçlü olan İslami hareket iktidara geldi. Ancak Rus destekli eski komünistler 1992'nin son günlerinde Müslümanlara karşı kanlı bir saldırı başlatarak yeniden iktidara oturdular. İşin ilginç yanı, Rusya ile birlikte İsrail'in de komünistlerin yanında yer almasıydı. Müslümanlara karşı saldırıya geçen komünist birliklerinin içinde pek çoki askeri uzmanların bulunduğu ve İsrail silahlarının kullanıldığına ilişkin haberler o dönemde özellikle İslami basında sıkça yer almıştı.
Kafkaslar'da Müslümanlara karşı açılan bir ikinci cephe ise halkının % 80'i Müslüman olan Çeçenya oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen bağımsızlığını kazanamayan ve Rusya Federasyonu sınırları -yani Rus hegemonyası- içinde tutulan Çeçenya, Aralık 1994'te bağımsızlığını ilan etti. Üstüne üstlük, Çeçen lideri Dudayev, bir "İslam devleti" kurmayı hedeflediklerini açıkladı. Çeçenya'nın İnguşlar, Tatarlar ve Dağıstanlılar'ı da yanına alarak Kuzey Kafkasya'da efsanevi Şeyh Şamil direnişini tekrar edecek bir İslami kalkan oluşturmasından korkan Rusya; tank dahil 2.000 zırhlı araç, 350 savaş uçağı, 400'den fazla füze bataryası ve 50 bin asker ile Çeçen topraklarına girdi.
Çeçenya işgalinin görünmeyen yüzü ile ilgili önemli bir bilgiyi ise Çeçen Cumhurbaşkanı merhum şehit Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat verdi. Murat, "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenya'nın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti. Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.
İsrail'in Çeçenya'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenya'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede yahudi kalmamıştı. Haberi veren Yeni Yüzyıl "Yahudilerin büyük bölümü Ruslar Çeçenya'ya girmeden ülke dışına çıkarılırken, 50 kadarı Grozni'de çarpışmalar başladıktan sonra güçlükle kaçabildi" diyordu.
Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve denetimi ile gerçekleştirilmişti.
Azerbaycan ve Elçibey Bağlantısı
Üstte saydığımız Tacikistan, Azerbaycan ve Çeçenya örnekleri, Yahudi Devleti'nin Orta Asya'daki İslami potansiyeli engellemek için kullandığı anti-islam güçleri destekleme ve kışkırtma yönteminin birer uygulamasıdır. Ancak İsrail bunun yanında bir ikinci yöntemi, seküler liderleri destekleme ve yönlendirme yöntemini de kullanmaktadır. Bunun çarpıcı bir örneği, askeri bir darbe ile devrilene dek Azerbaycan'ın Devlet Başkanlığını yürüten Ebulfez Elçibey'di. Elçibey, İslam'a karşı garip yaklaşımlar içinde olan ve oldukça da seküler bir liderdi. Ali Bulaç, Elçibey'in zihin yapısından bir yazısında şöyle söz etmişti:
Azerbaycan'ı ziyaret ettiğim sene Elçibey başındaydı... Amerika ve Türkiye'ye mesajlar göndermek üzere ikide bir İran'a çatıyor, arasıra 'İranlı mollalar kafamı bozmasın, değil Şiiliği, Müslümanlığı dahi yasaklayıp Şamanizmi ilan ederim' diyordu. Bir defasında da Hz. Muhammed (s.a.v.) ile peygamberliğin sona ermediğini, Mustafa Kemal'in Türk dünyasının peygamberi olduğunu söylemiş, bu çirkin, çiğ ve küstahça demecinden dolayı gece gündüz sarhoş dolaşan Azeriler'den bile tepki almıştı. Son günlerde aynı Elçibey'in İran'ı parçalamak üzere bir kez daha sahneye çıktığını görüyoruz. Geçmişte İran'ın pek yakın bir gelecekte beş ana parçaya bölüneceği kehanetinde bulunan bu Azeri İttihatçı, şimdi tarihin iki Azerbaycan'ı birleştirme görevini kendisine verdiğini, bu kaçınılmaz kadere boyun eğerek İran sınırları dahilinde kalan Güney Azerbaycan'ı Kuzey Azerbaycan'a katacağını söylüyor... Belli ki birileri Elçibey'e bu yönde demeçler verdiriyor, arkasından birtakım medya kuruluşlarıyla eşgüdüm halinde bunu kamuoyuna bir duyuru ve İranlılar'a bir tehdit olarak öne sürüyor. Bu duyuru ve tehditlerin hangi merkezden beslendiğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Amerika ve İsrail'in İran'a karşı başlattıkları saldırı ile birlikte düşünüldüğünde bu tehditin kaynağı da açığa çıkmış olmaktadır. Belli ki bu işi uluslararası Siyonizm tezgahlamaktadır.
Ali Bulaç'ın Elçibey'in tavrını -ve ona destek veren bazı medya kuruluşlarını- "uluslararası Siyonizm"le ilişkilendirmesi yerindeydi. Çünkü "Azeri İttihatçı", iktidarda olduğu sırada gerçekten de "uluslararası Siyonizm"le çok ilginç yakınlaşmalar içine girmişti. Elçibey yönetimi sırasında İsrail ve Azerbaycan arasında gizli bir diplomasi trafiği başlamıştı. Resmi olarak iki ülke arasında diplomatik ilişki kurulmuş olmamasına karşın, İsrail'in temsilcisi Lev Bardani Bakü'de bir eve yerleşmiş ve 'İsrail'in Azerbaycan'daki gözü-kulağı' işlevini görmeye başlamıştı. Lev Bardani'nin haftada birkaç kez Elçibey'le ve Savunma Bakanlığı ile görüştüğü rapor ediliyordu. Lev Bardani, özellikle askeri konularda Azeri yönetimi ile diyalog kuruyordu. Bardani ayrıca ülkedeki Yahudi cemaatinin önde gelenleriyle de bağlantı halindeydi.
Elçibey de İsrail'i çok sevmişti. "İsrail'le askeri alanda işbirliği yapmak istiyoruz. İsrailliler çok gelişmiş bir teknolojiye sahipler ve mükemmel silahlar üretiyorlar. Fakat böyle bir ilişkinin olumsuz bir şekilde değerlendirilmesini istemiyoruz. Her durumda İsrail ile diplomatik ilişkiler bir-iki ay içinde kurulacak" diyordu. Bu ilişkilerin arkasında oldukça ilginç isimler de vardı; İsrail ve Azerbaycan arasındaki askeri ilişkiler, üst düzey Mossad yetkilisi David Kimche tarafından yönetiliyordu.
Elçibey'in "uluslararası Siyonizm"le olan ilişkisi, 1992 Ağustosu'nda Türkiye'ye yaptığı bir resmi ziyaret sırasındaki ilginç bir görüntüyle de tescillenmişti. Elçibey'in heyetinde Azerbaycan'daki Yahudileri temsilen cemaat lideri Boris Vayzalt da bulunuyordu. Çankaya'da Elçibey onuruna verilen resepsiyona başındaki kutsal takkesi (kipa ya da tefilin) ile katılan Vayzalt, Azeri liderinin yanında anlamlı bir tablo oluşturmuştu.
Bu ülkelerin yanısıra, İsrail, Orta Asya'daki; Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi Türki Cumhuriyetlerle de yakın ve ilginç ilişkiler kurdu. Ticari görünüm altında yürütülen bu ilişkilerin gerçek amacı ise Orta Asya'daki muhtemel bir İslami yükselişe karşı önlem alabilmek, bölgedeki seküler yöneticileri güçlendirip, onları İsrail'in müttefikleri arasında katabilmekti.
"Ahzab"
"YENİ MASONİK DÜZEN" adlı kitabımızda ortaya konan ve bu yazıdizisi boyunca da özetlenen bu gerçekler, aslında bizlere Kuran ayetlerinin ve İslam'ın tarihi tecrübesinin yeni bir tecellisini göstermektedir.
Kuran, Müslümanların karşılarında düşman olarak kimi bulacaklarını bildirirken şöyle der: "Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun" (Maide Suresi, 82). Bugün dünyanın dört bir yanında Müslümanlara düşmanlık gösteren yerel güçler -Sırplar, Hindular, vb.- ayetin içindeki "müşrik" tanımına uymaktadırlar. Ancak ayetin hükmüne göre, müşrikler kadar en az Yahudilerin de Müslümanlara düşmanlığı sözkonusudur. Ve Anti-İslami Enternasyonal'in anatomisi bizlere göstermektedir ki; bugün İslam dünyasının dört bir yanındaki İslam-karşıtı hareketlerde "müşrik"lerin yanında "Yahudileri" de bulmak mümkündür.
Bu ilginç durum, aslında İslam ümmetinin ilk kez karşılaştığı bir durum değildir. Peygamberimiz zamanında da Hayber Kalesi'ni mesken eden Yahudi kabilesi Ben-i Kaynuka, Arap yarımadasındaki farklı müşrik topluluklarını Müslümanlara karşı organize etmişti. Hendek (Ahzab, Hizipler) savaşı, Yahudiler tarafından kışkırtılmış olan farklı grup (hizip)lerin Müslümanların elindeki Medine'ye saldırmalarıyla gerçekleşmişti. Bugün de Müslümanlar, aynı merkezden kışkırtılıp organize edilen farklı hiziplerin saldırılarıyla karşı karşıyadır.
Ahzab savaşı oldukça uzun sürmüş, ama sonunda Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştı. Madem bugün benzeri bir durumla karşı karşıyayız, öyleyse bu kez de aynı sonuç gerçekleşebilir.
Ancak bir şartla; bugünkü Müslümanlar da, Ahzab savaşını yapan sahabenin iman, ihlas ve kararlılığına sahip olmalıdır. Sahabe gibi düşünmeli, sahabe gibi davranmalı, sahabenin aklına ve bilincine sahip olmalıdır. Her zaman için birlik ve beraberlik düsturu ile hareket etmeli, onları birbirine düşürmek için düzenlenen kışkırtma ve tuzaklara alet olmadan, her türlü dünyevi hırs ve tutkudan kopmuş bir biçimde, tek bir mukaddes amaç için çalışmalıdırlar.
Özellikle Türkiye'ye bu konuda büyük bir görev düşmektedir. İslam dünyasının liderliğini asırlar boyu yürütmüş ve bugün de aynı liderliği yürütmek için gereken siyasi ve sosyolojik birikime sahip olan Türkiye, eğer bu sorumluluğu üstlenecek bilince de sahip olursa, o zaman 21. yüzyıl bir öncekinden çok daha farklı olabilir.
Anti-İslami Enternasyonal, ve özellikle de onun "Moskova"sı olan İsrail, işte bu yüzden Türkiye konusunda çok hassastır. Bu yüzden Türkiye'yi İslami kimliğinden koparmak ve o kimlikten uzak tutmak için bu denli büyük bir diplomasi ve gizli diplomasi faaliyeti yürütmektedir. Yine aynı sebeple, Türkiye'deki Müslümanları birbirine düşürmek, toplumun bir kısmının İslam'a cephe almasını sağlamak için çeşitli provokasyonlar ve dezinformasyonlar üretmektedir.
İşte tüm bu nedenle, Türk toplumunun bu büyük oyuna gelmemesi, kendi esas kimliğinden uzaklaşmaması, o kimliğe sarılması, hem Türk toplumunun hem de İslam dünyasının genelinin kurtuluşu için elzemdir.
Mobutu'nun Gizli DestekçisiEylül 1997
Zaire'nin rezil diktatörü Mobutu, ya da uzun tam adıyla "Joseph Desire Mobutu Sese Seko Kuku Ngbendu Wa Za Banga" (Tavukların Korkulu Rüyası, Cesur Savaşçı), birkaç gün önce öldü. Üçüncü Dünya'nın en kanlı, en acımasız ve en hırsız diktatörlerinden biri olan Mobutu, eski adı Kongo olan Zaire'yi tam 32 yıl tam bir işkence rejimi ile yönetmişti. Siyasi rakiplerini öldürterek başa geçmiş, sonra da ülkenin tüm kaynaklarını kendisinin ve ailesinin servetine dönüştürmüştü. Diktatör İsviçre'deki banka hesaplarına milyarlar pompalarken, Zaire'nin insanları açlıktan ölmek üzereydi ve yılda 80 dolardan az bir gelire sahiptiler. Ülkenin zenginliklerinin diktatör ve arkadaşları arasında sistematik bir şekilde yığılması ve paylaşılması sonucunda, Mobutu'nun şahsi servetinin 7 milyon dolara ulaştığı hesaplanıyordu.
Mobutu, ülkesi Zaire'de bebekler ve küçük çocuklar açlıktan ölmekte iken, her ay özel bir Concorde uçağı kiralıyor ve saç traşı olmak için New York'un doğu yakasındaki ünlü kuaförüne gidiyordu! Saraylarında kullandığı klozetleri altınla kaplatmıştı. Kendisine karşı çıkmaya çalışan muhalifleri ise palalarla doğratıyor, korkunç işkencelerden geçiriyordu. Kısacası, dünyanın gördüğü en büyük zalimlerden biriydi.
Mobutu'nun ölmesinden birkaç gün sonra, diktatörün bu zulmü dünya basınında yeniden konu edildi. Yerli medyada Mobutu ile ilgili haberler ve yorumlar yayınlandı. Bu yazılarda diktatörün iktidarını ABD, Belçika ve Fransa gibi ülkelerin kendisine verdiği desteği borçlu olduğu da belirtildi. Ancak bu ülkelerin yanında Mobutu'nun kanlı diktasında önemli bir rolü olan bir ülke daha vardı ki, adından pek söz edilmedi.
Bu ülke İsrail'dir. Yahudi Devleti, 1950'li yılların sonlarında ciddi bir Afrika stratejisi belirlemiştir ve bu strateji gereği kara kıtadaki çoğu diktatörle bağlantıya geçmiş, çoğuyla üstü kapalı ama etkili ittifaklar kurmuştur.
İsrail Bağlantısı
İsrail'in sözkonusu Afrika stratejisi ve bu strateji gereği Mobutu'yla kurduğu gizli ittifak, Hayfa Üniversitesi'nde eğitim veren İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi'nin The Israeli Connection: Who İsrael Arms and Why (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor) adlı önemli kitabında (Pantheon Books, New York, 1987) ayrıntılarıyla anlatılır.
Hallahmi'ye göre, İsrailli askeri uzmanlar, 1969 yılında Mobutu'nun ordusundaki özel timleri eğitmeye başlamışlardı. İlerleyen yıllarda da ilişkiler hızla gelişmiş, Mossad Zaire'de son derece aktif hale gelmişti. Savunma Bakanı Ezer Weizmann (şu anki Cumhurbaşkanı) 1979'da Zaire'yi gizlice ziyaret etmiş ve Mobutu'ya askeri yardımı artırma sözü vermişti. 1981'de ise Mossad'ın ünlü ajanlarından David Kimche Mobutu'nun konuğu oldu. Aynı yıl Savunma Bakanı Ariel Şaron gizlice Zaire'ye geldi ve Mobutu'yla, diktatörün özel koruma birliğini eğitmek için anlaşma imzaladı. 1982 yılında, Mobutu, İsrail'le ilişkilerini geliştirmesine karşılık 10 milyon dolar bahşiş aldı. 1983'de Ariel Şaron 4 günlük bir Zaire ziyareti yaptı ve Mobutu'nun özel koruma birliğindeki askerlerin sayısının 3 binden 7 bine çıkması ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. 1984'de İsrail Devlet Başkanı Haim Herzog, dünya Yahudilerini Zaire'de yatırım yapmaya davet etti. İlerleyen yıllarda İsrail lobisi, Washington'da Mobutu lehine lobicilik yaptı.
1985'te ise Mobutu İsrail'e resmi ve anlı şanlı bir ziyaret yaptı. Zaire diktatörü, başkan Haim Herzog tarafından 21 el silah atışı ve İsrail hava gücü jetlerinin uçuşuyla gösterişli bir şekilde karşılandı.
Bu dönemde Mobutu'nun İsrail'den iki büyük ricası vardı: Zaire'deki baskıcı gizli polis servisinin İsrail tarafından eğitilmesi ve Yahudi lobisinin ABD'de Mobutu'yu desteklemesi. Bu isteklerin ikisi de İsrail tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra iki İsrailli general, Ehud Barak (şu anda muhalefetteki İşçi Partisi'nin lideri ) ve Abraham Tamir'in Zaire'ye yaptığı ziyarette Mobutu'nun gizli polisinin, sayıları yüzleri bulan özel "bodyguard"larının ve istihbarat servisinin İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı.
Mobutu İçin Yahudi Lobisi Devrede
İsrail Mobutu'ya yardım etmek için gerçekten Amerika'daki nüfuzunu kullandı. Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir'in Aralık 1982 Zaire ziyaretinde, iki Yahudi ABD Kongre üyesinin, Howard Wolpe ve Stephen Solarz'ın Mobutu lehine lobi yapacağına söz verdi. Gerçekten de Solarz ve Wolpe Mobutu lehine lobi yaptılar ve etkili de oldular. İsrail, bu iki Yahudi Kongre üyesi aracılığıyla, Zaire'ye yapılan Amerikan yardımının artmasını ve Reagan yönetiminin genel olarak Mobutu rejimine olumlu yaklaşmasını sağladı.
İsrail, Mobutu'nun Amerika'daki imajını değiştirmek için de oldukça çaba sarfetti. 1981'de İsrail'in iktidar partisi olan Likud'un da seçim kampanyasını yürüten İsrail Zeev First firması, bir Amerikan Yahudi delegasyonu tarafından 1982'de Zaire'ye yapılan ziyareti organize etti.
