1. Bölüm Adaleti gözetmek

Müslümanın Yahudilik ve Antisemitizme Bakışı Nasıl Olmalıdır?Haziran 2000

Siyonizm elbette Müslümanlar için de dünya barışı için de son derece tehlikeli ve zararlı bir ideolojidir. Siyonist Yahudilikle fikren mücadele etmek her Müslümanın görevidir. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da adaleti ayakta tutmak gerekir. Müslüman, Siyonist Yahudilere karşı çıkarken, masum Yahudilere karşı zulüm yapılmasını engellemekle de yükümlüdür.

Bilindiği gibi 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu'da İsrail nedeniyle büyük bir karmaşa yaşandı. İsrail, çevresindeki Müslüman toplumlara karşı sayısız işgal, katliam ve zulüm gerçekleştirdi. Dahası başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerdeki Yahudi lobileri de hemen her zaman Müslümanların aleyhinde tavır gösterdiler. Tüm bunlar, Kuran'daki "Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun..." (Maide Suresi, 82) ayetinin bir tecellisi hükmündeydi.

İsrail'in ve uluslararası Siyonizm'in bu zulüm politikalarına karşı dünyadaki Müslümanların haklı bir tepkisi gelişti. Bugün de halen bu tepki ayaktadır ve yine haklıdır. Nitekim Siyonizm'in kirli oyunları şimdiye kadar bizim de eserlerimizde izah edilmiş, milletimiz bu tehlikeye karşı uyarılmıştır.

Ancak konunun mutlaka vurgulanması gereken bir diğer yönü, Siyonizm'e karşı duyulan haklı tepkinin hiç bir zaman bir tür "Yahudi düşmanlığı" haline gelmemesi gerektiğidir. Bu yazıda bu önemli hususu ele alacağız.

Kuran'a Göre Her Türlü Irkçılık Yanlıştır

Öncelikle belirtilmesi gereken husus, bir Müslümanın hiç bir din, ırk ve etnik köken ayrımı yapmaksızın, her türlü soykırım, işkence ve zulme karşı olduğu gerçeğidir. Bir Müslüman Yahudilere ya da bir başka millete karşı gerçekleştirilen en ufak bir haksız saldırıyı tasvip etmez, aksine tel'in eder. Kuran'da, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, insanlara zulmedenler, haksız yere cana kıyanlar lanetlenir. Tevrat'ta yer alan ve bize Kuran'da bildirilen bir İlahi hükme göre, “... Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur..." (Maide Suresi, 32). Dolayısıyla tek bir masum insanın dahi katli, asla küçümsenemeyecek bir suçtur.

Dahası Allah, insanların ırklarına, renklerine ve etnik kökenlerine göre değil, asıl olarak ahlaklarına göre değerlendirilmesi gerektiğini de bir ayetinde şöyle açıklar:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Ayette geçen "tanışmanız için" ifadesi de, Allah'ın farklı ırklar veya etnik kökenler yaratmasının hikmetini açıklamaktadır: Hepsi de Allah'ın kulu olan farklı milletler veya kabileler, birbirleriyle tanışmalı, birbirlerinin farklı kültürlerini, dillerini, örflerini, yeteneklerini öğrenmelidir. Farklı ırk ve milletlerin bulunmasının amacı, çatışma ve savaş değil, kültürel bir zenginliktir.

Bu ayet ve Kuran'ın diğer bazı ayetlerinde vurgulanan ahlak ve düşünce yapısı, bir Müslümanı ırkçılık yapmaktan, insanları ırklarına göre değerlendirmekten kesin surette alıkoyar.

Kuran'da Ehl-i Kitabın Durumu

Konuya Yahudilerin inandıkları din açısından bakıldığında da, yine Kuran'da vurgulanan önemli bir gerçekle karşılaşırız. Yahudiler, Hıristiyanlarla birlikte, Kuran'da Ehl-i Kitap (kitap sahipleri) olarak anılırlar.

Kuran'da ehl-i kitap ile müşrikler arasında önemli ayrımlar yapılır. Bu, özellikle de sosyal hayat açısından dikkat çekicidir. Örneğin müşrikler için "... ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar..." (Tevbe Suresi, 28) denir. Çünkü müşrikler, hiç bir İlahi kural tanımayan, hiç bir ahlaki kıstası olmayan, her türlü pislik ve sapkınlığı tereddütsüz şekilde işleyebilecek insanlardır.

Ancak ehl-i kitap, temeli Allah'ın vahyine dayanan bazı ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Bunun için kitap ehlinden kimselerin pişirdiği bir yemek, Müslümanlar için helal kılınmıştır. Aynı şekilde Müslüman erkeklere kitap ehlinden kadınlarla evlenme izni verilmiştir. Bu konuyla ilgili ayette Allah şöyle buyurur:

Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı.) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)

Bu hükümler, Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında nikah sonucu akrabalık bağlarının kurulabileceğini, iki tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceklerini gösterir ki, bunlar sıcak insani ilişkiler ve huzurlu bir ortak yaşam kurulmasını sağlayacak esaslardır. Kuran'da bu ılımlı ve hoşgörülü bakış tavsiye edildiği için, Müslümanlar da insanlara karşı daima bu bakış açısını taşımalıdır.

Öte yandan Kuran'da ehl-i kitabın ibadet yerleri olan manastır, kilise ve havralardan da Allah'ın koruduğu ibadet mekanları olarak söz edilir:

... Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)

Bu ayet, her Müslümana, ehl-i kitabın mabedlerine saygılı davranmanın ve bu mabedleri korumanın önemini göstermektedir.

Nitekim İslam tarihine bakıldığında da Müslüman toplumlarda ehli kitaba her zaman için ılımlı ve hoşgörülü davranıldığı dikkat çeker. Bu durum özellikle de varisi olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu'nda çok belirgindir. Bilindiği gibi Katolik İspanya'nın hayat hakkı tanımadığı ve sürgün ettiği Yahudiler, aradıkları huzuru Osmanlı topraklarında bulmuştur. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethettiğinde kentte hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere özgürce yaşam hakkı tanımıştır.  Tüm Osmanlı tarihi boyunca da Yahudilere ehl-i kitap olarak bakılmış ve huzur içinde yaşamalarına imkan tanınmıştır.

Avrupa tarihinde görülen ve dini taassuptan kaynaklanan engizisyon uygulamaları veya ırkçı fikirlerden doğan antisemitizm (Yahudi aleyhtarlığı) hiç bir zaman İslam dünyasında görülmemiştir. Yahudilerle Müslümanlar arasında 20. yüzyılda Ortadoğu'da doğan çatışma ve huzursuzluk ise, Yahudilerin din-dışı ırkçı bir ideoloji olan Siyonizm'i benimsemesiyle olmuştur ki, bunun sorumlusu da Müslümanlar değildir.

