3. Bölüm Kafkasya ve Balkanlar
Batı, 'Ortodoks' Cephesini Neden Kolluyor? Mayıs 1994
Dünyanın bir "medeniyetler çatışması"na doğru sürüklendiğine yönelik kehanetlerin yapıldığı şu içinde bulunduğumuz dönemde, son birkaç yıldır dikkat çeken bir gelişme var. İslam dünyasının yanıbaşındaki bir "medeniyet", hırçınlaşmaya, saldırganlaşmaya ve düşmanlaşmaya başlıyor. Rusya, Sırbistan, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkeler, sıkça kullanılan deyimle bir "Ortodoks Cephesi" kurma yolunda hızla ilerliyorlar. Cephe'nin kendine seçtiği bir numaralı düşman ise, Sırbistan ve Ermenistan örneklerinde açıkça gördüğümüz gibi, İslam ve Müslümanlar.
Böyle bir oluşumun varlığını artık bilmeyen ve kabul etmeyen kalmamıştır. Zaten "Cephe"nin önde gelen sözcüleri de, sıkça yayılmacı ve saldırgan amaçlarını açıkça dile getirmekte, İslam'ı da en büyük düşman olarak gördüklerini ilan etmektedirler. Sırpların, ünlü "od yadrana do İrana neçe biti Muslimana" (Adriyatik'ten İran'a Müslüman kalmayacak) sloganı, Ortodoks Cephesi'nin hedefinin, en özlü ve açık ve ifadesidir.
Dolayısıyla, "Ortodoks Cephesi"nin Müslümanlara bakış açısı konusunda tartışılacak bir şey yoktur; Cephe'nin çizgisi bellidir.
Ama asıl üzerinde durulması gereken nokta, sanırız, Batı'nın Cephe ile olan ilişkisidir. Burada bu ilişki hakkındaki bazı önemli noktalara değinmeye çalışacağız. Özellikle de, Batı'nın, Cephe'nin tartışmasız lideri ve en önemli gücü konumundaki Rusya ile olan ilişkilerine...
Batı'nın, özellikle de Amerika'nın Rusya politikası, son dönemlerde Türkiye'de de endişe ile izleniyor. Bazı siyasi gözlemciler, ABD'nin Rusya'ya karşı gereksiz bir müsamaha gösterdiğini söylüyorlar. Sırf Yeltsin'i -yani kapitalizmi ve dolayısıyla kendi ekonomik çıkarlarını- korumak amacıyla, Rusya'nın yayılmacı amaçlarına prim verdiğini belirtiyorlar. Amerika'nın ekonomik çıkarlarını düşünürken, gittikçe gelişen siyasi tehlikeyi görmediğini öne sürüp, Amerikalı stratejistleri "basiretsizlik"le suçluyorlar.
Acaba resmi çevrelerde de yaygın olan bu bakış açısı doğru mu? Amerika, "basiretsizlik" yaptığı, Rus yayılmacılığının tehlikesini tam olarak kavrayamadığı için mi böyle davranıyor?
Yoksa, acaba bu yorumları yapanlar mı, Amerika'nın ne yapmaya çalıştığını kavrayamamış durumdalar?...
Batı ve "Ortodoks Kartı"
Öncelikle, Amerikalı stratejistlerin "basiretsizlik" içinde oldukları iddiası pek inandırıcı gözükmemektedir. Amerikan politika üretme sistemi o denli gelişmiştir ki, bizim siyasi gözlemcilerimizin gördüğü "tehlike"nin, Amerikalıların gözünden kaçtığını düşünmek, kuşkusuz büyük bir saflık olacaktır.
Görünen, ABD'nin Rus yayılmacılığını bilinçli bir biçimde desteklediğidir. Bunun en basit ve açık bir ifadesi olarak, Clinton'ın Ocak ayında Moskova'ya yaptığı bir ziyaret sonrasında, bir gazetecinin Rus yayılmacılığı ile ilgili sorusuna verdiği cevap gösterilebilir. ABD Başkanı, "Rus emperyalizmi" ile ilgili soruyu, "Rusya'nın da kendi bölgesinde bir tür Monroe Doktrini uygulamasına anlayışla bakmak gerekir" diye cevaplamıştır.1
Bilindiği gibi, Monroe Doktrini, Güney Amerika'nın ABD'nin koruması (hakimiyeti) altına alınmasını öngörüyordu. Clinton'ın Rusya'ya da bir "Monroe Doktirini" hediye etmesinin tek açıklaması ise, ABD'nin; Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar gibi bölgelerin, Rus (Ortodoks) koruması, yani hakimiyeti altına girmesini istediğidir.
Amerika'nın bölgede kendisine müttefik olarak Rusya'yı seçtiği pek çok gelişmeden anlaşılmaktadır. ABD'nin "21. yüzyılın en stratejik konularından biri" sayılan Kazakistan petrollerinin, Türkiye yerine Rusya üzerinden taşınmasını sağlaması, Rusya'nın AKKA anlaşmasını delerek silah artırımına gitmesine ses çıkarmaması bunun en açık örnekleridir. Batı'nın, yalnızca Rusya'yı desteklemekle kalmayıp, daha geniş bir biçimde "Ortodoks Kartı"nı oynadığının diğer örnekleri, Sırp ve Ermeni terörüne örtülü destek verilmesinde, Kıbrıs'ta Rum tarafının açıkça tutulmasında, ve de en son olarak Patrikhane'ye arka çıkılmasında görülebilir.
Peki Amerika'nın, Rusya'ya ve Ortodoks Cephesi'ne arka çıkmaktaki hesabı nedir?...
Kissinger Politikaları...
Amerika'nın bu konudaki hesabının ne olduğu, çok önemli bir isim olduğu kuşku götürmeyen Henry Kissinger'ın bundan iki yıl önceki bir açıklamasından anlaşılabilir. Dışişleri eski bakanı Kissinger, bilindiği gibi, Amerikan politikasının en güçlü isimlerinden biridir ve aktif politika içinde olmasa da, büyük nüfuzu, "think-tank"lerdeki belirgin etkisi ve hükümetteki "adamları" sayesinde hala çok önemli bir güce sahiptir.
Kissinger'ın, ABD'nin Rusya politikasıyla ilgili yorumu ise, "anti-İslam" çizgiler içermektedir. Kissinger'ın açıklamasıyla ilgili gazete haberi şöyledir:
"Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonu'nun çıkarlarının uyuştuğunu ileri süren Kissinger, Orta Asya'da İslami radikalizmin yayılması halinde bunun Ortadoğu'yu da etkileyeceğini söyledi. Kissinger, İslami radikalizmin 'en şiddetli biçimde' Rus çıkarlarına da aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington'ın Moskova ile işbirliği yapabileceğini söyledi."2
Yani Kissinger, Rusya'yı bölgede ABD'nin müttefiki olarak görmekte, "ortak düşman" olarak da İslam'ı belirlemektedir.
Kissinger'ın sözünü ettiği bu ittifakın gerçekten oluşturulduğunu, Rusya tarafından gelen açıklamalar da doğrulamaktadır. Yeltsin'in danışmanı Andranik Migranyan, Nezvisiyama Gazeta'da 18 Ocak 94'te yayınlanan "Rusya ve Yakın Sınır Ötesi" başlıklı makalesinde, Rusya'nın kendisine biçilen "anti-İslam" misyonu yerine getirmeye hazır olduğunu duyurmaktadır:
... Milli ve dini bağnazlık çizgisinde bulunan ve otoriter devlet yönetimleri benimseyen Türkiye ve İran, Kafkasya'daki Hıristiyan halklar şöyle dursun, Müslüman halklara bile asgari haklar sağlayamazlar... Laik ve bölgesel federasyon ilkelerine göre kurulacak halk ve din gruplarını koruyabilecek yegane devlet Rusya'dır....... Kafkasya'nın (BDT'den) kopması, İslam hegemonyasının Orta Asya ve Kazakistan'a kolayca girmesine ve Müslümanların yaşadığı Rusya'nın iç bölgelerine ulaşmasına yol açabilir. Bu nedenle Rusya'nın Transkafkasya'da aktif politika izlemesi ve bütün bu bölgenin BDT'nin jeopolitik alanıyla bütünleşmesinin sağlanması, Rusya'nın güvenlik ve istikrarı için öncelikli önem taşımaktadır.3
Anlaşılan Kissinger politikaları, ABD yönetiminde kabul görmüş ve Rusya, "İslam tehlikesi"ne karşı bölgede partner olarak seçilmiştir. Rusya ise bu işbirliğine çoktan razıdır. Aynı işbirliği kuşkusuz bölgede Rusya eksenindeki diğer Ortodoks ülkeler için de geçerlidir. Sırpların, "biz zaten Avrupa'nın çıkarına göre hareket ediyor, Avrupa'yı İslam tehlikesinden koruyoruz" şeklindeki sözleri, kuşkusuz ne bir abartma, ne de bir çarpıtmadır.
Ortodoks Cephesi ile İslam'a karşı işbirliği yapma fikrinin mimarı olan Kissinger ve ekibinin, Amerika'da Sırpların en büyük destekçilerinden olması, hatta bu nedenle Kissinger ile Eagleburger ve Scowcroft gibi "sağ kol"larının, Washington kulislerinde "Belgrad Mafyası" olarak anılması da elbette bir rastlantı değildir.4
Kissinger ve ekibinin, Ortodoks Cephesi'ne kol-kanat germesinin bir başka örneği ise, "Belgrad Mafyası"nın, bir de "Atina Mafyası"na dönüşmekte olmasıdır. Bunun en açık örneği, Yunan lobisinin İngiliz The Guardian gazetesinin 11 Aralık 1992 tarihli sayısında yayınladığı tam sayfa "açık mektup"ta görülmektedir. "Avrupa Topluluğu'nun Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine" diye başlayan mektupta, Yunan lobisi, paranoid saplantısı haline gelmiş olan "Makedonya'nın Makedonya ismiyle tanınmaması gerektiği, bunun Yunanistan'a ait bir ad olduğu" tezini savunmaktadır. Mektupta, bu konuda çeşitli sözde gerekçeler sayıldıktan sonra, önemli bir isimden, Henry Kissinger'dan şu alıntı yapılmaktadır: "Yunanlıların bu ismin (Makedonya) kullanılmasına karşı çıkması bence yerden göğe haklıdır. Neden mi?... Çünkü ben tarihi biliyorum ve tarih bunu söylüyor."
Kısacası, Batı'nın Ortodoks Cephesi'ne destek olmasının ardında, önemli bir Kissinger politikaları faktörü yatmaktadır.
Yahudi Lobisi Faktörü
Ortodoks Cephe'siyle yakınlaşma politikasının ön safında Kissinger'ın bulunması, doğal olarak akla Yahudi lobisi faktörünü getiriyor. Çünkü kendisi de bir Alman Yahudisi olan Kissinger, her zaman için İsrail çizgisine yakınlığıyla tanınan bir kişi.5 Zaten genel olarak, Washington'da -tam da Kur'an'ın, Müslümanların en büyük düşman olarak "Yahudiler ve müşrikler"i bulacaklarını bildiren ezeli hükmüne (Maide Suresi, 82) uygun olarak-İslam dünyasına karşı en "şahin" grup Yahudi lobisi olduğundan, ister istemez akla bu ihtimal geliyor. İsrail ve Yahudi lobisinin, Hindistan, Çin, Singapur gibi anti-İslam güçleri desteklemesi, bu "şahin/saldırgan" politikanın örnekleri arasında sayılabilir.
Olayın ardında Yahudi lobisi faktörünün var olduğunu gösteren en önemli belirtiler ise, Ortodoks Cephesi'nin ve bu Cephe'nin liderlerinin kurmuş olduğu bazı ilginç bağlantılardır.
Ortodoks Cephesi'nin Yahudi lobisi ve İsrail bağlantılarının en büyük işareti, kuşkusuz Sırbistan örneğinde görülmektedir. Yahudi lobilerinin ve İsrail'in, Sırp liderler ve Sırp milisleri Çetnikler'le ittifak içinde oldukları—bu bağlantıyı gizlemek için yaptıkları tüm propagandaya rağmen—artık "çuvala sığmamaktadır". Kissinger aracılığıyla kurulan Sırbistan-İsrail bağlantıları, İsrail'de eğitilen ve aralarından zalimliği ile ünlü Arkan grubunun da bulunduğu 3 bin Çetnik, ya da Miloseviç yönetiminin büyük desteğini alan ve Sırbistan lehine Batı'da lobi yapan Sırp-İsrail Dostluk Derneği, Balkanlar'da çok stratejik bir işbirliği uygulandığını göstermektedir. Miloseviç'i ve Çetnikleri finanse eden iki büyük Yugoslav bankasının da -Yugoskandic Bank ve Dafiment Bank- İsrail bağlantılı ve Yahudi sermayeli olduğunu, Sırp milislerin İsrail yapımı silahlar ve zehirli gazlar kullandığını da hatırladığımızda, Müslümanlara uygulanan vahşetin kökeni daha iyi anlaşılmaktadır. Boşnakları, Sırpların değil, "İzzetbegoviç'in emrindeki köktendincilerin" öldürdüğü şeklindeki iğrenç iftiraların, Mossad ajanı Yossef Bodansky tarafından üretilip-yayılması da bir başka göstergedir.6
Bunun yanısıra, "Ortodoks Cephe"sinin ardındaki Yahudi lobisi faktörünü araştırırken, bakılması gereken en önemli yer kuşkusuz Rusya'dır.
Rusya ve Yahudiler...
Cephe'nin lideri olan Rusya'yla, İsrail ve Yahudi lobisi arasındaki örtülü ilişkiler ise oldukça ilginç.
Özellikle sosyalist ekonominin terkedilip, kapitalist sisteme geçilmeye başlanmasıyla birlikte, Rusya'daki Yahudi cemaati, ülke içindeki güç ve etkisini artırdı. Amerika ve İsrail'den sonra dünyadaki en büyük Yahudi nüfusunu oluşturan cemaat, İsrail'in Moskova temsilcisi Arye Levin'in deyimiyle "Moskova sosyetesinin kremasını" oluşturuyor.7 Cemaat'le yakın ilişkiler geliştiren Rus liderlerinin ilki ise Gorbaçov olmuştu. Gorbaçov, 1989'da Moskova'da bir B'nai B'rith locasının (uluslararası Siyonist örgüt) açılmasına öncülük etmiş, üstüne üstlük aynı dönemde Amerikan Yahudilerinin en önde gelen isimlerinden Kissinger ve Rockefeller ile yakın ilişkiler kurmuştu. Yahudi sermayesinin hakim olduğu ünlü ekonomik lobi örgütü Trilateral Komisyonu'nun da toplantılarına katılmıştı.8
Gorbaçov'un Yahudilerle bağlantısı, görevden ayrıldıktan sonra daha açık hale gelmişti. 92 Haziran'ında İsrail'e dört günlük bir ziyaret yapan eski Sovyet lideri, "Yahudilerin gerçek dostu" olarak ağırlanmış, Türk Yahudilerinin yayın organı olan Şalom gazetesinin verdiği habere göre, "Yahudi devletini kuranları saygıyla anmış ve Golan tepelerindeki Yahudi yerleşim merkezlerinin İsrail için vazgeçilmez olduğunu" vurgulamıştı.9 İzak Rabin'i Hz. Musa'ya benzeten ve Kutsal takke "kipa"yı giyip Ağlama Duvarı'nı ziyaret eden Gorbaçov, 93'ün Ocak ayında da Latin Amerika Yahudi Kongresi lideri Haham Henry Sobel'den Tevrat rolesi hediyesi almıştı.10
Gorbaçov'un İsrail ve Yahudi lobisiyle bu denli içli-dışlı olmasının ardında, SSCB liderinin, İsrail'in yıllardır en çok üzerinde durduğu konulardan biri olan Sovyet Yahudilerinin İsrail'e göçü konusunda büyük kolaylıklar sağlaması sayılabilir. Bunun yanısıra, Orta Asya'da İslam'ın yayılmaması için her türlü gayreti gösteren, ve "ateizm propagandasını hızlandırın" emrini 11 veren SSCB liderinin, Kissinger politikalarına ve daha o dönemlerde de bölgeye "açılma" hesapları yapan İsrail'e çokça yaradığına kuşku yoktur.
Yeltsin, Jirinovski ve Rus Yahudileri...
Gorbaçov'u izleyen dönemde de Rus politikasının zirvesindeki "Yahudi bağlantısı" kesilmedi. Rusya'yı "kapitalist" yapmaya söz veren ve bu misyonu sayesinde tüm anti-demokratik uygulamalarına rağmen Batı'nın desteğini arkasında bulan Yeltsin, bir de "Yahudi lobisi"nin desteğine sahipti. Rus liderinin önderlik ettiği "Demokratik Rusya" hareketinin en büyük finansörü, ülkedeki en zengin kişilerden ve Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerinden Mr. Borovoi idi.12 Yetsin'in Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev'in de Yahudi asıllı olduğu biliniyordu.13 Üstüne üstlük, Yeltsin, ekonominin tepesine de ülkesindeki Yahudi cemaatinden isimler atıyordu. İngiltere'deki Yahudi cemaatinin yayınladığı haftalık Jewish Chronicle gazetesi, konuyla ilgili şu bilgileri veriyor:
... Moskova'nın yeni finans lideri Yegeny Kissin'in, Rus Döviz Bankası'nın başkanlığına getirilmesi, ülkenin ekonomik ve politik yeniden yapılanmasında Yahudilerin öncü bir rol oynamaya başlamasının en son örneği... Bu arada bir başka Yahudi, Lev Wemberg, ülkenin önde gelen işadamlarından biri olma pozisyonunu daha da güçlendirerek, Rus Üreticiler Birliği'ne başkan seçildi. Hem Wemberg hem de bir başka önemli Yahudi işadamı olan Konstantin Bozovay, Başkan Yeltsin'in ekonomik danışmanları olarak da görev yapıyorlar. Bunun yanısıra, Demokratik Parti lideri ve Moskova Valisi başyardımcısı olan İlya Zosylovsky de, Yahudilerin Moskova yönetiminde baskın bir role sahip olduğunun göstergesi...14
Yeltsin yönetiminde, Rus Yahudilerinin çok büyük bir güce sahip olduğu zaten "ayyuka çıkmıştı". Türkiye-İsrail yakınlaşmasına alkış tutanların başında gelen ve "ilk hedefimiz İsrail" gibi dahiyane (!) formüller üreten "stratejist" Erol Mütercimler bile, Rusya'da Yahudilerin sahip olduğu önemli güce değiniyor ve "İsrail'le yakınlaşmamız, Rusya'yla da aramızı düzeltir" şeklinde mantıklar kuruyordu.
Ülkesindeki Yahudi lobisiyle bu denli yakın ilişkiler içinde olan Yeltsin'in, "Kissinger politikaları"nın hakim olduğu ABD'den sürekli olarak kayıtsız-şartsız destek bulması ise, elbette şaşılacak bir şey değildi.
Rusya'da İsrail'in çok önemli ve güçlü uzantılarının bulunduğu, en açık olarak son Jirinovski örneğinde görülebilir.
Jirinovski, kendine Hitler'i örnek aldığını söyleyen ateşli bir ırkçı ve Yahudi aleyhtarı olarak ortaya çıktı. Ama gelgelelim, Jirinovski'nin kendisi de bir Yahudiydi. Hem de oldukça "bilinçli" bir Yahudi... 1989'da Rusya'da faaliyet gösteren "Şalom" adlı Yahudi organizasyonunda "aktif" görev almıştı. Daha da ötesi, "Siyonist"ti: On yıl önce İsrail'e göç etmek için vize almak istemişti. Ülkesine göçmen olarak yalnızca Yahudileri kabul eden İsrail de bu isteğine olumlu cevap vermiş, ancak Jirinovski, nedendir bilinmez, sonradan Rusya'da kalmaya karar vermişti...15
Jirinovski'nin bu anlaşılması zor çelişkisi, İsrail'in Rus Yahudileri ile ilgili politikası gözden geçirilince çözülüyordu. Çünkü İsrail, Tevrat'taki kehanetlere de uygun olarak, onyıllardır Rus Yahudilerinin "Kutsal Topraklar"a göç etmesi için uğraşıyor, ama Rus Yahudilerinin önemli bir bölümü göçe ikna olmuyordu. Jirinovski'nin fanatik ve saldırgan Yahudi aleyhtarı tavırlarının ardından, Rus Yahudilerinin ülkeyi terketmeyi hızlandırması kuşkusuz İsrail'in çok işine gelmişti. Anlaşılan İsrailliler, başka yerlerde de uyguladıkları "sahte antisemitizm yoluyla göçe ikna" yöntemini, Rusya'daki "adam"ları olan Jirinovski ile uygulamaya koymuşlardı.16
Jirinovski'nin yükselişinde önemli rolü olduğu hemen herkesçe kabul edilen, KGB'nin başında bir başka Rus Yahudisinin, Primakov'un bulunması da, perde arkasındaki gerçekler hakkında fikir veren bir başka işaretti.17
Kısacası, Ortodoks Cephesi'nin patronu olan Rusya, Yahudi lobisinden aldığı güçle yoluna devam etmekte, kendisine biçilen "bölgesel anti-İslam güç" misyonunu sürdürmektedir. Son olarak, İsrail Başbakanı İzak Rabin'le Yeltsin'in Moskova'da yaptıkları görüşmede ağırlıklı olarak "İslam tehlikesi"nden söz edilmesi, ve Rabin'in "Yeltsin'i radikal İslam konusunda yeterince duyarlı buldum" şeklindeki açıklaması18, işbirliğinin ana temasını ortaya koymaktadır.
Batı'yı ve Ortodoks Cephesi'ni İslam'a karşı işbirliğine çağıran Kissinger -başka bir deyişle Yahudi lobisi- politikaları, kabul görmüş görünmektedir.
Anlaşılan o ki, Batı'daki bazı güç odakları, en önemli ideologlarından birinin, Samuel Huntington'ın, 21. yüzyılda gerçekleşeceğini kehanet ettiği "medeniyetler çatışması"nda, Ortodoks Cephesi'yle aynı tarafta oynamak niyetindedir. "Çatışılacak" taraf ise, Huntington'ın da vurguladığı gibi, bellidir: İslam...
Çeçenistan İşgalinin Görünmeyen Yüzü
Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen bağımsızlığını kazanamayan ve Rusya Federasyonu sınırları -yani Rus hegemonyası- içinde tutulan Çeçenya, Aralık 1994'de bağımsızlığını ilan etti. Üstüne üstlük, Çeçen lideri Dudayev, bir "İslam devleti" kurmayı hedeflediklerini açıkladı. Çeçenya'nın İnguşlar, Tatarlar ve Dağıstanlılar'ı da yanına alarak Kuzey Kafkasya'da efsanevi Şeyh Şamil direnişini tekrar edecek bir İslami kalkan oluşturmasından korkan Rusya; tank dahil 2.000 zırhlı araç, 350 savaş uçağı, 400'den fazla füze bataryası ve 50 bin asker ile Çeçen topraklarına girdi.