Mossad ve Mobutu
İsrail ile Mobutu arasındaki ilişkilerde, Yahudi Devleti'nin istihbarat servisi Mossad da önemli rol oynamıştı. Benjamin Beit-Hallahmi'nin yazdığına göre, Mossad ajanı Meir Meyouhas, "Mobutu'nun sağ kolu" haline gelmiş ve Afrika diktatörüne hemen her konuda danışmanlık yapmıştı. Meyouhas, Zaire diktatörünün dış gezilerinin tümünde ona eşlik etti. Özellikle Mobutu'nun Amerika gezisinde önemli görüşmeler ayarladı: Zaire diktatörünü Amerika'daki Yahudi örgütleriyle görüştürdü ve bu örgütlerin aracılığıyla da IMF'nin Mobutu rejimine cömert krediler vermesini sağladı... Hallahmi, Meir Meyouhas'ın "Mobutu'nun en yakın dostu ve en iyi iş ortağı" olduğunu yazıyor.
Kirli Çamaşırlar
Benjamin Beit-Hallahmi'nin kitabında yazıldığına göre, İsrail'in Afrika'daki tek dostu Mobutu değildi. İdi Amin, Bokassa gibi en az Mobutu kadar eli kanlı olan diktatörler, Angola ve Mozambik'teki faşist terör örgütleri ve hepsinden önemlisi onyıllarca Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki siyahlara kan kusturan ırkçı rejim (Apartheid rejimi) İsrail'den büyük destekler görmüşlerdir. İsrail'in bu faşist ve ırkçı rejimlerle ittifaklar kurmasının nedeni ise, bunları, o dönemde Afrika'da hızla yayılan ve Filistin direnişine sempatiyle bakan sol hareketlere karşı bir kalkan olarak kullanma niyetidir.
Ve tüm bunların bize gösterdiği önemli bir sonuç vardır: İsrail'in tarihi, pek çok "kirli çamaşır" ile doludur ve Yahudi Devleti, nasıl Filistinlilere karşı acımasız bir terör politikası yürütüyorsa, başka ülkelerdeki terörist rejimlerle de kolaylıkla işbirliği yapmıştır ve yapmaktadır.
Bu gerçeğin bilinmesi ise oldukça önemlidir, çünkü Türkiye'nin Ortadoğu politikasını İsrail'in eksenine oturtmayı kendisine görev sayan "bir kısım medya", İsrail'i adeta bir barış havarisi gibi sunmaktadır. İsrail, "Ortadoğu'nun yegane demokrasisi", "uluslararası terörün önündeki en büyük engel" gibi sıfatlarla tanımlanmakta ve "terörizm mağduru" sayılmaktadır. İsrail'in Mobutu gibi "yamyam"larla kurduğu dostlukların bilinmesi, umarız, bu gerçek dışı tablonun biraz olsun aşılmasına yardımcı olur.
İsrail'in Terör GeleneğiMayıs 2000
Bildiğimiz gibi İsrail son günlerde Lübnan'da işgal ettiği bölgelerden çekiliyor. 22 yıllık işgalden kurtulan Lübnan halkı bunun sevincini yaşamakta. Ancak, İsrail'in bazı işgal bölgelerinden çekilmiş olması, geçmişte uyguladığı zulümleri unutturmaya yetecek gibi görünmüyor. Çünkü İsrail'in çok kanlı bir terör geleneği var. Hatta bu terör, bizzat İsrail'i kuran ve yöneten kişiler tarafından uygulanmış durumda.
Terörizmden Başbakanlığa
İsrail'in kurulduğu yıllar, aynı zamanda Ortadoğu'nun da terörle tanıştığı yıllar olmuştu. Yüzyılın başından beri sistemli bir "devlet kurma" programı izleyen Siyonist hareket, 1940'lı yıllarda Filistin'de oluşturduğu terör örgütleri ile bölgeyi kan gölüne çevirdi.
Sağ kanat Siyonistler, Filistin'deki Araplara ve ilerleyen yıllarda da İngilizlere karşı savaşacak olan Irgun Zvei Leumi (Ulusal Askeri Örgüt) ya da kısaca Irgun adlı silahlı yeraltı örgütünü kurdular. Irgun ve 1940 yılında ondan ayrılan Avraham Stern'in kurduğu LEHI (Lomamei Herut Yisrael -İsrail'in Özgürlüğü Savaşçıları), Araplara ve İngilizlere karşı kanlı terör eylemleri gerçekleştirdiler (LEHI, kurucusunun adından dolayı Stern Çetesi olarak da anılır). Irgun ve Lehi'nin iki aktif teröristi, yıllar sonra tüm dünyanın tanıyacağı isimler haline geleceklerdi: Menahem Begin ve İzak Şamir! İkisi de, sırasıyla, Başbakan oldular.
Bu sağ kanat teröristler ile sol kanat Siyonistler arasında da gizli bir ittifak vardı. 16 Eylül 1948 günü Stern örgütünün teröristleri, Birleşmiş Milletler'in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin işgal politikalarını eleştirmesiyle tanınan Kont Folke Bernadotte'u Kudüs'te öldürdüler. Yeni kurulmuş olan İsrail Devleti'nin Başbakanı Ben Gurion, Stern militanlarınca gerçekleştirilen suikasti lanetledi ve Bernadotte'un BM karargahındaki cenazesine de katılarak taziyelerini sundu. Suikastin sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayıplara karıştılar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çıktılar, hem de çok ilginç bir biçimde... Bernadotte'u vuran Joshua Cohen adlı tetikçi, Başbakan Ben Gurion'un özel koruması oluverdi birden bire.! Suikast emrini verenlerden Yitzhak Şamir ise Mossad'ın Avrupa masası şefliğine getirildi.1 Ben Gurion'un başbakanlığının sürdüğü bu dönemde, Şamir'in de katkısıyla, çok sayıda "İsrail düşmanı" Mossad ajanlarınca Avrupa'da öldürüldü. Kısacası İsrail'in liderleri aktif birer teröristtiler, ya da terörizmi el altından destekliyorlardı.
Terör, İsrail'in kurulmasıyla bitmedi, azalmadı da. Aksine, daha da çok kan dökmeye başladı.
İsrail Tarzı Terör
... 80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yoketme metodlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi...
Üstteki satırlar, İsrail'in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayısında yayınlandı. Yazılanlar, 1948'de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.
Önemli olan bu satırlarda anlatılanların, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail'in devlet terörünün sıradan bir örneğini tarif etmesidir. Bir diğer "sıradan örnek", İsraillilerin devlet kurdukları yılda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka giriştikleri katliamdır. Menahem Begin'in yönettiği Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdir. Ancak bir de önemli "detaylar" vardır: Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştır. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardır. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kız çocuğundan da söz edilmektedir.
Bu şekilde 6 ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsraillilerin yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail'in az sayıdaki "muhalif" seslerinden biri olan Israel Shahak'ın tespit ettiği rakama göre, 385'tir. Bu köylerde yaşayanların içinde korku yöntemiyle kaçırılanların yanında, Deir Yassin'le aynı kadere uğrayanlar da vardır.
İsrail'in terörü, ilerleyen yıllarda da kan dökmeye devam etmiştir. Kibya ya da Sabra Şatilla katliamları, yine buzdağının görünen kısımlarıdır. İsrailliler çoğu kez bu açık eylemleri bile üstlenmemeye çalışmışlardır. Örneğin İsrail'in 1982 yazındaki Lübnan'ı işgali sırasında Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında öldürülen 1.500'ün üstündeki Filistinli hakkında Begin "Yahudi olmayanlar, Yahudi olmayanları öldürdü, bize ne!" demişti. Oysa kısa süre sonra katliamı gerçekleştiren Falanjistlerin İsrail subaylarının komutasında olduğu ve İsrail ordusunca silahlandırıldıkları ortaya çıktı.
İsrail Tarzı İşkence
İsrail'in kutsal terörünün önemli bir parçasını ise işkence oluşturmaktadır. 1967'den bu yana iki milyondan fazla Filistinli'yi işgal altında yaşamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kırmak ve onları göçe ikna etmek için sistemli bir işkence politikası uygulamıştır.
Yahudi Devleti'nin korkunç işkence yöntemleri, ilk kez Londra'da yayımlanan Sunday Times'ın 1977 yılında yayınladığı uzun bir araştırmada ortaya çıktı. Belgelenen vakalar, 1967'den itibaren on yıllık İsrail işgali sırasında işkence gören 44 Filistinli'nin durumlarını ortaya koyuyordu.
Buna göre, İsrail'in; Nablus, Ramallah, Hebron ve Gazze'deki hapishanelerinde, Kudüs'teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözaltı merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanılmaz işkenceler uygulanıyordu. Sistemli dayak dışında, İsraillilerin kullandığı işkence türleri arasında; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çırılçıplak buzlu suya sokma, gözleri bağlanmış olan tutuklunun üzerine özel eğitilmiş köpekleri saldırtma, vücudun değişik yerlerinde sigara söndürme, tırnakların ve sağlam dişlerin sökülmesi gibi yöntemler vardı.
Bazı tutukluların kızları da tutuklanmış ve bunlara babalarının gözü önünde tecavüz edilmiş, sonra da tutuklu kendi kızıyla cinsel ilişkiye girmesi için zorlanmıştı. Erkek tutukluların hayalarının sıkıştırılması da çok kullanılan yöntemlerden biriydi. Bu işkenceler sonucunda çok sayıda Filistinli tutukluda kalıcı sakatlıklar meydana geldi. Çoğunun cinsel fonksiyonları sona erdi, görme ve işitme duyularını ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki işkencelerin yanında psikolojik yöntemler de vardı. Siyasi tutuklular, kasten, İsrail ordusuna çizme, kamuflaj ağı, vb. malzeme imal etme işlerine koşuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere başvuruluyordu.
Sunday Times'ın ortaya çıkardığı bu vakalar, 1967-1977 yılları arasındaki işkence vakalarıydı. İlerleyen yıllarda da İsrail'in terörü ve işkencesi sürdü. Yalnızca 1987-1993 döneminde; İsrail birlikleri tarafından 1.283 Filistinli öldürülmüş, 130.472 tanesi hastaneye kaldırılacak derecede yaralanmış, 481 tanesi sürülmüş, 22.088 tanesi gözaltına alınmış, 2.533 ev mühürlenmiştir.(4) Gözaltı ve tutukluluk sırasında kullanılan işkence yöntemlerinin hangi boyutlara vardığını bilmek de mümkün değildir.
İsrail işkence geleneği ile ilgili olarak en son 1995 Ağustosu'nda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Emekli Albay ve tarihçi Moşe Givati, Çöl ve Alevlerin İçinde adlı kitabında, 1948, 1956 ve 1967'deki Arap-İsrail savaşlarında İsrail ordusunun savaş esirlerine inanılmaz işkenceler yaptığını yazdı. Buna göre, esir alınan Mısırlı askerlerin gözleri sigara ile oyulmuş, cinsel organları kesilmişti...
İsrail'in Fanatikleri
Fanatik İsrailli göstericiler.
Buraya kadar anlattıklarımız İsrail'in kirli bir terör geleneği olduğunu göstermektedir. Ancak daha da ilginç olan bir husus, bazı İsraillilerin bu teröre sözde dini bir anlam vermeye çalışmalarıdır. Muharref Tevrat'ta (Eski Ahit'te) yer alan ve şiddet emreden bazı ayetleri, bölgedeki Müslümanlara uygulamak istiyen fanatik Yahudiler vardır.
Bu Muharref Tevrat ayetlerinin bazılarına bakalım. Örneğin Eski Ahit'in Tesniye kitabında, 7. Bap şöyle başlar:
Allah'ın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgaşileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacağı; ve Allah'ın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın ve onlarla hısımlık etmeyeceksin; kızını onun oğluna vermeyeceksin ve onun kızını oğluna almayacaksın... Çünkü sen Allah'ın Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allah'ın Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti.
I. Samuel kitabı 15. Bap'ın başında ise şu ayet yer alır:
Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.
Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat'ın yazıldığı dönemlerde Ortadoğu'da bulunan toplumlardır. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat'ın içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kişi, tarihin derinliklerinde kalmış birer şiddet olayının hikayesini okuduğunu sanabilir. Oysa gerçek böyle değildir... İsrail'in ılımlı siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, şu satırları yazıyor:
(İsrailli radikallerin) kullandığı lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler'dir, Amalekler'dir ya da Kenan diyarının Tevrat tarafından lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir... Tesniye'de, 'geride hiç bir şey kalmayacak şekilde' Amalek'i yok etmek üzere verilen emir, doğrudan bugünkü Araplar'a yönelik olarak yorumlanmaktadır... İsrail'in savaşları da bu çerçevede anlaşılmakta ve bu savaşlarda bu 'yeni Amalekler'e karşı insancıl davranılmaması gerektiği söylememektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savaşından sonra yazdığı bir yazıda, Tevrat'ın 'onları sizin önünüzden yavaş yavaş azaltacağım ve yurtlarına sizi yerleştireceğim' şeklindeki ifadesinin, İsrail'in Araplar'la olan ilişkisini tarif ettiğini yazmıştır... Bar Ilan Üniversitesi'nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmiş ve 'Tanrı'nın Amaleklere karşı girişilen savaşa bizzat katıldığını' söylemiştir. Israel Hess'in konuyla ilgili yazısının başlığı ise, 'Tevrat'ın katliam emirleri'dir.
İşte İsrail'i Ortadoğu için hala tehlikeli bir faktör kılan unsurların başında, İsrail'deki bu fanatik Yahudiler ve onların Müslümanlara olan bakış açısı yatmaktadır. Bu ideolojiye sahip gruplar İsrail siyasetinde oldukça etkilidirler. Mecliste bu fikre sahip milletvekilleri vardır, hükümetlerde bu fikre sahip bakanlar bulunmaktadır. Bu, Ortadoğu'ya barış ve huzur gelmesine engel olacak en büyük tehlikelerden biridir.
Temennimiz Barış ve Huzurdur
Elbette dileğimiz, Ortadoğu'da İsrail'in fanatizmi ve saldırganlığı nedeniyle yarım asırdır akan kanın durması, tüm işgal edilen bölgelerin (Doğu Kudüs dahil) sahiplerine geri verilmesi ve bölgedeki farklı din ve milletlerin barış ve huzur içinde yaşamasıdır. Nitekim, tek Allah'a ve O'nun vahyettiği kitaplara inanan Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların birarada yaşamaları son derece tabii ve bizim inancımızın temeli olan Kuran-ı Kerim'e de uygun bir kavramdır. Kuran'da Müslümanların ehl-i kitab'ın (Yahudi ve Hıristiyanların) yemek davetlerine icabet edebilecekleri, bu dinden hanımlarla evlenebilecekleri bildirilir ki, bunlar sıcak insani ilişkiler ve huzurlu bir ortak yaşam kurulmasını sağlayacak esaslardır. (Maide Suresi, 5) Yine Kur'an'da havra ve kiliselerin korunması üzerinde durulmaktadır. (Hac Suresi, 40)
Dolayısıyla, biz Müslümanların Yahudilere karşı bir kin ve husumeti olamaz. Temennimiz, buraya kadar anlatılan "İsrail vahşeti ve fanatizminin" de ortadan kalkması ve böylece Ortadoğu'ya gerçek bir barışın yerleşmesidir. Nitekim Devlet-i Ali Osmaniye hakimiyetinde iken, Ortadoğu'daki farklı din ve milletler asırlar boyunca huzur içinde yaşamışlardır.
İsrail'in Ortadoğu Stratejisi ve SuriyeHaziran 2000
Giriş
Hafız Esad'ın ölümünden sonra Suriye'de neler olacak? Hafız Esad'ın oğlu ve kardeşi arasındaki iktidar çelişkisi daha güçlü boyutlara varacak mı? Esad'ın otoritesi ile birarada tutulmuş bir "mozayik" olan Suriye'de iç karışıklar yaşanması olasılığı var mı? Bu sorular önümüzdeki günlerde sıkça tartışılacak.
Ancak, tüm bu belirsizlikler içinde, Ortadoğu'nun en etkili güçlerinden biri olan ve komşularının iç karışıklıklarına müdahale etmesiyle tanınan İsrail'in acaba bir hesabı var mı? Esad'ın ne kadar ömrü kaldığını hesaplamak için olmadık yöntemler kullanan Mossad, Esad sonrası Suriye için ne gibi bir plana sahip?
İsrail'in Korkusu
Hafız Esad, 1970'li yıllarda Mısır lideri Enver Sedat'la beraber.
İsrail Ortadoğu'da bir Müslüman denizinin ortasındaki bir ada gibi yaşamaktadır ve varlığını devam ettirebilmesi, bu "bünye"nin zayıf ve pasif kalmasına bağlıdır. Şimdiye dek ABD'nin gücü sayesinde kendisine yöneltilen tehditleri kolaylıkla püskürtebilmiştir ama uzun vadede bu yeterli bir destek olmayabilir. 20 sene, 30 sene ya da 50 sene sonra, içinde yaşadığı Müslüman denizinin daha güçlenmiş, bütünleşmiş bir biçimde İsrail'i kuşatmayacağının herhangi bir garantisi yoktur.