Sonuçta, Kuran'ın kıstaslarıyla düşünen Müslümanların, Yahudilere karşı, dinleri ve inançları nedeniyle de bir husumet beslemeleri mümkün değildir.

Antisemitizmin Karanlık Kökenleri

Hitler'in Yahudilere duyduğu nefret, aslında İlahi dinlere karşı duyduğu nefretin bir sonucuydu. Hitler tüm İlahi dinleri yoketmek ve Almanya'yı yeniden eski putperest inançlarına çevirmek istiyordu.

Belirtilmesi gereken bir diğer husus, "antisemitizm" olarak bilinen ideolojinin, zaten hiç bir Müslüman tarafından benimsenmesi mümkün olmayan putperest bir öğreti oluşudur.

Bunu görmek için antisemitizmin kökenlerini incelemek gerekir. Genelde "Yahudi düşmanlığı" olarak anlaşılan bu terimin asıl manası "Sami düşmanlığı"dır, yani Sami ırkından gelen, diğer bir ifadeyle "semitik" milletlere karşı duyulan nefreti ifade eder. Sami ırkı ise temel olarak Araplardan, Yahudilerden ve diğer bazı Ortadoğu kökenli etnik gruplardan oluşur. Samilerin dilleri ve kültürleri arasında büyük benzerlikler vardır. (Örneğin Arapça ve İbranice birbirine çok benzer).

Dünya tarihine etki eden ikinci büyük dil ve ırk grubu, "Hint-Avrupa" milletleridir. Bugünkü Avrupa milletlerinin çoğu Hint-Avrupa kökenlidir.

Kuşkusuz tüm bu farklı medeniyetlere ve toplumlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan, O'nun emirlerini bildiren peygamberler gelmiştir. Ancak yazılı tarihe baktığımızda, Hint-Avrupa milletlerinin çok eski zamanlardan beri hep putperest inanışlara sahip olduklarını görürüz. Yunan ve Roma medeniyetleri, bu medeniyetler zamanında Avrupa'nın kuzeyinde yaşayan Cermenler, Vikingler gibi barbar kavimler, hep çok ilahlı putperest inanışlara sahiptir. Bu nedenle bu toplumlar ahlaki kıstaslardan tamamen yoksun kalmıştır. Şiddet ve vahşet meşru ve övülen bir özellik olarak görülmüş, eşcinsellik, zina gibi ahlaksızlıklar yaygın biçimde uygulanmıştır. (Hint-Avrupa medeniyetinin tarihteki en önemli temsilcisi sayılan Roma İmparatorluğu'nun, insanların arenalarda zevk için parçalandığı bir vahşet toplumu olduğunu hatırlamak gerekir.)

Avrupa'ya hakim olan bu putperest kavimler, ancak Sami ırkına gönderilmiş bir peygamber olan Hz. İsa'nın etkisiyle Tevhid inancıyla karşılaşmıştır. İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderilen ve kendisi de ırk ve dil itibarıyla bir Yahudi olan Hz. İsa'nın tebliği, zaman içinde Avrupa'ya yayılmış ve eskiden putperest olan kavimlerin hepsi birer birer Hıristiyanlığı kabul etmiştir. (Hıristiyanlığın bu sırada dejenere olduğunu, sapkın bir inanç olan "teslis"in, yani üçlemenin bu dinin içine girdiğini de belirtmek gerekir.)

Ancak 18. ve 19. yüzyılda Avrupa'da Hıristiyanlığın zayıflaması ve dinsizliği savunan ideoloji ve felsefelerin güçlenmesi ile birlikte, Avrupa'da garip bir akım doğmuştur: Yeni-putperestlik (neo-paganizm). Bu akımın öncüleri, Avrupalı toplumların Hıristiyanlığı reddederek eski putperest inançlarına geri dönmesi gerektiğini savunmuşlardır. Yeni-putperestlere göre, Avrupalı toplumların putperest oldukları dönemdeki ahlak anlayışları (savaşçı, acımasız, kan dökmekten zevk alan, sınır tanımaz barbar ahlakı), Hıristiyanlığı kabul ettikleri dönemdeki ahlak anlayışlarından (mütevazi, merhametli, barışçıl dindar ahlakından) daha üstündür.

Bu eğilimin en önemli temsilcilerinden biri, faşizmin de en büyük kuramcılarından biri sayılan Friedrich Nietzsche'dir. Nietzsche, Hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret duymuş, bu dinin Alman ırkının ruhunda var olan "savaşçı" ve dolayısıyla sözde asil özü yok ettiğine inanmıştır. Deccal (Anti-Christ) adlı kitabıyla Hıristiyanlığa saldırmış, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabıyla da eski putperest kültürlerin savunuculuğunu yapmıştır. (Zerdüştlük, eski İran'da yaygın olan ve Hint-Avrupa kültürüne ait putperest dinlerden biridir.)

Bir Müslüman, dünyadaki her türlü ırkçılık, zulüm ve eziyete karşı çıkmakla yükümlüdür. Kuran'da Allah, Müslümanlara, kendilerine düşman olan bir kavme dahi adaletle davranmayı emretmiştir.

Yeni-putperestler, Hıristiyanlığa düşman olurken, aynı zamanda Hıristiyanlığın kökeni olarak gördükleri Yahudiliğe karşı da büyük bir nefret beslemişlerdir. Hatta Hıristiyanlığı "Yahudi fikrinin dünyayı istila etmesi" gibi yorumlamışlar, bir tür "Yahudi komplosu" saymışlardır. (Yeni putperestlerin aynı şekilde yegane hak din olan İslam'a karşı da nefret duydukları tartışılmazdır.)

İşte bu yeni-putperestlik akımı, bir taraftan din düşmanlığını körüklerken, bir yandan da faşizm ve anti-Semitizm ideolojilerini doğurmuştur. Özellikle Nazi ideolojisinin temellerine bakıldığında, Hitler'in ve yandaşlarının gerçek anlamda birer putperest oldukları açıkça görülmektedir.