Ancak Kafkasya'da bir "İslami kalkan" oluşmasından çekinen tek güç Rusya değildi. Bu nedenle, o diğer güç de olayın içinde belirli bir rol oynadı.
Çeçenya işgalinin bu görünmeyen yüzü ile ilgili önemli bir bilgiyi, Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat vermişti. Murat, "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenya'nın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti.19 Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.
Olayda yer alan bir başka Yahudi de Gürcistan lideri Şevardnadze oldu: Gürcü Yahudisi Şevardnadze, Rusya'nın Çeçenya'yı işgaline destek oldu. Çeçenya'ya yardım etmek isteyen Abhazlar'ın sınırdan geçmesini kasıtlı olarak engelleyen Gürcü lideri, Rusya'nın kendi topraklarından Çeçenya'yı bombalamasına da zevkle izin vermişti.
İsrail'in Çeçenya'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenya'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede Yahudi kalmamıştı. Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve denetimi ile gerçekleştirilmişti.
Kısacası İsrail, ABD'yi de yönlendirerek bölgede kurmak istediği anti-İslami Rus ittifakını Çeçenistan'da etkili bir biçimde gerçeğe dönüştürmüştü. Çeçenistan işgalinin görünmeyen yüzünde, bu "İsrail bağlantısı" vardı.
Anti-İslami İttifak ve Dudayev'in Şehit Edilişi
Çeçen direnişine karşı Amerika'nın Rusya'ya sonuna kadar destek verdiği, Dudayev'in şehit edilmesinden kısa bir süre önce Clinton'ın Rusya'ya yaptığı ziyaret sırasında da ayan beyan ortaya çıkmıştı. Clinton, Yeltsin'le yaptığı ortak basın toplantısında, Çeçenistan'ın Rusya'nın bir parçası olduğunu ilan etmiş ve Amerikan İç Savaşı'nın kişi başına düşen ölümler açısından 20. Yüzyıldaki her savaştan daha fazla kayba yol açtığına dikkat çekerek, "Abraham Lincoln, hiç bir devletin bizim birliğimizden ayrılmaya hakkı olmadığını göstermek için hayatını verdi" demişti."20
Çeçen direnişinin büyük lideri, "Kafkas Kartalı" Cahar Dudayev Clinton'ın bu ittifak mesajının hemen ardından, 23 Nisan günü, bir Rus füzesi tarafından şehit edildi. Ruslar, Dudayev'in yerini önceden belirlemişler ve hassas bir füze ile vurmuşlardı büyük komutanı.
Ancak bu "yüksek teknoloji" biraz kafa karıştırdı. Hantal ve demode Rus ordusunun bu denli hassas bir operasyonu başarı ile gerçekleştirmiş olması biraz şaşırtıcıydı.
Ne var ki, olayın iç yüzü bir süre sonra anlaşıldı. Anti-İslami ittifak, Çeçen liderinin katledilmesinde de işlemişti. Cahar Dudayev, Amerikan istihbarat servisinin sağladığı uydu ve elektronik destekle toprağa düşmüştü. Dudayev'in korunmasından sorumlu olan Ebu Nukayev, Dudayev'in uydu telefonunun sinyallerinin belirlenmesinde, CIA'nın Rusya Federal Güvenlik Servisi'ne (KGB) yardım ettiğini açıkladı. Nukayev, Rusya'nın Dudayev'i vurmak için daha önce de girişimlerde bulunduğunu, ancak başaramadığını, bu nedenle ABD'ye ait uyduların kullanılması için yardım istediğini bildirdi.
Bu arada ilginçtir, Dudayev'i şehit eden sözkonusu Amerikan-Rus işbirliğinin içinde de bir "Yahudi bağlantısı" vardı: Dudayev, füzenin düştüğü anda uydu telefonu ile Rus parlementer Borovoy ile görüşüyordu. Borovoy, daha önceleri Yeltsin'e de finansman sağlamış olan büyük bir Yahudi finans hanedanıydı....
Sözkonusu anti-İslami ittifak, Kafkas Kartalı'nı ortadan kaldırmayı başardı. Ancak kuşkusuz Çeçen direnişini bitirmeyi başaramayacak. Bu, Çeçenistan'da duvarlara yazılan yazılardan da anlaşılıyor: "Cahar! Halkınla gurur duyabilirsin"...
DİPNOTLAR
1) Şükrü Elekdağ, Milliyet Gazetesi, 13 Şubat 1994
2) Milliyet Gazetesi, 1 Mart 1992
3) Şükrü Elekdağ, Milliyet Gazetesi, 13 Şubat 1994
4) Tanıl Bora. Bosna-Hersek-Yeni Dünya Düzeni'nin Av Sahası. Birikim Yayınları, 1994. sf. 245
5) Kissinger, ABD'deki resmi Yahudi lobisi AIPAC'la olan yakın ilişkilerinin yanısıra, Dışişleri Bakanlığı yaptığı Nixon-Ford dönemindeki İsrail yanlısı tutumuyla da dikkat çekmektedir. O dönemki ABD dış politikasını tümüyle kontrol altına alan Kissinger, İsrail'in nükleer bomba yapımını desteklemiş, Yahudi Devleti'ne yapılan Amerikan yardımını büyük oranlarda artırarak iki milyar dolara çıkartmış ve 1973 Yom-Kippur Savaşı'nda da İsrail'e büyük boyutlarda ABD askeri yardımı gönderilmesini sağlamıştır. Mısır'ı İsrail aleyhtarı çizgiden çıkaran Camp David'in mimarı da yine Kissinger'dır. "Between Washington and Jerusalem" (Washington-Kudüs Arasında) adlı kitabın yazarı Wolf Blitzer, Kissinger'ın İsrail'in Washington'daki en büyük dostlarından biri olduğunu vurguluyor ve Dışişleri bakanlığını bıraktıktan sonra da, ABD yönetimine, İsrail taraftarı politikalar empoze etmeyi sürdürdüğünü bildiriyor. Noam Chomsky, ise "Kader Üçgeni" adıyla çevrilen kitabında, "Kissinger 1970 yılında Ortadoğu'nun kontrolünü ele almayı başardı ve reddiyeci 'Büyük İsrail' anlayışı, uygulamada ABD'nin politikası haline geldi. O zamandan bu yana da,... özü bakımından aynı kaldı" (sf. 70) diyor.
6) Sırp-İsrail bağlantısı ile ilgili tüm bu bilgiler ve daha da fazlası için, bkz. Bilim Araştırma Grubu, "Yehova'nın Oğulları ve Masonlar". Araştırma Yayınları, 1993.
7) Şalom Gazetesi, 24 Mayıs 1989
8) Georges Virebeau, Mais qui Gouverne L'Amerique?, sf. 60-61
9) Şalom Gazetesi, 24 Haziran 1992
10) Jewish Chronicle, 1 Ocak 1993
11) Cumhuriyet Gazetesi, 7 Ocak 1987
12) Jewish Chronicle, 15 Mayıs 1992
13) Mustafa Özcan, Zaman Gazetesi, 20 Mart 1993
14) Jewish Chronicle, 7 Şubat 1992
15) Harun Yahya, "Jirinovski'nin İpleri Kimin Elinde?", Nehir Dergisi, sayı 7-8 (Nisan-Mayıs 94)
17) Mustafa Özcan, Zaman Gazetesi, 31 Ocak 1994
18) Şalom Gazetesi, 4 Mayıs 1994
Balkan Stratejisi Mart 1996
Giriş: Tarihin Aslına Dönüşü
Bundan 20 ya da 30 yıl önce Türkiye için bir "Balkan stratejisi"nden söz edilse, kuşkusuz bu pek anlamlı bir kavram olmazdı. Çünkü o zamanlar Türkiye'nin uzun vadeli bir strateji geliştirmesi için ne gerekli ortam ne de imkan vardı. Dünya iki kutup arasındaki durağan bir çekişmeden ibaret olan Soğuk Savaş ile adeta dondurulmuştu. Türkiye ise Soğuk Savaş'ta kendisine biçilen rolü oynamak durumundaydı. Zaten Soğuk Savaş'ın başında, devlet ricali, "yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır" düsturu ile düşünmüş ve ABD'nin bölgesel bir müttefiği haline gelmeyi en büyük stratejik hedef olarak belirlemişti. Nitekim yapabilecekleri başka bir şey de pek yoktu.
Soğuk Savaş gerek Türkiye'nin gerekse başka ülkelerin stratejik tercihlerini bu denli dondurmuştu, çünkü strateji belirlemede temel unsurlar olan tarih, kültür, demografi, ticaret, doğal kaynaklar gibi unsurlar, Soğuk Savaş'ın üzerlerine çektiği kalın bir perde ile gizlenmişlerdi. Dünyadaki devletlerin tümü ya Batı bloku içinde yer alıyor, ya Sovyetler Birliği ekseninde hareket ediyor, az bir bölümü de Bağlantısızlar bloku içinde yaşıyordu. Dolayısıyla bir ülkenin strateji belirlerken yapabileceği tek şey, "kırmızı kuvvetler" ile "mavi kuvvetler" arasındaki dengeleri hesaplamaktı. ABD'nin önemli bir müttefiki ve bir NATO üyesi olan Türkiye için de "kırmızı kuvvetler", "kızıl"lardı; yani SSCB ve müttefikleri.
Dahası, bir ülkenin ideolojik tercihi, özellikle sosyalist ülkelerde, o ülkenin tarihsel ve ulusal kimliğini gölgeliyor, dolayısıyla strateji kavramı tek boyutlu dar bir kalıba girmek zorunda kalıyordu. Ülkeler ya da halklar arasında yüzyıllardır var olan tüm kültürel, dini, etnik ve ulusal sürtüşme ya da dostluklar önemini yitirmişti. "Birinci Dünya" (Batı Bloku) ile "İkinci Dünya" (Doğu Bloku) arasındaki rekabet, yegane stratejik endişeydi.
Özellikle de Balkan Yarımadası açısından durum böyleydi. Bu dev yarımadanın siyasetini asırlar boyu belirlemiş olan tüm dini, etnik ve kültürel çekişmeler ya da dostluklar az önce sözünü ettiğimiz anlamda rafa kaldırılmıştı. Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Makedonlar, Romenler, Pomaklar, Türkler, Yunanlılar, Macarlar, Karadağlılar... Tüm bu Balkan halklarının aralarındaki tarihsel pozisyonlar ve bu halkların dış dostları ya da düşmanları silinmiş, yerine sadece sosyalizmin farklı versiyonları arasındaki çatışmalar konmuştu. Sovyet müttefiği olan Bulgaristan ile Amerikan müttefiği olan Yunanistan'ın ya da Çin müttefiği olan Arnavutluk'la özgün bir sosyalizm versiyonu ile yönetilen Yugoslavya'nın sürtüşmesi gibi siyasi meselelerdi Balkanlar'daki "stratejik" denklemin sınırlı unsurları.
Ancak 80'li yılların sonunda Soğuk Savaş aniden bitiverdi. Önce Doğu Bloku'nun sosyalist rejimleri birer birer devrildiler. Bir süre sonra da "Büyük Birader" Sovyetler Birliği tarihe karışıverdi.
Ve çok geçmeden çok önemli bir gerçek ortaya çıktı: Soğuk Savaş, az önce sözünü ettiğimiz dini, etnik, kültürel ya da ulusal kimlikleri ortadan kaldırmamış, hatta biraz olsun bile zayıflatmamıştı. Sadece bu kimliklerin üzerine yarım asırlık bir perde çekmişti. Perde yırtılınca, herşey eskisi gibi ortaya çıktı. Bir başka deyişle, herşey aslına rücu etti.
Bunun Türkiye açısından anlamı ise, yepyeni bir stratejik ufuk oldu. Soğuk Savaş'ın dar kalıplarının kırılması ile birlikte Türkiye'nin de önüne yeni bir vizyon açıldı. Bugün Türkiye, din, etnisite ve kültür gibi kavramların çok önemli hale geldiği, tarihsel ittifak ve cepheleşmelerin yeniden uyandığı bir Balkanlar'da, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğal mirasçısı olarak büyük bir insiyatif sahibi.
Kısacası bir kez daha yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye'nin bu dünyada alacağı yer, kimliği, kültürü, tarihi ve bunlara bağlı olarak geliştireceği stratejilerle belirlenecek. İşte bu nedenle de, Türkiye'nin gerek devlet gerekse toplum olarak, bir an önce tarihin kendisine yüklediği misyonu benimsemesi ve bu misyona uygun bir milli strateji geliştirmesi gerekiyor.
İlerleyen satırlarda önce Balkanlar'daki değişime açık siyasi tabloyu inceleyecek, sonra da bu tablo içinde Türkiye'nin neler yapabileceği yönünde strateji alternatifleri üreteceğiz.
Harita ve Strateji
Balkanlar'daki duruma gelmeden önce, genel anlamda "haritaların değişebilirliği"ne değinmekte yarar var.
İnsanların büyük bölümünde, içinde bulundukları dönemde mevcut olan ülke sınırlarının hiç değişmeyeceği yönünde batıl bir inanış vardır. Haritaya baktıklarında gördükleri dünyanın, hep öyle kalacağını sanırlar. Kendi ülkelerinin ya da komşu ülkelerin sınırlarının sanki hiç değişmemek üzere belirlenmiş olduğunu düşünürler.
Oysa dünya üzerindeki ülkelerin sınırları sık sık değişir. Bu sınır değişiklikleri ise, çoğunlukla dünyayı ya da en azından bir bölgeyi köklü bir biçimde etkileyen dönüm noktaları sonucunda olur. Bu dönüm noktalarının modern çağdaki en belirginleri Napolyon Savaşları'nın ardından gelen Viyana Kongresi, ardından 1878'deki Berlin Anlaşması, sonra da I. Dünya Savaşı'ydı. Bütün bu dönüm noktalarında, özellikle de I. Dünya Savaşı'nda dünyanın coğrafyası büyük ölçüde değişti. Çok-uluslu imparatorluklar yıkıldı, yerlerine (çoğu yapay olan) ulus devletler kuruldu, özellikle de Ortadoğu ve Balkanlar'da yepyeni bir harita ortaya çıktı. İnsanların çoğu bu savaş sonucunda oluşan haritayı da istikrarlı ve kalıcı bir harita sandılar, ancak bu harita da fazla uzun ömürlü olamadı ve II. Dünya Savaşı ile bir kez daha köklü bir değişime uğradı. II. Dünya Savaşı'nın ardından da Batı ve Doğu blokları sabit kaldı, ama 1960'larda Üçüncü Dünya'da gelişen dekolonizasyon dalgası, çoğu Afrika'da yer alan onlarca yeni devletin kurulmasını sağladı. Dünyanın siyasi haritası radikal bir biçimde bir kez daha değişime uğradı.
Pek çok insan sözünü ettiğimiz tüm bu dönüm noktalarında dünyanın artık "ideal" haritaya kavuştuğunu düşündü, ama her seferinde bunun ardından yeni bir dönüm noktası ve yeni bir revizyon geldi.
Bu tarihsel gelişim bize önemli bir gerçeği gösterir: Tarihin hiç bir döneminde dünyanın ideal ve kalıcı siyasi haritasının oluştuğunu öne sürmek ve böylece statükonun değişmeyeceğine hükmetmek mümkün, ya da en azından akılcı değildir.
Kuşkusuz stratejik açıdan önemli olan tek gelişme harita değişikliği de değildir. Ülkelerin sınırları sabit kalsa da, güçleri, etkileri ve rejimleri değişebilir ki, bu da yine dünyanın siyasi çehresinin büyük bir değişime uğraması anlamına gelir.
Dolayısıyla, bugün de içinde yaşadığımız dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin "ebedi" olduğunu düşünmek ve buna dayanarak durağan ve statükocu bir strateji belirlemek, bir ülke açısından önemli bir yanlış olabilir. Özellikle de dünya siyasal sisteminin değişime uğradığı, taşların yerinden oynadığı ve "dünyanın yeniden kurulduğu" büyük kırılma dönemlerine, her türlü olasılığı hesaplayan geniş bir vizyonla bakmak gerekir.
İçinde yaşadığımız dönem ise tam da sözünü ettiğimiz türden bir kırılma dönemidir. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte taşlar yerinden oynamıştır ve tekrar nasıl bir kompozisyonla çökecekleri belli değildir. Eğer siz bu taşların hareketlerine müdahalede bulunmazsanız nasıl olsa bir şekilde çökerler, ama ortaya çıkan kompozisyon büyük olasılıkla sizin menfaatlerinize uygun olmayacaktır. Menfaatinize uygun bir düzenlemeyi, ancak taşların hareketlerine müdahalede bulunarak elde edebilirsiniz.
İşte biz de bu nedenle şimdi Türkiye'nin batı sınırının ötesindeki kaygan zemini analiz edecek ve sonra da bu zemine nasıl müdahaleler gerçekleştirilebileceğini tartışacağız.
Önce, zemini inceleyelim:
Balkanlar'daki Mozaik
Coğrafya, kültürlerin ve kültürler arasındaki ilişkilerin gelişmesinde -ya da gelişmemesinde- her zaman için etkili bir faktör olmuştur. Balkanlar'da da öyledir. "Balkan" kelimesi "ormanlarla kaplı sıradağ" anlamına gelir; çünkü gerçekten de bu dev yarımadanın büyük bölümü dağlık ve kayalıktır, derin vadilerle parçalanmıştır ve sık bitki örtüleriyle kaplıdır. Bu nedenle bölgede ulaşım ve iletişim her zaman zor olmuştur. Ulaşım ve iletişimin zayıflığı ise, Balkanlar'da da başka yerlerde verdiği sonucu vermiştir: Birbirlerine bitişik yaşamalarına rağmen, kültürel yönden izole ve birbirlerinden uzak, hatta birbirlerine düşman halklar...
Öte yandan, aynı coğrafya gerilla savaşı için de eşi bulunmaz derecede uygun bir zemin oluşturur. Bu nedenle gerilla örgütleri Balkanlar'ın siyasi ve askeri tarihinin en önemli unsurlarından biridir. Makedon Komitacılar, Bulgar Hayduklar, Sırp Çetnikler ve her milletten ve azınlıktan çeteler, yüzyıllardır Balkan dağlarında silaha sarılırlar. Bu "imkan", bölge halklarının birbirlerine ya da birbirlerinin müttefiklerine karşı olan düşmanlıklarını şiddete dönüştürmelerine ve böyle düşmanlıkları daha da beslemelerine neden olmuştur.
Balkanlar'ın bir diğer özelliği, yüzyıllar boyu büyük göçlere, işgallere ve savaşlara sahne olmasıdır. Özellikle Osmanlı'nın bölgedeki egemenliğinin kademeli olarak sona erdiği 19. yüzyıldan bu yana, bölge defalarca işgal yaşadı. Bölgeyi işgal eden dış güçlerin hemen hepsi de, bölgedeki bazı halkları kendi müttefikleri -ya da belki maşaları- olarak gördüler, bazılarını da düşman kabul ettiler. Nazi Almanyası'nın 1941 yılında tüm bölgeyi işgal ederek kendine yakın gördüğü unsurlara kukla devletler kurdurması, bunun en önemli örneğiydi. İşgalcilerin bu politikası, Balkan halkları arasında zaten var olan geleneksel kin ve düşmanlıkları daha da körükledi ve kalıcı hale getirdi.
İşte bu etnik mozaik nedeniyle Balkanlar hep istikrarsızlığa açık bir bölge oldu. Bu nedenle defalarca harita değişiklikleri yaşadı. Yeni devletlerin kuruluşuna, bazılarının silinişine, sonra da yeniden kuruluşuna sahne oldu.
Balkanlardaki etnik mozaiğin en kötü yanı ise, sözkonusu etnik gruplar arasındaki düşmanlığın da ötesinde, bu etnik grupların bir diğeri tarafından kurulan devletlerin içinde azınlık olarak yer almalarıdır. Balkanlar'daki hiç bir devlet, etnik ve dini yönden homojen değildir ve her biri rakip olduğu etnik ya da dini gruplara bağlı azınlıklar barındırmaktadır.
Bu karmaşık durumu şöyle de izah edebiliriz: Balkanlar'daki siyasi harita ile etnik dağılım haritası arasında büyük uyumsuzluklar vardır. Bu nedenle de hiç bir devlet etnik yönden homojen değildir ve hemen hiç bir etnik grup da -Karadağlılar ve Slovenler hariç- tek bir devletin çatısı altında yaşamamaktadır.
Örneğin Arnavutluk'un siyasi sınırları ile Arnavutların yaşadıkları bölgelerin "çakışma" oranı yaklaşık % 50'dir. Arnavutların neredeyse yarıdan fazlası Arnavutluk dışında, Kosova ve Makedonya'da yaşarlar. Öte yandan Arnavutluk'un içinde de Arnavut olmayanlar vardır; ülkenin güneyindeki -Yunanlıların deyimiyle "Kuzey Epir"deki- Yunan azınlık.
Benzer bir biçimde Sırplar ile Sırbistan arasında da büyük bir uyuşmazlık vardır. 10 milyonu aşan nüfusları ile Balkanlar'ın en büyük etnik gruplarından biri olan Sırplar, Sırbistan'ın dışında iki ülkede daha yaşarlar: Hırvatistan ve Bosna-Hersek'te. Öte yandan Sırbistan toprakları içinde yaşayan insanların % 15'inden fazlası Sırp değildir; bunlar kendilerini Sırplarla "can düşmanı" olarak gören Arnavutlar ve Sancak'taki Slav Müslümanlarıdır.
Balkanlar'daki hangi ülkeyi ele alsak, benzer bir mozaikle karşılaşırız. Bulgaristan'da Türkler, Pomaklar (Müslüman Bulgarlar) ve diğer azınlıklar nüfusun % 15'ini oluşturur. Makedonya nüfusunun % 65'i Makedonlar'dan oluşur, ülkede % 22 dolayında Arnavut, % 4 Türk ve daha başka azınlıklar yaşamaktadır. Yunanistan'ın Batı Trakya bölgesinde 120 bin kadar Türk, ayrıca kuzey bölgelerinde büyük bir Slav Makedon azınlık yaşar. Bosna-Hersek'te nüfusun % 45'i Müslüman, % 30'u Sırp, % 17'si ise Hırvat'tır.