Potansiyel olarak her İsraillinin beyninin bir köşesinde var olan bu korku, İsrailli psikoloji profesörü ve siyaset bilimci Benjamin-Beit Hallahmi'ye göre bir tür "Hıttin Sendromu"dur. Hıttin Savaşı, Kudüs'te kurulan ve bir asırdan fazla yaşayan Haçlı Krallığı'nın Selahaddin Eyyubi'nin orduları tarafından bozguna uğratıldığı savaştı. Büyük bir askeri güç sayesinde Batı'dan gelerek Kudüs'ü alan Haçlılar, sonuçta bünye tarafından kabul edilmeyen bir organ gibi, Filistin'den atılmışlardı. Aynı şeyin uzun vadede İsrail'in başına gelemeyeceğini ise kimse garanti edemez. Benjamin Beit-Hallahmi şöyle der:
1187 yılındaki Hıttin Savaşı, bugün Ortadoğu'daki hemen hiç kimse tarafından unutulmuş değildir. Bu, Selahaddin'in Haçlı ordusunu yendiği büyük savaştır. Hıttin bugün İsrail'de, Taberiye yakınlarındadır. Ancak bu büyük savaşın yapıldığı yere, yoldan geçenlere bu tarihsel olayı hatırlatacak hiç bir işaret, hiç bir yazı konulmamıştır. Çünkü İsrailliler Hıttin'i hatırlamak istemezler, Hıttin hakkında düşünmek istemezler. Çünkü bu savaş, onlara Hıttin'in yeni bir benzerinin kendi başlarına gelebileceği ihtimalini hatırlatmaktadır.1
Bu nedenledir ki, İsrail'in 1950'lerden bu yana temel mantığını hiç değiştirmeden uyguladığı strateji, Ortadoğu'daki Müslüman Arap dünyasını kendisine karşı birleşik bir cephe oluşturmaktan alıkoymaktı. Bu yüzden de, Müslüman Arap dünyasını birleştirmeye ve İsrail'e karşı hareketlendirmeye çalışan akımlar İsrail'in hep bir numaralı düşmanı oldu. Bu akımın ilk örneği, Mısır lideri Nasır'ın etkisiyle 1950'lerde başlayıp 70'li yıllara dek etkisini sürdüren anti-emperyalist ve sosyalist içerikli Arap milliyetçiliği dalgasıydı. 1980'lerde ise ikinci bir dalga, bu kez İslam dalgası İsrail'e karşı stratejik bir tehdit olarak ortaya çıktı. 90'lı yıllarda iyice güçlenen bu akım, bugün İsrail için bir numaralı uzun vadeli stratejik tehdidi oluşturuyor.
Peki ama İsrail kendisi için en önemli stratejik tehdit olarak gördüğü bu düşmana karşı ne tür bir bölgesel düzenleme peşinde? Yaşadığı coğrafyada, yani Ortadoğu'da komşularına ve diğer Arap ve Müslüman devletlere karşı nasıl bir strateji belirliyor?
Bu sorunun cevabı bulmak için öncelikle yakın geçmişe bir göz atmak gerekiyor.
İsrail'in Sömürgecilerle İttifakı
İsrail, kurulduğu günden itibaren kendisini tehdit eden "Hıttin Korkusu"na karşı kayıtsız kalmadı. Yahudi Devleti, bir Müslüman denizi konumundaki Ortadoğu'da hayatta kalabilmek için çok geniş kapsamlı bir "beka stratejisi" geliştirdi. Strateji, Ortadoğu ülkelerinin İsrail'e karşı birleşik bir cephe haline gelmekten alıkonulmasını öngörüyordu.
İsrail liderlerinin bu amaçla 1950'li yıllarda geliştirdikleri "çözüm", Ortadoğu'nun bir sömürge bölgesi olarak kalmasını sağlamaktı. İsrail Başbakanı Ben-Gurion, Ekim 1956'da Fransa ve İsrail liderleri arasında yapılan Sevr Konferansı'nda ortaya attığı Orta Doğu "yerleşim" planında şöyle bir öneri getirmişti:
Ürdün'ün var olma hakkı yoktur ve bölünmelidir. Ürdün ırmağının doğu yakası Irak'a katılacaktır ve Arap mültecileri buraya yerleşecektir. Batı Şeria, özerk bir bölge olarak İsrail'e verilecektir. Lübnan, Hıristiyan bölümünün dengesini bozan Müslüman bölgelerden kurtarılacaktır. Irak, Doğu Şeria ve Güney Arapyarımadası İngilizlerin olacaktır. Süveyş Kanalı milletlerarası olacak ve Kızıldeniz boğazları İsrail kontrolu altına alınacaktır.
Kısacası Ben-Gurion, Ortadoğu'nun İsrail açısından güvenli hale getirilmesi için bazı bölgelerin İsrail tarafından işgal edilmesini, bazı bölgelerin de İngiltere gibi Batılı güçler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istiyordu. Bölge tekrar sömürgeleştirilecek ve İsrail bu işin gerçekleşmesine yardım edecekti. Hayfa Üniversitesi'nden Benjamin Beit-Hallahmi, bu konuda şöyle diyor: "1950'lerin ilk yıllarından itibaren, İsrail liderleri Üçüncü Dünya'da ve Ortadoğu'da sömürgeciliğin yıkılmasına yönelik olarak yapılan her hareketin İsrail için bir tehdit unsuru olduğunun farkındaydılar ve buna göre davranıyorlardı."
İsrail bu strateji gereğince 1950'li yıllar boyunca Ortadoğu'daki sömürgeci güçlerle, yani Fransa ve İngiltere ile işbirliği yaptı. Fransa'nın Cezayir'deki bağımsızlık hareketini bastırmak için yürüttüğü kanlı savaşın ve Müslümanlara karşı gerçekleştirdiği katliamların en büyük destekçisi İsrail'di. İsrail 1956'da ise İngiltere ve Fransa ile ittifak halinde Mısır'a saldırdı.
İsrail'in 1950'lerin başında tasarladığı ve uygulamaya koyduğu bu strateji, pek başarılı olmadı. Yahudi Devleti, yüzyılın ilk yarısında Ortadoğu'yu yönetmiş olan Batılı sömürgeci güçlerin bölgede tutunabilmesini sağlayamadı.
İsrail'in "Çevre" Stratejisi
Yahudi Devleti'ni kuran ve ilk iki onyılını düzenleyen David Ben-Gurion ve kurmayları, bu noktada daha gerçekçi ve tutarlı bir "beka stratejisi" belirme ihtiyacı duydular. İsrail'in, düşman bir "Müslüman Arap denizi" tarafından bir "ada" gibi çevrelendiği bir gerçekti. Bu durumda, yapılacak iki şey vardı:
1) Müslüman Arap denizinin ötesine uzanmak, bu denizin "çevresindeki" ülkelerle ittifak imkanları aramak. "Çevre stratejisi" adı verilen bu plan, İran ve Etiyopya gibi Arap Ortadoğusunun çevresindeki Arap olmayan ülkelerle ittifaklar kurmayı öngörüyordu.
2) Müslüman Arap ülkelerinin içindeki iç karışıklıkları, iktidar mücadelelerini körüklemek, iç savaşlar çıkarmak ve böylece bu ülkeleri parçalamak.
İsrail her iki stratejisini de ısrarla uyguladı. Etiyopya ve İran ile (Şah döneminde) çok güçlü ittifaklar kurdu ve bu şekilde Arap ülkelerine karşı stratejik bir güç elde etmiş oldu. Örneğin Kuzey Irak'ta 1960'larda başlayan ve 70'lerin ortalarına kadar süren Kürt isyanı, İsrail ve İran tarafından ortaklaşa desteklendi.
Öte yandan İsrail, Ortadoğu'daki pek çok Arap ülkesinin "içini karıştırmak" ve mevcut çatışmaları körüklemek için çaba harcadı. Lübnan, Yemen, Umman, Çad ve Sudan'daki iç savaşların hepsinde de "İsrail parmağı" vardı. İsrail, bu iç savaşların hepsinde, savaşın Müslüman veya Arap olmayan taraflarını destekleyerek bu ülkeleri zayıflatmak ve parçalamak için uğraştı.
Ortadoğu İçin Siyonist Plan
İsrail Dışişlerinde eski bir görevli olan Oded Yinon'un, 1982 yılında Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin İbranice yayın organı Kivunim'de yazdığı bir rapor, Yahudi Devleti'nin Ortadoğu'da ne tür bir uzun vadeli strateji planladığını gösteren çok önemli bir belgeydi. "1980'lerde İsrail İçin Strateji" başlığını taşıyan yazı, İsrail'in tüm Ortadoğu'yu kendi beka stratejisi uyarınca düzenlemeyi, tüm bir bölgeyi "hayat sahası" haline getirmeyi hedeflediğini gösteriyordu çünkü.
Yinon'un raporu, Ortadoğu ülkelerinin demografik (nüfus) yapısını kendine temel alıyordu. Bu demografik yapının özeti şuydu:
Ortadoğu ülkelerinin hiç biri, tek bir milletten oluşan sabit ve köklü devletler değildirler, aksine, yapay biçimde birbirine tutturulmuş birer zoraki mozayiktirler. Bu durum, Ortadoğu'yu 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde sömürgeleştiren Avrupalı güçlerin yaptığı bir düzenlemenin sonucudur. Sömürgeciler, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün gibi Ortadoğu ülkelerini nüfus ya da mezhep temeline göre değil, kendi idari bölüşümlerine göre oluşturmuşlar, sınırları da masa üzerinde cetvelle çizmişlerdir. Dolayısıyla bu ülkelerin hiç biri, sosyolojik bir "millete" sahip olmayan, yapay ve dolayısıyla da kolaylıkla çözülüp dağılabilecek devletlerdir. Suriye ya da Irak vardır, ama "Suriye milleti" ya da "Irak milleti" gibi sosyolojik bir gerçek yoktur, dahası, bu devletlerin sınırları içinde birbirlerine pek de dostça bakmayan farklı dini ve etnik gruplar vardır.
Peki böylesine karışık bir Ortadoğu'da İsrail'in stratejisi nedir? Cevap basittir; "böl ve yönet" yani bu yapay devletlerin parçalanıp çözülmelerini sağlamak.
Suriye'nin Parçalanması Senaryosu
1980'lerde İsrail İçin Strateji raporunun yazarı Oded Yinon, raporunda Ortadoğu'daki her Arap ülkesini ele alır ve İsrail tarafından nasıl parçalanabileceği hakkında fikir yürütür. (Örneğin Irak'ın; kuzeyde bir Kürt Devleti, ortada bir Sünni Arap devleti, güneyde ise bir Şii Arap devleti olmak üzere üçe bölünmesinin mümkün olduğunu, İsrail'in bu yönde çaba harcaması gerektiğini yazar. Dikkat edilirse bu plan bugün gerçekleşme yolundadır.)
1980'lerde İsrail İçin Strateji raporunda Suriye hakkında yazılan "parçalanma senaryosu" ise şöyledir:
Suriye etnik yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'da olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam'da buna düşman bir başka Sünni devleti, ve Havran, kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da bir Dürzi devleti. Böyle bir devletleşme uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün artık erişebileceğimiz kadar yakındır.
Yinon, Suriye'nin parçalanmasının bölgede "barış ve güvenliğin garantisi" olacağını söylemekle, kuşkusuz İsrail'in güvenliğini kast etmektedir. Ona göre Yahudi Devleti'nin güvenliği, uzun vadede ancak Arap devletlerinin çözülüp parçalanması ile mümkün olabilmektedir. (Rapordan, İsrail'in zamanı geldiğinde Golan Tepeleri'ndeki işgalini sona erdirebileceği de anlaşılmaktadır. Yinon'un "bizim" diye tanımladığı Golan, birleşik bir Suriye'ye olmasa da, parçalanmış bir Suriye'nin "bakiye"lerinden birine verilebilir.)
Yinon, Suriye'nin bu tür bir çözülmeye nasıl sürüklenebileceği konusunda fikir yürütürken, ülkedeki Alevi azınlık iktidarının yarattığı gerilime dikkat çeker:
Bugün Suriye ordusunun büyük bölümü Sünnidir, ama başlarında Alevi subaylar vardır. Irak ordusu ise ağırlıklı olarak Şiidir, ama subayları Sünnidir. Bunun uzun vadedeki önemi büyüktür ve bunun içindir ki, ordunun sadakati uzun ömürlü olamaz... İktidardaki güçlü askeri rejim (Hafız Esad rejimi) dışında, Suriye'nin temelde Lübnan'dan hiç bir farkı yoktur. Nitekim bugün Sünni çoğunluk ile iktidardaki Alevi azınlık (nüfusun yalnızca % 15'i) arasında sürmekte olan gerçek iç savaş içteki sorunun vahimliğini gözler önüne sermektedir.
İşte bu husus, bizlere İsrail'in Hafız Esad sonrası Suriye'de nasıl bir strateji izleyeceğini de göstermektedir: Orduya hakim olan Alevi subayları desteklemek, böylece Suriye'deki Alevilerin kurduğu azınlık iktidarını sağlamlaştırmak. Bölgedeki Sünni Müslümanların herhangi bir muhalefetini ise, Hafız Esad'ın 1982 yılında yaptığı kanlı Hama ve Humus katliamlarında olduğu gibi, zalimce bastırmak.
İsrail'in uzun yıllar önce belirlediği bu stratejilerin Hafız Esad'ın ölümünden sonra değişen Suriye dengelerinde nasıl uygulanacağını önümüzdeki aylarda ve yıllarda birlikte göreceğiz. Elbette ki temennimiz Suriye dahil tüm Ortadoğu ülkelerinde mezhep ve etnik kökenden kaynaklanan çatışmaların sona ermesi, bunların İsrail'in elinde bir koz haline gelmekten kurtarılmasıdır.
Sonuç
20. yüzyılda dünyanın en kanlı, en karmaşalı ve en huzursuz bölgelerinden ikisi Ortadoğu ile Balkan Yarımadası oldu. Her iki bölge de büyük savaşlar, iç savaşlar, işgaller, gerilla hareketleri, etnik temizlikler, sürgünler, mülteciler gördü. Özellikle etnik ve dini farklılıklara dayanan çatışmalar, her iki bölgeyi de kan ve gözyaşı ile suladı.
Dahası, yüzyılın bitimine iki yıl kala, sözkonusu iki bölge de bu özelliklerini aynen koruyor. Her iki bölgede de zoraki bir barış rüzgarı estiriliyor, ama çatışmalara neden olan taraflar hala ayaktalar ve ilk fırsatta birbirlerine girmek için hazır bekliyorlar. Suriye'nin durumu da bundan farklı değil.
Oysa hem Balkan yarımadası hem de Ortadoğu bir zamanlar böyle değildi. Aksine, her iki bölge de asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşamıştı. Balkanlar'da 19. yüzyıla, Ortadoğu'da ise 20. yüzyıla kadar süren bu istikrarın nedeni ise, bu bölgelerdeki Osmanlı hakimiyetiydi. Bugün bazı tarihçiler, Ortadoğu'da Osmanlı hakimiyeti altında istikrar ve sükun içinde geçen asırları "Pax Ottomana", yani "Osmanlı barışı" diye tanımlıyorlar.
Görünen o ki, bölgenin yeniden huzur ve istikrara kavuşması, bölgedeki tüm Müslüman ülkelere etki edebilecek yeni bir "Osmanlı barışı"yla sağlanabilir. Bunun öncülüğünü yapması gereken devlet ise, elbette Osmanlı'nın yegane varisi olan Türkiye...
İsrail ve HaçlılarTemmuz 2000
Tarih tekerrür etmez belki, ama tarihte birbirine çok benzeyen olaylar vardır ve bu benzerliklere dayanarak gelecek hakkında tahminler yürütmek mümkündür. İsrail'in Ortadoğu'daki varlığından söz ettiğimizde, bu olgu için bulabileceğimiz en iyi benzerlik ise Haçlılardır. Çünkü stratejik açıdan bakıldığında Haçlılar ile İsrail arasında çok az bir fark olduğu görülür.
Her iki güç de Müslüman bir coğrafya olan Ortadoğu'ya silah zoruyla ve kan dökerek dışarıdan girmiş, Ortadoğu'nun Müslümanlar için en kutsal ikinci bölgesi olan Kudüs ve civarını işgal etmiş ve burada birer devlet kurmuşlardır.
İki taraf arasındaki benzerliği daha ayrıntılı olarak görebilmek için, öncelikle Haçlıların tarihine kısaca bir göz atalım.
Haçlıların Mirası
Dünya tarihinin önemli olayları arasında yer alan Haçlı seferlerinin ilki, 1095 yılında başlamıştı. Papa II. Urban'ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi'nde yaptığı çağrı ile, "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" ve asıl olarak da Doğu'nun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan, Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlarla yaptıkları kanlı çatışmalardan sonra 1099 yılında gerçekten de Kudüs'e vardılar. Zorlu bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve içindeki sivillerin büyük bölümü katliamdan geçirildi. Bu ilk Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu.
Haçlılar Filistin ve civarını ele geçirdikten sonra, bu coğrafyada hayatta kalabilmenin yollarını aramaya başladılar. İlk yapılması gereken, milyonlarca Müslümanın ortasında bir ada gibi duran Haçlı Krallığını askeri yönden güçlendirmekti. Bunun için Avrupa'dan Filistin'e sürekli olarak yığınak yapıldı. Kurulan askeri tarikatlar, Avrupa'dan çok sayıda insanı Filistin çöllerine getirdiler ve profesyonel birer asker olarak eğittiler. Öte yandan müstakbel Müslüman saldırılarına karşı dayanabilmek için güçlü kaleler inşa edildi. Avrupa ülkelerinde sürekli yardım kampanyaları düzenleyen "Haçlı lobisi" yoluyla, Filistin'de kurulan Krallığın yaşatılması için onyıllar süren bir uğraşverildi.