Nazizm: 20. Yüzyıl Putperestliği

Almanya'da Nazi ideolojisinin gelişiminde en büyük rollerden biri, Jorg Lanz von Liebenfels adlı bir düşünüre aitti. Lanz, yeni-putperestlik düşüncesine şiddetle inanıyordu. Sonradan Nazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç sembolünü, eski putperest kaynaklardan bulup kullanan ilk kişi oydu. Lanz'ın kurduğu Ordo Novi Templi adlı örgüt, kendini tamamen putperestliğin yeniden doğuşuna adamıştı. Lanz, eski putperest Alman kavimlerinin tanrılarından biri olan "Wotan"a taptığını açıkça ilan etmişti. Ona göre Wotanizm, Alman halkının özgün diniydi ve Almanlar ancak bu dine dönmekle kurtulabilirlerdi.

Nazi ideolojisi, Lanz ve benzeri yeni-putperest ideologların açtığı yolda gelişti. Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın, Hitler önderliğinde kurulan yeni Almanya için gerekli olan "ruhsal enerjiyi" sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik putperest dinine geri dönülmesini açık açık savunmuştu. Rosenberg'e göre, Naziler iktidara geldiklerinde kiliselerdeki İnciller ve haç sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek sözkonusu yeni Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.

Ancak yine de Nazi rejimi sırasında bazı önemli yeni-putperestlik uygulamaları yaşandı. Hitler'in iktidarı ele geçirmesinden bir süre sonra, Hıristiyanlıktaki kutsal günler ve bayramlar yok olmaya ve yerlerine putperest dinlerin kutsal günleri konmaya başlandı. Evlilik törenlerinde "Yer Ana" ya da "Gök Baba" gibi hayali ilahlara yemin ediliyordu. 1935 yılında okullarda öğrencilere Hıristiyan duaları yaptırılması yasaklandı. Ardından Hıristiyanlıkla ilgili derslerin tamamı kaldırıldı.

SS Şefi Heinrich Himmler, Nazi rejiminin Hıristiyanlığa olan nefretini şöyle ifade ediyordu: "Bu din, tarih içinde taşınmış olan en büyük veba mikrobudur. Ve ona öyle muamele etmek gerekir."

İşte Nazilerin Yahudi düşmanlığı da, sözkonusu din düşmanı ideolojilerinin bir parçasıydı. Hıristiyanlığı bir "Yahudi komplosu" olarak gören Naziler, bir taraftan Alman toplumunu Hıristiyanlıktan koparmaya çalışıyorlar, bir taraftan da Yahudilere karşı çeşitli baskılar, sokak saldırıları düzenleyerek onları Almanya'yı terk etmeye zorluyorlardı. (Siyonizm ile Nazizim'in ittifakı da bu noktadan doğdu, konu Soykırım Yalanı isimli kitabımızda ayrıntılı olarak incelenmiştir.)

Bugün de antisemitizmin öncüsü olan çeşitli neo-Nazi ve faşist gruplara bakıldığında, hemen hepsinin aynı zamanda din düşmanı bir ideolojiye sahip oldukları ve putperest kavramlara dayalı söylemler kullandıkları görülmektedir.

Kuran Ahlakı, Antisemitizmi ve Her Türlü Irkçılığı Ortadan Kaldırır

Tüm bunların ortaya koyduğu sonuç ise şudur: Antisemitizm, kökeni yeni-putperestliğe dayanan karanlık bir ideolojidir. Dolayısıyla bir Müslümanın antisemitizmi benimsemesi, bu ideolojiye sempati duyması düşünülemez. Bir antisemit, Hz. İbrahim'e Hz. Musa'ya veya Hz. Davud'a da düşmandır ki, bu insanlar Allah'ın seçip insanlara örnek olarak görevlendirdiği kutlu peygamberlerdir.

Öte yandan antisemitizm gibi diğer ırkçılık örnekleri de (örneğin zenci düşmanlığı vs. gibi) yine İlahi dinlerin dışındaki çeşitli ideoloji ve batıl inanışlardan kaynaklanan sapkınlıklardır.

Antisemitizm ve diğer ırkçılık örnekleri incelendiğinde, bunların Kuran ahlakına tamamen zıt bir düşünce ve toplum modelini savundukları açıkça görülür.

Örneğin antisemitizmin  kökeninde nefret, şiddet ve acımasızlık hisleri vardır. (Bu nedenle antisemitler eski barbar kavimlerin putperest dinlerine özenmişlerdir.) Bir antisemit, Yahudi insanların (kadın, çocuk, yaşlı ayrımı olmaksızın) katledilmelerini, işkence görmelerini savunacak kadar zalim olabilir. Oysa Kuran ahlakı, insanlara sevgi, şefkat ve merhameti öğretir. Müslümanlara, düşmanları olan kimselere karşı dahi adil ve gerektiğinde bağışlayıcı olmayı emreder.

Öte yandan antisemitler ve diğer ırkçılar, farklı etnik kökenden gelen veya farklı inanıştaki insanların barış içinde birarada yaşamalarına karşıdırlar. (Örneğin Alman ırkçısı olan Naziler ve Yahudi ırkçısı olan Siyonistler, Almanlarla Yahudilerin birarada yaşamalarına karşı çıkmışlar, her iki taraf da bunu kendi ırkı adına bir dejenerasyon olarak kabul etmiştir.) Oysa Kuran'da ırklar arasında en ufak bir ayrım yapılmadığı gibi, farklı inançtaki insanların da aynı toplum yapısı altında barış ve huzur içinde yaşamaları teşvik edilir.

Yine Kuran'da bizlere öğretilen temel bir bakış açısı da, insanlar hakkında belirli bir ırk, halk veya dinden oldukları için topluca hüküm vermemektir. Her farklı insan topluluğunun içinde iyiler de kötüler de bulunur. Kuran'da bu ayrıma dikkat çekilir. Örneğin ehli kitabın bir kısmının Allah'a ve dine karşı isyankar oldukları anlatıldıktan sonra, bunun istisnası da belirtilir ve şöyle denir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar.  Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar.   Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Kuran'da dine düşman olanlara karşı tavır alınması gerektiği bildirilirken, böyle bir düşmanlık göstermeyenlere iyilik yapılması şöyle emredilmektedir:

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir. (Mümtehine Suresi, 8-9)

Kuran'da adalet, Müslümanlara düşman olan kimseler için dahi ayakta tutulması emredilen bir kavramdır:

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)

Sonuç

Buraya kadar anlattıklarımızı şöyle özetleyebiliriz:

* Görüldüğü gibi, Kuran ahlakı her türlü ırkçılığı ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle Kuran'a tabi olan bir Müslüman asla ırkçılık yapamaz ve insanları belirli bir ırktan oldukları için hakir göremez.

* Kuran'da, İslam'a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır göstermedikleri sürece, farklı dinlere karşı da son derece ılımlı ve dostça bir tutum izlenmesi emredilir. Bu nedenle Kuran'a tabi olan bir Müslüman, farklı dinlere, özellikle ehli kitaba karşı müşfik ve dostane bir tavır takınmalıdır.