Elbette bir ülke içinde farklı etnik ya da dini grupların yaşaması başlı başına bir sorun değildir ve bu tür mozaikler, teorik olarak, "çok etnisiteli, çok kültürlü" bir devlet düzeni ve "birarada yaşama"ya dayalı toplumsal bir formül içinde yaşatılabilirler. Ancak ne yazık ki Balkanlar'daki devletlerin ideoloji ve pratikleri bu yönde değildir. Bölgedeki devletlerin önemli bir bölümü -ki başlarında Sırbistan ve Yunanistan gelir- homojen bir etnik ve dini toplum oluşturma amacındadırlar. Bu, kimi zaman Sırbistan örneğinde olduğu gibi "etnik temizlik" çabalarına, kimi zaman da Yunanistan örneğinde olduğu gibi asimilasyon politikalarına yol açmaktadır. Bu ülkelerin sözkonusu baskıcı politikalarında ısrarcı olduklarını ise bunca tecrübeden sonra artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu nedenledir ki, Balkanlar'da sık sık yaşanan, en son olarak da Kosova'da patlak veren etnik çatışmaların "ülkelerin toprak bütünlüğü içinde, ancak azınlıkların haklarına saygılı bir biçimde" çözümlenmesini temenni etmek, gerçekçi bir siyaset değildir. Türkiye bu tür bir temenninin sözcülüğünü yaparak bir "Balkan stratejisi" izlemiş olmaz. Aksine, sadece zaman yitirmiş olur. Yerinden oynamış olan taşlara müdahale etmektense, bu taşların bir şekilde çökmelerini dilemiş olur. Bu şekilde ise, başta da belirttiğimiz gibi, taşlar tekrar yerlerine oturduğunda Türkiye'nin ve tarihsel müttefiklerinin çok aleyhine bir kompozisyon çıkabilir.
Dolayısıyla Türkiye'ye düşen, Balkanlar'daki etnik ve dini mozaiği iyi analiz etmek ve bu mozaik içinde, kendi tarihsel kimliğine ve misyonuna uygun bir stratejiyi nasıl belirleyeceğini tespit etmektir.
Bunu yaparken etnik, dini ve kültürel değerlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha fazla önem kazandığını, dünyanın giderek daha artan bir biçimde medeniyetler arasındaki ilişkilerle tanımlanacağını da hatırlamak gerekmektedir. Dahası, Balkanlar, etnisite, din ve kültür gibi kavramların en etkili olduğu bölgelerin başında gelmektedir. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası dünyada, Türkiye Balkanlar'a bakarken kendi tarihsel ve kültürel kimliğini ön plana çıkarmalı ve bu kimliğe uygun bir strateji belirlemelidir. Aksi halde, Soğuk Savaş'ın statükoculuğunun çoktan tarihe karıştığı ve Soğuk Savaş tarafından üzeri örtülmüş olan asli kimliklerin yeniden belirleyici unsur haline geldiği Balkanlar'da çok "demode" kalabilir.
Osmanlı Kimliği
Türkiye'nin tarihsel ve kültürel kimliği denildiğinde kastedilen şey, kuşkusuz Osmanlılık'tır.
Tarih, aktüel siyasetin belirlenmesinde en büyük unsurlardan biridir. Çünkü tarih toplumların hafızasıdır ve her toplum dostlarını, düşmanlarını, saygı duyacağı ya da küçümseyeceği rakiplerini onların tarihleriyle değerlendirir. "Devlet geleneği" denen kavram da tarihle ilişkilidir. Mevcut devletlere itibar ve otorite sağlayan faktörlerin başında onların tarihleri gelir. İngiltere'yi İngiltere yapan şey onun tarihidir. Irak'ı Irak yapan şey de yine onun tarihidir -ya da tarihsizliği. Bu tarih faktörü nedeniyle İngiltere kalıcı ve güçlü bir devlettir, Irak ise geçici, yıkılmaya açık ve zayıftır.
Tarih, özellikle de eski imparatorlukların varislerinin, eski eyaletlerinde söz sahibi olmalarının önemli bir aracıdır. Bir zamanlar bir İmparatorluk olan İngiltere, yüzyılın başından bu yana kademeli biçimde azalan siyasi ve ekonomik gücüne rağmen, hala eski kolonileri üzerinde belirli bir nüfuz sahibidir. "British Commonwealth" olarak anılan uluslararası topluluğu da bu nüfuzu korumak için kurmuştur. Benzer bir nüfuz ilişkisi Fransa ile eski sömürgeleri arasında da vardır. Fransa'nın Cezayir'e ya da Suriye ve Lübnan'a olan ilgisinin meşruiyet zemini bu tarihsel bağdır. Kuşkusuz eğer İngiltere kendi tarihine küsseydi ve imparatorluk olduğu zamanları reddetseydi, bu tür bir nüfuz elde edemezdi. Aynı şekilde Fransa da geçmişine yüz çevirseydi, Ortadoğu siyasetinde bugün sahip olduğu etkiyi elde edemezdi.
Tarihin bu denli etkili bir stratejik zemin oluşu, Türkiye açısından ise büyük bir avantajdır. Çünkü Türkiye, bugün komşuları olan devletlerin çoğunu, ve daha pek çok devleti beş yüzyıl boyunca yönetmiş bir imparatorluğun varisidir. Bu nedenle Türkiye'nin tarihsel kimliği, Osmanlı kimliğidir.
Büyük Önder Atatürk de bu gerçeği görmüş ve dönemin şartlarının izin verdiği ölçüde Osmanlı mirasına sahip çıkmıştı. Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi kabul etmesi ve tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu borçların ödemelerine sadık kalması, bunun en somut örneğiydi. Atatürk'ün bu politikasının nedeni, henüz o dönemde Osmanlı mirasının Türkiye'nin dış politikası açısından büyük bir stratejik avantaj olduğunu görmüş olmasıydı. Atatürk, öte yandan, Balkan Antantı ve Sadabad Paktı gibi oluşumlarla, eski Osmanlı coğrafyalarında Türkiye'nin nüfuzunu korumaya çalışmıştı. Balkan Antantı, bazı Balkan ülkelerini, Sadabad Paktı ise bazı Ortadoğu ülkelerini Türkiye'nin liderliği altında stratejik işbirliğine taşıma amacını güdüyordu.
Tarihsel kimliklerin ve kültürün 1920'lere ya da 30'lara göre çok daha önemli hale geldiği günümüzde ise, Türkiye'nin en önemli stratejik kozlarından birisi yine Osmanlı mirasıdır. Türkiye eğer bir bölge gücü haline gelmeyi ve Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da bir nüfuz alanı oluşturmayı istiyorsa, bunu, bu bölgeleri, özellikle Ortadoğu ve Balkanlar'ı asırlar boyunca yönetmiş olan Osmanlı'nın mirasını kullanarak yapmasından daha rasyonel bir seçim olamaz.
Çünkü bilinmelidir ki Osmanlı mirası sadece nostaljik bir söylem değil, siyasi, demografik ve kültürel bir gerçektir. Oldukça "elle tutulur" bir gerçek...
Durum, özellikle Balkanlar'da, böyledir.
İstanbul'dan Bihaç'a Yolculuk
Osmanlı mirasının Balkanlar'da nasıl hala ayakta olduğunu görmek için, İstanbul'dan çıkıp Bosna-Hersek'in kuzeybatı ucundaki Bihaç'a bir yolculuk yapmak yeter. Çünkü yolda farkedersiniz ki, izlemekte olduğunuz rota aynı zamanda da Türkiye'nin "etki alanı"nı oluşturan "yeşil kuşak"tır.
İstanbul'dan yola çıkıp Yunanistan'a girdiğinizde, Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya toprakları üzerinde ilerlersiniz. Burada yaklaşık 120 bin Türk soydaşımız vardır ve Yunanistan'ın onyıllardır uyguladığı asimilasyon politikalarına rağmen ısrarla milli ve dini kimliklerini korumaktadırlar.
Batı Trakya'nın hemen yukarısında, güneydoğu Bulgaristan'da ise daha kalabalık ve geniş bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bulgaristan nüfusunun % 9'unu oluşturan Türkler, ülkenin kuzey ve güneyinde yer alan iki geniş bölgede yaşarlar. Güneydeki daha geniş bölge, sözünü ettiğimiz "yeşil kuşak"ın ilk büyük halkasıdır. Güney Bulgaristan'da batıya doğru ilerledikçe bu kez de Pomakların yoğun olarak yaşadığı bölgelere varırsınız. Pomaklar, Osmanlı zamanında İslam'ı kabul etmiş Bulgar Müslümanlarıdır. Ancak kendilerini Bulgar soydaşlarından ziyade Türk dindaşlarına yakın görürler. Bu nedenle onlar da sözkonusu yeşil kuşağın bir parçasıdırlar. Pomaklar ve Türkler, az sayıdaki Çingene ile birlikte, Bulgaristan'ın % 13'lük Müslüman nüfusunu oluştururlar.
Batıya doğru daha da ilerleyince Makedonya'ya varırsınız. Yunanistan'la Sırbistan'ın arasında sıkışmış olan ve her ikisini de kendisi için bir tehdit olarak gören bu mini Balkan devleti, stratejik olarak Türkiye'yle aynı saftadır. Dahası, Makedonya'da çok sayıda Arnavut ve sayıları yüksek olmasa da ağırlıkları bulunan bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bu iki Müslüman unsur, ülke nüfusunun yaklaşık % 30'unu oluşturarak yeşil kuşağı batıya doğru devam ettirirler.
Daha da batıya gittiğinizde ise, Türkiye'ye göçmüş olan milyonlarca soydaşı, Müslümanlığı ve anti-Sırp, anti-Yunan stratejik konumu nedeniyle yine Türkiye'ye yakından bağlı -ve muhtaç- olan Arnavutluk'a ulaşırsınız. Vardığınız sahil, Adriyatik sahilidir.
Hepsi bu kadar değil. Arnavutluk'tan kuzeye çıkın, bu kez "Sırbistan içindeki Arnavutluk"a, yani Kosova'ya ulaşırsınız. Kosova nüfusunun %90'ını oluşturmalarına karşın Sırbistan yönetimi tarafından sistemli bir biçimde ezilen bu Arnavutlar, baskının doğurduğu radikalleşmenin de etkisiyle, Müslüman kimliğine ve dolayısıyla Türk eksenine psikolojik olarak son derece yakındırlar. İbrahim Rugova gibi basiretli bir liderin önderliğinde 10 yılı aşkın süredir Belgrad'ın asimilasyon ve baskı politikalarına göğüs geren "Arnavutluk Cumhuriyeti", bugün resmi olarak tanınmasa da, bağımsızlığa giden yolda ısrarla yürümektedir. Kosova'daki Arnavutların tarihsel olarak kendilerini yakın gördükleri en büyük dostları ise, Arnavutluk'tan sonra, Türkiye'dir.
Kosova'dan kuzeybatıya doğru ilerlediğinizde ise, Sırbistan ile Karadağ arasındaki sınır boyunca uzanan Sancak bölgesine gelirsiniz. 1912'ye kadar Osmanlı toprağı olarak kalmış olan bu bölgedeki Slav Müslümanları, son derece güçlü bir İslami kimliğe sahiptirler.
Sancak'ın bittiği yerde Bosna başlar. Bugün Doğu Bosna, Bosna-Hersek Federasyonu'nun Sırp tarafını oluşturan Republika Srpska'ya aittir. Ama işgal yoluyla edilmiş olan bu bölge biraz yarılsa, İzzetbegoviç'in Dayton Anlaşması'nda bırakmamak için çok direndiği "Gorazde koridoru"nu kullanarak Saraybosna'ya ve oradan da Devlet-i Ali Osmaniye'nin sınırlarının vardığı en uç noktaya, Bihaç'a varmak mümkündür.
Edirne'den Bihaç'a uzanan bu kuşak, dikkat edilirse, jeostratejik yönden oldukça anlamlı bir hat üzerinde uzanmaktadır. Bu ise tesadüfi bir durum değil, aksine hesaplanmış ve bilinçli olarak oluşturulmuş bir dizayndır: Osmanlı yönetimi, Balkanlar'ı fethettikten sonra bölgede demografik bir düzenleme yapmış ve asırlar süren bir süreç içinde bölgedeki önemli stratejik noktalara Müslüman ahali yerleştirmiştir. Bu Müslüman ahalinin bir kısmı Anadolu'dan göç ettirilerek Balkanlar'a yerleştirilen göçebe Türkmen boyları, bir kısmı ise Müslümanlığı sonradan kabul eden otokton bölge halklarıdır (Arnavutlar, Boşnaklar ya da Pomaklar gibi).
Kısacası Devlet-i Ali Osmaniye artık yoktur, ama Balkanlar'ı bir uçtan diğer bir uca kat eden bir Türko-İslami ya da "yeşil" kuşak, onun mirası olarak hala ayaktadır. Sayıları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanları, Edirne'den Bihaç'a kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Dahası, bu hat üzerinde bazıları 1878'den bazıları ise 1912'den bu yana direnmektedirler.
Direnç ise, bilindiği gibi, bilinç oluşturur.
Balkan Müslümanlarının "Türk'lüğü"
Balkan Müslümanlarını "Türko-İslami" gibi bir sıfatla tanımlamamızın en önde gelen dayanağı, bu sıfatın gerek sözkonusu Balkan Müslümanları, gerekse onları "düşman" olarak gören Balkan milliyetçileri tarafından benimsenmesidir.
Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm Balkan milliyetçileri, Boşnakları, Arnavutları ya da Pomakları, yani etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını "Türk" olarak tanımlamakta sakınca görmüyorlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar'daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir "millet" olarak algılanmaları. Bu "millet"in ismi ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, "Türk Milleti"... Florida Üniversitesi'nden Balkan tarihçisi Maria Todorova, bu durumu şöyle açıklıyor:
Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tekvücut ve değişmez bir Müslüman cemaati imajı üretmiştir ve bunu da "millet" kavramı bazında görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlardaki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan uygulamasının en açık örneği, Balkanlar'daki tüm Müslümanlara, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, "Türk" denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır.
Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme adapte olmadıkları için ve Balkanlar'daki ulus-devlet oluşumları tarafından dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir "millet" sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır.1
Todorova'nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bulgaristan'da durum böyledir; "Bulgar Müslümanları" olarak tanımlanabilecek olan Pomaklar kendilerini Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissederler. Bosna'daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiç bir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir.
Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya için de geçerli olduğunu vurgular. Frankel'e göre, "Makedonyalı Müslümanlar hiç bir zaman Makedonyalılık adına İslam'ı geri plana atmış ya da reddetmiş değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve Slav olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir."2 Yine Frankel'e göre Makedonya'daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler, kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, "Türk" olarak tanımlanmayı tercih ederler.3
İşte bu nedenle de, Türkiye'nin Balkan yarımadasındaki "uzantısı" olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türkü değil, nüfusları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları Sırplar'dan ya da Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissetmektedirler.
Çünkü bu insanlar herşeyden önce "Osmanlı"dırlar ve Türkiye de Osmanlı'nın yegane mirasçısıdır. Üstteki satırları yazan Maria Todorova, bu konuda şöyle söyler:
Türkiye'nin Balkanlar'daki etkisi oldukça komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlardaki Türkçe konuşan nüfusa yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan'da yaşar, kalan kısmı ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya'dadır. Ancak Türkiye'nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye'nin etki alanı içindedirler.4
Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar'dan Türkiye'ye göç eden Slav Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova'ya göre, "Osmanlı mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir".5
Kuşkusuz bu fenomen Türkiye açısından son derece önemli bir stratejik avantajdır. Tüm Balkanlar'da, aslında etnik olarak "Türk" olmamalarına karşın, kendilerini "Türk" olarak gören ya da görmeye eğilimli büyük bir Müslüman nüfus vardır. Bu "fahri soydaşlarımız"ı bize bu denli bağlayan unsur ise, Osmanlı mirasıdır.
İşte Türkiye'nin Osmanlı kimliğine sahip çıkması gerektiğini, çünkü bunun Türkiye için büyük bir stratejik avantaj oluşturduğunu söylemekle tam da bunu kastediyoruz. "Osmanlı" kavramı, Türkiye'nin etkisini sınırlarının çok ötesine taşıyan büyük bir vizyonun adıdır. Bu, Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu'da da böyledir.
İslam'ın Balkanlara Yayılışı
Üstte Balkan Müslümanlarının "Osmanlı mirası"ndan kaynaklanan bir "Türk" kimliğine sahip olduklarına değindik. Bu konjonktürel bir durum değildir. Aksine, son derece kalıcı, değişmez ve dönüşmez bir gerçektir.
Bunun tarihsel nedenlerinden biri, sözkonusu Balkan Müslümanlarının İslam'ı kabul ediş biçimleridir. Bu insanlar İslam'ı, Batı'nın tarihinde çok yaygın bir uygulama olan zoraki din değiştirme yoluyla değil, gönüllü olarak benimsemişlerdir. Din değiştirmelerin çoğu 17. yüzyılda gerçekleşmiştir ve tarihçilerin çoğunun kabul ettiği gibi "zoraki olmayan" ya da "gönüllü" değişimlerdir.
Buna örnek olarak Balkanlar'daki en büyük Slav Müslüman topluluk olan Boşnakları verebiliriz. Osmanlı'nın bölgeye egemen olmasından önce özgün bir Hıristiyan mezhebine bağlı olan Bosnalılar, Osmanlı döneminde gönüllü olarak ve kademeli bir biçimde İslam'ı benimsemişlerdir. Osmanlı yönetiminin vergi toplamak için tuttuğu "defter"lere bakıldığında, Bosnalıların İslam'ı uzun bir süreç sonucunda benimsedikleri görülür. 1468-69 yıllarında tutulan defterler, İslam'ın henüz oldukça az sayıda Bosnalı tarafından benimsendiğini göstermektedir; Orta Bosna'daki 37.125 Hıristiyan haneye karşılık, yalnızca 332 Müslüman hane vardır. 1485'te Sancak'ta tutulan bir defter ise, İslam'ın kök salmaya başladığını göstermektedir: Hıristiyan 30.552 haneye ve 2.491 dul ve bekara karşı, Müslüman 4.134 hane ve 1.064 bekar vardır. Bunu izleyen dört onyıl boyunca, İslamlaşma artarak devam etmiştir. 1520'deki defterler, Sancak ve Bosna'da toplam 98.095 Hıristiyan haneye karşı 84.675 Müslüman hanenin varlığını göstermektedir. Balkan uzmanı Noel Malcolm'un vurguladığı gibi, Bosna'ya dışardan ciddi bir Müslüman göçü yaşanmadığına göre, bu rakamlar din değiştiren Bosnalıları göstermektedir. 1509 yılında Hersek'teki bir Ortodoks rahibin tuttuğu notlar, "çok sayıda Ortodoks'un gönüllü olarak İslam'ı kabullendiğini" belirtmektedir.6
17. yüzyıla gelindiğinde ise artık Müslüman nüfus Hıristiyanları aşmaya başlar. 1626 yılında Bosna'yı ziyaret eden bir gözlemci, ülkedeki Katolik sayısının 250 bin civarında gezindiğini, Müslüman nüfusun ise Hıristiyanların toplamından daha fazla olduğunu yazar. 1624'de Bosna'yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi ise, ayrıntılı bir rapor hazırlayarak ülkede 150 bin Katolik, 75 bin Ortodoks ve 450 bin Müslüman yaşadığını bildirmiştir. Nüfus kütüklerinde "İvan'ın oğlu Ferhad" ya da "Mihailo'nun oğlu Hasan" gibi isimler göze çarpar.7
İslamlaşma, Osmanlı baskısı ile gerçekleşmiş değildir. Osmanlı, farklı dini cemaatlerin bir arada yaşamasını sağlayan "millet" sistemini uygulamakta ve dolayısıyla fethettiği ülkelerdeki halkları din konusunda serbest bırakmaktadır. Buna karşın, bazıları, Bosnalıların İslamlaşmasını ekonomik nedenlere bağlamışlardır. Balkan uzmanı Noel Malcolm'a göre bu da yanlıştır; çünkü "Osmanlı toplumunda zengin olmak için Müslüman olmak gerekmemektedir."8
İslamlaşma, kırsal alana göre şehirlerde çok daha hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Bosna-Hersek'teki Müslümanlar, bugün de hala Hıristiyanlara, özellikle de Sırplara göre çok daha medenidirler. Sırplar, "dağlı", sert, kaba bir karakteri, Müslümanlar ise "şehirli" kültürü temsil ederler. Saraybosna, Müslümanların bu yüksek kültürünün bir ürünüdür. Şehir, 1521-1541 yıllarında Bosna valisi olarak görev yapan Gazi Hüsrevbey tarafından kurulmuştur. Hüsrevbey, Saraybosna'da hala kendi adıyla anılan görkemli bir cami ile birlikte medrese, kütüphane, hamam, iki han ve bir büyük çarşıdan oluşan bir külliye yaptırmış, oluşturduğu bu yeni şehre de Müslümanları yerleştirmiştir. 1530 yılında, şehrin nüfusu tümüyle Müslümandır. Yüzyılın sonunda şehrin 93 mahallesinden yalnızca ikisi Hıristiyan, kalanı Müslüman mahallesidir. Şehrin içinde 6 köprü, 6 hamam, üç çarşı, çok sayıda kütüphane, altı tekke, beş medrese, 90'dan fazla okul ve 100'ün üzerinde cami yer almaktadır.
Tüm bunlar Balkan Müslümanlarının hem İslam'ı gönüllü olarak benimsediklerini, hem de bu yeni inançlarına dayanan üstün bir medeniyet kurduklarını gösteriyor. Kuşkusuz bu medeniyet sonuçta Osmanlı medeniyetinin bir türevidir. Dolayısıyla da bugünkü Balkan Müslümanlarının ataları, Osmanlı medeniyetini hem gönülden kabul etmiş, hem de özümseyerek yeniden üretmiş insanlar olarak, tam anlamıyla seçkin birer "Osmanlı"dırlar.
Bu insanların torunları olan günümüz Balkan Müslümanları ise, işte bu nedenle Osmanlı kimliğini ısrarla muhafaza etmekte, yine aynı nedenle Türkiye'yle olan gönül bağlarını korumaktadırlar. Ve işte bu nedenle Türkiye'ye ve "Türklüğe" olan yakınlıkları konjonktürel değil, tarihsel ve kalıcıdır.
İşin önemli bir diğer yönü ise, Balkan Müslümanlarının "Türklüğü"nün aynı zamanda onların düşmanları tarafından da kabul görmesidir. Bu nedenle sözkonusu düşmanlar, kendileriyle aynı etnik kökenden gelen ancak kültürel olarak "Türk" olan bu insanlara karşı tarih boyunca "etnik temizlik"ler düzenlemişlerdir.
"Türkleşmiş Olanların İmhası"
Balkanlar'daki Slav Müslümanların düşmanları tarafından "Türk" olarak görülmelerinin en somut örneği, Sırplar'ın Boşnaklar'a karşı besledikleri nefrette ortaya çıkar.
Sırplar, Osmanlı'nın bölgeye hakim oluşuna dek güçlü bir Krallığa sahiptiler. Ancak 1389 yılındaki Kosova Savaşı, bu Krallığın sonunun başlangıcı oldu. 1459 yılında Sırp Krallığı tümüyle ortadan kaldırıldı ve tüm Sırp toprakları kesin olarak Osmanlı egemenliğine girdi.