Ama tüm bu askeri çabalar, Ortadoğu'daki temel stratejik gerçeği değiştirmiyordu. Burası Müslüman bir coğrafyaydı ve Müslümanların ortasında bir ada gibi yaşayan, hem de uyguladığı terör nedeniyle o Müslümanların kinini kazanmış bir devletin yaşamını sürdürmesi mümkün değildi. Askeri takviyeler, profesyonel ordular, güçlü kaleler, tüm bunlar Haçlıların bir süre daha ayakta kalmalarını sağlayabilirdi belki, ama bir gün kaçınılmaz son gelecekti. Tek sorun, Müslümanların Haçlılara karşı ortak bir cephede birleşememeleriydi. Eğer bu birleşme gerçekleşirse, Haçlı Krallığı gün saymaya başlayacaktı.
Selahaddin Eyyubi'nin Zaferi
Nitekim öyle oldu. Haçlılar Kudüs'ü 80 yıldan fazla ellerinde tuttular. Ama bu sürenin sonlarında Ortadoğu'daki tüm Müslüman emirlikleri Selahaddin Eyyubi'nin "cihad" bayrağı altında birleşti. Bu birleşik İslam ordusu, 1187'deki ünlü Hıttin Savaşı'nda tüm Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Hıttin'ın hemen ardından da -tam da Peygamberimizin bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü kutsal Mirac günü- Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını bekliyorlardı. Oysa Selahhaddin Eyyubi Kudüs'te yaşayan Hıristiyanların hiç birinin kılına dokunmadı.
Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde yaşayacaktı.
Haçlılar, Selahaddin Eyyubi'nin zaferinden sonra Filistin'den tamamen yok olmadılar. Hıttin'den kurtulan şövalyeler önce Sur kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, bir daha hiç bir zaman Kudüs'ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra'da ve çevresinde yaşadı. Ancak bu umutsuz inat, 1291 yılında tamamen kırılacak ve tüm Haçlılar, bu kez genç Memluk emiri el-Eşraf Halil tarafından, denize döküleceklerdi. Arap tarihçi Ebu el-Fida, şöyle yazıyordu:
Bu fetihle birlikte, şimdi tüm Filistin Müslümanların oldu. Bu, bir zamanlar kimsenin beklemediği, hatta hayal bile edemediği bir sonuçtu. Şimdi tüm Suriye ve tüm kıyı bölgeleri, bir zamanlar Mısır'ı ve Şam'ı bile ele geçirmeyi düşünen Frank'lardan tamamen temizlendi. Allah'a şükürler olsun.1
1291'deki bu "denize dökülme" vakasından sonra, 20. yüzyıla dek bir daha hiç bir Batılı güç -Napoleon'un 1800'lerin başındaki başarısız seferi hariç- Ortadoğu'ya girmeye cesaret edemedi. Tam anlamıyla bir "Müslüman denizi" olan Ortadoğu, içine yabancı ve en önemlisi düşman bir unsurun girmesine izin vermemişti. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanarak Filistin'i ele geçiren Haçlılar, içine girdikleri "bünye" tarafından reddedilmiş, dışarı atılmışlardı. Bu, Hıristiyanlar için iyi bir ders olmuştu; bir daha o homojen bünyenin içine girmeye çalışmadılar.
Ancak 1291'deki "denize dökülme"den tam 6 asır sonra bu kez bir başka dinin mensupları aynı şeyi denemeye karar verdiler. Filistin'e "dışarıdan" girip orada bir devlet kurmayı hedeflediler. Hıttin'deki bozgundan sonra geçen yüzyılların ardından, Kudüs'ü Müslümanların elinden almak için yeni bir sefer başlatmaya karar vermişlerdi.
Bu kez sefer, Yahudiler'in seferiydi.
Siyonizm'in Yeni-Haçlı Seferi
Haçlılar Kudüs'e kan dökerek girdiler. Uyguladıkları büyük vahşet, aynı zamanda kendi sonlarının da bir habercisiydi.
Araplar'ın çeşitli isyanlarına, saldırılarına, direnişlerine rağmen, Siyonist proje 1947 yılında gerçeğe dönüştü. İngiltere'nin Filistin'den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler'e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplar'la Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımını öngören BM planı uygulamaya kondu. 19 yüzyıl aradan sonra dünya üzerinde ilk kez bir "Yahudi Devleti" kurulmuştu. Bir başka açıdan da, altı buçuk yüzyıl sonra ilk kez Ortadoğu'nun Müslüman coğrafyasında "yabancı" bir devletin bayrağı dalgalanmaya başlamıştı.
Hem Filistin'deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu "yabancı" unsuru bünyeden atabilmek için harekete geçtiler ve 1948 yılı içinde iki taraf arasında kanlı bir savaş yaşandı. İsrailliler, "Bağımsızlık Savaşı" adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplar'ı püskürterek BM'nin kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler. Filistin; Şeria (Ürdün) nehrinin Batı kısmı -sonradan "Batı Şeria" olarak anılır oldu- ve Akdeniz kıyısındaki Gazze kentinin etrafındaki küçük cep -sonradan "Gazze Şeridi" olarak anılır oldu- hariç, tümüyle İsrail'in egemenliği altına girdi.
Bu arada, hem "Bağımsızlık Savaşı" sırasında, hem de sonrasında İsrail tarafından ciddi bir "etnik temizlik" programı uygulandı. Bu yeni "Haçlı Seferi" de, Filistin'i Müslüman ahalisinden gasp ederken bu ahaliyi toplu katliamlardan geçiren ilk Haçlılar gibi, kurduğu yeni devletin topraklarını homojenleştiriyordu: 1 Ocak 1948 günü Filistin'de 600 bin Yahudi ve bunun iki katı kadar Arap yaşarken, 1 Ocak 1950'de Araplar'ın sayısı 150 bine düştü.
48 Savaşı, Araplar için büyük bir yenilgi, İsrail içinse büyük bir zaferdi. Ancak her iki taraf da bu durumun geçici olduğunu ve ilerde kolayca değişebileceğini biliyordu. Çünkü Haçlılar da bundan 9 asır önce gösterişli bir zaferle Filistin'i ele geçirmiş, ama sonra bir gün çekip gitmek zorunda kalmışlardı. İsrail'in Haçlılar'ın başaramadığı bir işe soyunduğunun herkes farkındaydı. İsrailli psikolog ve siyaset bilimci Benjamin Beit-Hallahmi'ye göre, "İsrail'in problemi, Haçlıların kaderini izlemekten nasıl kurtulabileceğini bulmak"tı. Araplar ise, "bu yeni Haçlılar'a karşı kendilerini birleştirecek ve zafere ulaştıracak yeni bir Selahaddin beklemeye başlamışlar"dı.
O günden bu yana Araplar'ın beklediği gibi bir Selahaddin çıkmadı. Ama onu izlemeye çalışan başarısız taklitler gezindi ortada. Bu yüzden de İsrail'in yeni bir Hıttin yaşamaktan dolayı duyduğu endişe, ya da bir başka deyişle "Hıttin Korkusu", hep canlı kaldı.
Ve bu yüzden, 1948 sonrasında Ortadoğu, büyük ölçüde bu "Hıttin Korkusu" ve onun türevleri tarafından şekillendi.
Yeni Haçlı Krallığı ve Yeni Haçlı Terörü
İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin'deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun artırılmasıydı. Bu amaçla, Diaspora Yahudilerini Filistin'e taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa'daki, Kıbrıs'taki İngiliz "bekleme kampı"ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin'e göç ettirildiler. 5 Temmuz 1950'de Knesset (İsrail Parlamentosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunu ile, "dünya üzerindeki her Yahudi'nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail'e yerleşmeye hakkı vardır" hükmü kabul edildi.
İsrail, aynı Haçlıların 9 asır önce yaptıkları gibi, Ortadoğu'daki varlığını sağlamlaştırmak için Filistin'e dışarıdan kendi halkını getiriyordu. Haçlılar, Kudüs'e gelirken yalnızca bir ordu olarak değil, aynı zamanda bir halk olarak gelmişlerdi. (I. Haçlı Seferi'nde, profesyonel askerlerin yanısıra, çok sayıda sivil insan da yollara dökülmüştü.) Kudüs'ü aldıktan sonra da Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e "hacılar" götürülmüş, bunların bazıları da bu kutsal topraklara yerleşmeye karar vermişlerdi.
Yahudi Devleti, Haçlıların yolunu izliyordu. Zaten Ortadoğu gibi homojen bir coğrafyaya dışardan zorla girip, sonra da orada kalabilmek için izlenebilecek tek bir yol vardı. İsrail, aynı yol üzerinde ikinci denemeyi yapıyordu.
Yahudi Devleti ile Haçlı Krallığı arasındaki önemli bir benzerlik de, uyguladıkları terör ve hatta "vahşet"ti. Haçlılar, Ortadoğu'ya öldürerek girmişler, öldürerek ilerlemişler ve Kudüs'ü de içindeki Müslümanları toplu katliamlardan geçirerek almışlardı. Antakya Kalesi'nde ve Kudüs'te sivillere karşı uyguladıkları vahşet, Batılı kaynakların da onayıyla, tarihin gördüğü en büyük kıyımlardandı.
Vahşet, Haçlıların gözünde "stratejik" bir gereklilikti aslında. I., II. ve III. Haçlı Seferleri sırasında korkunç sivil kıyımları gerçekleştiren Franklar, sayıca kendilerinden çok olan Müslümanların arasında korku ve ümitsizlik yaymak ve bu psikolojik avantajı askeri alanda kullanmak istiyorlardı. İngiliz tarihçi Karen Armstrong'a göre, Haçlı terörünün -örneğin III. Haçlı Seferi sırasında 1191'de Richard the Lionheart'ın Akra Kalesi içindeki 3 bin Müslüman'ı kadın-çocuk ayrımı yapmadan boğazlamasının- pragmatik amacı, hem asker hem de sivil Müslümanlar arasında korku ve panik yaratmaktı.
İsrail Vahşeti
Aynı strateji, yeni "Haçlı Krallığı"nın sahibi olan İsrailliler tarafından da izlendi. 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, İsrailliler Arap nüfusa karşı bilinçli bir terör uyguladılar. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak Araplar'ı evlerini terk edip göç etmeye zorlamaktı. Kullanılan yöntemler de yeterince "korkutucu"ydu doğrusu. İsrail terörünün sıradan bir örneği, bir görgü şahidi tarafından daha sonraları şöyle anlatılacaktı:
... 80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yoketme metodlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi.
İsrail'in Davar gazetesinde yayınlanan üstteki satırlar, 1948'de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.
Bu satırlarda anlatılanlar, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail'in stratejik terörünün sıradan bir örneğini tarif ediyordu. Bir diğer "sıradan örnek", İsraillilerin devlet kurdukları yılda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka karşı giriştikleri katliamdı. Menahem Begin'in yönettiği İsrailli teröristler, Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdi. Ve bir de önemli "detaylar" vardı: Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştı. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardı. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kız çocuğundan da söz ediliyordu.
Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terketmek zorunda bırakıldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsraillilerin yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail'in "muhalif" entellektüellerinden biri olan Israel Shahak'ın tespit ettiği rakama göre, 385'ti. Bu köylerin arasında, korkutma yöntemiyle boşaltılanların yanında, Deir Yassin'le aynı kadere uğrayanlar da vardı.
Tüm bu vahşet, başta da belirttiğimiz gibi, stratejik bir amaç taşıyordu. İsrailliler, aynı Haçlılar gibi kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla karşı karşıyaydılar. Bu düşmana karşı üstün gelebilmek ve kendi varlıklarını korumak için büyük bir askeri güce ve psikolojik üstünlüğe sahip olmalıydılar. Uyguladıkları abartılı vahşet, bu ikinci faktörü sağlamak içindi.
Hıttin Korkusu'nun Aşılamazlığı
İsrail'in son 50 yıllık tarihi, bizlere "Hıttin Korkusu"nun, ya da denize dökülme korkusunun İsrail için daimi bir endişe olduğunu ve asla yok olmayacağını göstermektedir. Yahudi Devleti, kurulduğu günden bu yana tehdit altındadır ve bunu ne savaşla ne de barışla aşamamaktadır. Aşamaz, çünkü "barış"ları gerçek birer barış değildir. Hıttin Korkusu'nu hafifletmek için düzenlenmiş birer "taktik geri adım"dırlar. İçine girdiği ve çok ciddi bir biçimde yaraladığı "bünye" de bunun farkındadır.
Bu bünye, hiç bir zaman İsrail'i kabul etmeyecek ve onu dışarı atmak için fırsat kollayacaktır. İsrail de bu gerçeğin çok iyi farkındadır. Amerika'nın etkisi sayesinde gerçekleşen "barış süreci" gibi yapay düzenlemelerin kendisini asla kurtaramayacağını, ancak zaman kazanmasına yarayacağını da gayet iyi bilmektedir.
İsrail şimdiye dek varlığını sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir, çünkü arkasında ABD'nin ezici gücü vardır. Oysa tarih, İsrail'i bu avantajdan mahrum bırakabilir. 20 sene sonra, 30 sene sonra, 50 sene sonra nasıl bir dünya ve Ortadoğu tablosunun ortaya çıkacağını kestirmek mümkün değildir. ABD zayıflayabilir, yüzyılın başında İngiltere'nin başına gelen gerileme sürecini yaşayarak bir "süper güç"ten normal bir Batılı devlete dönüşebilir. Nitekim, çoğu yoruma göre, ABD, düşüşün başlangıcındadır. ABD'nin bir süper güç olmaktan çıkması ise, İsrail için tehlike çanlarının çalması demektir.
İsrail için ABD'nin gücünün zayıflamasından daha da korkunç olan bir başka ihtimal daha vardır; İsrail düşmanlarının global gücünün artması. Yahudi Devleti'nin en büyük endişesi, Müslüman ve Ortadoğu'lu bir devletin, kendisiyle boy ölçüşecek bir güce sahip olmasıdır.
Bu, "yeni bir Selahaddin" anlamına gelir ki, "yeni Haçlı Krallığı" kimliğindeki Yahudi Devleti'nin en büyük korkusudur.
İsrail'in, Ortadoğu'daki ve hatta tüm dünyadaki İslami hareketlere karşı son derece katı bir politika savunmasının, ABD'yi bu yönde yönlendirmesinin nedeni de yine budur. Yahudi Devleti, İslam'ın siyasi boyutunu, 1950'lerde Ortadoğu'yu etkileyen "anti-emperyalist" dalgaya benzetmektedir. Dahası, İslam çok daha köklü ve sağlam bir tehdittir; yalnızca Ortadoğu'yu değil, gerektiğinde tüm İslam dünyasını İsrail'e karşı birleştirebilir. İslam Konferansı Örgütü'nün, Mescid-i Aksa'nın bir kısmının Altı Gün Savaşı'ndaki işgal sonrasında radikal bir Yahudi tarafından ateşe verilmesi üzerine kurulmuş olması son derece anlamlıdır. Eğer İsrail, Likud partisindeki radikallerin ve diğer dinci grupların açıkça savunduğu şeyi yapar ve "Üçüncü Tapınak"ı inşa etmek için Mescid-i Aksa'yı yıkarsa, tüm bir İslam dünyasıyla, hatta tüm bu dünyayı kendisine karşı birleştirecek bir tepkiyle karşı karşıya kalacaktır.
Samuel Huntington'ın öngördüğü "Medeniyetler Çatışması" tezinin asıl olarak İsrail lobisinden destek görmesinin ve zaten İsrail kaynaklı olmasının anlamı da budur. Yahudi Devleti, kendisi için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dünyasını Batı ile çatıştırmak istemektedir. Ya da, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Israel Shahak'ın deyişiyle, "Anti-İslami bir Haçlı Seferi"nin liderliğini yapmaya soyunmaktadır ve "İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta, Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefinde"dir.
İşte İsrail'in tüm uzun vadeli stratejisinin temeli, bu global denkleme dayanmaktadır. Yahudi Devletinin, içinde bulunduğu Müslüman coğrafyada kalması tarihin değişmez kurallarına aykırı bir durumdur. Doğal olan gelişim, "bünye"ye dışardan girmiş olan unsurun "doku uyuşmazlığı" nedeniyle reddedilmesi ve dışarı atılmasıdır. İsrail, bu tarihsel kadere meydan okumaya çalışmaktadır.
Bu nedenle, İsrail asla "Hıttin Korkusu"nu aşamaz. Hayfa Üniversitesi'nden Benjamin Beit-Hallahmi, bu yenilemez korkuya değinir ve şöyle der:
1187 yılındaki Hıttin Savaşı, bugün Ortadoğu'daki hemen hiç kimse tarafından unutulmuş değildir. Bu, Selahaddin'in Haçlı ordusunu yendiği büyük savaştır. Hıttin bugün İsrail'de, Taberiye yakınlarındadır. Ancak bu büyük savaşın yapıldığı yere, yoldan geçenlere bu tarihsel olayı hatırlatacak hiç bir işaret, hiç bir yazı konulmamıştır. Çünkü İsrailliler Hıttin'i hatırlamak istemezler, Hıttin hakkında düşünmek istemezler. Çünkü bu savaş, onlara Hıttin'in yeni bir benzerinin kendi başlarına gelebileceği ihtimalini hatırlatmaktadır.