* Nazizim gibi ırkçı ideolojiler, antisemit felsefeler, kökenleri eski putperest kültürlere uzanan tamamen sapkın ve din dışı öğretilerdir. Bir Müslümanın bu sapkın öğretilere itibar etmesi elbette mümkün değildir.

İşte Müslümanlar olarak bizim de Yahudilik ve soykırım konularına bakışımız, bu temel kıstalara bağlı olmalıdır. Yahudilere karşı eleştirilerimiz, ancak onların ırkçı davranmalarından, Siyonizm adına kan dökmelerinden, tahrif edilmiş bazı Tevrat hükümleri nedeniyle diğer insanlara zulüm yapmalarından dolayıdır.

Temennimiz, hem Nazizim gibi antisemit ırkçı hareketlerin hem de Siyonizm gibi Yahudiler adına ırkçılık yapan ideolojilerin tarihe karışması ve her ırk ve inancın barış içinde yaşayacağı, adalete dayalı bir dünya düzeninin kurulmasıdır.

Masonların Karanlık FelsefesiAğustos 1997

Masonlar amaçlarının "barış, kardeşlik ve insan sevgisi" olduğunu söylerler. Ancak ilk bakışta olumlu gibi duran bu kavramların altında, mason felsefesinin dine olan düşmanlığı gizlenmektedir.

Masonluk, hakkında en çok soru işareti bulunan ve insanların merakını en çok çeken konulardan biridir. Çünkü örgütün çalışmaları gizlidir, gerçek felsefesi ve amaçları hakkında da çok farklı yorumlar yapılmaktadır. Masonlar kendilerini tanıtırken "insan sevgisi, hoşgörü, evrensel kardeşlik, akıl ve bilim yolu" vs. gibi insanın kulağına hoş gelen kavramlar kullanırlar. Buna karşılık, masonluk çoğu insanın gözünde son derece karanlık bir örgüttür; en temel özelliği ise dinsiz, hatta din karşıtı olmasıdır.

Olayın en ilginç yanı ise, aslında masonların kendilerini tanıtırken kullandıkları kavramlarla, onlar hakkında yaygın olan "dinsizlik" suçlaması arasında pek bir fark olmamasıdır. Bir başka deyişle, masonluğun özü olarak gösterilen "insan sevgisi, hoşgörü, evrensel kardeşlik" gibi kavramlar, zaten örgütün dine karşı bir felsefeye sahip olduğunun üstü kapalı ifadesidirler.

"Peki neden?" diye sorulabilir bu noktada. Çünkü bu kavramların hiç biri gerçekte zararlı gibi görünen kavramlar değildirler. İnsanların birbirlerini sevmeleri, hoşgörülü olmaları, ve buna benzer diğer tüm "Hümanist" kavramlar, çoğu insana ilk başta dine ve vicdana aykırı kavramlar gibi gelmezler. Hatta çoğu insan "zaten din de bu tür ahlaki meziyetleri öğretiyor" şeklinde düşünür.

Oysa önemli olan bu kavramların içlerinin nasıl doldurulduğudur.

Marksizm bu konuda iyi bir örnektir. Marksistler, komünizmi, insanlara barış ve huzur getirecek, toplumdaki tüm sömürüleri, adaletsizlikleri ortadan kaldıracak, herkesin ihtiyacını karşılayıp, fakirleri koruyup gözetecek bir sistem olarak tanıtırlar. Bu tarifin içinde yanlış bir şey de yokmuş gibi gözükür. Ama Marksizm'in gerçek mahiyeti, dine olan bakış açısı incelendiğinde ortaya çıkar. Çünkü bu ideolojiye göre üstte tarif edilen "sınıfsız toplum"un önündeki en büyük engel dindir ve bu hedefe ulaşmak için dini yok etmek gerekir.

İşte masonik felsefenin kulağa hoş gelen kavramları da Marksizm'in bu süslü kavramları gibidir.

"İnsan Sevgisi"nin Masonlara Göre Anlamı

Masonlar her zaman tüm insanların kardeşliğinden, evrensel barıştan, hoşgörüden söz ederler. Tüm insanların birbirlerine karşı sorumlu olduklarını söylerler. Bunlarda bir sorun yoktur; bunlar insanlar arasındaki ilişkileri geliştirmeye yönelik sözlerdir.

Peki ama insanın Allah'a karşı olan sorumluluğu ne olacaktır?

Masonik felsefenin gerçek yüzü, işte bu soru karşısında ortaya çıkar. Çünkü bu felsefenin sözünü ettiği "insan sevgisi", insanların hepsinin         Allah'ın kulu olduğunu bilmekten -ve Yunus Emre'nin dediği gibi "yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmekten"- kaynaklanan dini bir sevgi değildir. Aksine, tüm insanların güya Yaratıcı olmadan kendi kendilerine bir evrim süreci içinde oluştuklarını iddia eden bir kavramdır. Masonik felfesenin "tüm insanların yardımlaşması" derken kast ettiği anlayış, insanların dünyada tesadüfen var olmuş bir tür olduklarını ve türlerini devam ettirip geliştirebilmek için birbirlerine destek olmalarını savunan anlayıştır. Bu ise tam anlamıyla Allah'ı inkardır.

Kısaca "Hümanizm" olarak tanımlanan ve masonluğun temelini oluşturan bu felsefe, insanların Allah'ı değil, birbirlerini önemsemelerini ve sevmelerini öngörür. Türk mason localarının 1923'de yayınladığı "Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları"nda, bu sapkın felsefe şöyle ifade ediliyor:

Biz artık Allah'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık. O gaye Allah değil, beşeriyettir.

Bir başka masonik kaynakta ise şöyle denmektedir:

İptidai cemiyetler, acizdiler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı.

Masonluğun temelini oluşturan Hümanizmin tanımı,  bu felsefenin doğrudan din aleyhtarı bir kimliğe sahip olduğunu gösterir. 20. yüzyıldaki hümanist felsefe akımının öncüsü olan Julian Huxley, Darwin'in evrim teorisini rehber kabul ederek "Evrimsel Hümanizm" adı altında yeni bir din kurmuş ve bunun anlamını da şöyle ifade etmiştir:

Ben "hümanist" kelimesini kullanırken, insanın, aynı bir bitki ya da hayvan gibi, doğal bir varlık olduğunu kastediyorum. Yani insanın bedeni, zihni ve ruhu, doğa üstü bir güç tarafından yaratılmamış, aksine evrim süreci sonunda oluşmuştur. Dolayısıyla insan, herhangi bir doğa üstü gücün kontrolü ya da yol göstericiliğine değil, sadece kendi varlığına ve kendi gücüne inanmalıdır.