Sırplar, Osmanlı karşısındaki yenilgilerini hiç bir zaman kabullenemediler. Zaman içinde Sırpların mağlubiyetini "seçilmişlik"le kutsayan farklı efsane ve inançlar gelişti. Özellikle Kosova Savaşı hakkında ilginç inançlar üretilmişti. Nesilden nesile aktarılan bir efsaneye göre, Kosova Savaşı öncesinde Sırp Kralı ile Tanrı arasında bir "ahit" gerçekleşmiş ve Kral Lazar, "yeryüzü krallığı" yerine "gökyüzü krallığı"nı tercih etmişti. Bu efsane, Kosova'daki yenilginin, kutsal bir paye olarak algılanmasını sağladı.
Johns Hopkins Üniversitesi'nin uluslararası ilişkiler uzmanı Fouad Ajami'nin ifadesiyle, "tarihin bir Sırp versiyonu" oluşturulmuştu ve bu versiyon, Sırpları "işgalciler" (Osmanlılar) ile işbirliği yapmayan ve sabırlı bir biçimde tarihsel kurtuluşunu bekleyen asil bir halk olarak tanımlıyordu. Bu "seçilmiş" halk, hep haksızlık ve zulümle karşı karşıya gelmişti. Başkentleri olan Belgrad tarih boyunca 40 kez yok edilmiş, "kutsal toprak"ları olan Kosova "inançsızların" (Osmanlıların) eline geçmişti. Sırplar her zaman Hıristiyanlığı savunmuşlar, ancak Hıristiyan komşularından bile hep ihanet görmüşlerdi.9
Osmanlılar, Tanrı'nın "seçmiş" olduğu bu halkı baskı altında tutan büyük despotlar olarak tanımlanıyorlardı. Bosnalı Müslümanlar ise, Sırpların gözünde, birer haindiler. Onları "İslamlaşmış Sırplar" olarak algılıyorlardı. Bosnalıların, Sırplara verilen "seçilmişlik" payesini bırakarak, kendilerini Osmanlı'ya sattıklarını düşünüyorlardı.
Bu kompleks ve nefretler, yüzyıllar boyunca bilinçaltında kalmış, ancak dağlara çıkarak Osmanlı'ya karşı direnen "haiduk" (haydut) çetelerinin anılarıyla yaşamıştı. Osmanlı ordularının 1683'teki Viyana bozgununun ardından, Bosnalı Müslümanlara karşı duyulan nefret fırsat buldukça eyleme dönüşmeye başladı. İlk kan, 1702 yılında Karadağ'da döküldü. Başkent Çetine'deki sivil Müslüman nüfusa karşı gerçekleştirilen katliama Istraga Poturica (Türkleşmiş olanların imhası) adı verilmişti. Boşnaklar aslında "Türk" değil, sadece Müslüman olmuşlardı, ama bu ikisi Balkanlar'da aynı anlama geliyordu.
Aynı tema, 19. yüzyılda kaleme alınan ve Sırp milliyetçiliğinin temel kaynaklarından biri sayılan ünlü bir destanda da işlenecekti. Yazarı, Karadağlı bir aristokrat ve din adamı olan Petar Petrovic Njegoş'tu. Yazdığı savaş destanları, Sırp milli edebiyatının en önemli örnekleriydi. Önemli olan, bu destanların içinde fanatik bir Müslüman düşmanlığının körüklenmesiydi. Njegoş'un mısraları arasında "camileri ve minareleri parçalayın", "Türkleşmiş olanları yok edin" gibi ifadelere rastlanıyordu. Njegoş'un Gorski Vijenac (Dağların Tacı) adlı ünlü destanı ise, 1702 yılında Karadağ'ın başkenti Çetine'de yapılan Müslüman katliamının övülmesinden ibaretti. Şiirdeki kahramanlardan birisi, Vaivode Batric, yaşananları şöyle anlatıyordu: "Çetine'de Hıristiyanlığı kabul etmeyen bir tek Türk bırakmadık, öyle ki, burada olanları anlatacak hiç bir canlı şahit kalmadı. hiç bir Türk evi ayakta kalmadı." Destanın bir yerinde Njegoş, Osmanlı Sultanı IV. Murad'ı Kosova savaşının sonunda savaş alanında bıçaklayarak öldüren Miloş Oblilic'e atıfta bulunarak şöyle diyordu:
Öyleyse parçalayın tüm minareleri ve camileri... Size sesleniyorum ey Miloş Oblilic'in nesli, Taşıdığımız bu güçlü silahlar ve kana bulanmış inancımız ile. İyi olan kazanacaktır, çünkü Ramazan ve Noel, asla birarada yaşayamaz.
Njegoş'un bu destanı, daha sonra Sırplar ve Karadağlılar tarafından Müslümanlara uygulanan tüm soykırım ve baskılara romantik ve etik bir temel hazırladı. Destan, Sırp okullarındaki edebiyat derslerinde okutuldu.
Sırp milliyetçiliğinin 1980'lerdeki yükselişinde de hep aynı tema kullanıldı. "Türk", "Müslüman" ya da "Osmanlı" kelimeleri aynı anlama geliyorlardı ve Boşnaklar bu kavramlarla özdeşleştirildikleri için düşman sayılıyorlardı. Sırbistan'ın radikal milliyetci lideri Slobodan Miloseviç'in Kosova Savaşı'nın 600. yıl dönümünde Kosova'nın başkenti Piriştine'nin yakınlarındaki Gazimestan adlı ovada gerçekleştirdiği ünlü mitingin de teması yine aynıydı. Miloseviç 600 yıl önce yaşanan Kosova yenilgisine atıfta bulunmuş ve "bir daha yenilmeyeceğiz" demişti. Düşman yine aynıydı; Osmanlı. Nitekim mitingin yapıldığı alanın yakınlarında bir yere önceden kan renkli koca bir anıt kondurulmuş ve üstüne de Prens Lazar'ın şu sözleri kazınmıştı:
Her kim ki Sırp ve Sırp kökenlidir Ve Kosova Ovası'na Türklerle savaşmaya gelmez Onun ne erkek, ne dişi, zürriyeti olmasın Onun hasadı olmasın. 1389-1989
Tüm bunlar, Balkan Müslümanları kadar İslam aleyhtarı Balkan milliyetçilerinin de İslam ve Türk kavramlarını özdeşleştirdiklerinin işaretleridir. Bu iki kavramı birleştiren ortak zemin ise, elbette ki Osmanlı kimliğidir.
"Osmanlı Faktörünün Dönüşü"
Önceki sayfalarda incelediğimiz İstanbul'dan Bihaç'a uzanan Türko-İslami kuşak, Soğuk Savaş döneminde adeta uykuya yatmıştı. Öncelikle, bu kuşağın geçtiği ülkelerin neredeyse tümü -Yunanistan hariç hepsi- komünist rejimlerin egemenliğindeydiler. Dahası, Soğuk Savaş'ın durgun ve sabit atmosferi, Balkanlar'ı da dondurmuştu, bölgede hiçbir "manevra alanı" bırakmamıştı.
Ancak, önce de belirttiğimiz gibi Soğuk Savaş bitti ve tarih yeni bir döneme girdi. Balkanlar'da rejim, hatta harita değişiklikleri yaşandı. Türko-İslami kuşak ise bu köklü değişimin tam merkezinde yer alıyordu. Bosna'daki savaş, bu kuşağın en batıdaki temsilcisi olan Bosnalı Müslümanlar'a yönelen Sırp saldırganlığının bir sonucuydu. Bugün Balkanların "barut fıçısı" sayılan diğer bölgeler de aynı kuşağın parçası ya da akrabasıdırlar; Kosova, Sancak ve Makedonya...
Bu durum kuşkusuz Türkiye'yi çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Türkiye, Osmanlı'nın devamıdır. Osmanlı'nın mirasına o sahiptir. Bu gerçek ise, Türkiye'ye hem yeni stratejik ufuklar, hem de politik ve ahlaki sorumluluklar getirmektedir.
Yunanlı siyaset bilimci Thanos Veremis, "Osmanlı faktörü"nün bu "geri dönüşünü" ve Türkiye ile olan ilişkisini şöyle yorumluyor:
Balkanlar'ı potansiyel olarak destablize edecek ve bölebilecek faktörlerin başında "Osmanlı faktörü"nün yeniden ortaya çıkışı gelir. Osmanlılar'ın bölgeden çekilmesinden bu yana, Türkiye'nin Balkanlar'daki Müslümanlara yönelik ciddi bir ilgisi olmamıştı. Ancak Doğu Avrupa'da komünizmin çöküşüyle birlikte, Türkiye'nin Balkan Müslümanları ile olan ilgisi de önem kazandı.... Bulgar, Türk, Sırp, Hırvat ve Arnavut gibi farklı etnik kökenlerden gelen milyonlarca Balkan Müslümanı, Karadeniz'den Adriyatik'e kadar uzanan bir coğrafi kuşak oluşturmaktadırlar. Türkiye'nin, bu Balkan Müslümanlarının koruyuculuğunu üstlenerek bölgedeki etkisini büyütmesi, muhtemel bir gelişmedir.10
Ayrıca, Veremis'in yine aynı makalede vurguladığı gibi, bu kuşağın çok önemli bir stratejik özelliği daha vardır: Yunanistan ile onun kuzeydeki Ortodoks müttefikleri, özellikle de Sırbistan arasında bir duvar oluşturmaktadır. Türkiye eğer bu duvarı güçlendirebilirse, Sırbistan ile Yunanistan'ı -ki gerek Bosna-Hersek yönetimi, gerekse Türko-İslami kuşağın diğer üyeleri için en büyük tehlike bu iki müttefik Ortodoks güçten gelmektedir- birbirinden ayıran bir doğal engel yaratabilir.
Kısacası Yunanlı gözler, Türko-İslami kuşağın Türkiye için büyük bir stratejik avantaj, bir "etki alanı" imkanı yarattığını görebilmektedir.
Thanos Veremis, Türkiye'deki önemli bir noktayı daha görmekte ve göstermektedir: Yunanlı yazara göre, geçmiş dönemde Türkiye'nin Balkanlar'da etki oluşturamamış olmasının en büyük nedenlerinden biri, "İslam ve Türk milliyetçiliği arasında yapılmış olan zoraki ayrım"dır. Yine Veremis'e göre, "Türkiye'nin Balkanlar'da etki sahibi olmaya başlamasında , Türk milliyetçiliği ile İslami kimliğin yeniden uyum içinde birleştirilmesi" etkili olmuştur. Yazar daha da ileri giderek, Türkiye'nin Balkanlar'da ilerlemesini sağlayacak olan formülün, Ziya Gökalp'in yüzyılın başında ortaya koyduğu "Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak" formülü olduğunu söylemektedir.
Bu durum, Türkiye'nin Balkanlar'da güçlenmesi için İslami kimliğini vurgulaması gerekliliğinin, stratejik bir gerçeklik olduğunu göstermektedir. Bölgede, yeni bir Devlet-i Ali'ye muhtaç bir "yeşil kuşak" vardır ve bu durum Türkiye için büyük bir şanstır. Eğer bu şans değerlendirilmezse, Türkiye bölgeden silinir ve "yeşil kuşak" da iyice zayıflar.
Ne Yapmalı?
Türkiye'nin sözkonusu "yeşil saplantı"nın olumsuz etkisinden kurtulduğunu ve Balkanlar'daki yeşil kuşak üzerinde etkisini artırmaya kesin olarak karar verdiğini varsayalım. Bu durumda, Balkanlar'da bir etki alanı oluşturma yolunda, "ne yapmalı" sorusu ile karşı karşıya kalırız.
Bu konuda girişilecek somut projelerden önce, genel bir yorum yapmakta yarar var. Bu genel yorum, yalnızca Balkan stratejisi ile değil, aynı zamanda Türkiye'nin tüm bir dış politika kültürü ile yakından ilgilidir.
Dünyada temelde iki tür devlet varlığından söz edilebilir. Aktif devletler ve reaktif devletler. Reaktif devletler, ki BM üyesi 180 küsur devletin çoğunluğunu bunlar oluşturur, uluslararası arenada hep edilgen konumdadırlar. Kendi iç sorunları ile boğuşurlar ve hiçbir zaman da dış dünyayı etkilemek gibi bir amaçları olmaz. Zayıf bir devlet mekanizmasına, bozuk bir ekonomiye, istikrarsız ya da durgun hükümetlere sahip olurlar. Aktif devletlerin de kuşkusuz iç sorunları vardır, ama bunlarla uğraşırken uluslararası arenada da söz sahibi olurlar. Strateji geliştirir ve güçlü devlet mekanizmaları sayesinde bunları kesintiye uğratmadan uygularlar. Diğer reaktif devletler gibi yalnızca kısa vadeli "günü kurtarmaya" yönelik dış politikalar değil, uzun vadeli, bilinçli ve hesaplı dış politikalar izlerler.
Türkiye'nin sözünü ettiğimiz türden bir Balkan stratejisine ve "etki alanı" arayışına sahip olması, kuşkusuz öncelikle, sözünü ettiğimiz aktif devletler kategorisine girmesi ya da en azından girmek istemesiyle mümkündür. Oysa bugün Türkiye ne yazık ki öteki kategoriye biraz daha yakın gözüküyor. Bunun nedeni, ülkenin içinde bulunduğu daimi ekonomik kriz hali ve ülke dış politikasına ipotek koymuş bulunan Güneydoğu sorunudur.
Siyasi istikrarsızlığın çözümlenmesi, yani güçlü ve istikrarlı hükümetlere sahip olmamız halinde, ekonomik krize ve Güneydoğu sorununa çözüm bulma zemini doğar. Güneydoğu'nun çözümlenmesi, hem Türkiye'nin bölgedeki düşük yoğunluklu savaş nedeniyle yılda harcadığı 7-8 milyar doları ekonomiye aktaracak, hem de Balkanlar'daki azınlıkların haklarını koruma iddiasıyla ortaya çıkacak bir Türkiye'ye uluslararası arenada daha bir güvenilirlik görüntüsü katacaktır.
Ekonomik sıkıntının aşılması, hem Türkiye'ye daha büyük bir itibar kazandıracak, hem de dış politikaya ayrılabilecek kaynakları artıracaktır. Çünkü bir "etki alanı" oluşturmak, öncelikle ekonomik güç gerektirir.
Tüm bunların ötesinde, bir de Türk toplumunun zihninde "büyük ülke" inancının ve arzusunun uyandırılması gerekmektedir. Bir imparatorluğun mirasçısı olan Türk toplumu, bu inancın mayasına sahiptir, ancak Osmanlılıktan uzaklaştırılmış olması, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık içinde umutsuzlaşmış olması nedeniyle o inanç körelmiştir. Eğer toplum büyük bir ülkenin, bir bölge gücünün halkı olacağına inanırsa, bu inanış siyasi eliti de ister istemez etkiler. Siyasi elitin propaganda ve icraatları da toplumu yeniden besler. Bu çift-yönlü iletişim sayesinde, bir "etkin ülke" siyasi kültürü oluşturulabilir. Güvensizlikler aşılır. Devlet-Ali Osmaniye'nin olgun gururu yeniden uyanır.
III. Balkan Savaşı?...
Eğer Türkiye bu yapısal değişiklikleri gerçekleştirir de, Balkanlar'da bir etki alanı oluşturabilecek bir potansiyele ulaşırsa, nasıl bir strateji izlemeli ve hangi taktik projeleri başlatmalıdır?
Öncelikle bilinmelidir ki, bölgedeki muhtemel bir harita değişikliği, tek bir ülkenin inisiyatifi ile gerçekleşemez. Böyle bir değişiklik, ancak tüm bölgeyi çalkalayacak, güç dengelerini değiştirecek ve yeni bir Balkan düzeni kuracak bir sarsıntı sonunda gerçekleşebilir. Mevcut haritalar, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı gibi büyük sarsıntıların sonucunda oluşmuştur. Yeni bir değişiklik, yeni bir sarsıntı sonucunda gerçekleşebilir.
Bu sarsıntıyı uzak, hatta imkansız görmek ise saflık olacaktır. Kosova üzerinden çıkacak bir Arnavut-Sırp savaşı; buna eklenecek bir Sırp-Makedon çatışması; üstüne gelecek bir Yunan-Arnavut ve Yunan-Makedon döğüşü; Sırbistan'ın bu çok cepheli savaşını fırsat bilecek bir Boşnak karşı-saldırısı, hatta bir "Sancak ayaklanması", tüm bunlara karşı kayıtsız kalamayacak bir Türkiye; bu müdahaleye karşılık verecek olan Yunanistan'la ciddi bir savaş; Türkiye'nin Balkanlar'a müdahalesi ile hareketlenebilecek olan Bulgar Türkleri...
Bu senaryo elbette istenmeyen ama ne yazık ki her zaman için mümkün olan bir senaryodur. Bu domino teorisinin bugün gerçeğe dönüşmesini engelleyen şey ise, büyük ölçüde, Balkanlar'da kontrol edemeyeceği ve kendi çıkarlarını da zedeleyecek olan bir patlamadan çekinen ABD'nin statükoyu koruyucu politikası, kısacası Pax Americana'dır. Oysa Pax Americana'nın zayıf bir anında ateş alacak bir kıvılcım, bombayı patlatabilir. Bu bomba ise, büyük olasılıkla, en az Balkan, I. Dünya ve II. Dünya savaşları kadar destablize edici bir rol oynayacak, kısacası haritanın yeniden çizilmesine zemin hazırlayacaktır.
Bu nedenle, Türkiye için şu statik dönemde izlenmesi gereken strateji, "yeşil kuşak" üzerindeki etkisini güçlendirmesi ve bu kuşak ile kendisi arasındaki bağı, muhtemel bir çatışma ortamında etki gösterecek kadar sağlam ve gerçekçi hale getirmesidir.
Stratejik Otoyol?...
Peki bu nasıl yapılmalıdır? Edirne'den Adriyatik'e, hatta Bihaç'a kadar uzanan bu kuşak nasıl canlandırılmalı ve Türkiye için bir etki alanına dönüştürülmelidir?
Bu konuda büyük taktik değeri olan bir proje, Özal döneminde gündeme gelmişti. Proje, İstanbul'dan çıkıp Bulgaristan'dan devam edecek, oradan Makedonya'ya ve Arnavutluk üzerinden Adriyatik'e varacak bir otoyol projesiydi. Böylece ticari bir bağla birbirine bağlanacak bu ülkeler arasında ciddi bir politik yakınlık da kurulabilecekti.
Bu proje, son yıllarda Türkiye'nin içine düştüğü istikrarsızlık nedeniyle unutuldu. Ancak hala mümkündür ve bölge ülkeleri de böyle bir girişim için istekli olmaya devam etmektedirler. Ekonomik yönden büyük bir geri kalmışlık içinde kıvranan Arnavutluk açısından, kendisine büyük bir ticari canlılık getirecek olan bu otoyol, tam anlamıyla bir "can damarı" olacaktır. Yunanistan ve Sırbistan arasında sıkışmış ve Arnavutluk'un altyapı yetersizliği nedeniyle Adriyatik'e çıkış yapmakta zorlanan Makedonya açısından da böyle bir otoyol can simidi işlevini görecektir.
Tek muhtemel pürüz Bulgaristan olabilir. Gerçekte bu proje Bulgaristan için de ekonomik yönden avantajlı olacaktır, ancak Bulgar yönetiminin stratejik kaygıları olumsuz rol oynayabilir. Aslında, projenin gündemde olduğu birkaç yıl öncesinde Bulgaristan, Yunan ve Sırp komşularıyla olan tarihsel rekabetinin de etkisiyle, Türkiye'ye yakın bir politika izliyordu, fakat son bir yıl içinde Yunan-Sırp eksenine doğru ılımlı bir geçiş gösterdi. Yine de Türkiye'nin Bulgaristan'ı, bu ülkenin Sırp-Yunan ikilisi ile olan yok edilemez anlaşmazlıkları sayesinde, kendi yanına çekmesi mümkündür. Daha da önemlisi, zorunludur. Çünkü Bulgaristan'ın vizesi olmadan Türko-İslami kuşağa ulaşmak imkansızdır.
Bu otoyol projesinin yanında, bölgedeki "yeşil kuşak" üyesi ya da müttefiki ülkelerle, politik ve askeri ittifaklar kurulması gerekmektedir. Türkiye tarafından bölgeye; Türkçe, Arnavutça ve Sırbo-Hırvatça dillerinde yapılacak doyurucu televizyon yayınları da, yeşil kuşakta yaşayan halkın, "anavatan" ile olan bağlarını güçlendirmede büyük yarar sağlayabilir.
Bosna'da Ne Yapmalı?
Yeşil kuşakla yapılacak olan ittifakın ilk örneği Bosna olmalıdır. Balkanlar'daki bu kuşağın bu en sivrilmiş temsilcisi, Türkiye'nin desteğine hem en acil olarak ihtiyaç duymaktadır, hem de Türkiye'nin bu ülkeyle yapacağı işbirliğinin sembolik değeri çok büyük olacaktır.
Bosna, Dayton anlaşması ile bir barışa değil, gerçekte ateşkese kavuşmuştur. Uluslararası topluluğun zayıf bir anında yeni bir Sırp-Müslüman çatışmasının başlaması ise her zaman ihtimal dahilindedir. Öte yandan, Hırvatlar'la yapılmış olan ittifak da sağlam temeller üzerinde durmamaktadır. Hırvatlar, yalnızca kağıt üzerinde geçerli olan federasyonu bozup, sonra da yeniden, 1993 yazında olduğu gibi, Sırplarla "Bosna'yı paylaşma" temelinde bir işbirliği yapabilirler.
Türkiye, bu açık tehlikelere karşı, şimdiye kadar denediklerinden çok daha etkili ve gerçekçi yöntemler kullanarak Bosna'nın yanında yer alabilir. İlk yapılması gereken iş, Hırvatistan ile diplomatik temasları artırarak, siyasi, ekonomik, hatta askeri ilişkiler kurmak ve var olanları güçlendirmektir. Türkiye, Almanya ile Sırp saldırganlığına karşı stratejik bir ortak payda geliştirerek, Alman-Hırvat eksenini Bosna'nın yanında tutmak için sistemli bir politika izlemelidir.
Bunun yanında, Dayton'ın bir "ateşkes" olduğu göz önünde bulundurularak, Bosna-Hersek ordusunun eğitimi ve silahlandırılması için Türkiye'nin aktif bir çabası mutlaka zorunludur. Türkiye, krizin başından bu yana izlediği "diplomatik yolla destek" yolunun yanına, bundan çok daha önemli olan askeri desteği de eklemelidir.
Bosna'daki İzzetbegoviç yönetimine karşı zaman zaman alevlendirilen uluslararası propagandaya karşı "Bilge Kral"a destek vermek de Türkiye'nin üstlenmesi gereken misyonların başında gelmektedir. Halkının en büyük lideri ve adeta sembolü olan İzzetbegoviç'in arkasında yer almak, Türko-İslami bir siyasetin başta gelen gereklerindendir.
Bosna'ya bu şekilde verilecek bir Türk desteği, Türkiye'nin Türko-İslami eksen üzerindeki popülaritesini ve itibarını tahmin edilemeyecek derecede artıracaktır. Kendilerini Bosna ile özdeş gören Kosova Arnavutları, Sancak Müslümanları, Arnavutluk ve hatta Makedonya, "Türkiye şemsiyesi" altına girmek için istekli davranacaklardır. Bu iki ülkeyle zaten mevcut ancak yetersiz olan ikili anlaşmalar, çok daha kapsamlı bir zemin, özellikle de askeri zemin üzerinde genişletilebilecektir.