İsrail'in Ortadoğu'ya bakışını anlamak için öncelikle işte bu "Hıttin Korkusu"nun farkında olmak gerekir. Bugün pek çok insan, İsrail'in, ünlü "barış süreci" ile Ortadoğu'da istikrarın öncülüğünü yaptığını sanıyor olabilir. Oysa "barış süreci" bir strateji değil, bir taktiktir. Yahudi Devleti'nin, müstakbel bir "Hıttin"i mümkün olduğunca geciktirmek, zaman kazanmak için kullandığı bir taktik...
Bundan iki yıl önce düzenlenen İsrail'in 50. yıldönümü kutlamalarının ardında da bu gerçeği görmek mümkündür. İsrailliler 50. yıldönümlerini coşkuyla kutlamışlardır. Çünkü 60. 70. veya 80. yıldönümlerini kutlayabilecekleri kesin değildir.
Ortadoğu'nun geleceğini belirleyecek en büyük denklem, bu Hıttin Korkusu'dur.
Oysaki Ortadoğu'daki sorunun yeni savaşlar ve acılar yaşanmadan da çözülmesi mümkündür. Bunun içinse, İsrail'in Haçlıların gittiği yolu terk etmesi, yani saldırganlığı, zulmü, baskıyı kesin olarak bırakması, tarihi suçlarından geri adım atması gerekmektedir. Umulur ki Ortadoğu'nun geleceği bu şekilde olur.
Amerikan Politikasında İsrail'in GücüEylül 2000
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve SSCB'nin dağılıp, eski gücünü yitirmesinin ardından artık Amerika dünyanın tartışmasız tek büyük gücü olduğunu ilan etmiş durumda. Ancak bu dünya egemenliği hedefinin arkasında Amerikan politikasını, dolayısıyla dünyadaki dengeleri, yönlendiren en önemli güç olarak İsrail sayılmalıdır. Özellikle de Amerika'nın dış yardımlarında, Ortadoğu politikasında ve diğer ülkelerle ilişkilerinde önceliği her zaman için İsrail'in öncelikleri alır. Çünkü İsrail-Amerikan politikasında büyük rol oynayan pek çok politik örgütte çok etkin olduğu gibi, bizzat Yahudiler tarafından kurulan örgütlerle de Amerikan politikasına etki etmektedir.
Ancak bu örgütler sadece ülke politikası üzerinde değil, Amerikan toplumunun düşünce ve yaşam tarzı üzerinde de çok büyük bir etkiye sahiptir. Ülkenin ekonomisi üzerinde de çok etkin bir güce sahip oldukları için toplumun yönlendirilmesinde çok önemli bir yer tutarlar. Bu konuda en çok dikkat çeken örgüt, özellikle de seçim dönemlerinde sesini daha fazla duyuran ve gücünü yıllar geçtikçe daha da artıran AIPAC (American Israel Public Affairs Committee - Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi)'dir.
Bu lobi Amerikan Yahudileri tarafından kurulan ve Amerika siyaseti üzerinde etkin bir şekilde faaliyet gösteren en önemli organdır. Eğer bugün Amerikalılar İsrail hakkında "korkusuzca" konuşamıyorlar veya İsrail'i eleştiren bir söz ettiklerinde hayatlarının alt-üst olacağından çekiniyorlarsa, bunda en büyük pay kuşkusuz AIPAC'e aittir. Çünkü AIPAC adındaki masum "halkla ilişkiler" ifadesinin aksine, oldukça tehlikeli ve güçlü bir örgüttür. AIPAC'e "bulaşmak", Washington'daki hükümet yetkilileri ya da Kongre üyelerinin en büyük kabusudur.
AIPAC Amerikan Seçim Sistemini Etkisi Altına Almıştır.
Amerika'da Yahudi lobisinin, özellikle de AIPAC'in, gücünü anlatmak amacıyla yazılmış olan kitapların en önemlisi Paul Findley'in They Dare to Speak Out (Konuşmaya Cesaret Ettiler) adlı kitabıdır. Kitabın AIPAC ile ilgili bölümünün adı "King of the Hill" yani "Başkent'in Kralı"dır. Bu tanımlama AIPAC'ın Amerika'daki rolünü çok iyi açıklamaktadır. Çünkü gerçekten de AIPAC, tarihte hiç bir lobi kuruluşunun sahip olmadığı bir güce sahiptir; neyi isterse elde eder. Findley, AIPAC'in adını ilk kez 1967'de Dışişleri Komitesi'ne atandığı zaman duyar. Bir gün komitedeki odasında İsrail'in Suriye'ye yaptığı saldırıyı eleştirirken ondan daha eski bir senatör olan William S. Broomfield "AIPAC'ten Kenen senin bu söylediğini bir duysun, başına neler gelecek o zaman gör"1 der. Broomfield'ın sözünü ettiği kişi, AIPAC'in o zamanki yöneticisi I. L. Kenen'dir. Senatör Broomfield, AIPAC'in gücünü abartmış değildi. Örgüt gerçekten de Washington'daki en etkili kuruluştur. Kongre üyeleri üzerinde büyük bir baskı mekanizması kurmuştur. Yahudi lobisine yakın medya kuruluşları -ki bunlar neredeyse tüm büyük Amerikan medya kuruluşlarını kapsar- aracılığıyla istedikleri kişi hakkında olumlu ya da olumsuz propaganda yapabilir. Bir kişiyi bir anda büyük skandallarla koltuğundan edebilirken, istediği kişiyi bir anda başkan koltuğuna oturtabilir.
Bu örgütün çok güçlü bir bilgi ve istihbarat ağı vardır. Washington'daki resmi dairelerin herhangi bir koridorunda İsrail ya da İsrail lobisi aleyhinde edilen herhangi bir cümle, kısa sürede AIPAC'in kulağına ulaşır. Ve bu da o sözü eden kimse için hiç olumlu olmaz. Eski bir senatör olan Paul McCloskey, bu konuda "Kongre, AIPAC'in estirdiği bir terör fırtınası altındadır" derken, örgütün çalışma yöntemini de özetlemektedir. Uzun yıllar Senato üyeliği yapan Paul Weyrich, AIPAC'in inanılmaz etkisini Findley'e şöyle anlatır:
Çok mükemmel bir sistem kurmuş durumdalar. Eğer onların istediği gibi oy verirseniz ya da istedikleri türde konuşmalar yaparsanız, davalarına sıcak bakan medyaya sizin hakkınızda olumlu şeyler söyletirler. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Eğer onların hoşuna gitmeyen bir şey yaparsanız, aynı yolla bu kez rezil edilebilirsiniz. Uyguladıkları baskı, senatörlerin, özellikle de destek arayan senatörlerin, bakış açısını kolaylıkla değiştirecek kadar büyüktür.
İşte bu nedenle de çoğu Kongre üyesi böylesine organize bir güçle çatışmaya girmekten korkar ve AIPAC'e sessizce boyun eğer. 1984'e dek Kongre üyeliği yapan Clarence D. "Doc" Long, ise Findley'e şu bilgileri vermiştir:
Çok uzun zaman önce AIPAC'in benden istediği herşeyi kabul etmeye karar verdim. Onların yaptıkları baskılarla karşılaşmak istemiyordum. Benim seçim bölgem oldukça zorludur. İsrail taraftarlarının herhangi bir sorun oluşturmasını istemiyorum. Bu yüzden kararımı verdim; istediklerini yapıyorum ve desteklerini alıyorum.
Findley kitabında AIPAC'in "Eylem Alarmı" denen bir sisteminden bahsetmektedir. Bu sisteme göre eğer bir Kongre üyesi İsrail hükümetinin ya da İsrail halkının hoşuna gitmeyecek bir şey yaparsa, yaklaşık bin kişilik bir listeye "alarm" sinyali gönderirler. Bu bin kişi, Amerikan toplumu içindeki en etkili Yahudilerden oluşmaktadır (büyük sermayedarlar, resmi görevliler, cemaat liderleri gibi üst düzey kişiler). "Alarm" verildiğinde bu listedeki isimlerin hepsi hedefe yüklenmeye başlarlar. Telefonlar, fakslar yağar ve tehdit kokan "uyarı"lar yapılır. Çok az Kongre üyesi bu tür bir baskıya meydan okumaya niyetlidir.
AIPAC'in Kongre üyelerinden istediği şeyler ise bellidir: "İsrail'le ilgili her oylamada İsrail lehine oy kullanmak." Örneğin İsrail'e yapılan Amerikan yardımının artırılması, İsrail'in uluslararası platformda kayıtsız-şartsız desteklenmesi gibi tüm oylamalarda AIPAC'in gölgesi vardır. Aslında bir Kongre üyesinin İsrail'e yapılan Amerikan yardımının azaltılmasını istemesi son derece doğal bir şeydir, hatta eğer bir "yurtsever" ise bunu istemesi gerekir. Çünkü bu yardım dünyada örneği görülmemiş derecede büyüktür ve Amerikan ekonomisine de büyük zarar vermektedir. Amerikan halkına ise yüklü bir vergi olarak geri dönmektedir. En başta AIPAC olmak üzere Yahudi lobisinin baskısı sayesinde, Amerika İsrail'e yılda ortalama 6-7 milyar dolarlık bir yardım yapmaktadır. Amerikalı Ortadoğu uzmanı Richard Curtiss, bu konuyla ilgili bir yazıda çarpıcı bir benzetme yapmıştı:
Los Angeles banliyösü Northridge'i merkez alan 17 Ocak 1994 tarihli büyük California depreminin, toplam olarak 7 milyar dolar zarara yol açtığı hesaplanıyor. İsrail'e yapılan yardımın 1993 senesi içinde Amerikan vergi mükelleflerine masrafı ise 6.321 milyar dolardı. Bu, California depreminin Amerikalılar için İsrail'e yapılan yardımdan daha zararlı olduğu anlamına gelir, öyle mi?... Hayır! Çünkü California'da her yıl deprem olmamaktadır, oysa İsrail bu yardımı her sene almaktadır. Başkan Clinton, 1994 ve 1995 mali yıllarında da aynı yardımın süreceği sözünü vermiştir. Hatta daha sonra Clinton samimiyetini göstermek için bu rakama bir 500 milyon dolar daha ekletmiştir.
İşte Amerikalılara bu tür bir "hasar" veren dış yardım, en başta AIPAC'in sayesinde gerçekleşmektedir. AIPAC ise tüm bu faaliyetini İsrail'den aldığı direktiflere göre yürütür. AIPAC'le İsrail Büyükelçiliği arasında sürekli telefon bağlantısı vardır. Ayrıca AIPAC yöneticileri Elçilik görevlileri ile en az haftada bir kez toplantı yaparlar. Arap İsrail sorununa tarafsız yaklaşılmasını savunan Washington Report on Middle East Affairs dergisi, AIPAC'in Kongre üzerindeki etkisini eleştirenlerden biridir. Dergi, sık sık, Batı Şeria ve Gazze için kullanılan "occupied territory" (işgal altındaki toprak) deyiminden yola çıkarak "Congress is an Israelioccupied territory" (Kongre İsrail işgali altındaki bir topraktır) sloganını kullanır. Bu da bir abartma değildir. Paul Findley, ABD'nin eski Sudan Büyükelçisi Don Bergus'un bu konudaki bir yorumunu aktarır. Eski diplomat şöyle demektedir: "Dışişleri Bakanlığı'ndayken eğer İsrail Başbakanı dünyanın düz olduğunu söylerse, Kongre'nin 24 saat içinde bu buluşu tebrik eden bir açıklama yayınlayacağı şakasını yapardık."
AIPAC'ın gücü nerelere kadar uzanıyor?
AIPAC'in gücü özellikle 1970'li yıllardan sonra daha da arttı. Hatta 1983 yılında Başkan Reagan, Kongre'ye karşı AIPAC'ten yardım istemek durumunda kalmıştı. Lübnan'daki Amerikan deniz piyadelerinin varlığına karşı gelişen toplumsal tepkiyi ve bunun Kongre'deki yansımalarını aşmak isteyen Reagan yönetimi, Kongre'yi etkileyemeyeceğini görünce, çareyi Washington'ın "Kralı"na başvurmakta bulmuştu. AIPAC yöneticisi Thomas A. Dine'la özel bir görüşme yaparak Kongre'de Lobi desteği isteyen Başkan, gerçekten de AIPAC'in desteği sayesinde Kongre'ye Amerikan askerlerinin Lübnan'da kalmasını kabul ettirebildi. Bunun ardından Reagan Dine'la yeniden görüşerek AIPAC başkanına "teşekkür"lerini iletti.
Seçimlere AIPAC Desteğiyle Katılanların Seçilme Garantisi Vardır.
En başta AIPAC olmak üzere Yahudi lobisinin baskısı sayesinde Amerika İsrail'e yılda ortalama 6-7 milyar dolarlık bir yardım yapmaktadır. Bu, kuşkusuz Amerikan vergi mükellefleri için olumlu bir durum değildir. Resimde "İsrail Paramızı Alırken Amerika Aç Kalıyor" pankartlarıyla gösteri yapan Amerikalılar…
AIPAC yalnızca seçilmiş Kongre üyelerini yönlendirmekle kalmaz; istediklerini seçtirmek ve istemediklerinin de seçilmesini engellemek için çalışmakta ve oldukça da başarılı olmaktadır. Bunun en iyi yolu, AIPAC'in İsrail yanlısı adayların seçim kampanyalarına yaptıkları dev maddi yardımlardır. Ancak AIPAC bu yardımları doğrudan yapmaz. Amerikan kanunları, bir lobi kuruluşunun bir adaya 5 bin dolardan fazla yardım yapmasını yasaklamaktadır. Bu nedenle AIPAC, adaylara yardım yapmak için çok daha küçük lobiler, "politik eylem komiteleri" (PAC) kurmuştur. Bu PAC'lerden Amerika'da 3.000'e yakın vardır. Bunların 75 tanesi görünür hiç bir bağlantı olmamasına rağmen (örneğin hiç birinin adından İsrail'le ilgileri olduğu anlaşılmaz) AIPAC'e bağlı olan PAC'lerdir ve en çok para harcayanlar da bunlardır. AIPAC, bu küçük PAC'leri kullanarak dev miktarda para yardımları yapabilmektedir. İsrail yanlısı PAC'ler, 1988 seçimlerinde 477 adaya toplam 5.4 milyon dolar yardımda bulunmuşlardır. 1990 seçimlerinde ise 402 adaya toplam 4.95 milyon dolar aktarılmıştır. 1976-1990 tarihleri arasındaki seçimlerde İsrail yanlısı PAC'ler toplam 21.9 milyon dolar "bağış" dağıtmışlardır. Bağışlar, ağırlıklı olarak Yahudi lobisine daha yakın olan Demokrat Parti adaylarına gitmektedir.
Bunlar kuşkusuz büyük rakamlardır ve seçim kampanyasının çok büyük önem taşıdığı bir ülke olan Amerika'da, hiç bir aday, Yahudi lobisinden gelen bu büyük finansal desteği görmezlik edemez. Yahudi yazar Stephen D. Isaacs, Jews and American Politics adlı kitabında bir Kongre üyesinin şu sözünü aktarır: "Bu ülkede politika yapıyorsanız, hele de Demokratsanız, arkanızda Yahudi parası olmadan bir yere varamazsınız."
Son seçimlere de AIPAC gölgesi düşmüştür.
Bu finansal desteğin yanısıra, çoğu kez medya desteği de Yahudi lobisi kanalıyla gelmekte "ya da gitmekte" dir. Bu yüzden adayların çoğu seçim kampanyası boyunca ellerinden geldiğince bu güçlü lobinin gözüne girmeye çalışırlar. Seçildikleri takdirde İsrail'e nasıl destek olacaklarına dair sözler verirler (bu kural, Başkan adayları için de geçerlidir). Yahudilere sevimli gözükmek için konuşmalar yapıp, en yakın danışmanlarını onlardan seçerler. Oluşturacakları kabineyi belirlerken de bu isimlere öncelik vermeye azami dikkat ederler. Bu yöntemle Yahudilerin hem maddi hem politik hem de oy açısından desteğini almayı isterler. Bunun son örneği ise Demokrat Parti'nin başkan adayı Al Gore'un kendine Başkan Yardımcısı olarak seçtiği ve koyu bir Ortodoks Yahudisi olan Joseph Lieberman'ı seçmesidir. Yahudi oylarını hedef alan bir tercih olarak da değerlendirilen bu karar gerek Amerikan halkından gerekse dünyadaki siyasi otoritelerden çok büyük tepkiler aldı. Çünkü başkan yardımcılığı Amerikan politikasında çok etkin bir görevdir ve Lieberman'ın bu göreve gelmesi İsrail'in Amerikan yönetimindeki ve politikası üzerindeki etkisini kat kat artıracaktır. Al Gore'un seçim döneminde verdiği vaatler, Lieberman'ın konuşmaları bunu açıkça işaret etmektedir.
Seçim döneminde bu kadar söz veren başkan adayları seçildiklerinde mutlaka sözlerinde durmak zorundadırlar. Çünkü birkaç yıl sonra yine seçim zamanı gelecektir. Ayrıca AIPAC, ihaneti asla affetmez. Bu kuralı bozan, yani AIPAC'in egemenliğine karşı başkaldıran çok az kişi vardır Washington'ın yakın tarihinde. Findley bunlardan biridir. Findley "İsrail hakkında konuşmaya cesaret edebilen" birkaç avuç insandan biridir ve AIPAC bu kişileri birer birer cezalandırmıştır.
AIPAC'in Gazabına Uğrayanlar
AIPAC tarafından cezalandırılmış kişilerin hemen hepsinin politik yaşamı sona erdirilmiştir. Bir çok politikacının başına gelenler, AIPAC'in ve genel olarak da İsrail lobisinin gücünü anlamakta açıklayıcı olabilir.