Huxley'in yolunu izleyen John Dewey adlı Amerikalı filozof, 1933 yılında bir "Hümanist Manifesto" yayınlamıştır. Manifesto'da vurgulanan temel düşünce, İlahi dinlerin ortadan kaldırılmasının zamanının artık geldiği ve bunlar yerine, insanoğlunun bilimsel ilerleme ve sosyal işbirliğine dayalı yeni bir çağa girmek üzere olduğudur. 1973 yılında yayınlanan II. Hümanist Manifesto'da ise insanlığı tehdit eden sorunlar anlatıldıktan sonra bu felsefenin Allah'ı nasıl inkar ettiği şöyle özetlenir: "Bizi kurtaracak bir Yaratıcı yoktur, kendimizi biz kurtarmalıyız."

İşte masonik felsefenin temelindeki Hümanizm de budur. Bu felsefede kulağa hoş gelen tüm süslü sözler de aldatıcıdır. Çünkü Allah'tan yüz çevirildikten sonra "insanlar arasında sevgi, barış, kardeşlik" vs. gibi kavramların bir kıymeti kalmaz. İnsanoğlunun varoluşunun amacı, Kuran'ı Kerim'in "Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi, Allah'a kulluk etmektir. İnsan bu görevini terk edip Allah'a isyan ettikten sonra hiç bir şekilde kurtuluşa eremez.

Kaldı ki, insan Allah'a iman edip O'nun yoluna uymadıktan sonra, diğer insanları da gerçekten sevemez. Masonların sık sık vurguladıkları "insan sevgisi" bir aldatmacadır; inkara dayalı sistemler insanın ruhundaki kötülükleri körükler ve dolayısıyla sadece kan ve zulüm doğurur. 20. yüzyılda komünizm, faşizm gibi din-dışı ideolojik sistemler ya da bu sistemler arasındaki çatışmalar nedeniyle yüzmilyonlarca insan katledilmiş, milyarlarca insan da baskı ve zulüm görmüştür. Masonların gerçekleştirdiği Fransız İhtilali'nin "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" sloganıyla başlatıldığını, fakat ihtilal boyunca onbinlerce insanın giyotine gönderildiğini hatırlamak gerekir.

"Bilim ve Akıl Yolu"nun Anlamı

Masonluk, nasıl "insan sevgisi" kavramını Hümanizm çerçevesine alıp bir inkar aracı haline getirdiyse, "bilimsellik" ve "akılıcılık" kavramlarını da yine din-dışı ve hatta din aleyhtarı bir biçimde yorumlamıştır.

Bir Müslüman için bilim, Allah'ın yarattığı evreni tanımak ve O'nun yaratışındaki sırları kavramak için kullanılacak bir araçtır. Akılcı düşünce ise, Kuran tarafından emredilen bir ibadet ve bir iman alametidir. Oysa masonik terminolojide bu iki kavramla kast edilenin tamamen farklı şeyler olduğu görülür. Bu düşünceye göre, bilim Allah'ın yarattıklarını incelemek için kullanılacak bir araç değildir. Aksine, bilime inanmak ateist olmakla eş anlamlı gibi gösterilmeye çalışılır. Bilim adı altında, Darwinizm gibi aldatmacalar topluma empoze edilir. Aslında bizzat bilim tarafından reddedilen Darwinizm aldatmacasıyla, dine karşı sinsi bir mücadele yürütülmektedir. Türk masonlarının bir yayın organında, dinsizliği "bilim" maskesi altında yaymanın masonların en büyük görevi olduğu şöyle ifade edilmektedir:

Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. Ernest Renan'ın şu sözleri çok önemlidir: "Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır." Lessing'in şu sözleri de bu düşünüyü destekler: "İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır.

İşte masonluğun dine yaklaşımı budur. Masonların "biz Allah inancı olmayanları aramıza almayız, hepimiz Allah'a inanırız" şeklindeki sözlerinin de sadece bir kamuflaj olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim masonik kaynaklara bakıldığında Allah inancının örgütün içinde aşamalı bir şekilde ortadan kaldırıldığı görülebilir. Bir masonik metinde şöyle denir: "Sizler        Allah'ı, kader, tabiat, kanun, kuvvet gibi zeka ve ruhunuzun temayülüne, inanç ve idrakinize göre herhangi bir isimle adlandırabilirsiniz."

Oysaki Allah, kaderi de, tabiatı da, kanun, kuvvet ve zekayı da yaratmış olan sonsuz kudret sahibidir. Bu en büyük hakikatten gaflet içinde olan masonluk, kendi gafletini topluma yayma çabası içindedir.

Önlüksüz Masonlar

Sonuç olarak denebilir ki, masonik felsefe, insanların Allah'ı inkar etmesini hedeflemekte, ancak bu inkarı, insan sevgisi, bilimsellik, akılcılık gibi süslü sözlerle üstü kapalı bir şekilde yapmak istemektedir.

Bu gerçek fark edildiğinde, masonluğun aslında son derece yaygın ve etkili bir örgüt olduğu da kendiliğinden anlaşılmaktadır. Çünkü sözkonusu inkar yöntemi, toplumun farklı kesimlerinde pek çok insan tarafından ısrarla savunulmaktadır. Dinsizliği savunurken bunu "çağdaşlık", "modernlik" vs. adına yaptıklarını söyleyenler; dinle bilimin çatıştığını iddia edenler; insanın, Kuran'ın yol göstericiliğine gerek olmadan doğruyu bulabileceğini savunanlar, tüm bu insanlar gerçekte birer masondurlar. Bazıları masonların ifadesiyle "önlüklü" masondur, yani mason localarına kayıtlı birer fiili üyedirler. Daha büyük bir kısmı ise "önlüksüz" masondur, yani localara kayıtlı olmasalar, hatta masonluğu tanımasalar da masonik felsefeyi benimsemiş kişilerdir. Onları bulmak içinse uzağa gitmeye gerek yoktur. Gazete sayfalarında ya da televizyon kanallarında biraz gezinmekle yüzlercesine rastlanabilir.

Peki bu masonların -önlüklülerin ve önlüksüzlerin- amaçları nedir?