İşte bu sayede, tarihi ve kültürel yönden mevcut, ancak siyaseten kayıp olan Türko-İslami eksen, fiili bir biçimde, askeri ve politik anlamda ortaya çıkabilir.
Kosova'da ne Yapmalı?
Balkanlar'daki Türko-İslami kuşağın şu an en sıcak bölgesi Kosovadır. Sırp yayılmacılığı 1980'lerin sonlarında dişlerini ilk kez Kosova'da göstermişti. Aradan 10 yıl geçtikten ve Hırvatistan ve Bosna dosyaları -en azından şimdilik- rafa kaldırıldıktan sonra, Belgrad'ın terörü bu kez yine Kosova'yı hedef aldı. Bu satırların yazıldığı sıralarda Kosova köyleri Sırp birlikleri tarafından avlanıyor.
Peki bu durum karşısında "Osmanlı vizyonu"na sahip bir Türkiye'nin politikası ne olmalıdır?
Bu soruya cevap vermeden önce, bölgedeki durumu gerçekçi bir gözle tahlil etmek gerekir. Çok önemli bir nokta, Sırbistan ile Karadağ'dan müteşekkil olan Yugoslavya'nın hala hiç de "normal" bir devlet olmayışıdır. Sırbistan, hala Bosna'daki etnik temizliğe öncülük eden kadro ve bu kadronun başındaki savaş suçlusu Slobodan Miloseviç tarafından yönetiliyor. Bu koyu milliyetçi ve yayılmacı kadronun Bosna'daki savaşın bitiminden sonra birer barış ve istikrar unsuru haline geldiklerini düşünmek ise çok yanlış olur. Sırbistan'ın yayılmacı ve baskıcı politikaları uluslararası sistemin verdiği izin ya da açtığı boşluk ölçüsünde devam edecektir. Dolayısıyla Sırbistan asla güvenilir ve muhatap alınır bir ortak olarak görülmemelidir. Bu, ancak Sırbistan'da ciddi bir iktidar değişikliği halinde mümkün olabilir.
Bu noktadan yola çıkarak Kosova sorununa baktığımızda ise Türkiye'nin ne yapması gerektiği açıkça görülüyor: Kosova'nın bağımsızlık talebine destek ve Belgrad rejimine tavır...
Türkiye aksi bir politika izleyerek yalnızca Kosovalıları ve diğer Balkan Müslümanlarını küstürmüş olmaz, aynı zamanda kendi etki alanını da baltalamış olur. Osmanlı'nın mirasçısı olan bir Türkiye'ye yakışan politika, tüm eski eyaletlerinin haklarını savunmak ve onların hamiliğini üstlenmektir.
Sonuç
Türkiye'ye Osmanlı'dan miras kalan büyük bir Balkan insiyatifi vardır. Bu bölgede var olan Türko-İslami kuşak, Türkiye'nin önüne hem tarihsel ve moralpolitik bir sorumluluk, hem de büyük bir stratejik fırsat sağlamaktadır. Bu kuşağı korumak, harekete geçirmek, Türkiye için ciddi bir etki alanı oluşturabilir.
Bunu basit bir yayılmacılık olarak algılamak ise büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü sözü edilen coğrafya üzerinde tarihsel, kültürel ve stratejik yönden Türkiye'ye bağlı ve yakın olan halklar yaşamaktadır. Bu toplumlarla, hem de 1912'ye kadar "bizim" olan topraklar üzerinde güçlü bir işbirliği kurmak, doğal bir hak ve sorumluluktur .
Bu arada Türkiye, Balkanlar'da bu şekilde bir etki alanı oluşturmakla, diğer dış politika yönlerinde, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu'da da büyük bir stratejik avantaj ve siyasi güç elde edecektir. Bir yönde elde edilen etki alanı, diğer yönleri de etkileyecektir. Ne de olsa, diğer dış politika yönlerimiz de Devlet-i Ali Osmaniye'nin mirası ile yakından ilgilidirler.
DİPNOTLAR
1) Maria Todorova. "The Ottoman Legacy in the Balkans". The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 70
2) Eran Frankel. "Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims", 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991
3) Eran Frankel. "Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims", 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991
4) Maria Todorova. "The Ottoman Legacy in the Balkans". The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 71
5) Maria Todorova. "The Ottoman Legacy in the Balkans". The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 72
6) Noel Malcolm, Bosnia: A Short History, ss. 52-3.
7) Noel Malcolm, Bosnia: A Short History, ss. 54-5.
8) Noel Malcolm, Bosnia: A Short History, s. 65.
9) Fouad Ajami, "In Europe's Shadows", The New Republic, 21 Kasım 1994.
10) Thanos Veremis, "Greece: The Dilemmas of Change", The Volatile Powder Keg.The American University Press, 1994, ss. 131-132
Dünya Yeni Bir Osmanlıya MuhtaçTemmuz 2000
Geçtiğimiz 20. yüzyılda dünyanın en kanlı, en karmaşalı ve en huzursuz bölgelerinden ikisi Balkan Yarımadası ile Ortadoğu oldu. Her iki bölge de büyük savaşlar, iç savaşlar, işgaller, gerilla hareketleri, etnik temizlikler, sürgünler, mülteciler gördü. Özellikle etnik ve dini farklılıklara dayanan çatışmalar, her iki bölgeyi de kan ve gözyaşı ile suladı.
Dahası, sözkonusu iki bölge de bu özelliklerini aynen koruyorlar. Her iki ülkede de zoraki bir barış rüzgarı estiriliyor, ama çatışmalara neden olan taraflar hala ayaktalar ve ilk fırsatta birbirlerine girmek için hazır bekliyorlar.
Oysa hem Balkan yarımadası hem de Ortadoğu bir zamanlar böyle değildi. Aksine, her iki bölge de asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşamıştı. Balkanlar'da 19. yüzyıla, Ortadoğu'da ise 20. yüzyıla kadar süren bu istikrarın nedeni ise, bu bölgelerdeki Osmanlı hakimiyetiydi.
Balkanlar'da Osmanlı Nizamı
Osmanlı İmparatorluğu Balkan yarımadasına 15. yüzyılın ikinci yarısında, Ortadoğu'ya ise 16. yüzyılın başlarında egemen oldu. Balkanlar'ı ele geçirdiğinde bölge birbiri ile daimi bir çatışma halindeki Hıristiyan halklarla doluydu. Sırplar, Bulgarlar, Hırvatlar ile "Bogomiller" (Boşnaklar) arasındaki çatışma, tam bir kaos doğurmuştu.
Bu coğrafyaya büyük bir askeri güç ve siyasi akıl ile giren Osmanlıların en önemli özelliği ise, bölgede barış ve istikrar kurmaları oldu. Osmanlı bölgedeki halkları son derece toleranslı bir sistemle yönetti. Daha önceden fethettikleri topraklardaki Müslümanları kılıçtan geçiren Haçlılar gibi davranmadı. Aksine, Balkanlar'daki halklara din özgürlüğü verdi ve herkesin inancını koruyabileceği, dahası tüm gerekleriyle yaşayabileceği bir sistem kurdu. Hiç bir zaman etnik temizlik, zorla din değiştirtme, asimilasyon gibi politikalara başvurmadı.
Bu sayede asırlardır çatışmalara ve savaşlara sahne olan Balkanlar, 19. yüzyıla kadar sürecek olan bir istikrar ve huzura kavuştu. Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Bosnalılar, Macarlar, Ulahlar, Yahudiler, Çingeneler... Tüm bu Balkan halkları hem kimliklerini koruyarak hem de birbirleriyle çatışmadan barış içinde yaşadılar.
Barışın Kuralı
Balkanlar'daki bu "Pax Ottomana", aslında siyasetin, sosyolojinin ve demografinin değişmez bir kuralına dayanıyordu: Birbirleriyle çatışma potansiyelindeki birden fazla toplumu huzur içinde bir arada yaşatmak, ancak sözkonusu toplumların üzerinde yer alacak güçlü bir otorite ile mümkündür. Böyle bir otoritenin var olmaması halinde, küçük grupların çatışmaları ve ortaya bir kaos çıkması kaçınılmaz olur. Çünkü küçük grupların her biri, birbirleriyle çatışan menfaatlere sahiptirler ve eğer onları zorlayan üst bir otorite olmazsa, bu menfaatlerden taviz vermezler. Taviz verilmediğinde ise kaçınılmaz olarak çatışma çıkar.
Güçlü bir otoritenin sağlayabileceği tek sonuç, sadece barış değil, aynı zamanda "birarada yaşama" kavramıdır. Kimi zaman bir bölgedeki taraflar arasında resmi bir barış imzalanmaz, ama taraflar birarada çatışmadan yaşamayı zımnen de olsa kabul ederler ve böylece istikrar sağlanır. Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün dünyanın sorunlu bölgelerinde askeri birlikleri bulundurarak üstlendiği görev, bunun en açık örneğidir.
İşte bu "barış sağlayıcı otorite" kavramı, Balkanlar'da ve Ortadoğu'da asırlar boyu Osmanlı İmparatorluğu oldu. Osmanlı yönetimi her iki bölgede de, hem yerel halklara kendi içlerinde kültürel bir özerklik tanıdı hem de onları birarada yaşattı.
Osmanlı'nın siyaset stratejisinin temelini oluşturan "Nizam-ı Alem" kavramı, işte bunu ifade ediyordu. İmparatorluk sadece topraklarını genişletmeyi değil, aynı zamanda bu topraklara "nizam" getirmeyi hedefliyordu. Osmanlılar, Moğollar gibi dev topraklar ele geçirip sonra da buraları yağmalayan, yakıp-yıkan barbarlar değildiler. Aksine, ulaştıkları her yere düzen ve medeniyet götürdüler. Bu nedenle bugün Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun dört bir yanı Osmanlı camileriyle, medreseleriyle, kervansaraylarıyla doludur.
Balkanlar'daki Nizamın Sonu
Ancak Osmanlı'nın Balkanlar'a ve Ortadoğu'ya getirdiği nizam, 18. yüzyıldan itibaren aşamalı olarak bozuldu. 20. yüzyılın başlarında da tümüyle ortadan kalktı. Balkan devletleri 19. yüzyılın farklı aşamalarında Osmanlı'dan bağımsız oldular.
Ancak bağımsızlık, Balkan halklarına huzur ve istikrar getirmedi. Aksine, birbirleri ile toprak kavgalarına giriştiler. 1912-13 Balkan Savaşları, Osmanlı'nın bölgeden çekilmesinin, bölgedeki nizamı nasıl yok ettiğini gösteriyordu: Balkan Devletleri I. Balkan Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün Rumeli topraklarını ele geçirdiler ve böylece Balkanlar'daki Osmanlı varlığına son verdiler. Ama aynı zamanda nizamı da kaldırmışlar ve yerine savaş ve kaos koymuşlardı: Osmanlı'dan geriye kalan toprakların paylaşılması konusunda birbirleriyle anlaşamadılar ve böylece II. Balkan Savaşı patlak verdi.
Osmanlı nizamının çökmesiyle birlikte başlayan bu Balkan karmaşası, bugüne kadar devam etti. Balkan Yarımadası, II. Balkan Savaşı'nın durulmasından kısa bir süre sonra bu kez I. Dünya Savaşı ile kana bulandı. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde ise, Balkanlar'da komitacılar, çeteler, gerilla örgütleri boy gösterdi. II. Dünya Savaşı'nda ise Balkan yarımadası bir kez daha ve çok geniş çapta kana bulandı. Balkan toprakları bir kez daha kanlı içsavaşlara ve etnik temizliklere sahne oldu.
Balkanlar'daki bu karmaşanın II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte durulduğu, Soğuk Savaş ile birlikte bölgenin kalıcı bir istikrara kavuştuğu sanılıyordu. Oysa gerçeklerin hiç de böyle olmadığı Soğuk Savaş'ın bitiminden bu yana çok açık bir biçimde ortaya çıktı. Balkan milliyetçileri 1990'dan başlayarak yeniden birbirleri ile çatışmaya başladılar. Hırvatlar ve Sırplar arasındaki gerginlik, 1991'de savaşa dönüştü. Sırp saldırganlığı daha sonra Bosna-Hersek'teki Müslümanları hedef aldı. Balkanlar'daki gerginlik bugün ise Kosova merkezli olarak devam ediyor. Balkanlar'ın görülebilir bir gelecekte barış, huzur ve istikrara kavuşacağını ise kimse tahmin etmiyor.
Balkanlar'ın bu karmaşasının kökeninde ise, baştan beridir belirttiğimiz gibi, bölgedeki Osmanlı-sonrası düzenleme yatıyor. Bugün Balkanlar'da Osmanlı'nın miras bıraktığı topraklar üzerinde kurulmuş tam yedi devlet var: Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan... Bu devletlerin hiçbiri etnik yönden homojen değiller. Hepsinde etnik ya da dini azınlıklar var ve bu azınlıklar potansiyel bir gerginlik nedeni olarak duruyorlar. Ayrıca bu devletlerin aralarında uzlaşmaz çıkar çatışmaları var.
Oysa bu devletleri oluşturan halklar Osmanlı zamanında da vardılar ve aynı bölgelerde yaşıyorlardı. Ama Osmanlı üst bir otorite olarak bu halkları birarada yaşatmıştı. Bir asırdır süren sözkonusu "otorite boşluğu" ise, bölgenin "sahipsiz" kalmasıyla sonuçlandı. Bu otorite boşluğundan en çok zarar gören Balkan halkları ise, Osmanlı'nın bölgedeki en önemli mirası olan Müslümanlar oldular: Bosnalı ve Sancaklı Slav Müslümanlar, Arnavutlar, Pomaklar, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan Türkleri, bölgenin en çok "sahipsiz" kalan insanlarıydı. Halen de öyleler. Ve kendilerine sahip çıkacak yeni bir Osmanlı'yı, yani "Osmanlı vizyonu"na ve misyonuna sahip bir Türkiye'yi bekliyorlar.
Ortadoğu'daki Nizamın Sonu
Balkanlar'dakine benzer bir süreç, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Ortadoğu'da da yaşandı. Osmanlı'yı bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen güçler ise, bu kez İngiltere ve Fransa'ydı. Özellikle de Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının farkedilmesiyle birlikte, bu iki güç Ortadoğu'yu paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye ettikten sonra da, bölgeyi gerçekten paylaştılar.
20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir güç daha girdi: Siyonizm, yani Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma hedefindeki Yahudi milliyetçiliği... Siyonistler Ortadoğu'ya henüz Sultan Abdülhamid zamanında girmek istemişler, ama Sultan'ın sert tepkisi nedeniyle beklemek zorunda kalmışlardı. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat oldu.
Osmanlı, Ortadoğu'yu I. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu'da, bölgenin yeni hakimlerinin menfaatlerine uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden yapay devletler oluşturdular. Bağdat vilayeti, "Irak" adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden "Suriye" diye bir devlet çıkarıldı. Öte yandan, tarihsel olarak Suriye'nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi, "Lübnan" adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise, o zaman kadar sadece coğrafi bir bölge olan "Filistin" bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise "Transjordan" (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bir süre sonra sadece "Ürdün" olarak bilinecekti.
Bu devletlerin hiç biri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler... Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin'de ise Arapların yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Arapları barındırıyordu. Ancak bu iki temel kategori de kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi.
Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu'nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masabaşında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere'nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Böylece ortaya tam bir mozaik çıktı. Ancak barış ve birarada yaşamaya uygun bir mozaik değil, çatışma ve savaşa uygun bir mozaik... Nitekim Siyonizm, bir devlet haline gelip İsrail'e dönüştükten sonra, bu mozayiği kullanarak Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki iç savaşları körükleme imkanı elde edecekti.
Ortadoğu'da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail'in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi. Osmanlı sonrasında oluşan "otorite boşluğu" hiç bir zaman doldurulamadı. Fransa ve İngiltere Ortadoğu'ya istikrar değil, çatışma getirdiler. İngiltere'nin koruyucu kanatları altında gelişen Siyonizm, kısa sürede hem bölgenin geneline hem de bizzat İngiltere'nin kendisine yönelik bir tehdit haline geldi.
Fransa ve İngiltere'nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye'deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Alevileri Sünnilere karşı kayırdı ve bugün hala sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye'de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı.
Sömürgecilerin Mantığı
Osmanlı sonrasında Ortadoğu'da kalıcı bir düzen ve istikrar oluşturulmamasının nedeni, sömürgecilerin bunu yapabilecek bir güce sahip olmamaları değil, bunu yapmak için gerekli olan stratejik anlayışa sahip olmamalarıydı. Osmanlı, ele geçirdiği bölgelere "nizam" götürmeyi İlahi bir görev sayan bir anlayışla yönetiliyordu. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözettiler ve bu menfaatler düzensizlik gerektirdiğinde düzensizlik meydana getirdiler.
Bugünün siyasi literatürüyle, Osmanlı İmparatorluğu "moralpolitik" (ahlaki) bir stratejik vizyona sahipti. Sömürgeciler ise "reelpolitik" (katıgerçekçi) bir vizyonla hareket ettiler. Bu nedenle, eğer kısa vadede kendilerine menfaat sağlıyorsa, bir ülkeyi uzun vadede karmaşa ve istikrarsızlığa sürükleyecek politikalar izlemekten çekinmediler.
İngiliz ve Fransız sömürgeciliği hep bu reelpolitik mantıkla hareket etti. Ama bu mantık Ortadoğu'daki halkların nefretini kazanmalarına yol açtı. Bu nedenle İngiltere ve Fransa Ortadoğu'da çok az bir süre kalabildiler. Arap ülkelerinin başına geçirdikleri kukla liderler, II. Dünya Savaşı'nın ardından birer birer devrildi. İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu macerası da böylece sona ermiş oluyordu.
İngiltere ve Fransa'nın ardından gerek Ortadoğu'ya gerekse dünyanın başka bölgelerine egemen olan emperyal güç ise elbette ki ABD oldu. Ancak ABD de aynı reelpolitik vizyonu izledi. Bu nedenle Üçüncü Dünya'nın dört bir yanında kanlı rejimleri destekledi, faşist cuntalarla işbirliği yaptı, terörist gruplara yardım etti. Vietnam'ı bu reelpolitik vizyonla harabeye çevirdi. ABD'nin "nizam" getirme gibi bir amacı yoktu, sadece kendi uluslararası şirketlerinin ve silah endüstrisinin çıkarlarını arıyordu.
ABD'nin Ortadoğu'daki stratejisi de aynı yönde gelişti. ABD'nin Ortadoğu'daki varlığı, Ortadoğu'ya "nizam" getirmedi. Aksine, İsrail saldırganlığını ısrarla destekleyerek bölgedeki kaosun temel nedenlerinden biri oldu. Bugün de hala durum böyledir. ABD'nin zoruyla yürüyen barış süreci, Filistin tarafına getirdiği dayatmalarla, bölgede yeni sıkıntılara yol açacak bir niteliktedir.
ABD'nin eski Osmanlı coğrafyası olan Balkanlar'daki stratejisi de yine bölgeye istikrar ve huzur getirecek nitelikte değildir. Washington'ın Sırp saldırganlığına 1991'den 1995'e kadar dört yıl boyunca hiç bir ciddi tepki göstermemesi bunun bir göstergesiydi. 1995'te imzalanan Dayton Anlaşması ise, Aliya İzzetbegoviç'in de belirttiği gibi, bölgeye adalet değil, sadece barış getirdi. Bugün Balkanlarda Osmanlı'nın mirası olan Müslüman halklar, hala "otorite boşluğu"nun tehdidi altındadırlar.
Ve tüm bunlar, Türkiye'nin önüne hem stratejik bir fırsat, hem de tarihi bir misyon yüklemektedir.
Türkiye'nin Osmanlı Mirası
Osmanlı büyük bir askeri güce ve siyasi akla sahipti. Bu özelliği sayesinde ele geçirdiği bütün bölgelerde istikrar ve barışı sağladı. Devlet-i Ali'nin yıkılması geride asla doldurulamayan bir otorite boşluğu bıraktı.
Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun varisi olarak, eski Osmanlı toprakları üzerinde bir nüfuz elde etme şansına sahip olduğu, zaman zaman dile getirilen önemli bir gerçektir. Ancak bundan daha da önemli olan, Türkiye'nin Balkanlar ve Ortadoğu'ya "nizam" getirmiş olan yegane gücün mirasçısı olmasıdır.
Bu mirasın Türkiye'ye ne gibi bir stratejik ufuk kazandırdığına, üç ayrı yönde bakabiliriz. Birinci yön, Balkanlar ya da bizim eski "Rumeli"dir. Bu bölgedeki ülkelerin hepsi eski Osmanlı vilayetleridirler. Dahası, bu ülkelerin hepsinin içinde Osmanlı'dan kalan bir "Türko-İslami" nüfus vardır ve bu nüfus; Batı Trakya, Bulgaristan Türkleri, Müslüman Pomaklar, Makedonya, Arnavutluk, Sancak, Bosna-Hersek hattında ilerleyen ve Balkanları ortasından ikiye bölen bir "yeşil kuşak" oluştururlar. Bu kuşak, eğer iyi değerlendirilirse, Türkiye için potansiyel bir etki alanıdır. Türkiye bu kuşak üzerindeki Müslüman ve Türk nüfusun haklarını koruyarak bölge siyaseti üzerinde söz sahibi olabilir.
Ortadoğu'ya baktığımızda bu bölgenin de eski Osmanlı vilayetlerinden müteşekkil olduğunu görürüz. Bu durum Türkiye için büyük bir avantajdır. Türkiye bu tarihsel mirası daha etkili bir biçimde sahiplense, Ortadoğu'daki taraflar arasında uzlaştırıcı bir rol oynayabilir, bölgede büyük bir nüfuz elde edebilir. Fransa bile, bölgeye olan uzaklığına rağmen, Suriye ve Lübnan'da geçirdiği birkaç on yıllık sömürge döneminin hatırasına, Ortadoğu'da nüfuz elde etmeye çalışmaktadır. Hem de bölgeye "nizam" değil, karmaşa getirmiş bir güç olmasına rağmen.
Üçüncü yön olan Kafkaslar/Orta Asya bölgesinde de yine Türkiye için büyük bir potansiyel nüfuz alanı vardır. Kafkaslar, tarih boyunca Rus zulmünden kaçarak Osmanlı'ya sığınmış Müslüman kavimlerin diyarıdır. Orta Asya ise, Osmanlı toprağı olmasa da, Türklük bağıyla Türkiye'ye bağlıdır.