AIPAC'in en önemli özelliklerinden biri, Başkent'te konuşulan herşeyden haberdar olmasıdır. İsrail hakkında Washington'da edilen her söz, AIPAC'in kulağına ulaşır. Bu nedenle politikacılar ya da bürokratlar bu konuda uluorta konuşamazlar. Findley AIPAC'in haber alma sistemini şöyle anlatıyor:
Kongre'nin ve Kongre'ye bağlı çoğu komitenin çalışmaları halka açık olarak yapılır. Ve İsrail'i ilgilendiren her toplantıda mutlaka bir AIPAC temsilcisini not alırken görürsünüz. Bu temsilci Demokles'in Kılıcı gibidir; oradaki varlığı, İsrail hakkındaki en ufak olumsuz bir yorumun AIPAC merkezine anında ulaştırılacağını gösterir. İsrail hakkında olumsuz birşeyler söyleyen bir Kongre üyesi, toplantının sonunda odasına döndüğünde birbirini izleyen öfkeli ve 'azarlayıcı' telefonlarla karşılaşacaktır. AIPAC lobicileri, Kongre'deki personel ve Kongre'nin çalışma sistemi konusunda gerçek birer uzmandırlar. İsrail'in adı, kapalı kapılar ardında bile geçse, tam olarak ne konuşulduğunu gösteren bir raporu ya da kopyasını hemen ele geçirirler.
Bu yüzden hemen hiç bir Kongre üyesi Lobiyi kızdırmaya cesaret edemez. Çünkü kızdırdığında inanılmaz bir yıpratma kampanyası ile karşı karşıya kalacaktır. Kongre üyesi Paul McCloskey, bu kampanyanın kurbanlarından biri olmuştu. 1980 yılında İsrail'in işgal altında tuttuğu Batı Şeria'dan çekilmesini, aksi takdirde İsrail'e yapılan Amerikan yardımının dondurulmasını öngören bir yasa tasarısı hazırlayan McCloskey, Lobinin bir anda boy hedefi haline geldi. Yahudi basını McCloskey'i "gözü dönmüş bir antisemit" olarak göstermeye, ırkçı, hatta Nazi olarak tanıtmaya başladı. Bir Yahudi yayın organı McCloskey'in resmini baş sayfaya basmış ve altına da "çok yaşa Goebbels" diye yazmıştı. Bir başkası, Heritage Southwest Jewish Press daha da ileri giderek McCloskey'e açıkça hakaret etmişti. Başka Yahudi yayın organları da "Amerikan Yahudilerinin bir numaralı düşmanı", "sürüngen", "aşağılık" gibi sıfatlar yakıştırıyorlardı Kongre üyesine. AIPAC'in mali destekçilerinden "multi-milyoner" Amerikalı Yahudi Louis E. Wolfson, "Bu adamı Kongre'den kovmak için gerekli herşeyi yapmalıyız. Bir daha Kongre'ye dönmeyeceğine de emin olmalıyız" diyordu. Bu tip yıpratıcı propagandalar kuşkusuz son derece etkilidir.
Çünkü AIPAC'in hedefi haline gelen politikacı, ne denli kararlı olursa olsun, sonuçta tek başına bir insandır. AIPAC gibi mafyavari bir örgütle başa çıkamaz. Hakaretler ve tehditler psikolojik yönden yıpratıcıdır. Ayrıca en ufak bir aleyhte propaganda onun politik kariyerine zarar verir. Özellikle de "Yahudi aleyhtarı", "neo-Nazi" gibi suçlamalar Amerikan toplumunda oldukça etkili olmaktadır. Çünkü lobinin beyin yıkayıcı propagandası sayesinde soykırım efsanesine inandırılmış olan toplum, "Yahudi aleyhtarlığı" kavramına karşı son derece hassastır. Bu kelime hemen Auschwitz'deki Soykırım dekorlarını çağrıştırır. Lobi, bu hassas noktayı ustalıkla kullanır ve İsrail'i eleştirmeye kalkan birisine hemen "Nazi" damgası vurur. Eski Dışişleri Bakan yardımcısı George Ball, bu konuda şunları söylemektedir:
Dayandıkları en önemli güç, antisemitizm suçlaması. Pek çok insan antisemit olmakla suçlanmaktan nefret eder ve Lobi İsrail'i eleştirmeyi hemen her zaman antisemitizmle bir tutar. Bu kozu sürekli gündemde tutarlar ve bu yüzden de kimse ağzını açamaz.
Kimse böylesi bir belaya bulaşmak istememektedir. Ohio'dan eski bir Kongre üyesi İsrail lobisine "bulaşma" yönünden, Kongre'yi dört gruba ayırmaktadır:
İlk grup, 'İsrail ne isterse verelimciler' grubudur. İkinci grubu, "bu konuda rahatsızlık duymalarına rağmen ses çıkarmaya cesaret edemeyenler" oluşturur. Üçüncü grupta ise "bu konuda gerçekten büyük sıkıntı duyan, ama açık açık konuşmaktan korktuğu için yalnızca İsrail'e yapılan yardımların azaltılması için sessiz bir çalışma yapanlar" vardır. Son grup ise "açıkça Amerika'nın Ortadoğu politikasını eleştiren ve İsrail'in yaptıklarına karşı çıkanlardan" oluşur. Ama Findley ve McCloskey Kongre'den ayrıldığına göre, artık dördüncü grubun varlığından söz edilemez.10
Aynı Kongre üyesi Lobi için şunları söylemektedir:
Yahudi lobisi korkunçtur. Ne isterse elde eder. Yahudiler eğitimli ve genellikle de çok zengindirler. Ve tek bir konu üzerinde yoğunlaşmışlardır: İsrail. Bu yönden örneksizdirler. Örneğin kürtaj karşıtları Yahudilerden çok daha kalabalıktırlar ama onlar kadar eğitimli ve zengin değildirler. Yahudi lobiciler bunların hepsine sahiptirler ve politik aktivitede bir numaradırlar.
Demokrat Parti'den Kongre üyesi Mervyn M. Dymally ise Amerikan Kongresi'nde İsrail'i eleştirmenin zorluğunu şöyle ifade ediyor: "Bugün İsrail hükümetini İsrail'de Knesset'te (İsrail parlamentosu) eleştirmek, Amerikan Kongresi'nde, bu sözde 'konuşma özgürlüğü' ülkesinde eleştirmekten çok daha kolaydır."
Aslında AIPAC'in "kara liste"sine girmek için İsrail'i eleştirmeye bile gerek yoktur. Yahudi Devleti'ni ilgilendiren konularda biraz tereddütlü davranmak bile örgütün hışmına uğramak için yeterlidir. Maine Senatörü William Hathaway, bunun bir örneğiydi. Senato'daki kariyeri boyunca sürekli olarak İsrail lehine oy veren ve bu yüzden de Lobinin desteğini arkasında bulan Hathaway, yalnızca bir kez AIPAC'in kendisine yolladığı bir deklarasyonu imzalamamıştı. Bu, AIPAC'in ona cephe alması için yeterli oldu. Örgüt, ilk seçimde Hathaway'i yüzüstü bıraktı ve tüm desteğini rakibi William S. Cohen'e verdi. Bunun sonucunda Hathaway 1978'deki ilk seçimleri kaybetti. Cumhuriyetçi Parti'den bir yetkili bu olay üzerine şöyle demişti:
AIPAC her zaman yüzde yüz sadakat istiyor. Eğer Hathaway gibi bir Senatör yalnızca bir kez bile işbirliği yapmakta tereddüt gösterirse, onu anında defterden siliyorlar." Bir başka Senatör ise olay üzerine şu yorumu yapmıştı: "AIPAC'i memnun etmek için tam sadık olmanız gerekir; % 99.44'lük bir sadakat yeterli değildir. Hathaway'in 1978'deki hezimetinin nedeni, AIPAC'in istediği bu 'saf sadakat'i gösterememiş olmasıdır.
AIPAC'in İsrail'i eleştirenlere verdiği ceza, yalnızca o politikacıyı Kongre'den uzaklaştırmakla bitmez. AIPAC yüzünden seçimleri kaybederek Washington'a veda eden politikacılar, sonraki yaşamlarında da Lobi tarafından saldırıya uğramaktadırlar. Lobi, "ibret-i alem" olması için, bu kişilerin sivil hayatını da cehenneme çevirmektedir. Örneğin AIPAC'in faaliyeti sonucunda Kongre seçimlerini kaybeden Paul McCloskey, iş bulmak için uğraşmaya başladığında Lobi'nin engellemesiyle karşılaşmıştır. Findley, bir hukukçu olan McCloskey'in çeşitli hukuk şirketlerine müracaat ettiğini, ancak Yahudi sermayedarlardan gelen "bu adamı işe alırsanız, sizle yaptığımız tüm işleri iptal ederiz" gibi tehditler sonucu McCloskey'in pek çok kapıdan çevrildiğini yazıyor. AIPAC, yerel Yahudi örgütlerine de McCloskey'i "tanıtan" bir broşür yollamış ve "bu adamın canına okuyun" emrini vermişti. Findley şöyle diyor: McCloskey Lobi tarafından adım adım izleniyordu. Bir tek dertleri vardı; o da McCloskey'in sıradan bir yurttaş olarak bile huzur bulamaması. Lobi, McCloskey'in bazı konuşmalarını ve yaptığı işleri ayrıntılı olarak bir kitapçıkta toplamış ve bütün ülkeye yaymıştı. Kitapçığın amacı, yerel Yahudi örgütlerine yol göstermekti. McCloskey ne zaman bir yerlerde görünse, bu 'karşı saldırı rehberi' işe yarıyordu.
Paul Findley AIPAC tarafından Washington'dan "kovulan" ve sonra da yakın takibe alınan daha başka isimler de sayar. Adlai Stevenson, William Fullbright ya da Charles Percy gibi senatörler bu listenin en çarpıcı isimleridir. Bu senatörlerin "suçları" aşağı-yukarı aynıdır: İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini savunmuş ve Yahudi Devleti bu konuda direttiği sürece Amerikan yardımının azaltılmasını teklif etmişlerdir. Ya da İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladıkları sistemli terörü kınamışlardır. Yani normal bir insanın yapacağı şeyleri yapmışlardır. Ama bunlar AIPAC için "suç" kapsamına girer.
Lobi, bu "İsrail düşmanları"nı kullanmak için temel olarak iki yöntem kullanır. Birincisi, "hedef" kişi hakkında son derece yoğun bir aleyhte propaganda yapmaktır. İkincisi ise hedef kişiye rakip olan adayın desteklenmesidir. Bu adayın Lobiyle herhangi bir eski bağlantısı olmasına da gerek yoktur. Lobi, bu adaya gider ve "sizi şu kişiye karşı destekleyeceğiz ama siz de seçildiğinizde bizim isteklerimize uyacaksınız" der. Sözkonusu aday, ayağına kadar gelen bu yardımı geri tepmez ve seçimleri de büyük olasılıkla kazanır. Artık o da, Kongre'deki büyük çoğunluk gibi İsrail'in evet-efendimcisidir. Lobiye karşı çıkması düşünülemez, çünkü Fullbright'ın "politikacılar için Lobiye karşı çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir" sözüyle ifade ettiği kuralı, kendi gözleriyle görmüştür. Lobiye karşı çıkmak, yalnızca Kongre üyeleri ya da Senatörler için değil, aynı zamanda Amerika'nın sözde en güçlü adamları, yani Başkanlar için de intihar anlamına gelmektedir.
Yakın tarih, bunun örnekleriyle doludur. Kennedy, Nixon ve son olarak da Bush Lobi tarafından cezalandırılmıştır. Öteki Başkanlar da Lobi'ye itaat etmeleri gerektiğini öğrenmelerini sağlayan küçük "dersler" almışlardır. Yakın tarihe bir göz atmak, Amerika'daki gerçek güç odağının kimliğini keşfetmek için yeterlidir. Önümüzdeki seçimler de bu açıdan çok önemli işaretler içermektedir. Adayların ilk günden itibaren İsrail'e karşı yapacakları yardımın altını çizmeleri, Yahudi örgütleriyle yakın olmaya özellikle dikkat etmeleri, yakın danışmanlarını Yahudilerden seçmeleri bu korkularının bir ifadesidir. Yani Amerika'daki yönetim önümüzdeki dönem de İsrail'in en yakın dostu olmaya devam edecek, İsrail'le birlikte hareket edecektir.
İsrail'in Barış OyunuEylül 2000
Geçtiğimiz hafta İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında, ABD Başkanı Bill Clinton'ın denetiminde yürütülen barış görüşmeleri gündemin birinci maddesini oluşturdu. Yaklaşık 15 gün süren görüşmeler boyunca zirve, net bir sonuca ulaşamadan sona erdi. Bill Clinton tarafından yapılan açıklamayla, görüşmelerin Kudüs konusunda tıkandığı belirtildi. İlk bakışta sadece bir şehrin paylaşımı gibi görülen bu sorunun ardında, Müslümanlar için bu toprakların kutsal olmasının yanı sıra, Yahudilerin de bu topraklar üzerindeki kutsal hedefleri vardı.
İsrail'in son 50 yıldır Ortadoğu'da izlediği politikayı değerlendirirken de, Yahudilerin tarihin derinliklerine dayanan stratejilerinin göz önünde bulundurulması çok önemlidir. İsrail toprakları, İsrailli liderler tarafından sadece bir "yurt" olarak değil, aynı zamanda bir "Kutsal Toprak" ya da "Vaadedilmiş Toprak" olarak düşünülür. Bu durumda Kutsal Topraklar hakkında izlenen politika da, doğal olarak, kutsal kaynaklardan yani Muharref Tevrat ve Kabala'dan etkilenir. Bu nedenle günümüze dair yorum yapmadan önce, Yahudi inançlarını ve tarihini biraz daha dikkatlice incelemekte fayda vardır.
Yahudilerin Kudüs'ten İlk Çıkışı ve Mesih İnancı
Yahudilerin Kudüs'ten çıkarılışları Yahudi tarihinin dönüm noktalarından birisidir. M.S. 70 yılında, Yahudilerin isyanıyla başlayan savaş, Roma ordularının Kudüs'ü kuşatmasıyla neticelenmişti. Kuşatma neticesinde geri çekilen Yahudiler Süleyman Tapınağı'nda sıkışmışlar ve Romalılar Tapınağı yıkmakla birlikte Yahudileri de acı bir yenilgiye uğratmışlardı. Bu tarihi hezimetin ardından geriye bir tek bugün Ağlama Duvarı olarak bilinen Tapınak'ın batı tarafındaki duvar kaldı. Yahudiler de bu tarihten itibaren dünyanın dört bir yanına dağıldılar.
Bu sürgün dönemi Yahudiler tarafından "Diaspora" yani İsrail toprakları dışında yaşanan dönem oldu. Ancak Yahudiler sığındıkları her ülkede, mevcut Hıristiyan hakimiyetinden de kaynaklanan, bir öfke ve antipatiyle karşılanıyorlardı. Kuşkusuz "İsa'nın katili" olarak görülmelerinin bu antipatide büyük payı vardı.
Bu ortamda, Yahudiler arasında eskiden beri kutsal metinlerde yer alan bir konu gittikçe önem kazanmaya başladı. Bu, bir gün "Mesih'in geleceği ve Yahudilerin onun önderliğinde Filistin'e geri dönecekleri" inancıydı. Ünlü Yahudi tarihi ansiklopedisi Encylopedia Judaica'da Yahudilerin Mesih inancı şu şekilde anlatılır:
Hahamların düşüncesine göre Mesih, insanlık tarihinin en üst noktasında, İsrail'i kurtaracak ve yönetecek olan kraldır… Mesih, İsrail'in düşmanlarını yenecek, Yahudi halkını tekrar topraklarına kavuşturacak, onları Yehova'ya yakınlaştıracaktır.
Bu inanca göre Mesih yeryüzüne geldiğinde diğer millet ve dinlerin Yahudilere boyun eğmesini sağlayacaktır. Bu egemenliği kabul etmek istemeyenler ise cezalandırılacaktır. Nitekim, bir diğer ünlü Yahudi ansiklopedisi olan The Universal Jewish Encylopedia'da Mesih'in bu asli görevi şu şekilde anlatılmaktadır:
Mesih geldiğinde diğer devletler ya fethedilecek, ya imha edilecek, ya da dinlerinden döndürüleceklerdir. Ama sonları ne olursa olsun, o tarihten sonra İsrail için sıkıntı kaynağı olmaktan çıkacaklardır.
Peki Mesih ne zaman gelecektir, bu gelişin koşulları nedir? İşte binlerce yıllık Yahudi tarihinin en önemli sorularından biri olan bu sorunun cevabı, İsrail Devleti'nin tarihi temelini oluşturur. Yahudi inanışına göre, Mesih'in gelmesi için gerekli şartlar şunlardır: Yahudilerin kutsal topraklara geri dönüp Yahudi devletini kurmaları, Kudüs'ün ele geçirilmesi ve Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmesi.
Asırlardır süren Yahudi mücadelesinin özünde Mesih gelmeden önce yukarıda sayılan gerekli koşulların sağlanması çabası vardır. Mesih'in gelişi ve onun getireceğine inanılan dünya hakimiyeti, Siyonist hareketin ilham kaynağı olmuştur. Yahudilerin dünyaya ve diğer milletlere hakim olmasıyla ilgili yüzlerce M. Kitab-ı Mukaddes ayetinden birisi de şöyledir:
İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın, bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.