Basit: Amaçları, tamamen dinsiz bir dünya kurmak ve gerekirse bunun için dindarları tasviye etmektir. Bu amaçla Kuran'da haber verildiği gibi, "gece ve gündüz hileli düzenler kurup" insanlara "Allah'ı inkar etmeyi ve O'na eşler koşmayı emretmekte"dirler. (Sebe Suresi, 33)

Bir masonik metinde masonluğun tüm dünyayı kapsayan bir "Hümanist din" kurma hedefi ve bu amaçla düzenlenen bir tür ayin şöyle ifade edilir:

Bugün yavaş da olsa, şuuru tam manasıyla tatmin edebilecek tek ve evrensel bir din teşekkül etmektedir... Bu evrensel dine paralel olarak, bir de dünya görüşü ölçüsünde ahlak kurulacaktır... Böyle bir din insanı kainatla birleştirecektir. İşte bu MASONİZM'dir. Bu din gönülden gönüle kurulacaktır. Kurulan bu dinin mabetleri insanlık mabetleri olacaktır. Bu tapınakta okunan ilahiler, bir insanın ruhundan fışkıran müzik eserlerinin en soylusu olan Bethowen'in 9. Senfonisi belki de olacaktır...

Mithra efsanesindeki Boğa'nın eti ve kanı yerine, ekmek yiyerek ve kırmızı şarap içerek bu doğuşu kutluyoruz. Komünyonun manası olan inanç birliği yapıyoruz burada biz. Yeni bir yılda bu kutsal mücadelemizi şöyle vaftiz edip bitirmek istiyorum. Ekmekten bir parça daha yiyiniz, kardeşlerim, bu dinin misyonerleri olan sizler, ekmeği paylaşan aziz dostlar olsun. Ateş yiyerek bir daha şarabınızdan içiniz kardeşlerim, kan kardeşi olmak için."

Açıkça görüldüğü gibi, masonların amacı, dinleri ortadan kaldırarak Hümanist felsefeye dayalı yeni bir dünya, yani tümüyle dinsiz bir dünya var etmektir.

Ancak bilinmelidir ki eğer onların bir planı varsa, kuşkusuz Allah'ın da bir planı vardır. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 54)

Devlet Kurumunun ÖnemiAğustos 2000

Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur.

Devlet kurumu, tarihin bilinen en eski toplumlarından bu yana hep var olmuştur. Marksistler, ortaya attıkları hayali "kültürel evrim" senaryosu içinde, devletin sonradan ortaya çıkan bir mekanizma olduğunu iddia ederler. İlk toplumlarda devlet ya da benzeri bir otorite olmadığını, "komünal" bir hayat sürdürüldüğünü öne sürerler. Oysa tarihsel ya da arkeolojik hiç bir bulgu bu iddiayı doğrulamamaktadır. Aksine, hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz en eski medeniyetlerin hepsinde, güçlü devlet mekanizmaları bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle devlet kurumunun insanlık tarihi ile yaşıt olduğunu söylemek mümkündür.

Bu, aslında insanın yaratılışının doğal bir sonucudur. İnsan yaratılışı gereği, "doğru" ve "yanlış" kavramlarına sahiptir. Doğruyu öğrenmek ve bu doğruya uygun bir düzen içinde yaşamak ister. Yanlışı uygulayanların ise durdurulmasını, engellenmesini arzu eder. İşte bu nedenledir ki, insanlara doğruyu öğreten birtakım kurallar koyacak ve bu kurallara uyulmasını sağlayacak bir otoritenin varlığı zorunludur.

Nitekim insan toplumlarının yapısı düşünüldüğünde, devletin vazgeçilmez bir önemi olduğu kolaylıkla görülür. Bir toplumda asayiş ve güvenliği sağlayabilecek, zararlı davranışları kanunla yasaklayabilecek, bu kanunlara da uyulmasını mecbur kılacak yegane güç, devlettir. Buna paralel olarak, günümüzdeki toplumların vazgeçilmez ihtiyaçları olan sağlık, eğitim, milli güvenlik, altyapı gibi hizmetlerin de sadece devlet tarafından karşılanabileceği açıktır.

Bu noktaları ilerleyen satırlarda detaylı olarak inceleyeceğiz. Bu incelemeye de, öncelikle devletin varlığına karşı çıkan en önemli siyasi ideoloji olan anarşizmin çarpıklıklarına bakarak başlayalım.

Anarşizm Yanılgısı

Bolşevik Devrimi'nde Rusya'nın durumu.

Anarşizm, sol ideolojilerin en marjinali olarak kabul edilir. Terim, "başsızlık" anlamı taşıyan Yunanca bir kelimeden gelir. Bu ideolojinin bağlıları, devletin topluma zarar veren bir kurum olduğunu iddia etmiş ve insanların özgürlük ve barışa ulaşabilmesi için devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır. Devletle beraber dine karşı da tavır almışlar ve dinin yok edilmesine çalışmışlardır. Fransız Devrimi'nin ardından ortaya çıkan bu ideoloji özellikle 19. yüzyılda yaygınlık kazanmış, Rusya'daki Bolşevik Devrimi'nin (1917) hazırlanmasında da rol oynamıştır.

Öncelikle anarşizmin tamamen hayali ve gerçeklerden uzak bir düşünce olduğuna dikkat etmek gerekir. Çünkü dünyanın hiç bir ülkesinde hiç bir zaman bu ideoloji uygulanmamıştır. hiç bir zaman bir devletin lağvedilmesi ve anarşist bir toplum kurulması gibi bir vakıa yaşanmamıştır. Sadece bazı kriz zamanlarında devletlerin otoritesi zayıflamış, bunun sonucunda ise topluma barış ve huzur değil, aksine sadece kavga, çatışma ve yağma gelmiştir.

Başka türlüsü de mümkün değildir. Çünkü devletin olmadığı bir ortamda, toplumun kendi kendini düzenleyerek asayiş ve istikrar oluşturması imkansızdır. Devletin olmadığı bir ortamda kanunlar da olmayacaktır. Dolayısıyla "suç" kavramı ortadan kalkacak ve herkes istediği fiili rahatlıkla yapabilecektir. Dileyen kişi bir başkasının malına ya da canına kast ettiğinde, bu suçu "suç" olarak tanımlayacak ve engelleyecek bir otorite bulunmayacağı için, karşısında hiç bir engel de bulmayacaktır. Hırsızlar istedikleri malı çalacaklar, katiller diledikleri insanı öldürecekler ve onları durduracak bir polis ya da yargılayacak bir mahkeme olmayacaktır.

Fransa'da devrimden sonra on beş yılı aşkın bir süre devam eden bir istikrarsızlık dönemi yaşanmıştır.