Bu tabloya baktığımızda Türkiye'nin stratejik ufuklarının çok geniş olduğunu görürüz. Türkiye, eğer sahip olduğu Osmanlı mirasını ekonomik ve siyasi güçle desteklerse, gerçekten de 21. yüzyılda çok önemli bir bölgesel güç olabilir. Bu durumda Avrupa ve ABD nezdindeki güç ve prestiji de tahmin edilemeyecek derecede artacaktır. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Orta Aysa gibi dünyanın sıcak bölgelerinde söz sahibi olan bir ülkenin gücünün, Amerikalı ve Avrupalı stratejistlerin değerlendirmelerinde önemli yer tutacağı açıktır.
Ancak tüm bu saydığımız stratejik yaklaşım, siyasi ve ekonomik güç kadar vizyon da gerektirir. Bu vizyonun temelinde ise Türkiye'nin kendi kimliğini doğru tanıması ve tanımlaması geliyor. Türkiye'ye stratejik bir etki alanı kazandıran en önemli faktör, baştan beri vurguladığımız gibi, Osmanlı mirasıdır.
Türkiye bu Osmanlı mirasına ciddi bir biçimde sahip çıkmalıdır. Bu noktada yapılması gereken önemli işlerden biri, Osmanlı'nın kurmuş olduğu "nizam"ı tarihsel delilleriyle ortaya koymak ve dünyaya anlatmaktır. Bugün Balkanlar'daki Sırp milliyetçileri ya da Arap ülkelerindeki aşırı Arap milliyetçileri, Osmanlı'yı Balkanlar'ı ya da Ortadoğu'yu sömürmüş emperyalist bir güç olarak resmetme çabasındadırlar. Bu asılsız ancak etkili propagandaya karşı Türkiye, tarihsel gerçekleri ortaya koymalı, Osmanlı döneminde Balkanlar ve Ortadoğu'da nasıl bir istikrar, adalet, barış ve nizam kurulduğunu izah etmeli ve bu tarihsel gerçeği aktif politikaları için temel haline getirmelidir. Bu nedenle Türkiye'nin tarihçileri, sosyologları ve tüm tanıtım-propaganda imkanları seferber edilmelidir.
Bu tür bir stratejik kültür politikasının son derece etkili olacağından kimse kuşku duymamalıdır. Türkiye'nin stratejik ufku, Osmanlı mirasına sahip çıkabilmesiyle orantılı olarak genişleyecektir. Türkiye'nin 21. asırda bir bölge gücü haline gelmesi, tarihsel ve dini kimliklerin giderek daha önemli hale geldiği dünyaya damgasını vurabilmesi, ancak böyle mümkün olabilir.
Doğu Türkistan'daki Çin Zulmü Görmezlikten GelinmemeliAğustos 2000
20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında savaşlar, iç kargaşalar, toplu katliamlar, terörün her türlüsü insanlığa dehşet saçtı. Dünya tarihinde ilk kez, savaşlarda bu kadar çok sivil insan hedef alınarak öldürüldü. Hemen hemen her kıtanın bir veya birkaç köşesinde dinmeyen bir zulüm ve kargaşa ortamı oluştu. Dünyayı böylesine kana bulayan, insanlara zulmün her türlüsünü yaşatan neden ise, 19. yüzyılın köhne ve ilkel bilimsel metodlara sahip zihinlerinin ürettiği ideolojilerdi.
Dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında ise komünizm gelmekteydi. Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman'ın ürettikleri bu ideolojinin, Lenin, Stalin ve Trotsky gibi kişiler tarafından uygulanmaya konmasıyla, dünya tarihinin en büyük kıyımları ve katliamları gerçekleştirilmeye başlandı. Bu ideolojinin Rusya'dan sonra Doğu Avrupa, Çin, Hindiçini, Latin Amerika gibi coğrafyalara sıçramasıyla, zulmün çapı daha da büyüdü. Ve bu ideoloji ardında milyonlarca ölü bıraktı. Her ne kadar kesin rakamlara ulaşılması mümkün değilse de, komünizmin dünyaya getirdiği ölü sayısı yaklaşık olarak 100 milyondur; Rusya'da 20 milyon, Çin'de 65 milyon, Vietnam'da 1 milyon, Kuzey Kore'de 2 milyon, Kamboçya'da 2 milyon, Doğu Avrupa'da 1 milyon, Latin Amerika'da 150 bin, Afrika'da 1,7 milyon, Afganistan'da 1,5 milyon ve uluslararası komünist hareketin ve iktidarda olmayan komünist partilerin neden olduğu 10.000 civarında ölü. 1 Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizmin siyasi bir rejim olarak çöktüğü kabul edilse de, komünist ideoloji ve uygulamaları hala devam etmektedir. Hala Kızılordu zihniyetinin hakim olduğu Rusya'nın Çeçenistan'da, Çin'in ise Doğu Türkistan'da yürüttüğü uygulamalar bunun en önemli göstergelerindendir. Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, Mao'nun Kızıl Çin'inde yaşananların tekrarını yaşamaktadırlar. Gençler sebepsiz yere tutuklanmakta, rejime karşı oldukları iddiası ile idama mahkum edilerek kurşuna dizilmekte, Müslümanların ibadetlerini topluca yapmaları engellenmekte, kazançları acımasız vergilerle ellerinden alınmakta, halk açlık tehlikesiyle ölümün eşiğinde yaşamakta, yanıbaşlarında yapılan nükleer denemelerle ölümcül hastalıklara yakalanmaktadır. Batılı ülkeler ise, Çin tarafından tüm dünya ile irtibatı özellikle kesilen bu topraklardaki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir.
Müslüman Türklerin, 21. yüzyılda dünyanın gözünün önünde yaşadıkları acılara ve maruz kaldıkları insanlık dışı muamelelere geçmeden evvel, kısaca Doğu Türkistan'ın tarihine ve geçmişin ihtişamlı topraklarına zulmün ve acının nasıl geldiğine bakalım.
Doğu Türkistan'ın Kısa Tarihi
14. yüzyılla birlikte, Orta Asyalı Türkçe konuşan Uygur halkının tamamı İslamiyeti kabul etti. Taşkent ve Kaşgar gibi kentler ise büyük bir zenginliğin ve kültürün merkezi haline geldi. Büyük Türk Hakanı Bilge Kağan'ı, ilk Müslüman Türk Sultanı ve Karahanlılar Devleti'nin kurucusu Abdülkerim Saltuk Buğra Han'ı, Dilşad Sultan'ı, Osman Batur'u, Divan-ı Lügat-it Türk'ün müellifi Kaşgarlı Mahmud'u, Kutadgu Bilig'in müellifi Yusuf Has Hacib'i, Atabet'ül Hakayık'ın müellifi Ahmed Yüknek'i ve bir çok değerli isimleri yetiştirmiş olan bu topraklar, ne yazık ki iki yüzyıldır geçmişin ihtişamını ve zenginliğini kaybetti.
Doğu Türkistan'ın karanlık günleri, 1700'lerin ve 1800'lerin ortalarında Rusya, Çin ve İngiltere'nin sömürgeci politikaları ve kendi aralarındaki gerek açık gerek gizli anlaşma ve uzlaşmalarının sonucunda Türkistan'ı üçe parçalamaları ile başladı. Bu parçalanma sonucunda Çin'in işgali altındaki Doğu Türkistan; eski SSCB, şimdiki BDT (Birleşik Devletler Topluluğu) sınırları içindeki Batı Türkistan (Batı Türkistan Rusya tarafından 5 cumhuriyete bölünmüştü. Bunlar: Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan'dır); Afganistan'ın kuzeyi olan Güney Türkistan oluştu.
Birbirinden tamamen farklı üç kültürün, dilin ve medeniyetin egemenliği altına giren bu topraklarda son 100-150 yıldır gelişme yolları da tamamen ayrıldı. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, bu halkların bir kısmı bağımsızlıklarını elde etti. Ancak, Çin yönetimi altındaki Uygurlar, bir çok kez özgürlük denemelerinde bulunmalarına rağmen, her seferinde acımasız yöntemlerle bastırıldılar ve Çin'in baskıcı ve zulüm dolu yönetiminden kurtulamadılar.
Doğu Türkistan'da Çin Zulmü
Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşamaktalar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anlamına gelen "Sincang" adını koydular ve burayı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim politikası, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlara ulaştı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından öldürüldüler ya da rejimin doğurduğu kıtlık sonucunda öldüler. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaştı.
Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında sözkonusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Bu kitaplarda anlatıldığına göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırplar'ın Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin "ceza" yöntemleri de son derece acımasızca ve vahşidir. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır.
Asimilasyon ve Köklü Bir Kültürü Yok Etmeye Yönelik Uygulamalar
Rejim, 1949 yılından itibaren Müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirdi. Çin hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi son derece düşündürücüdür. 1953 yılında bölgede % 75 Müslüman, % 6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında %53 Müslüman, % 40 Çinli'ye yükseldi. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında ulaşılan % 40 Müslüman, % 53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Bugün ise Uygurlar, köylerde oturmaya zorlanırken Çinliler şehirlere yerleştirilmektedir. Bu sebeple bazı şehirlerde Çinli nüfus yüzdesi %80'lere çıkmaktadır. Hedef, şehirlerde Çinlileri çoğunluk haline getirmektir. Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistanlıları Çinlilerle evlendirmek için uyguladığı yöntemler ise bu asimilasyon çalışmalarının bir parçasıdır.
Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır. Bölgede ilk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer denemeler nedeniyle ölen Müslüman sayısının 210 bini bulduğu bilinmektedir. Binlerce insan ise sakat kalmış, binlercesi de sarılık vebası, kanser gibi hastalıklara yakalanmıştır.
Çin 1964'den günümüze kadar Doğu Türkistan topraklarında elliye yakın atom ve hidrojen bombası patlatmıştır. İsveçli uzmanlar, 1984 yılında yapılan yeraltı nükleer denemesinde 150 ton gücündeki bombanın Richter ölçeğiyle 8.8 şiddetinde yer sarsıntısına sebebiyet verdiğini tesbit etmişlerdir.
Zulmün Asıl Nedeni: İslam Düşmanlığı
Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedenlerinden biri halkın Müslüman olmasıdır. Çünkü Çin, bölge üzerindeki hakimiyet ve sultasını kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslami kimliğini görmektedir.
Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini kullanan Çin şovenizmi en fanatik dönemini Mao'nun 1966-1976 yılları arasında uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler özellikle Müslümanları taciz etmek için domuz beslemeye başladılar. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca bütün iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri ise tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın İslami kimliği yok edilemedi.
Türk halka uygulanan bir başka sindirme ve baskı yöntemi ise eğitim alanında kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çincedir. Öğrencilerin ise ancak % 20'si Müslümandır. Okullarda din dersi programlarının esası ateizm üzerine bina edilmiştir. Çince eğitim yapan orta dereceli okullar gelişmiş imkanlara sahipken Uygur okullarında sıra bile bulunmamaktadır. Ekonomik güçlükler ise, eğitim seviyesini düşüren önemli bir etkendir.
Otuz yılda dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslüman Türklere yapılan uygulamanın bir parçasıdır. Mao, kültür devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken Uygur alfabesini İslam harflerinden Krilceye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra Rus korkusu ile Latin harflerine geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar İslam harflerine dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır.
Çin'in Uzakdoğu'da Anti-İslami Rolü
Doğu Türkistan'da Müslüman Türklere yönelik zulüm şiddetle devam etmiştir. Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadırlar. Gençler bu zulümden kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadırlar.
1996 yılından beri onbinlerce Uygur kamplarda tutulmaktadır ve bu kamplardakilere ağır işkenceler yapıldığı bilinmektedir. Bir af teşkilatının resmi yazısında da belirtildiği gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte ya da meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Çünkü mahkemeler, komünist partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici olansa hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen öldürülmeleridir.
1997 yılının Şubat ayında tekrar alevlenen olaylar sırasında yaşananlar ise, Çin zulmünün bir özeti niteliğindedir. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir gecesinde, Kandil nedeniyle bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek emniyet merkezine götürdüler. Mahalle sakinleri ise merkeze giderek kadınların serbest bırakılmalarını istedi. Bunun üzerine işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı. Bunun üzerine galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı. 4-7 şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3500'den fazla Uygur kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise Bayram namazı için camilerde toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç ise meydanlarda kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik gruplar halinde meydanlarda teşhir edildiler.
Batılı güçler ise her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisizdir. Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar BM'nin koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. BM'ye yapılan tüm başvurular geri çevrilmiştir. 25 milyon Doğu Türkistanlı Müslüman, halen Çin baskısı altındadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" durumdadırlar. Tutuklulara işkence yapılması ise artık sıradan bir olay haline gelmiştir.
Kısacası Çin, Uzakdoğu'nun en önemli İslam-karşıtı güçlerinden biridir. Doğu Türkistanlı Müslümanlara yönelik politikasının yanında, etrafındaki İslami potansiyel için de ciddi bir düşmandır. Dünyanın en kalabalık ülkesinin bu stratejik "anti-İslami" konumunu, komünist rejimden kapitalist ekonomiye geçilmesiyle de hiçbir şekilde azalmamıştır.
Çin-İsrail Stratejik İşbirliği
Çin, Soğuk Savaş döneminde uzunca bir süre Batı, özellikle de Amerika'ya karşı son derece düşmanca tavır takınmıştı. Sovyetler'in Batı'ya yönelik politikasını yeterince sert bulmayan ve bu nedenle de Rus yoldaşlarını ideolojik sapmayla suçlayan Çinliler'in bu tavrı, ancak 1970'li yıllara kadar sürdü. O tarihten sonra Çin ve Amerika arasında inanılmaz derecede hızlı ilerleyen bir yakınlaşma süreci başladı. Amerika, Üçüncü Dünya'da yükselen Düzen'den bağımsız radikal hareketlerin yükselişine karşı bir "kuzey cephesi" oluşturmaya karar vermişti o sıralar ve Çin'i de bu cepheye dahil etmek, aynı Sovyetler Birliği gibi orta vadede yanına almak istiyordu. Çin-Amerikan yakınlaşmasının tartışılmaz mimarı ise tanıdık bir isimdi: Henry Kissinger, yani İsrail'in Amerika'daki en önemli temsilcilerinden biri...
Kissinger'ın girişimleriyle, Çin kısa sürede 1960'lardaki radikal çizgisini değiştirdi, Ulusal Bağımsızlık Mücadeleleri'ne destek olmaktan vazgeçti ve kapitalist ekonomiye kucak açtı. Yakın gelecekte kurulacak olan "kuzey cephesi"ne girmeye kararlıydı anlaşılan.
Kissinger'ın hesapları ise kuşkusuz başka herşeyden daha çok İsrail'in hesaplarını yansıtıyordu. Nitekim kısa süre sonra, özellikle Mao'nun ölümünün ardından hızla gelişmeye başlayan ve özellikle de askeri alanda patlama yapan Çin-İsrail ilişkileri, İsrail'in Çin'i de kurmaya çalıştığı "global anti-İslami cephe"ye dahil etmek istediğini ortaya koydu.
Çin-İsrail askeri ilişkileri 1970'lerin ikinci yarısında başladı. İsrail ilk olarak, Çin'in eski Sovyet silahlarından ibaret olan ordusunun yenilenmesine yardımcı oldu. Çin ise bu işbirliğinin gizli kalmasına özen gösteriyor, özellikle 1982'de İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesinden sonra İsrail'le işbirliği içindeki bir ülke olarak gözükmek istemiyordu.
1980'lerin ortalarından sonra ise stratejik işbirliğinin küçük bazı alametleri belirmeye başladı. Birleşmiş Milletler'deki İsrail ve Çin büyükelçileri aralarında resmi iletişim başlattılar. 1989'da Çin ile İsrail arasında bir anlaşma imzalandı... Çin'de bir İsrail akademisi kurulacak, 1990 yılında içlerinde bir nükleer fizikçinin bulunduğu 70 Çinli bilim adamı bir ay süren bir İsrail gezisi yapacaklardı. Daha sonra Şangay'da bir İsrail Araştırma Merkezi kuruldu. Bu kuruluş İbrani Üniversitesi, Tel-Aviv Üniversitesi ve Ben Gurion Üniversitesiyle temas kurdu.
Görünür ilişkiler "tarımsal işbirliği" gibi İsrail'in klasik yöntemlerini içeriyordu. 1990 yılının başlarında Çin'in İsrail teknolojisine ihtiyacı olduğu kanısı iyice yaygınlaştı. Yine bu fikirle Pekin'de bir Çin-İsrail sulama projesi merkezi kuruldu. Çöl araştırmalarında bulunmak üzere bir grup Çinli bilimadamının, İsrail'de Negev'e gelmesiyle çöl sulama projesi uygulanmaya başlanmış oldu. Bu bilimsel alışverişi takip eden ekonomik bağlantılar 1990 yılında iyice çoğaldı. 14 kişilik İsrail heyeti Çin'e gelerek ticaret şirketleri kurdu.
Çin ile İsrail arasındaki yakın ilişkiler gerçekte silah satışını da içeriyordu. İsrail'in Çin'e yaptığı yüklü miktardaki silah satışı, Mossad adına çalışan İsrailli iş adamı Shaul Eisenberg aracılığıyla gerçekleştiriliyordu. İsrail'in bu kanalla 1980'lerde Çin'e yaptığı silah satışı, 3 milyar doları buluyordu. Arabulucu Eisenberg özel uçağıyla Çin'e gayri resmi uçuşlar yapıyor, bu uçuşlarda İsrailli silah tüccarlarını da yanında götürüyordu. Bağlantılar sağlandıktan sonra gizli anlaşmalar ve nakliye ise Mossad'ın göreviydi.
İsrail ile Çin arasındaki askeri ilişkinin boyutlarına, Tel Aviv'de yayınlanan Jerusalem Post gazetesi de değinmişti. The Times'ın yayınladığı bir CIA raporuna dayanan Jerusalem Post, İsrail'in uzun yıllardır kesintisiz olarak Çin'e silah sattığını belirtiyor ve şöyle diyordu:
Çin ve İsrail, aralarındaki teknolojik ve askeri işbirliğini resmi hale getirmeye ve geliştirmeye çalışıyorlar. Çin, İsrail askeri teknolojisinden, tank ve radar sistemlerini geliştirmesi için yardım umuyor. Çinliler onyıllardır bu konuda İsrail'den gizli olarak aldığı yardımları da resmi hale getirmek istiyor... Şimdi de İsrail'in son derece gelişmiş olan 'Arrow' anti-füze sistemini Çinliler ile paylaşıp paylaşmayacakları sorusu gündemde."
Bu yakınlaşmanın temelinde Çin'in Doğu Türkistan'da ya da yakın çevresindeki İslami yükselişten duyduğu endişe yatıyordu. Washington Report on Middle East Affairs'da Çin-İsrail ittifakının temelinde Çin'in "İslami radikalizmi nötralize etme" çabasının yattığını, Pekin'in Doğu Türkistan'daki 20 milyonu aşkın Müslüman nüfustan son derece rahatsız olduğunu yazmıştı.
Doğu Türkistan'da yaptıkları sonucunda anti-İslami konumunu ispatlamış olan Çin, anlaşılan İsrail'in dünya çapında oluşturmaya çalıştığı anti-İslami ittifaka girmeye hak kazanmıştır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Düzen'in Müslümanlarla Savaşı bölümü)
Sonuç
Son 150 yıldır İslam alemi dünyanın birçok bölgesinde benzeri zulüm ve baskıya maruz kaldı. Bu zulmün arkasındaki çevrelerin en büyük hedefi dini, özellikle de Müslümanlığı ortadan kaldırmaktı. Bu amaçla, neredeyse bir asır boyunca Müslüman katliamına giriştiler. Bugün Çeçenistan'ın Ruslar dolayısıyla yaşadığı zulüm, Doğu Türkistan'da da Çin nedeniyle yaşanmaktadır. Dünya bu zulme göz yummaktadır. Ancak, vicdan sahibi insanlar bu zulmü durduracak bir yol bulabilirler. Herşeyden önce, Doğu Türkistan meselesi sadece Uygurların bir sorunu olarak görülmemeli ve onların tüm sorumlulukları vicdan sahibi insanlar tarafından sahiplenilmelidir. Akıllı, cesur ve uzak görüşlü politikalarla Türkiye'nin ve Türk Milletinin de bu sorunun çözümünde önemli bir katkısı olacağı inancındayız.
Çeçenistan'da Yaşanan Vahşete Artık Dur Denmeli!Ağustos 2000
Soğuk Savaş'ın son bulmasının ardından oluşan yeni dünya düzeninde Türkiye kendine çok güçlü bir yer edinmeyi hedeflemişti. Özellikle de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya'da şekillenen yeni yapılanma içinde Türkiye daha etkin bir konuma yerleşecek, ekonomik ve politik anlamda lider bir ülke konumuna gelecekti. Çünkü bağımsızlıklarını birer birer ilan eden bu cumhuriyetlerle Türkiye arasında hem din, hem dil, hem kültür, hem de tarihi açıdan çok güçlü bağlar bulunmaktaydı. Buna göre Türkiye ile bu ülkeler arasında bir bütünleşme olacak ve Türkiye bu yakınlaşmanın sonucunda çok büyük kazanımlar elde edecekti.
Ancak beklenen bütünleşme ve yakınlaşma ne yazık ki geride kalan on küsur yıl içinde sağlanamadı. Türkiye pek çok alanda hedeflediği bütünleşmeyi gerçekleştiremedi. Çünkü Orta Asya ve Kafkasya başka bir ülke için de çok büyük bir önem teşkil ediyordu ve özellikle Kafkasya bu ülkenin pek çok açıdan hayat damarıydı. Bu ülke Rusya'ydı ve Rusya'nın Kafkasya'yı tamamen "başıboş" ve aynı zamanda da Türkiye'nin eline bırakmaya hiç niyeti yoktu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok ülkede bu sancılı dönem yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Kazakistan'da, Türkmenistan'da, Azerbeycan'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da ve Dağıstan'da Rusya'nın yayılmacı politikasının etkileri asla silinmedi. Çünkü Rusya o ülkeleri hala kendi boyunduruğu altında ve kendi hayat sahası olarak görüyor ve görmeye de devam edecek.
Bu ülkelerden özellikle bir tanesi var ki 400 yıldır Ruslarla bağımsızlığı uğruna yaptığı mücadeleden asla vazgeçmedi ve özgürlüğü için canı pahasına mücadele etti. Bu ülke tarihe cesurluğuyla, gözü karalığıyla ve bağımsızlığına düşkünlüğüyle geçen Çeçenistan'dır.
Çeçenistan Rusya için diğer Kafkasya cumhuriyetlerinden çok daha büyük önem taşımaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere sözkonusu bölgedeki yüksek rezervli doğal kaynaklardır. Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminde ihtiyacı olan tüm hammaddeleri bu ülkelerden çok ucuz fiyata alıp kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Hatta bu hammaddeleri işledikten sonra, aldığı ülkelere geri satıyordu. Böylece bu ülkeleri siyasi bağımlılığın yanında, ekonomik olarak da kendine bağımlı hale getiriyordu. Ancak SSCB'nin dağılmasından sonra kendisi için büyük bir hammadde kaynağı olan bu cumhuriyetlerin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesi, Rusya'yı da büyük bir çıkmaza soktu. İşte Hazar ve Kazak petrolleri üzerinde bu kadar oyun oynanmasının ve Rusya'nın bu kaynaklar üzerinde bu kadar hak iddia etmesinin nedeni bu hammadde ihtiyacıdır.