Yahudilerin 19 Asır Sonra Filistin'e Dönüşleri
Bugün Yahudiler ilk sürgünden 19 yüzyıl sonra Filistin'e dönmüşler ve Kudüs'ü de almışlardır. Yani Mesih'in gelmesi için gerekli görülen ilk üç şartın ikisi gerçekleşmiştir. Bu durum, İsrail'in dini kesiminin Mesih'in gelişinin son şartı olarak gördükleri Kudüs üzerinde neden çok hassas olduklarını da açıklamaktadır.
Bu arada, Yahudilerin Filistin'e dönüş mücadelelerinin bizim kendi tarihimizle de yakından ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Gerçekten de Yahudilerin kutsal topraklar hayali, ancak Osmanlı'nın parçalanması ile hayata geçmeye başlamıştır. Bunu görmek için Siyonizm'in kurucusu olarak bilinen Theodor Herzl'in siyasi programını incelemek yeter.
19. yüzyıla gelindiğinde ünlü Siyonist Theodor Herzl, Mesih'in gelişinin ilk şartı olan, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulabilmesi için kolları sıvamıştı. Bilindiği gibi bunun için defalarca Sultan Abdülhamit ile görüştü ve hatta Osmanlı'yı içinde bulunduğu ekonomik açmazdan çıkarabilmek için yüklü miktarda para teklif etti. Ancak Abdülhamit "Ben bir karış bile olsa toprak satmam. Bu vatan bana ait değil, milletime aittir. Benim milletim bu imparatorluğu savaşta kanlarını dökerek kazanmışlar, onları kanları ile verimli kılmışlardır" cevabı ile Herzl'i tersleyince, bir anlamda İmparatorluğu çökerten süreç de başlamış oldu.
İlk önce Filistin'i Siyonist liderlere vermek istemeyen Sultan Abdülhamit masonların ve Selanikli Yahudi önde gelenlerin komploları neticesinde tahttan indirildi. Abdülhamit'in tahttan indirilmesini çorap söküğü gibi pek çok olay izledi. Öncelikle Osmanlı'ya bağlı Balkan devletleri birer birer bağımsızlıklarını ilan etti, daha sonra İmparatorluğun Müslüman unsurları kışkırtıldı. Sonra da İmparatorluğun I. Dünya Savaşı'na dahil olup savaşı kaybetmesiyle Filistin toprakları tamamen İngilizlerin eline geçti. Bu tarihten itibaren İsrail Devleti'nin kurulmasına kadar son derece hızlı bir süreç yaşandı. I. Dünya Savaşı'ndan İsrail Devleti'nin kurulduğu 1948 yılına kadar uzanan zaman dilimi içerisinde Filistin topraklarına – zaman zaman Siyonist liderlerin zorlamaları da dahil olmak üzere- büyük bir göç yaşandı. Siyonist planın en somut adımı ise 1948 yılında İsrail Devleti'nin kurulmasıyla atılmış oldu.
İsrail Devleti'nin kurulması Mesih inancı açısından dev bir adımdı. Nitekim dini liderler de, İsrail Devleti'nin kurulmasının Mesih beklentisi adına büyük bir başarı olduğunu bildirmişler ve bu küçük devletin "Mesih'in gelişinin başlangıcı" olduğunu kabul etmişlerdir.
İsrail'in Kısa ve Uzun Vadeli Planları
İşte tüm bu tarihi bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, İsrail Devleti'nin Ortadoğu'da attığı her adımda, geliştirdiği her stratejide kutsal topraklar ve Mesih inanışlarının rol oynayacağı açıktır. Gerçekten de İsrailli liderler için "Vaadedilmiş Topraklar", "üstün ırk" gibi dini kavramlar hep önem taşıdı, hiç bir İsrailli lider ırk bilincini gözardı etmedi. İsrail tarihinin ünlü isimleri Golda Meir, Moşe Dayan, İzak Rabin başta olmak üzere pek çok devlet yetkilisi zaman zaman bu inançlarına olan bağlılıklarını dile getirmekten çekinmediler.
Örneğin Altı Gün Savaşları'nın komutanı Moşe Dayan, İsrail'in uyguladığı işgal politikasına şu sözleri ile sahip çıkıyordu:
"Eğer Kitab-ı Mukaddes'e sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi Kitab-ı Mukaddes'te yazılı halktan sayıyorsak, Kitabın yazdığı topraklara da sahip olmamız gerekir. Hakimlerin, Patriklerin, Kudüs'ün, Hebron'un, Jeriko'nun ve daha pek çok yerin topraklarına…"
1970'li yıllarda İsrail Devleti'nin Başbakanlık görevini üstlenmiş olan Golda Meir ise Devleti'nin varoluş nedenini şöyle dile getiriyordu:
"Bu ülke (İsrail), Tanrı tarafından yapılmış bir vaadin yerine getirilişidir. Onun yasallığını tartışmak gülünç olur."
Görüldüğü gibi İsrail liderleri için "kutsal topraklar, seçilmiş halk, Mesih" gibi kavramlar tahmin edildiğinden büyük anlamlar taşımaktadır. Muharref Tevrat ayetleri gereği hareket eden İsrail Devleti için, Moşe Dayan'ın yukarıdaki sözlerinde de geçen, Vaadedilmiş Topraklar'ın ele geçirilmesi de son derece mühim bir hedeftir. Çünkü Yahudi inanışına göre Mesih geldiğinde tüm Vaadedilmiş Topraklar, onun kuracağı krallık altında birleşecektir. Bu daha açık bir ifade ile tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın işgal edilmesi anlamına gelir. "Vaadedilmiş Topraklar ile kastedilen nedir?" sorusunun cevabı ise oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır: Bu topraklar Nil ile Fırat arasında uzanmaktadır. Sina Yarımadası, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün toprakları ve hatta Türkiye'nin de bir kısmını kapsayan bu toprakları ele geçirme fikri ilk bakışta pek rasyonel bulunmayabilir. Ancak Yahudi tarihi ve İsrail Devleti'nin kuruluş süreci düşünüldüğünde bunun hiç de gözardı edilecek bir plan olmadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Nitekim 24 Ağustos 1985 tarihli Ha'aretz gazetesinde, dini çevrelerce yayınlanıp okullara dağıtılan bir bildirgeyi incelediğimizde, İsrail'in gerçek amacı da gözler önüne serilecektir:
Biz burada en uygun yayılma yönteminden söz ediyoruz… Politik açıdan (kuzeyde) ulaşmamız gereken sınır Fırat ve Dicle nehirleridir. Bu Halakha'da (Yahudi kutsal kaynağı) yazılıdır. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir anlaşmazlık olmaz. Tartışılabilecek tek konu, BUNUN NASIL HAYATA GEÇİRİLECEĞİDİR. Ancak dediğimiz gibi, İsrail topraklarının sınırları bellidir, bu konuda tartışlacak hiç bir şey yoktur, hükümler açıktır.
Barış Süreci İsrail İçin Ne İfade Ediyor?
İsrailli yöneticilerin bu vasıfları düşünüldüğünde, barışçı bir tutum içerisinde olmalarını beklemek aslında pek de gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Üstelik 1948'den beri İsrail'in işgal ettiği topraklarda kan, gözyaşı, zulüm ve acı eksik olmamıştır. İsrail Devleti, Muharref Tevrat emirlerinin de bir gereği olarak kurulduğu günden bu yana ırkçı, saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemiştir. Binlerce masum insan öldürülmüş, binlercesi işkenceye maruz kalmış ve pek çoğu da topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır.
Bu durum, bizim Soğuk Savaş döneminin ardından başlayan "Barış Süreci"ni de son derece ihtiyatla karşılamamıza neden olmaktadır. Bilindiği üzere İsrail ile Filistin arasındaki kavganın uzun bir öyküsü vardır. Ortadoğu, yüzyılın başından bu yana Yahudiler ve Araplar arasındaki çatışmalara sahne olmuş, İsrail'in kurulmasıyla birlikte bu çatışmalar büyük savaşlara dönüşmüştür. 1967'ye kadar olan süreç içerisinde Yahudi Devleti ile Arap komşuları arasında 4 büyük savaş ve daimi bir savaş hali yaşanmıştır. 1967'den sonraki dönemde ise Filistin'in kurtuluşu için çalışan örgütlerin de bu mücadele içinde ağırlığı hissedilir olmaya başlamıştır.
Filistin direnişi, 1967'de İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine güçlü bir şekilde ortaya çıktı.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) adı altında farklı grupların birleşmesiyle ortaya çıkan direniş hareketi, özellikle 1970'li yıllarda etkinliğini artırdı. 1980'li yıllara kadar FKÖ Filistin halkının mücadelesinde başrolü oynuyordu. Sol görüşlü olan ve Sovyetlerden ve sosyalist Arap devletlerinden aldığı destekle büyük ölçüde ayakta duran örgüt için 80'lerden sonra İslami hareketin yükselmesi çok şeyi değiştirdi. Özellikle Batı Şeria ve Gazze'de örgütlenen İslami gruplar 1987'de İntifada hareketinin de öncüsü oldular ve hareket bu grupların büyük katkısı ile yürütüldü. 1990'lara gelindiğinde bu hareketler FKÖ ile boy ölçüşecek kadar güçlenmişti. Kuşkusuz bu durum İsrail'in de hedef değiştirmesine, Sovyet blokunun yıkılmasıyla maddi desteğini yitirip güçsüzleşen FKÖ ile değil, yeni bir kimlik altında güçlenen İslami hareketle ilgilenmesine neden oldu.
Bu dönemden itibaren İsrail, iki ayrı hareketle birlikte mücadele etmek yerine stratejik bir değişiklik yapmaya karar verdi. Yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının resmi temsilcisi haline getirmek ve FKÖ kozunu diğer Filistinli akımlara karşı kullanmaktı. Elbette bu durum İsrail'in onlarca yıldır devam ettirdiği savaş politikasına da ara vermesi anlamına geliyordu. İşte bu strateji doğrultusunda 1990'lı yıllar İsrail ile FKÖ'nün barış sürecini başlattıkları yıllar oldu.
"Savaş İçin Barış" Teorisi
Daha güçlü bir hamle yapmak için geri çekilmek, siyaset sanatının ince yöntemlerinden birisidir. İsrail gerektiğinde, sözkonusu bu "stratejik geri çekilme"ye başvurmasını biliyordu. Bunun bir örneği, 1979'da İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David barışından üç yıl sonra yaşanmıştı. İsrail birliklerinin Camp David'i imzalamış olan Menahem Begin'in emriyle 1982 yazında Lübnan'ı işgal etmesiyle, Ortadoğu'da barış süreci masalına inananlar büyük bir şok yaşamışlardı. Sabra ve Şatilla'da gerçekleştirilen katliamlar ise İsrail'in barış sürecinden ne anladığını bir kez daha gözler önüne seriyordu.
İşte 1992'de başlatılan FKÖ ile barış süreci de bir nevi "stratejik geri adım"dı. Bu aslında postmodern bir savaş taktiğinin kamufle edilmesinden başka bir şey değildi. Üstelik, Muharref Tevrat ayetleriyle de son derece mutabık bir taktikti bu:
Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman onu barışa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer barış cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan tüm kavim angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.
Filistinlilere Batı Şeria ve Gazze'nin verilmesini içeren bu ilk barış teklifiyle İsrail Devleti, Filistin direnişini sona erdirmeyi planlamıştı ve bu plan gerçekten bir tuzaktı. Nitekim Oslo görüşmeleri sonucunda FKÖ'nün denetimine bırakılan bu bölge, Filistin topraklarının %2'sini bile bulmuyordu. Bunun ötesinde İslami hareketin önemli bir güce sahip olduğu Gazze Şeridi'nin FKÖ'nün denetimine bırakılmasıyla, bu direniş örgütleri İsrail için sorun olmaktan çıkıyordu. Bu anlaşmadan sonra bu bölgedeki direniş örgütleri ile FKÖ emniyet güçleri doğrudan muhatap olacaktı. Dolayısıyla bu pazarlık İsrail'e bir şey kaybettirmiyor, bilakis çok karlı bir ticaret oluyordu. Üstelik Oslo'yu takip eden anlaşmalarla özellikle Kudüs'ün Yahudileştirilmesi çalışmalarına da kolaylık sağlanıyordu. Zaten Oslo Anlaşması'nın hemen ardından Yahudilerin şehrin çevresinde yeni yerleşim merkezleri inşasına başlamaları da bir tesadüf değildi. Bu gelişmeler her adımı önceden düşünülmüş, ustaca kurgulanmış bir stratejinin işleyişiydi.
Bugüne kadar Ortadoğu'da yaşanan süreç, İsrail'in FKÖ ile yaptığı barış ya da Ürdün'le yaptığı barış veya Suriye ile olan yakınlaşmasının stratejik bir savaş taktiğinden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Nitekim Camp David'de yapılan görüşmelerin neticesiz tamamlanması da bu gerçeğin bir göstergesi olmuştur. Amerikan Başkanı Bill Clinton'ın da belirttiği gibi görüşmeler Kudüs konusunda tıkanıklığa uğramıştır. Bu durum yukarıdaki bilgiler ışığında ve Kudüs'ün Mesih inancındaki yeri göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü bugüne kadar Mesih kehanetlerinin iki büyük adımı (Yahudilerin Filistin'e geri dönmesi ve Kudüs'ün alınması) gerçekleştirilmiş, ancak üçüncü adım için (Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşası) vakit kollanmaktadır.
Ancak bu noktada İsrail Devleti çok önemli bir gerçeği gözardı etmektedir. Kudüs, Yahudiler için olduğu kadar tüm dünya Müslümanları için de kutsal bir mekandır. Müslümanların Kudüs'e bağlılığı bir toprak parçasının sahiplenilmesi veya işgalci bir zihniyetin ürünü değildir. Müslümanların Kudüs'e çok güçlü bir manevi bağlılığı vardır. Bu topraklar, Müslümanların ilk kıblesi olmakla birlikte peygamberler diyarı kutsal yerlerdir. Müslümanların nezdinde sadece Kudüs değil tüm Filistin toprakları son derece değerlidir. Bu bölge ile yapılan her türlü plan ve düzen tüm Müslümanları doğrudan ilgilendirir.
Nitekim Arafat'ın –geçmişte yaptığı hatalara rağmen- Filistin'e döndüğünde kahraman gibi karşılanmasının hatta muhaliflerinin bile desteğini almasının temelinde de Kudüs'den vazgeçmemiş olması vardır. Ehud Barak ve Bill Clinton'ın ısrarlarına ve hatta isteklerinin gerçekçi bile bulunulmamasına rağmen, Arafat'ın "Kudüs'ü verecek bir Müslüman henüz doğmamıştır" çıkışı tüm Filistin'de takdirle karşılanmıştır. Elbette başlatılan barış sürecinin olabilecek en güzel şekilde neticelenmesi herkesin ortak temennisidir. Ancak dökülen bunca gözyaşı, yaşanan bunca zulüm ve sömürünün ardından hak edilenin alınması da herkesin ortak talebi olmalıdır.
Ehud Barak'ın Ziyaretinin Sebebi "Su" Mu, "İhaleler" Mi?Eylül 2000
İsrail Başbakanı Ehud Barak'ın 28 Ağustos'ta Türkiye'yi ansızın ziyaret etmesi birçok soruyu da beraberinde getirdi. Bu ani ziyaretin sebebi ile ilgili gazetelerde türlü tartışmalar yapıldı ve herkes bu ziyareti farklı nedenlere yordu. Peki bu ziyaretin gerçek nedeni neydi? Acaba bu ziyaretin İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Eminzade'nin ziyareti ile bir ilgisi var mıydı? Eminzade ziyaretinde Ankara ile Tahran arasındaki güvenlik işbirliğinin geliştirilmesine hiç bir şeyin engel olamayacağını söylemişti. Ayrıca Türkiye'nin İran'dan 3 milyar metreküplük doğalgaz alması ve iki ülke arasındaki ticaret hacminin 2001 itibariyle 1.5 milyar dolara çıkmasının da İsrail'de büyük rahatsızlık yarattığı söyleniyordu. Acaba bu yakınlaşma Barak'ın ziyaretinde bir rol oynamış olabilir miydi? Son zamanlarda askeri ihalelerde İsrail açısından yaşanan olumsuz gelişmeler ya da GAP ile ilgili bilinmeyen projeler Barak'ın bu ziyaretinin nedeni olabilir miydi? Yoksa başbakanlık koltuğuna oturduğu 15 aydan bu yana aynı zamanda savunma bakanlığını da yürüten Barak, kaybedilen ihalelerin hesabını mı sormaya gelmişti? Belki de sebep, bu maddelerin hepsini içinde barındırıyordu. Ama bu yazıda öncelikli olarak inceleyeceğimiz konu, ziyaret nedenleri arasında sayılan "su konusu", yani başka bir ifadeyle İsrail'in GAP'a olan özel ilgisi…
İsrail'in "Gayri Meşru" Su Politikası
Su ihtiyacı İsrail'in dış politikası üzerinde çok büyük bir etkiye sahip, çünkü Yahudi Devleti, çok ciddi bir su krizi ile karşı karşıya. Zaten kurak bir coğrafya olan Filistin, İsrail'in Diaspora'dan getirdiği dört milyon Yahudi'nin su ihtiyacını karşılamak için son derece yetersiz bir bölge. İşgal altındaki topraklarda yaşayan 2 milyon Arap da ?İsrail her ne kadar onlara kendi Yahudi yurttaşlarına verdiğinin beşte biri kadar su verse de- ciddi bir su ihtiyacı oluşturmakta.