Böyle bir toplum ise kaçınılmaz olarak orman kanunlarının hakim olduğu bir "sürü"ye dönüşecektir. İnsanların huzurlarının, mallarının, canlarının ve ırzlarının hiç bir güvencesinin kalmayacağı bu sürü, gerçekte bir "insan toplumu"ndan ziyade, hayvan topluluğu gibi yaşayacaktır. İlginç olan ise, bu sonucun anarşistlerin felsefelerine zaten birebir uyuyor olmasıdır. Çünkü anarşistler de aynen Marksistler gibi Darwin'in ortaya attığı "insanın evrimi" masalına inanmakta ve dolayısıyla insanı "gelişmiş bir hayvan türü" olarak kabul etmektedirler.

Ancak tarih, anarşizmin tamamen yanlış bir felsefe olduğunu sayısız örnekle ispatlamaktadır. Anarşistler, devletin ortadan kalkmasının barış ve huzur getireceğini öne sürmüşlerdir. Oysa siyasi tarihe bakıldığında, devlet otoritesinin ortadan kalktığı her dönemin son derece kanlı bir kaos ortamı olduğu görülür. Ortaçağ boyunca siyasi otoritenin ortadan kalktığı dönemler, hep yağma, talan ve katliam dönemleri olmuştur. Anarşizmin çıkış noktası sayılabilecek olan Fransız Devrimi, tarihin en kanlı siyasi hareketlerinden biridir. Fransız Devrimi'nde, özellikle de devrimin "Terör Dönemi" olarak bilinen evresinde, on binlerce insan idam edilmiş, devrimin Robespierre gibi en ateşli öncüleri de dahil olmak üzere çok sayıda insan giyotine gönderilmiştir. Devrimin ardından Fransa on beş yılı aşkın bir süre huzura kavuşamamıştır. Düzen ve emniyetin tekrar sağlanması ise, devrim döneminin sona ermesi ve Napoleon'un mutlak iktidarının kurulmasıyla, yani devletin yeniden tesisiyle mümkün olmuştur. Tarihin her döneminde tablo aynıdır. Devlet aleyhinde yapılan her türlü "devrim", devrimcilerin işe başlarken ortaya attıkları süslü sloganların aksine, mutlaka kan, acı ve gözyaşı getirmiştir.

Anarşizmin çok büyük bir yanılgı olduğunu böylece belirttikten sonra, şimdi devletin gerekliliğini farklı yönlerden inceleyelim.

Devlet ve Milli Savunma

Üzerinde yaşadığımız dünyada, insanlar belirli topluluklara üyedirler. Bunların en temeli ailedir. Sonra, genelde çok daha zayıf olmak üzere, komşuluk, aşiret, hemşerilik, etnik köken gibi bağlar gelir. Ancak tüm bu kimliklerin, özellikle siyasi yönden en önemli olanı milli kimliktir. Bir diğer deyişle insanın hangi milletten olduğu sorusudur. Çünkü dünya üzerindeki siyasi otoriteler (devletler) millet esasına göre birbirlerinden ayrılırlar. Almanya Alman Milleti'nin ülkesidir. Fransa Fransızlarındır. Türkiye ise Türk Milleti'nin yurdudur.

Dünya üzerindeki siyasi rekabet ve çatışmalar da yine millet esası üzerinde gelişir. Aynı durum siyasetin bir uzantısı sayılan savaş için de geçerlidir. Almanya, Alman Milleti'ni dünyaya hakim kılmak rüyasıyla II. Dünya Savaşı'nı başlatmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki siyasi dengeler, iki milletin ulusal çıkarlarına göre şekillenmektedir.

Dünyadaki düzenin bu şekilde, yani ülkeler arası siyasi dengeler üzerine kurulu oluşu, her insanı da içinde yaşadığı ülkenin çıkarlarına göre düşünmeye mecbur kılar. Hiç kimse, "Tek önemli olan ben, şirketim ve ailemdir, gerisi önemli değil" diyemez, çünkü ailesinin ve kendisinin geleceği, içinde yaşadığı ülkenin geleceğine bağlıdır. Eğer düşman bir ülke kendi yaşadığı ülkeyi işgal ederse, kendisi, şirketi ve ailesi de bundan büyük zarar görecektir. O, içinde yaşadığı ülkenin bir ferdidir ve mutlaka ülkesinin gücüne ve bağımsızlığına taraftar olmak zorundadır.

Devletin ne kadar zorunlu bir kurum olduğu da bu noktada açıkça ortaya çıkar. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutacak olan yegane kurum devlettir. Ülkenin milli güvenliğinden sorumlu olan yegane otorite odur. Milli savunma için ordu oluşturan, bu orduyu ayakta tutan ve güçlendiren kurum devlettir. Elbette hiç bir özel sektör kuruluşu ya da sivil toplum örgütü kesinlikle böyle bir rol oynayamaz. 

İşte bu nedenle, bir ülkede yaşayan her birey, devletinin güçlenmesine ve yücelmesine taraftar olmak zorundadır. Devleti zayıflatacak bir hareket içine giriyorsa, kendisinin, ailesinin ve sevdiği diğer herkesin aleyhinde hareket ediyor demektir. Eğer bir başka devlete hizmet etmeyi hedefliyorsa, o zaman sözkonusu kişinin ismi "vatan haini" olur.

Devlet ve Toplumsal Güvenlik

1929 yılında yaşanan ve "Büyük Buhran" adı verilen ekonomik kriz, tüm dünyaya devletin dışlandığı ekonomik modelin yanlışlığını anlatmaya yetmiştir. Bu bunalım esnasında dünya ticareti gerilemiş, toplumların gelir ve refah seviyeleri düşmüştür ve milyonlarca insan işsiz kalmıştır. Resimde, o dönemde iş bulmak için kuyrukta bekleyen insanlar görülmektedir.

Güçlü bir devletin varlığı, sadece milli savunma için değil, aynı zamanda ülkenin kendi içindeki güvenlik ve huzurun tesisi için de zorunludur.

Anarşizm yanılgısından söz ederken, devletin zayıfladığı bir ortamda her türlü suçun kolaylıkla işlenebileceğini, çünkü "suç"u tanımlayacak ve engelleyecek bir otoritenin kalmayacağını söylemiştik. Bu konuyu biraz daha detaylandırabiliriz.