Yukarıda bahsettiğimiz ekonomik etkinin yanı sıra, Rusya'nın yüzyıllardır devam eden "yayılmacı politikası" da Orta Asya ve Kafkasya'da yaşanan karışıklıkların bir başka önemli nedenini oluşturmaktadır. SSCB'nin dağılmasından sonra kısa süreli bir bocalama dönemi geçiren Moskova, hemen toparlanmış ve bağımsızlığını ilan eden yeni cumhuriyetler üzerinde yeniden hakimiyet kurmak için çok yönlü girişimlerde bulunmuştur. Aslında Rusya'nın şu an bu cumhuriyetler üzerinde oynadığı oyunlar, Boris Yeltsin'in 1993 yılında yaptığı bir konuşmayla da ilk sinyallerini vermiştir. Yeltsin yaptığı bir açıklamada, "yitirdiği mevzileri yeniden ele geçirerek Rusya'nın süper güç niteliğini yeniden kazanacağını" ifade etmiştir.1
Yani Rusya bu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmelerini, özgürlüklerine kavuşup, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmelerini kabul edememekte, bu bölgeleri yeniden ele geçirilmesi gereken mevziler olarak görmektedir. Kazakistan'da, Azerbaycan'da, Dağıstan'da, Ermenistan'da ve Gürcistan'da yaşananlar da bu yayılmacı politikanın hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Çeçenistan da bu yayılmacı politikanın hedefi olan ve bu nedenle de çok büyük zulümlere maruz kalan ülkelerden bir tanesidir.
Çeçenlerin Mücadele İle Geçen Şerefli Tarihi
Çeçenistan'da yaşananlar hakkında hepimiz bugüne kadar çok şey duymuş, çok şey okumuş olabiliriz. Ancak orada olanları anlayabilmek için son birkaç yıldır yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak yetmez. Çünkü Çeçen halkının bu şerefli mücadelesi bundan çok uzun yıllar önce başlamıştır ve çok kısa aralıklı kesintilerle yıllardan bu yana devam etmektedir. Ve bu mücadelenin temelinde belki de dünyanın en cesur halkı sayılabilecek bu halkın yazdığı bir destan yatmaktadır. Tüm dünyanın cesaret ve bağımsızlığa olan düşkünlüklerini kendilerine örnek aldıkları Çeçen halkının bu güçlü karakterini anlamak için tarihleri hakkında da kısa bir bilgi sahibi olmak gerekir.
Son 10 yıldır dünyanın gündeminden bir türlü düşmeyen Çeçenistan aslında çok küçük bir ülke. Yüzölçümü sadece 16 bin kilometrekare. Doğuda Dağıstan, güneyde Gürcistan, batıda ise İnguşetya'yla komşu... Şu an Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan ile aynı durumda olan 19 özerk cumhuriyet daha var. Bu cumhuriyetler Rusya'nın genel topraklarının yüzde 28'i kadar bir yüzölçümüne sahipler. Rusya ise bu cumhuriyetler üzerinde hala çok büyük bir etkiye sahip ve bu etkinin hiçbir şekilde zarar görmesini istemiyor. Çeçenistan'ı kaybetmek ise bu ülkeler üzerinde nüfuzunun kırılması ve bağımsızlığa düşkün Çeçen halkının diğer ülkelere bir örnek teşkil etmesiyle sonuçlanacak. Zira toplam nüfusları ancak Kızıl Ordu'nun asker sayısına ulaşabilen 16 bin kilometrekarelik Çeçenlerin 16 milyon kilometrekarelik Rusları hezimete uğratması, diğer Kafkas cumhuriyetleri ve özerk cumhuriyetlerde de bağımsızlığın fitilini ateşleyebilir. Kağıt üzerindeki bu abartılı dengesizlik ilk bakışta herşeyi Rusların lehine gibi göstermesine rağmen, tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir kayıt ve şartla dahi olsa Çeçenler Ruslara boyun eğmemiştir ve eğmeye de hiç niyetleri yoktur. İşte bu korku, Rusların "Çeçensiz bir Çeçenistan" özlemini doğurmaktadır. Çünkü Kafkaslar'daki bağımsızlık hareketini canlandırabilecek tek ülke Çeçenistan, tek halk da Çeçenlerdir.
Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Çeçenya, Rusya için tüm bir Kafkasya anlamına gelmektedir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı tüm Kafkasları tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen Birleşik Kafkasya fikri, Rusların korkulu rüyasıdır. Çeçenya'nın bağımsızlığı, bir anlamda Birleşik Kafkasya ideali için ilk ve en önemli adımdır. Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu etkisinin bilincinde olan Rusya'nın bu ülkenin üzerine bu kadar gitmesinin önemli nedenlerinden biri de işte bu korkudur. Rusya, Çeçenleri tek bir kişi kalmadan yok ederek, öncelikle Kafkasya'yı sonra da milyonlarca kilometrekarelik topraklarını garanti altına almaya çalışıyor. Fakat ne Ruslar ne de diğer ülkeler Çeçenistan'ın bu kadar güçlü bir direniş göstereceğini ve bağımsızlıklarına bu kadar düşkün olduklarını tahmin ediyorlardı. Çeçenler bağımsızlık uğruna herşeyi göze almış durumdalar ve bu kararlarından da kolay kolay döneceğe benzemiyorlar.
Rusya, özellikle 1990'lı yılların başından itibaren Çeçenistan'da çok büyük hukuksuzluklara imza attı. Gerektiğinde çok çabuk bir şekilde tek vücut olabilen Çeçenleri silahla yok edemeyeceğini düşündüğü için, içlerinden çökertme yoluna başvurdu ve bunun için çok farklı yollar denedi. Seçimlere müdahale ederek kargaşa çıkarmaya çalışmaktan vaatlerle devlet adamlarını satın almaya, adam kaçırma ve terör hadiselerinden kendi yanlısı olan din adamlarını kullanarak dini ayrılıklar oluşturmaya, ayrıca ekonomik ve siyasi baskılara kadar türlü yöntemlerle Çeçenistan'da kaos çıkarmaya, halktaki güçlü birliği bozmaya çalıştı. Ancak bu girişimlerinden beklediği başarıyı elde edemedi. Bunun yanı sıra dünyanın olan bitenlere göz yumması ve hiçbir şekilde müdahalede bulunmaması Rusya'yı daha da cesaretlendirdi, zulmüne devam etmesine fırsat tanıdı.
Rusya'nın Çeçenistan'ı 1991 yılındaki fiili işgali, merhum Cahar Dudayev tarafından bertaraf edilmesine rağmen, 1994 Kasımı'ndaki ciddi tacizler aynı yılın 11 Aralık'ında fiili bir savaşa dönüştü. 100 binin üzerinde Çeçen bu savaşta hayatını kaybederken, 10 binlerce insan göç etmek zorunda kaldı. Çeçenya, tarihi ve ekonomik yüzlerce kaynağını bu savaşta yitirdi. Rusya Çeçenistan'ı "iç meselesi" olarak dünya kamuoyuna lanse ederken, dış dünyadan ciddi bir tepki görmedi. Tüm Çeçenya'da her metrekareye tonlarca bomba düştü. Tıpkı bugün de olduğu gibi kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla insanlar dünya tarihinde eşi görülmemiş bir soykırıma tabi tutuldu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen 1996 Ağustos ayına gelindiğinde hiçbir şekilde yılmamış ve kendi toprakları için herşeyleriyle mücadele eden Çeçenlere karşı Ruslar yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar. 1996 Ağustos'unda ve 1997 Mayıs'ında en üst düzeyde imzalanan anlaşmalarla Çeçenistan'ı ayrı bir devlet olarak kabul etmek durumunda kalan Rusya, 2001 yılının sonuna kadar bu durumu benimsemiş gözüktü. Çeçenistan'ın Ruslar karşısında elde ettiği bu müthiş başarı ve hiçbir zorluk karşısında yılmayan bağımsızlık mücadelesi diğer cumhuriyetleri de çok derinden etkiledi. 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkas halklarının öncülüğünde "Kuzey Kafkasya Halkları Şurası" toplandı. Bu buluşma sonrasında Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması ve olası bir Rus saldırısına karşı birbirlerine destek konusunda tüm katılımcı ülkelerce fikir birliğine varıldı. İşte bu birlik Rusya'nın yıllardır içinde yaşattığı büyük korkunun yavaş yavaş hayata geçirilmesi demekti.
Bir yıla yakın bir süredir devam eden savaş da bu kararlarla ve oluşmaya başlayan birlikle doğrudan ilgili. Çatışma, Rusların 1999 yılının ilk aylarında Dağıstan'daki bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmasıyla başladı. Toplam 1500 kişilik nüfusu olan bu köyler kendilerine bir önder olarak gördükleri Çeçenistan'dan yardım istediler. Ruslara karşı yaptığı cesur mücadele ile bir kahraman haline gelen Çeçen gazisi Şamil Basayev, 1999 yılının yaz aylarında Rus zulmünden kurtulmak için kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu. Bu köylerde çok büyük bir katliam yaşanmış ve masum insanlar sebepsiz yere vahşice öldürülmüştü. İşte Rusya ile Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı. Kamuoyunda oluşturulmak istenen nedenler gerçekleri yansıtmıyordu. Ortada herhangi bir terörist faaliyet ya da ayrılıkçı teröristler yoktu. Çeçenler, nüfusunun % 80'i Müslümanlardan oluşan Dağıstan halkına insani bir yardımda bulunmuş ve Rusları karşılarına almayı göze almışlardı.
İşte Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu lider konumu, çatışmalar başladığı günden itibaren herkesin sorduğu: "Çeçenistan Rusya için neden bu kadar büyük bir önem taşıyor?" sorusunun da bir anlamda cevabı oluyordu. Çeçenistan'ın bağımsızlığına olan düşkünlüğü ve bu uğurda yaptığı cesur mücadele, diğer bağımsız cumhuriyetler için çok büyük bir örnek teşkil etmektedir. Rusya Federasyonunun içindeki cumhuriyetlerin en önemli özellikleri ise birbirleriyle çok büyük bir etkileşim içinde olmaları ve bir ülkede yaşanan değişikliğin diğer ülkeleri de çok çabuk etkisi altına almasıydı. İşte bu nedenle Çeçenistan'ın bağımsızlığının aynı bir domino taşı gibi birbiri ardına diğer ülkeler üzerinde bir etki oluşturması, Rusya'da çok büyük bir tedirginlik meydana getirmektedir.
Rusların Kafkas Halkına Karşı Uyguladığı Böl-Yönet Politikası
Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi ve Çeçenlerin bağımsızlık uğruna herşeyi göze almalarının altında yatan en önemli neden, Çeçenlerle Rusların din, dil, kültür ve ırk olarak hiçbir ortak özelliklerinin olmamaları. Çeçenler hiçbir yakınlık duymadıkları Rusların himayesinde yaşamayı 1918 yılından beri reddediyor ve bu uğurda mücadele veriyorlar. Çünkü Çeçenistan bu tarihten SSCB'nin çöküşüne kadar Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altında kaldı ve bu dönem içinde çok büyük zulümler gördü. Ruslar, Kafkas halkları arasındaki bütünlüğü ortadan kaldırmak, milliyetçilik duygusunu ve dini inançları yok etmek ve doğup büyüdükleri topraklarına olan bağlılıklarını tamamen ortadan kaldırmak için bu ülkeler üzerinde çok vahşi bir politika uyguladı. Buna göre kardeş ülkelerin toprakları birbirlerinden suni sınırlarla ayrılmış, bazı halklar başka ülkelere göçe zorlanmış, bazıları ise zorla evlerinden çıkarılıp yerlerine yeni topluluklar yerleştirilmiştir. Bunun en önemli nedeni bu topraklarda karışıklık ve kaos çıkarmak, kardeş halklar arasında düşmanlık yaratmak ve insanların ortak kültürlerini tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu "böl-yönet" politikasında da Rusya kısmen başarılı oldu. Bugün Kafkasya'da yaşanan anlaşmazlıkların kökeninde o tarihlerden günümüze gelen anlaşmazlıklar yatıyor.
Çeçenistan'ın Bağımsızlık Özlemi
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu birliği oluşturan etnik grupların birçoğu bağımsızlıklarını ilan etti. Bazıları ise Rusya topluluğu içinde kalarak, ekonomik ilişkilerinde bağımsızlaşma yoluna gitti. Yıllar süren komünist Rus yönetimi altında çok büyük baskılar gören bir milyon nüfusa sahip Çeçenler ise Cahar Dudayev önderliğinde bağımsızlık savaşına başladılar. Komünist yönetimin altında yaşadıkları baskı ve şiddet dolu yılların ardından Çeçenlerin en büyük özlemi, ibadetlerini rahatça yapabilecekleri, özgür ve bağımsız bir ülke kurmaktı. Ruslarla yaşanan 18 aylık şiddetli savaştan sonra kahraman Çeçenler 1996 yılında Rus ordularının çekilmesiyle bağımsızlığını ilan etti. Devlet Başkanı Aslan Mashadov ile Yeltsin arasında imzalanan anlaşmalarda açıkça Çeçenistan İçkeriya Cumhuriyeti ifadeleri yer aldı. Bu, Çeçenistan için büyük bir başarıydı. Fakat Çeçenistan'ın nihai statüsü, 2001 yılında Moskova'yla Grozni arasında yeniden görüşülmek üzere rafa kaldırıldı. Ruslar için Çeçenistan konusu henüz kapanmamıştı. Çatışmalar daha küçük çaplı olsa da devam etti, fakat savaş hali sona ermişti.
Yıllardır süren bu savaşın Rusya açısından çok önemli politik –iç ve dış- ve ekonomik yönleri bulunmaktadır. Son dönemlerde Rusya gerek ekonomik açıdan, gerekse politik açıdan çok sıkıntılı bir dönem yaşamakta, Rus halkı yönetime karşı çok büyük bir güvensizlik duymaktaydı. Vaat edilen ekonomik refaha ulaşılamamış, ülkedeki dejenerasyon süreci çok büyük bir hız kazanmış, mafya Rusya'da çok büyük bir güç elde etmiş ve uluslararası platformda Rusya çok büyük bir güç kaybına uğramıştır. İşte bu nedenle Rusya Çeçenistan'ı halkın güvenini yeniden kazanmak için bir kurtarıcı olarak gördü. Böylece eski dikta anlayışı tekrar hortlatılacak, milliyetçi söylemlerle halkın gözü boyanacak, ekonomik ve politik açmazları görmemeleri için Çeçenistan savaşı halka göz boyayıcı bir destan gibi sunulacaktı. Ve bunda da kısmen başarılı oldular. Yapılan seçimlerde halk savaşın başındaki Başbakan Putin'e olan güvenini açıkça gösterdi. Böylece Yeltsin'den sonraki politikanın ana hatları da çizilmiş oluyordu. Savaşın şiddeti giderek artacak, önümüzdeki aylarda gerçekleşecek olan seçimlere kadar da bu şekilde devam edecekti. Ve böyle de oldu. Bombardıman hiç hızını kesmeden ve yaşlı, kadın,çocuk demeden devam ediyor. Ruslar 2 Ekim 1999 tarihinde girdikleri Çeçenistan topraklarında önlerine çıkanları kadın, çocuk ya da yaşlı demeden tüm insanları acımasızca katlediyor. Aylardan beri sivil hedefler kesintisiz bombardımana tutuluyor. Halkın direnişini kırmak için de özellikle hastaneler, doğumevleri, çarşılar, mülteci konvoyları hedef olarak seçiliyor. Son günlerde gelen haberlere göre de Ruslar Çeçenlere karşı kimyasal bombalar, scud ve napalm füzeleri kullanıyorlar. Bunun yanı sıra Ruslar birçok Çeçen köyünün kullandığı Argun nehrine zehir kattı. Zehirli sudan içen kadın ve çocuklardan büyük çoğunluğu ölürken, yüzlercesi de hastane kapısında ölümü bekliyor. Suların zehirlenmesi nedeniyle içecek ve kullanılacak su bulamayan sivil halk çok zor günler geçiriyor.
Mültecilerin durumu da endişe verici boyutlarda. Mülteci bölgelerinde yapılan incelemeler insan hakları ihlallerinin çok büyük boyutlarda olduğunu gösteriyor. Savaştan kaçan Çeçen mültecilerin iki yüz elli bini İnguşetya'da, diğerleri de komşu bölgelerde korunmaya devam ediyor. Bu savaşlar esnasında Çeçenistan, nüfusunun dörtte üçünü kaybetti. Mülteciler altı ayı aşan savaşı da protesto ediyor. Bir kısmıysa Çeçenistan'a geri dönmek için sınırda kuyruklar oluşturuyor. Savaş Çeçenistan'ın güneyinde dağlarda sürüyor. Çeçenler Rus askerlerini rehin alıyor, Rusya'ysa ölen Çeçen savaşçılarını dünyaya açıklıyor. Rusya operasyon için şimdiye kadar 385 milyon dolar harcadığını açıkladı. Çeçenler geçen yıl Eylül ayından bu yılın 25 Temmuz tarihine kadar 21 bin Rus askerinin öldürüldüğünü bildirdi. Ruslar ise bu sayının 2.500 olduğunu söylüyorlar. Aynı tarihler arasında 1.460 Çeçen askerin öldüğünü bildiren Çeçenler, 45 bin sivilin öldüğünü söylüyorlar. Rusya'nın planı ise 2000 yılının Kasım ayına kadar kendileriyle mücadele eden tüm Çeçen savaşçıları yok etmek.
Rusların Yeni Oyunu: Moskova'da Patlayan Bombalar
Çeçenistan'da sivillere karşı yürüttüğü savaş Rus hükümetini her açıdan çok zor duruma sokuyor. Halk bu savaşı desteklemiyor, çünkü ölen Rus askerlerinin boşu boşuna öldüklerini düşünüyor. Bu savaş ekonomik olarak da Rusya'yı çok zor bir duruma sokuyor ve Rusya bu savaşın gerekçelerini dış dünyaya açıklamakta çok zorlanıyor. Ve nasıl oluyorsa, tam sıkıştığı bu dönemlerde Rus hükümetini rahatlatacak bir bomba Moskova'da sivillerin yaşadığı bölgelerde patlıyor. Ve ortada hiçbir delil bulunmamasına rağmen tüm patlamalar Çeçenlerin üstüne kalıyor. Bombaların ardından "Terörist Çeçenler" sloganları Rusya semalarında işitilmeye başlanıyor. Rus basını da hiç bir kanıt ya da kaynak göstermeden sert bir dille Çeçenlere saldırıyor. Oysa Çeçen Devlet Başkanı Aslan Mashadov olayların en başından itibaren "Ne Çeçen savaşçıların, ne istihbarat servislerinin ne de liderlerinin bu patlamalarla en ufak bir ilgisi vardır" diyerek ölenlere başsağlığı diledi.
Halka yönelik gerçekleştirilen bu bombalar sayesinde Rus hükümeti Çeçenistan'a karşı yürüttüğü savaşı daha da şiddetlendirme hakkı kazanıyor. İşte bu nedenlerden ötürü artık şüphe götürmeyen gerçek bu bombalama olaylarının Rus gizli servisinin bir işi olduğu. Özellikle de saldırıların gerçek sorumlularının hiç bir zaman bulunmaması ise bu düşünceyi daha da güçlendiriyor. Yani Rus hükümeti sivillere yönelik sürdürdüğü savaşı meşru gösterebilmek için kendi halkını bombalamaktan çekinmiyor. Üstelik bu bombalardan günümüze kadar 300'e yakın sivil öldü.
Ruslar, Çeçenistan'da yaptıkları savaşı meşrulaştırmak için her zaman için Çeçenleri ayrılıkçı teröristler olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa asıl teröristlerin Ruslar olduğu çok açıktır ve sivillere yönelik yapılan insanlık dışı olaylar bu terörizmi delillendirmeye yeterlidir. Ayrıca tarihçilerin kayıtlarına göre Çeçenler bölgenin yerli halklarıdırlar. Ruslar ise bölgeye 1700'lü yıllardan itibaren, istilacı olarak gelmeye başlamışlardır. Ayrıca saldıran taraf her zaman için Çeçenler değil Ruslar olmuştur. Bunun yanısıra savaş her zaman için Çeçen topraklarında olmuştur. Yani saldırı altında olan Ruslar değil, Çeçen sivillerdir. Yurtlarından sürülmek istenen, zulüm görenler Çeçenlerdir.
Yardım İçin Hala Geç Değil
Ne yazık ki Çeçenistan'da yaşanan insanlık dramı tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor ve bu zulme kimse dur demiyor. Orada yaşananları ayrılıkçı terörist saldırıları olarak göstermeye çalışanlar ise çok büyük bir soykırıma bir nevi ortaklık yapmış oluyorlar. İşte bu noktada Orta Asya'da lider ülke olma hedefindeki Türk hükümetine de çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Hiç şüphesiz Çeçenistan'da yaşananlara dur demek için bir adımın atılması, Kafkas cumhuriyetleri üzerinde de çok büyük bir etki yapacaktır. Yaşananları görmezden gelmenin liderlik hedefinde olan bir ülkeye çok şey kaybettireceği ise açıktır. Bu nedenle "artık çok geç!" demeden zulme uğrayan insanlara yardım eli uzatılmalı, tüm dünya ülkelerini de harekete geçirmek için bir girişimde bulunulmalıdır. Türkiye'nin dış güçler tarafından kendine verilecek sınırlı bir ilgi alanına değil, gerçek bir Türk Birliği'ne ulaşmak için önünde çok büyük bir fırsat bulunmaktadır. Çünkü Türkiye'nin çağdaş, demokrat ve barışçı kimliği buna imkan tanımaktadır. Milli ve dini kimliklerin önem kazandığı bir dünyada "Türk-İslam medeniyeti" ancak bu bilinçle hareket edildiği zaman etkin olacaktır.
1) Zaman Gazetesi, 12 Ocak 1994
Darwinist Rus Devletinin Bitmeyen ZulmüAğustos 2000
Komünizm uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği ile özdeşleştirildi ve Sovyetler'in yıkılması tüm dünyada komünist ideolojinin de çökmesi olarak algılandı. Bu çöküşün bir sonucu olarak da komünizmin açtığı tüm yaraların kısa bir süre içinde sarılacağı, Rus halkının maddi ve manevi huzura ulaşacağı öngörüldü. Oysa SSCB'nin yıkılışının komünizmin yıkılması olarak algılanması çok büyük bir yanılgıydı. SSCB'nin Bağımsız Devletler Topluluğu'na dönüşü ise sadece göstermelik bir çöküşün göstermelik eylemleriydi. Çünkü tüm dünyanın da yakından takip ettiği gibi Rusya'nın işgalci anlayışı hala bu ülkeler üzerinde devam ediyor ve Kafkas ülkeleri için gerçek anlamda "bağımsız" demek şu an için mümkün değil.