Dahası, bilindiği gibi Siyonist rüya tüm Diaspora Yahudilerini İsrail'e getirmeyi öngörmektedir ki, bu hedefe doğru atılan her adım İsrail'in su krizini daha da derinleştirmektedir. Dolayısıyla İsrail, hele bir de ülkeye yeni gelecek Yahudi göçmenler düşünülürse, mutlaka ve mutlaka yeni su kaynakları bulmak zorundadır. Hayfa Üniversitesi'nden Arnold Soffa'ya göre, İsrail, su açısından ciddi bir felaketin eşiğine gelmiş durumda. Suda, 2000 yılında %30'luk bir azalma bekleniyor. Kıyılar sığ ve topraklar gittikçe tuzlanıyor. İsrail'in su ihtiyacının önemli bir bölümünü sağlayan Kinneret Gölü'ndeki su seviyesi kritik bir düzeye erişmiş halde. %60'ı çöl olan ve su kaynakları sınırlı olan İsrail, susuzluk içinde kıvranıyor. Devlet yetkilileri ise bu konuda sürekli açıklamalar yapıyor ve halkı suyu tasarruflu kullanmaya davet ediyor.
İsrail bu su krizini aşabilmek için şimdiye kadar çoğu uluslararası hukuka göre illegal olan çeşitli projeler geliştirdi. Sürekli artan nüfusuna su sağlamak için; Ürdün (Şeria) ırmağı, Celile Denizi ve Yarmuk ırmağından boru hatları ağıyla Tel-Aviv'e su pompalıyor. İşgal altındaki Batı Şeria'nın hemen altında yer alan ve yağmur sularıyla beslenen su katmanları da İsrail'in elinde. Bu arada, Arap kuyularının kullanımını da kapsayan bazı düzenlemeler, Batı Şeria'daki Filistinlilere giden su akışını kısıtlıyor ve su Yahudiler'e aktarılıyor. İşgal altındaki Golan Tepeleri'nin suyu da hukuksuz bir şekilde İsrail'e akıyor. Tüm bunlara rağmen Yahudi Devleti'nin su ihtiyacı bitmiyor.
Ama tüm bu "su gasp"larına rağmen, su kaynakları giderek azalırken, İsrail'in nüfusu artıyor. Bu gidiş, "Vaadedilmiş Topraklar"ın birkaç on yıl içinde "Vaadedilmiş Çöller"e dönüşebileceğini gösteriyor. İsrail topraklarının yarısından fazlası zaten çöl, giderek yaklaşan kuraklık kalan yarıyı da tehdit ediyor. Yahudi Devleti'nin siyasi bekasını sağlamak için çok kapsamlı bir strateji yürüttüğünü biliyoruz. Peki İsrail su ihtiyacını karşılamak için neler planlıyor?
İsrail'in Gözü GAP'ta
İsrail'in su sorununu çözmek için yaptığı plan ilk başta meşru ve rasyonel tedbirleri içeriyor: İsrail suyu daha da tutumlu kullanmak, arıtma yöntemlerini geliştirmek için çalışıyor. Teknolojiyi kullanarak farklı yöntemlerle su elde etmenin, tarımı daha az su ile yapabilmenin yöntemlerini arıyor. Bunun yanında, ulaşabildiği kaynaklardan su satın almayı düşünüyor, örneğin Türkiye'nin Manavgat suyuna talip oluyor. Ancak tüm bu meşru yollar İsrail için kesinlikle yeterli değil. Bu nedenle İsrail, gasp ettiği Filistin, Ürdün, Suriye ve Lübnan toprakları üzerindeki denetimini korumaya kararlı. Ancak bunlar bile uzun vadede yeterli görünmüyor. Bu yüzden İsrail, yeni su gasplarının planlarını yapıyor. Bu gayrımeşru çözüm -yani su gaspının sürdürülmesi ve yeni gasp planları- ise, ister istemez Ortadoğu'nun siyasi atmosferini etkiliyor. İsrail'in sularını çaldığı ülke ve halklar da su krizi içinde oldukları için, her an için bir savaş gündemde tutuluyor.
İsrail'in su planlarından biri ise bizi oldukça yakından ilgilendiriyor. İsrail Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)'a olan ilgisini artık açıkça ifade ediyor. Bilindiği gibi İsrail'in bu yöndeki beklentileri ve çalışmaları yıllardır devam ediyor. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi İsrail ve işgal altındaki topraklarda kişi başına düşen su miktarı gittikçe azalıyor. Libya ve Suudi Arabistan kendi yeraltı kaynaklarını kullanırken, Suriye ve Irak gelecek için endişeli.
İsrail'in su politikasının bir bölümünü Nil nehri oluşturuyor. Ortaya çıkan sonuç ise, Yahudi Devleti'nin "Vaadedilmiş Topraklar"ın güneybatı sınırını oluşturan Nil nehri üzerinde hak iddiasında bulunduğunu, bu nehrin sularına ya Mısır üzerinde baskı uygulayarak ya da Mısır topraklarını işgal ederek ulaşmak istediğini göstermektedir.
Ancak Nil, belirttiğimiz üzere "Vaadedilmiş Topraklar"ın yalnızca güneybatı sınırını oluşturmaktadır. Bu haritanın kuzeydoğu sınırı, Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren Fırat nehri tarafından çizilir. İsrail'in Fırat'a olan ilgisine baktığımızda ise, Nil'dekine benzer bir durumla karşılaşmak mümkündür.
İsrail'in Nil'in musluğunu kontrol etmek için Etiyopya ile bir tür ittifak kurduğu ve Etiyopya'nın baraj inşa projelerine destek olduğu biliniyor. Benzer bir strateji, İsrail'in, Fırat'ın musluğunu elinde bulunduran Türkiye'ye yakınlaşmasında ve özellikle de Türkiye'nin Fırat üzerindeki denetimini artıracak olan GAP projesine gösterdiği ilgide ortaya çıkmaktadır.
İsrail GAPİle Uzun Süredir İlgileniyor
Bu projenin bölge ülkelerinin baskıları nedeniyle Dünya Bankası tarafından finanse edilmeyişi, İsrail'in çeşitli finansman ve teknoloji aktarımı teklifleri ile Türkiye'nin önüne çıkmasını sağladı. İsrail GAP'a ilgisini bölgede arazi alımlarıyla göstermiş, tarımsal işbirliği adı altında birçok İsrailli uzman bölgeyi ziyaret etmişti. Arazi alımları ise hala son hızla devam ediyor ve İsrail'in bu bölgeye yönelik uzun vaadeli planları adım adım ilerliyor. Tarımsal işbirliğinin üzerinde ısrarla duran İsrailli uzmanlar, 90'lı yılların başında Türk Tarım Bakanlığı'nda bir "İsrail masası" olması talebinde bile bulunmuşlardı.
İsrailliler GAP'la ilgili bütün gelişmelere açık olduklarını 1993 yılında Gaziantep Ticaret Odası'nı ziyaretlerinde de belirtmişlerdi. 20 kişilik İsrailli grup GAP'la ilgili bu ziyaretlerinden çok olumlu sonuçlar aldıklarını da söylemişlerdi. İsrail daha sonra kendi Tarım Bakanlığı'nda GAP'ın ön fizibilite çalışmaları için 300 bin dolar tahsis ettiğini bildirdi. Ayrıca Türkiye'deki devlet çiftliklerinin özelleştirmesi çalışmalarında, İsrail Tarım Bakanlığı yine işbirliği önerdi. Milliyet, 13 Haziran 1995 tarihli "GAP'a Uluslararası İlgi Artıyor" başlıklı haberinde İsrail'in GAP'a yaptığı yatırımları konu edinmişti. Bu dönemde İsrailli finans şirketleri GAP'a kredi sağlama yarışına girerken, zirai firmaları bölgede incelemelerde bulunmaya başladılar. Bu dönemden sonra görüşmelerin sayısı hızla arttı. Ağustos 96'da ise İsrail Tarım Bakanlığı GAP bölgesinde arazi alımı için başvuruda bulundu. İsrail'in projeye ortak olabilme çabaları, Türkiye-İsrail ikili görüşmelerinin halen önemli bir gündem maddesini oluşturuyor.
İsrail'in eski Ankara Büyükelçisi David Grant de İsrail'in tarımsal işbirliğine hazır olduğunu belirtiyor, İsrail'in sulama ve deniz suyunu kullanılır hale getirme teknolojisindeki üstünlüğü sayesinde "GAP için ideal bir ortak" olabileceğini söylüyor ve ekliyordu: "GAP gibi bilinçli bir bölgesel planlamayı öngören, yöre halkına refah getirecek bir projeye tam destek veriyoruz."
İsrail'in bir sonraki Büyükelçisi Zvi Elpeleg de GAP hayranlarındandı. "İsrail'in suya ihtiyacı olduğunu, Türkiye'nin ise su açısından şanslı bir ülke olduğunu" belirten Elpeleg "gelişmiş bir sulama sisteminin kurulması ve bunun tarımda kullanılması durumunda GAP bölgesinin California olacağını" da öne sürmüştü. Türkiye ziyareti sırasında GAP projesini yerinde gören Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann'ın da projeye İsrail'in katılımını önermişti. Basındaki haberlere göre, "Fırat Nehri üzerine 21 adet baraj yapımını öngören bu entegre tarım-sanayi projesi, Weizmann'ı çok etkilemiş"ti.
Öte yandan, "Mossad hesabına çalışan iş adamı" olarak tanınan Shaul Eisenberg de GAP'a yatırım yapmaya hazırlanıyordu. Eisenberg'in varlığı ile gündeme gelen "Mossad bağlantısı", İsrail'in "tarımsal işbirliği" kavramı ile daha da güçleniyordu. Çünkü "tarımsal işbirliği" görüntüsü, Mossad'ın üçüncü ülkelerle kurduğu bağlantıların kamuflajı olmuştu her zaman. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky, "Mossad, diğer bütün Afrika ülkelerinde olduğu gibi Güney Afrika'ya da askeri danışmanlar, tarım uzmanları ya da diplomat görüntüsü altında ajanlarını yerleştirdi" diye yazarken buna dikkat çekiyordu.
Bu durumda, İsrail'in Türkiye'ye önerdiği "tarımsal işbirliği" teklifi hakkında da ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Bu işbirliği çerçevesinde gönderilecek "tarım uzmanları"nın gerçek misyonları çok daha farklı olabilirdi çünkü. İsrailliller, Latin Amerika'daki terörist grupları ya da uyuşturucu baronlarını desteklerken de "tarımsal işbirliği" yaptıklarını söylemişlerdi. Aynısının Güneydoğu'da da yaşanması muhtemeldi. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu'nun Güneydoğu'daki gizli ajan trafiğinin yoğunlaştığına dikkat çekmesi ve Güneydoğu'yu çok sayıda İsrailli "turist"in ziyaret etmesi, ister istemez rahatsızlık yaratıyordu.
Peki GAP'ın nesi İsraillileri bu kadar cezbediyordu? Ekonomik çıkarların dışında, GAP'a gösterilen bu İsrail ve Mossad ilgisinin ne gibi bir stratejik anlamı olabilirdi?
Bu stratejik anlamı görmek, özellikle Nil'deki durum hatırlandığında, zor değildir. İsrail, nasıl Etiyopya'yı Nil sularını kontrol etmek için bir "musluk" olarak gördüyse, Fırat sularını kontrol etmek için de Türkiye'ye ve GAP projesine yanaşmaktadır. Fırat'ın aşağısındaki ülkelerle, yani önce Suriye sonra da Irak'la muhtemel bir çatışmaya girdiğinde, Türkiye'yi kendi safına çekerek bu ülkelere giden suyun musluğunu kısmayı planlamaktadır.
Kısacası İsrail, Türkiye'yi bu kez bir "su kartı" olarak tasarlamaktadır. İsrail'in su konusundaki gerginliği artırıcı yönde izlediği politikalar da bu amaca yöneliktir. Yahudi Devleti, hem su konusunda hem de siyasi konularda bölgedeki en "revizyonist" devlet olarak, Türkiye'nin komşularıyla arasındaki su krizinin mümkün olduğunca büyümesini ve böylece bir "su kartı"nın daima gündemde olmasını istemektedir.
Türkiye'nin "olsun, İsrail Suriye'ye karşı bizim yanımızdaymış demek" gibi bir mantığa kapılması ise -ki bu mantığın müzmin İsrailseverler tarafından pompalanacağına kuşku yoktur- büyük bir yanlış olacaktır. Çünkü unutulmamalıdır ki, İsrail başka diğer pek çok konuda olduğu gibi, su konusunda da ikili oynamaktadır.
Üstte sözünü ettiğimiz senaryo, bu ikili oyunun ilk yüzüdür: Suriye İsrail'le çatışmaya yöneldiğinde Türkiye suyun musluğunu kapatması yönünde zorlanacaktır İsrail tarafından.
Ancak bir de ikinci yüz vardır: Eğer Suriye ile İsrail bir anlaşmaya varırlarsa, bu kez İsrail Türkiye'yi Suriye'ye daha fazla su vermeye zorlayacaktır. Çünkü muhtemel bir Suriye-İsrail barışı, Suriye'nin Golan sularını İsrail'e bırakması, buna karşılık da Türkiye'nin Suriye'ye daha fazla su akıtması formülüne dayanmaktadır. Bu arada Türkiye'nin aşağı ülkelerle suyu "paylaşmasını" öngören "uluslararası sular" tezinin en çok İsrail tarafından desteklendiğini de unutmamak gerekir. Şimon Peres, "Jean Jacques Rousseau gibi, suyun bir insana ya da ülkeye değil, tüm insanlığa ait olduğunu söyleyebiliriz. Ortadoğu'daki su bölgeye ve çevre alanlarına aittir" derken bunu en açık biçimde ifade etmiştir.
Bu tablonun ortaya koyduğu sonuç, İsrail'in Fırat üzerindeki supolitiğinin Türkiye açısından son derece büyük riskleri içinde barındırdığıdır. Türkiye, İsrail'in GAP'a gösterdiği aşırı ilgiyi bu nedenle ihtiyatla karşılamalıdır. Hele bu GAP ilgisinin bir de Güneydoğu sorunuyla çok büyük ilişkiler içermesi, İsrail'in muhtemel bir Kürt Devleti'nin yegane stratejik destekçisi olduğu düşünüldüğünde, ciddi alarm sinyalleri içermektedir. (Ayrıntılı bilgi için Bkz. İsrail'in Kürt Kartı, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Barak Gerçekten "GAP'ı Kaptı" mı?
Yukarıda da ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi İsrail'in GAP'a olan ilgisi çok eski tarihlerden beri gelmektedir ve projenin son yıllarda hız kazanması bu ilgiyi daha da artırmıştır. Bu nedenle son yıllarda gerek Türkiye'de yaşayan musevi işadamlarının gerekse İsrailli işadamlarının bölgeye çok yoğun bir ilgisi gözlemlenmektedir. Güneydoğu'daki yatırımlarda yoğun bir "İsrail izi" göze çarpmaktadır. Güneydoğu bölgesinde arsa satışları çok büyük bir hız kazanmış, musevi işadamlarının projeleri adeta yeni bir şehir kurma hedeflerini içerir olmuştur. Son zamanlarda bu yönde çok fazla haberler gazetelere yansımış, siyasi gözlemciler gerek bölge ülkelerinin gerekse dünya siyasi çevrelerinin dikkatinin GAP üzerinde olduğunun altını çizer olmuşlardır. Ehud Barak'ın ziyaretinin ardından da gazetelerde bu yönde haberler çıkmıştır. Bu haberlerden en ilginci ise Milliyet gazetesinde çıkan "Barak GAP'ı kaptı" şeklindeki haberdir.
Bu haberde İsrail'in GAP'a olan ilgisi bu kez sadece İslami duyarlılığı olan basın kuruluşlarının değil, tüm yazılı basının ilgisini çekmiş ve haberlere taşınmıştı. 31 Ağustos 2000 tarihli Milliyet gazetesindeki haberde İsrail Başbakanı Ehud Barak'ın 1 milyon dolar tutarındaki 6 sulama ve tarım projesinin İsrail'e verileceği yönünde güvence aldığı bildiriliyordu. Bu projeler ihale açılmadan, doğrudan görüşme yoluyla İsrailli firmalara verilecekti. İşte Barak'ın ziyaretindeki bu önemli gelişme, İsrail'in GAP'a olan yakın ilgisine ve GAP ile ilgili her yeni projenin yakından izlendiğine işaret ediyordu. Genelde kapalı kapılar ardında yapılan bu görüşmelerin gerçek sonuçları ise ancak önümüzdeki aylarda, ihaleler gerçekleştikçe ve GAP ile ilgili yatırımlar hayata geçirildikçe ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak, bölgede su bakımından zengin olan Türkiye, ilerleyen günlerde bunun stratejik üstünlüğünü daha da net bir şekilde görecektir. Barak'ın ziyaretinin altında pek çok nedenin yatması muhtemeldir, ancak önemli olan GAP'ın Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici faktör olarak her zaman için büyük önem taşıyacağıdır. İsrail eski Büyükelçisi Zvi Elpeleg'in 1995 yılında söylediği "Türkiye'de su da bol, toprak da, ancak bizde her ikisi de yok" şeklindeki sözler, Yahudi Devleti'nin gerçek niyetinin bir ifadesidir: İsrail'in Türkiye'nin hem suyu hem de toprağı üzerinde kısa ve uzun vaadeli planları vardır.