Sovyetler Birliği'nin bir yüzyıla yakın bir dönem ayakta tuttuğu ve 20. yüzyılı kana, acıya boğan, on milyonlarca insana kıtlık, sefalet, korku ve dehşet yaşatan bu tehlikeli ideolojinin gerçek anlamda çöküşü, ancak bu ideolojiye dayanak teşkil eden fikirlerin ve inançların çökertilmesiyle mümkün olabilir. Rus tipi maddeci hayat anlayışı, güçlünün güçsüzü ezdiği bir sistem ve komünist ahlak devam ettiği sürece Sovyetler Birliği'nin izleri de asla silinmeyecek. Böyle bir durumda sefalet, yokluk ve açlık devam edecek, insanlara zulmedilecek, güven ve huzur içinde bir yaşam hakkı tanınmayacaktır.
Komünizmi besleyen en önemli iki faktör Darwinizm ve materyalizmdir. Dolayısıyla bu ülkelerde yaşanan çatışmaların, sefaletin, açlığın, huzursuzluğun ve insanlara yapılan zulmün altında da Darwinist ve materyalist anlayış aranmalıdır.
Komünizm, Darwinizm ve Materyalizm Sayesinde Ayakta Kalmıştır!
Darwinizm, hayatın bir mücadele ve savaş arenası olduğunu, bu mücadelede ise güçlü olanların, yani en acımasızca düşmanını yenenlerin üstün gelerek gelişeceklerini iddia eder. Darwinizm'in bir diğer iddiası da, insanların gelişmiş bir hayvan türü olduklarıdır. Darwinizm'in ve materyalizmin ortak iddiaları ise, tüm evrenin ve canlıların tesadüflerin eseri olduğu ve bir Yaratıcı'nın olmadığıdır. İşte bu paragrafta çok kısa olarak özetlenen, hiç bir bilimsel delili olmayan bu iddialar, komünizmin 20. yüzyılda insanlığa yaşattığı karanlığın temelinde yatan nedenlerdir. Bu nedenle Darwinizm'in, sadece bilimselliği tartışılan herhangi bir teori olarak görülmesi büyük bir yanılgı olur.
Hiç bir bilimsel geçerliliği olmamasına rağmen 150 yıldır, belli çevrelerce gündemde ve en rağbet gören teori olarak ayakta tutulmaya çalışılan evrim teorisi, 20. yüzyıla bela ve acı getiren ideoloji ve sistemlerin biricik dayanak noktası olmuştur. Evrim teorisinin geçersizliğinin ispatlanarak, tüm insanlığa duyurulması bu açıdan son derece büyük bir önem taşımaktadır.
Komünizm Ülkelere Sefalet, Açlık ve Kargaşa Getirdi
Rusya ve Çin gibi ülkelerde geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşananlar Darwinizm'in bir topluma getireceği belaların ve acıların görülebilmesi açısından son derece önemli örneklerdir. Özellikle de Rusya'da 1917 yılında meydana gelen ihtilalden günümüze kadar yaşananlar, komünist yapının bir ülkeyi nasıl yıkıma götürdüğünü açıkça gözler önüne sermektedir.
Bolşevik ihtilali ile Rusya'da Darwinist-materyalist zihniyet iktidar oldu. Bu zihniyet Rus halkını çok büyük sefaletlere, acılara, sıkıntılara götüren yolun başlangıcıydı. Rusya'da dünya tarihinin en acımasız katliamları, soykırımları ve sürgünleri yaşandı. Komünizmin kurucuları Karl Marx ve Friedrich Engels gibi, komünizmin uygulayıcıları Lenin, Stalin ve diğer Bolşevikler de koyu birer Darwinistti ve uyguladıkları baskı politikalarını ve zulümlerini Darwinizm'in sahte bilimselliği ile meşrulaştırmaya çalıştılar.
Koyu birer Darwinist oldukları için Lenin ve Stalin, insanları hayvan sürüsü gibi görüyor ve hayatlarına hiç bir değer vermiyorlardı. Komünist militanlarıyla birlikte gerçekleştirdiği kanlı bir iç savaştan sonra iktidarı ele geçiren Lenin, kurduğu sisteme karşı gelen herkesi kurşuna dizdirmiş, ülke içinde yaşanan iç savaşlar tam üç yıl sürmüş, Rusya tam bir harabeye dönüşmüştü. Lenin bir toplantıda söz aldığında iş ve insan hayatına ne kadar az önem verdiğini şöyle dile getirmişti:
Eğer kitleler kendiliğinden ayağa kalkmazsa, hiç bir şey başaramayız. Spekülatörlere karşı terör uygulamadığımız, yani hemen oracıkta kafalarına bir kurşun sıkmadığımız sürece hiç bir yere varamayız.1
Lenin ile aynı fikirleri paylaşan Stalin döneminde, masum insanlar hiç bir suçları olmadığı halde evlerinden toplanarak, ölüm kamplarına gönderildiler. Burada ağır işkence altında ve açlık içinde ölesiye çalıştırılan bu insanlar bir süre sonra ise keyfi olarak öldürüldüler. Stalin'in Darwinist-materyalist devleti, insanların hayatlarını ve insani değerleri kesinlikle hiçe sayıyordu. Ukrayna kamplarından birinin şefi Martin Latsis, raporlarından birinde bunların gerçek birer "ölüm kampı" olduğunu şöyle itiraf ediyordu:
Maykop yakınlarındaki bir kampta toplanan rehineler -kadınlar, çocuklar ve yaşlılar - çamur içinde ve Ekim soğuğunda korkunç şartlarda yaşıyor… Sinekler gibi ölüyorlar… Kadınlar ölmemek için herşeyi yapmaya hazır. Kampı korumakla görevli askerler bu kadınların ticaretini yapmak için bu durumdan yararlanıyorlar.2
Stalin, "komünizm projesini" gerçekleştirme adı altında ülkeyi açlık ve sefalete sürüklemiş, baskıcı bir yönetim kurmuş, köylü halkı zorla çalıştırmış, dini yaşama haklarını tamamen ellerinden almıştı. Stalin'in en büyük icraatlarından biri ise Rusya nüfusunun % 80'ini oluşturan köylülerin tarlalarına devlet adına el koymak oldu. Özel mülkiyeti yok etmeye yönelik bu politika gereği, Rus köylülerin bütün mahsulü silahlı görevlilerce toplandı. Bunun sonucunda çok şiddetli bir açlık baş gösterdi. Yiyecek hiç bir şey bulamayan milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı açlıktan yaşamını yitirdi. Kafkasya'da ölü sayısı bir milyonu aştı. Devletin eliyle köylülerin ürünlerine zorla el koyan "zor alım birlikleri" kuruldu. Bu birlikler de türlü zulümde bulunuyordu. 14 Şubat 1922'de bir müfettiş şunları yazıyordu:
Zor alım birliklerinin haksız uygulamaları akıl almaz boyutlara ulaştı. Tutuklanan köylüler sistematik biçimde soğuk hangarlara kapatılıyor, kırbaçla dövülüyor ve ölümle tehdit ediliyor. Teslim etmeleri gereken kotanın tamamını dolduramayanlar, elleri kolları bağlanıp, çıplak bir şekilde köyün ana caddesi boyunca koşmaya zorlanıyor ve sonra da soğuk bir hangara tıkılıyor. Çok sayıda kadın bayılana kadar dövüldükten sonra çıplak olarak karda açılan çukurlara konuluyor…3
Bu politikaya direnen yüzbinlerce insan ise Sibirya'daki çalışma kamplarına yollandı. Tutsakların çok ağır şartlarda çalıştırıldığı bu kamplar, sürgüne gönderilen insanların büyük çoğunluğuna mezar oldu. Stalin'in bu kanlı politikaları sonucunda yaklaşık 20 milyon insan katledildi.
Öldürmek, yaşam mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edildiği için, Darwinist-komünistler, milyonlarca masum insanı çeşitli yöntemlerle öldürdüler. Bu kısa dönemde sadece Rusya'da öldürülen insan sayısı 60 milyonu geçiyordu.
Darwinist zihniyetin bir diğer özelliği de halkına güvenmemesiydi. Elinde verecek ürünü kalmadığını söyleyen köylülere dehşet uyandıran işkencelerin uygulanmasının ardında yatan nedenlerden biri de buydu. Halklarını, kendilerinden sadece menfaat elde edecekleri, bir hayvan gibi çalıştırıp işlerine gelmediğinde veya biraz bile şüphelendiklerinde hiç düşünmeden öldürebilecekleri yaratıklar gibi gören bu Darwinist yöneticiler, neredeyse bir yüzyılın tamamını kana buladılar.
Darwinist-komünist devletin, özel teşebbüse imkan tanımaması, üreticinin elinden tüm ürününü ve kazancını alması da, şüpheci yaklaşımının bir diğer göstergesidir. Böyle bir zihniyet, kendisi dışında hiç bir insana, hiç bir düşünceye veya inanca değer vermediği için, onların gelişmesine veya varlık göstermesine de izin vermez. İnsanlar Darwinist devletin ürettiği kıyafeti giymek, bu devletin gösterdiği sanatı yapmak, sadece belirli ürünleri belirli şekillerde üretmek zorundadırlar. Hiçkimse fikir üretemez, geniş düşünemez, yenilik getiremez. Sadece devletin verdiği kadarıyla hayatını idame ettirebilir. İşte bu, Darwinist-materyalist bir devletin istediği bir toplum şeklidir.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Sovyetler Birliği'nin çökmesi bu zihniyetin çökmesi için yeterli olmamıştır. Nitekim bugün Rusya hala aynı acımasız, ruhsuz ve her türlü insani değerden uzak Darwinist zihniyetin pençesindedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra iktidara gelen tüm yöneticilerin gerek kendi halklarına gerekse Kafkasya halklarına karşı tutumları bunun çok önemli bir göstergesidir. SSCB'nin dağılması tüm dünyanın umut ettiği gibi Rus halkı için iyiye gidiş olmamıştır. Çünkü aynı komünist anlayış hala iktidardadır ve tüm icraatlarıyla değişime karşı direneceğini göstermektedir. Yönetimde olanlar ya eski komünist yöneticiler ya da Putin gibi eski KGB ajanlarıdır.
Nitekim göstermelik değişmeyi son on yıldır yaşananlar da yalanlamaktadır. Rusya'nın Çeçen halkına karşı giriştiği vahşi soykırım bu komünist zihniyetin bir başka büyük icraatıdır. Stalin döneminde de aynı zulümlerle karşı karşıya kalan Çeçen halkının yaşadıkları, soğuk savaş sonrası da hiç bir şeyin değişmediğini tüm dünyaya ispatlamaktadır. Savunmasız ve masum Çeçen halkı 10 yıla yakın bir süredir bombaların gölgesinde yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. İnsan hayatına değer vermeyen Rus yönetimi son derece çirkin bir savaş yöntemi izliyor, sivil halkın bulunduğu hastaneleri, doğumevlerini, pazar yerlerini, göçmen konvoylarını bombalıyor. Sivil Çeçenlere dahi yaşam hakkı tanımıyor ve tek bir Çeçen kalmayıncaya kadar bu savaşı devam ettireceğini söylüyor.
Darwinist Rus Devleti Kendi Denizcilerini Karanlık Denizde Ölüme Terk Etti
1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Rus hükümetinin politikasında en çok dikkat çeken unsur insan hayatının hiçe sayılması olmuştur. Bu anlayış o dönemden günümüze kadar gerçekleşen ve milyonlarca insanın hayatına mal olan katliamlarla da kendini göstermiştir. Ancak yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi bu anlayış yalnızca diğer halklara yönelik değildir; Darwinist devlet kendi yurttaşlarının hayatını da değersiz görmektedir. Geçtiğimiz günlerde batan Rus denizaltısının kurtarılması konusunda gösterilen duyarsızlık ve insanlık dışı umursuzluk bu zihniyetin bir göstergesidir.
Bilindiği gibi Rus yöneticiler denizaltının battığını Batılı ülkelerden saklamaya çalıştılar. (Eğer denizaltına Ruslar'dan önce ulaşırlarsa, bazı sırlarının ortaya çıkacağından korkuyorlardı. Hatta bazı siyasi yorumcular Rusların uluslararası sularda gizli olarak nükleer silah taşıdıklarının ortaya çıkmasından çekindiklerini iddia ettiler.) Aslında bu durum Rus halkına çok da yabancı değildi. Çünkü Sovyet hükümetinin geleneğinde bu tip felaketlerin saklanması, özellikle de Batılı ülkelere duyurulmak istenmemesi çok alışıldık bir durum. Soğuk savaş döneminde pek çok felaketin, trajik kazanın dış dünyadan gizlendiği söylenir.
Örneğin Gorbaçov da 1986 yılında Çernobil'de gerçekleşen nükleer patlamayı kimseye haber vermemeyi, üzerini kapatmayı istemiş, ancak başarılı olamamıştı. Fakat insan hayatına değer vermeyen Rus hükümeti bu kez türlü oyalama taktikleri kullanmasına, yanlış bilgilerle halkı aldatmaya çalışmasına rağmen yenik düştü. Türlü komplolara, yalanlara başvurdu, ama başarılı olamadı. Rus kamuoyu dahi kendi hükümetlerinden ziyade batılı basın gruplarının sözünü ciddiye aldı. Yabancı basın kuruluşları daha ilk günden itibaren tüm gelişmeleri kamuoyuna sundukları için herşey tüm dünyanın gözleri önünde gelişti. Ancak buna rağmen Rus yönetimi olayın ilk gününden itibaren hem tüm dünyaya hem de kendi halkına yalan söyledi. İlk başta denizaltının ağır derecede tahrip olduğu ve mürettebatın ilk dakikalarda öldüğü söylendi. Ancak daha sonra böyle bir şey olmadığı ve denizcilerden yardım sinyallerinin geldiği ortaya çıktı. En son olarak da tahliye kapaklarının ağır derecede hasar gördüğü ve açılamayacağı açıklandı. Bu kez yalanlama, kurtarma çalışmalarını yürüten Norveçli ekipten geldi. Kurtarma ekibi iki saatlik çalışmadan sonra kapakları açmayı başardı.
Komünist ahlak anlayışının tipik bir temsilcisi olan Putin ise bu olay sırasında gösterdiği hissiz, insani duygulardan uzak, mesafeli tavrı ile gerçek bir Sovyet bürokratı ve KBG ajanı olduğunu gösterdi. Onun için vatanını savunmakla görevli 118 vatandaşın hayatı hiç önem taşımıyordu ve belki de halkın en çok tepki gösterdiği konu Putin'in duyarsız tavrıydı. Aslında Putin 118 denizcisini denizin altında hiç bir çaba göstermeden ölüme terk ederken savunduğu felsefenin gereğini yaptı. O kadar insanın hayatını hiçe sayarak, tatilini dahi yarıda kesmeye gerek görmeyen, dış yardımları kabul etmeyen bir devlet başkanının o millete ne kadar büyük zulüm getireceği çok açıktır. Kendi askerlerinin hayatına dahi değer vermeyen bu yöneticilerin, halkın geri kalanına da değer vermeyeceğini tüm halkı anladı. Nitekim Rus halkı, "devletimizin nasıl bir devlet olduğunu herhalde herkes görmüştür "diyerek bu zihniyete karşı isyanlarını dile getirmiştir.
Komünist Ahlak Muhalif Düşünceleri Yok Etmeyi Öğretir
Denizaltının batmasının ardından tüm dünya basınına yansıyan bir görüntü, Rus hükümetinin zihniyetini bu kez canlı yayında insanlara gösterdi. Evlatlarının ölümlerinden Rus hükümetini sorumlu tutan acılı aileler olayın ilk gününden itibaren her ortamda Putin'e olan öfkelerini dile getirdiler. Ancak Başbakan yardımcısına "Evladımı bir teneke kutu içinde ölüme gönderdiniz. Göğsünüzdeki madalyaları söküp atın!" diye bağıran acılı bir anneye gizli servisten olduğu iddia edilen bir hemşire tarafından yapılan iğne, canlı görüntülerle tüm dünya televizyonlarında yayınlandı. Ve bu görüntü tüm dünyayı ayağa kaldırdı. Acılı anne bu iğneden sonra bayıldı ve koruma görevlileri tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldı.
Bu görüntü tüm izleyenlerin aklına eski Sovyetler Birliği döneminde uygulanan KGB yöntemlerini getirdi ve tüm dünya basınında bu yönde yorumlar yayınlandı. Rus hükümeti zorbalıkla, baskıcılıkla ve insan hayatına önem vermemekle suçlandı. Bilindiği gibi SSCB döneminde rejim muhaliflerini etkisiz hale getirmek için özel psikiyatri hastaneleri kurulmuştu. Bu hastanelerde türlü yöntemlerle kişiler susturulur, Rus tabiriyle "zararlı düşüncelerinden arındırılır"dı. Ayrıca bu gibi kişileri Sibirya'ya sürgüne, işçi kamplarına gönderirlerdi. İğneyle bayıltma yöntemi de işte bu dönemde çok sıkça başvurulan bir yöntemdi. Fakat insanı birkaç dakika içinde bayıltan bu iğneler, solunum yollarında ölüme yol açabilecek ciddi sorunlar yaratabiliyor ve beyinde kalıcı hasarlara yol açıyor. Yüksek dozda kullanılması halinde ise ölüme neden oluyor. Acılı bir annenin eleştirilerini duymamak için böyle bir yönteme başvurmak ise ancak komünist ahlakın hala hüküm sürdüğü bir ülkede olabilir. Fakat işin daha ilginci ise hükümete çok şiddetli eleştiriler dile getiren bu bayanın iğneden ve hükümet yetkilileri tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldıktan sonra ifadelerini bir anda değiştirmesiydi. Bu da yeni KGB oyunu şeklinde yorumlandı ve bu ifade değişikliğinin hangi koşullarda gerçekleştiği akıllara takılan bir soru olarak kaldı.
Komünist Çin Yönetiminin Vahşet Geleneği Devam Ediyor
Mao, "Çin komünizminin temeli Darwin'in evrim teorisine dayanır" demişti. Gerçekten de Mao dönemindeki Çin, Darwinizm'in "yaşam mücadelesi" tezine uygun olarak, zayıfların ve masumlarının kanının akıtıldığı bir vahşet ortamına dönüştü.
Rusya'da yaşananların bir benzeri de yıllardan bu yana Çin'de yaşanmaktadır. Özellikle de Mao Tse Tung'un iktidara gelmesiyle birlikte Çin halkı için çok büyük zulümlerle dolu bir dönem başlamıştır. Mao önderliğindeki komünistler uzun süren bir iç savaş sonucunda 1949 yılında iktidara geldiler. Mao bu tarihten 1976 yılına kadar çok baskıcı ve kanlı bir yönetim kurdu.
Çin'de de aynı Rusya'da olduğu gibi kendilerini yoksulların kurtarıcıları gibi gösteren komünist dikta yönetimi, halkın tarlalarına, hayvanlarına, ürünlerine ve tüm mülklerine el koydu. Bu arada iktidardakiler ve yandaşları zenginleşirken, halk açlıktan ölüyordu. Denenen tüm reformlar ülkede yaşanan kargaşaları ve kaosu daha da artırdı. Milyonlarca insan bir hiç uğruna hayatını yitirdi. Mao hem kendi halkına ve özellikle de azınlıklara karşı büyük bir soykırım uyguladı. Ülkeyi tamamen dış dünyaya kapatarak, basın-yayın ve haberleşmeyi kendi tekeline aldı. Hükümete ya da rejime yönelik en ufak bir eleştiri idamla sonuçlandı.
Yine aynı Rusya'da olduğu gibi azınlıkların kendi dinlerinin gerektirdiklerini yapmaları tamamen yasaklandı. Din adamları korkunç işkencelere maruz kaldılar, camiler ve ibadethaneler kapatıldı. Dinin anlatılması tamamen yasaklandı. Okullarda sadece Mao'nun sapkın felsefesinin anlatıldığı Kızıl Kitap okunuyor, materyalizm aşılanıyordu. Komünist sistemin menfaati için her türlü ahlaksızlığın yapılabileceği telkini veriliyor, aile kurumunun ise devletin bekaasını olumsuz yönde etkileyeceği öğretiliyordu. Bunun sonucunda milyonlarca aile dağıtıldı, çocuklar kreşlere verildi ve ailelerin senede ancak birkez biraraya gelmelerine izin verildi.
Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir olay ise Mao döneminden günümüze kadar pek fazla birşeyin değişmediğini gösterdi. Yaklaşık 1 milyar 250 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin'de 1970'li yıllardan bu yana uygulamaya konan tek çocuk politikası sonucunda aileler kürtaja zorlanıyordu. Hatta hamile kalarak kuralları ihlal eden kadınlar gözaltı merkezlerinde tutuluyordu. Yabancı kaynaklar ise birden fazla çocuk sahibi olanların dövüldüğü ve evlerin yıkıldığı yönünde haberler alındığını bildiriyorlar. Geçtiğimiz günlerde ise çok vahşi bir olay gerçekleşti. Dördüncü çocuğuna hamile kalan bir kadına çocuğunu öldürmek için ilaç verildi. Ancak buna rağmen çocuk sağlıklı bir şekilde dünyaya geldi. Bunun üzerine aileye çocuğunu hemen hastane çıkışında öldürmesi söylendi. Aile bunu yapamayınca bu kez bebek, devlet görevlileri tarafından boğularak öldürüldü. Çin hükümeti bu vahşi politikayı desteklemiyor gibi gözükse de, bunların hükümet eliyle yapıldığı artık herkes tarafından biliniyor. Yani Çin'de hakim olan komünist ahlak daha kundaktaki bir bebeği dahi boğarak öldürmeyi meşru gösterecek bir hal almıştır.
Fakat bu yaşananlar hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunlar Darwinist ve materyalist hayat anlayışının çok doğal sonuçlarıdır. Manevi değerlerin hiçe sayıldığı, insanların gelişmiş bir hayvan türü olarak görüldüğü, Allah'a ve ahiretteki hesap gününe inanılmadığı bir devlet anlayışında, halk her an zulüm, eziyet, çile, zorluk içinde olacaktır ve her an dehşet ve korku yaşayacaktır. Rusya'da ve Çin'de yaşananlar bunun çok açık ve hala güncel örnekleridir.
Darwinizm'in ne kadar büyük bir bela ve tehlike olduğunu göremeyenler veya görmezlikten gelenler, 20.yüzyılı ve günümüzde gelişen bazı olayları bu yönleriyle düşünerek, gerçekleri kabullenmeye başlamalıdırlar. Kötülüklerin, zulmün ve acımasızlığın kökeni kurutulmadan, belalar ve acılar son bulamaz.
DİPNOTLAR
1) V.İ. Lenin, Polnoye Sobraniye Soçineniy, Moskova, 1958-1966, cilt XXXV, s.311
2) Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Yayınları, İstanbul, s. 134-135