Öncelikle devletin otoritesini yitirdiği ve bunun sonucunda emniyet teşkilatının ortadan kalktığı bir ortam düşünelim. Böyle bir ortam, suçluların her türlü suçu kolaylıkla işleyebilecekleri, dürüst vatandaşların ise her türlü tecavüzün hedefi haline gelecekleri korkunç bir toplum düzeni oluşturacaktır. Muhtemelen güvenlik için devlet yerine "özel sektör"e başvurulacak, yani mafyavari çeteler oluşacak ve vatandaşlar bunlara para ödeyerek güvenlik elde etmeye çalışacaklardır. Ancak bu mafyavari çetelerin başıbozuk ve suça eğilimli kişilerden oluşması kaçınılmazdır. Bir süre sonra bu kez bu örgütlenmeler vatandaşlara karşı tecavüzlerde bulunacaklar, bu çetelerin aralarında çatışmalar, iç hesaplaşmalar yaşanacaktır.

Polis teşkilatının ortadan kalkması kadar vahim bir başka gelişme ise, adli sistemin çökmesidir. Devletin otoritesini yitirmesi durumunda mahkemeler de ortadan kalkacak, savcılar ve hakimler çalışmayacaktır. Böyle bir durumda toplumdaki hiç bir hukuki anlaşmazlık çözülemez. Adaletle hükmedecek ve bu hükmü uygulatacak bir mekanizma olmadığı için, her türlü haksızlık, hakka tecavüz ve suistimal kolaylıkla uygulanır hale gelir. Eğer yine "özel sektör" eliyle mahkemeler kurulsa bile, bunların yine mafyavari mekanizmalar olacağı, kendilerine daha çok para veren tarafı haklı çıkarmak için uğraşacakları açıktır. Çünkü özel sektörün temel amacı kar etmektir ve kendisine daha fazla kar sağlayan uygulamaya yönelmesi kaçınılmazdır.

Sonuçta devlet otoritesinin zayıflamasının toplumsal güvenliği, düzeni ve huzuru tamamen yok edeceği açıktır. Böyle bir durumda ülke, içinde yaşanılmaz bir kaos ortamına girecektir.

Devletin Toplumsal Hayattaki Kaçınılmaz Rolü

Güçlü bir devlet, sadece güvenliğin değil, toplumun genel refahının sağlanması için de zorunludur. Buna örnek olarak iki alanı ele alabiliriz: Sağlık ve eğitim.

Hastaların tedavisi işini üstlenen kurumlar, hastanelerdir. Bir toplumun sağlık sorununa çözüm bulunması için de mutlaka devlet hastanelerinin var olması gerekir. Elbette günümüzde özel sektör tarafından açılmış çok sayıda hastane de bulunmaktadır. Ancak bir noktaya dikkat etmek gerekir: Özel sektör her zaman için kar amacını güder. Dolayısıyla özel sektörün tüm toplumun sağlık sorununa çözüm getirmesi imkansızdır. Fakir insanlar hiç bir zaman özel hastanelerden yararlanamazlar ve mutlaka devletin kurduğu ve kendilerine yardımda bulunacak hastanelere ihtiyaç duyarlar. Dahası, aşı kampanyaları, toplu sağlık taramaları gibi toplumsal hizmetleri gerçekleştirecek olan yegane otorite de devlettir. Kar amaçlı hiç bir özel kurum, ilkokul çocuklarını salgın hastalıklardan korumak için yurt çapında aşı kampanyası düzenlemez ya da ülkenin ücra köşelerine sağlık hizmeti götürmez.

Toplumun refahı ile ilgili ikinci önemli konu ise eğitimdir. Eğitim de yine sağlık gibi kısmen özel sektör tarafından üstlenilebilir, ama bu durumda yine özel sektörün kar talebini karşılayamayacak olan yoksul kesimler eğitim imkanından yoksun kalacaktır. Eğitimin tüm yurtçapında, büyük kentlerden uzak köylere kadar yayılması da yine ancak devlet sayesinde mümkün olur. Eğer devletin eğitim sistemi işlemese, özel sektör için karlı olmayan tüm yerleşim birimleri eğitim şanslarını yitirecektir.

Devletin varlığı, eğitimin eşit ve standart olması için de zorunludur. Eğer eğitim devletin belirlediği standart bir müfredata göre şekillenmese ve tümüyle özel kişilerin denetiminde olsa, toplum kısa sürede kamplara ayrılabilir. Komünistler komünist ideolojiyi telkin eden okullar açabilir. Irkçılar, çocuklarını birer ırkçı olarak yetiştiren okullar kurabilir. Bu şekilde kısa zamanda toplum birbirine tümüyle yabancı ve düşman bireylerden oluşabilir. Toplumun birliğinin korunması ve birarada yaşamayı mümkün kılan ortak bir kültürün gelişmesi için, mutlaka devlet tarafından belirlenen standart bir eğitim uygulanmalıdır. Farklı kültürel gruplara ya da mesleki eğitim taleplerine özel okul statüleri tanınabilir, ama bu özel statü de yine müfredatın temel çizgilerine bağlı kalmalıdır.

Kısacası bir toplumun eğitim ve sağlık gibi en temel gereksinimleri, ancak güçlü bir devletin müdahale ve kontrolü ile karşılanabilir.

Devletin Ekonomik Hayattaki Kaçınılmaz Rolü

19. yüzyıl, çok sayıda düşünürün masabaşında teoriler ürettiği bir dönemdi. Liberalizm ve Marksizm gibi iki farklı sosyal teori bu dönemde ortaya çıktı. Her iki teorinin de ortak özelliği, tecrübelere değil soyut fikirlere dayalı olmasıydı. 20. yüzyılda ise bu fikirler uygulamaya kondu ve ortaya birtakım somut tecrübeler çıktı.

Marksizm'in bu tecrübeler sonucunda çökmüş olduğu açıktır. Devletin önce şiddet yoluyla ele geçirilmesini, sonra tüm ekonominin devlet kontrolüne alınmasını ve uzak bir gelecekte de devletin tümüyle lağvedilmesini savunan bu teorinin, gerçeklerle uyuşmayan ve son derece verimsiz bir ekonomik model ortaya koyduğu aşikardır. Sovyetler Birliği'nin merkezi planlamaya dayalı ekonomik modelinin çökmesi, mutlak devletçiliğin yanlış bir ekonomi politikası olduğunu ve ekonominin ancak özel sektörün rolüyle verimli hale geleceğini ortaya koymuştur.

Ancak bu kadar dikkat çekmeyen bir diğer önemli gelişme, 20. yüzyıldaki tecrübelerin 19. yüzyıl liberalizmini de bazı yönlerden haksız çıkarmasıydı. 19. yüzyılda yaşamış liberal ekonomi savunucuları, 18. yüzyıldaki İngiliz iktisatçı Adam Smith'in yolunu izleyerek, "en iyi devlet, en az müdahale eden devlettir" demişlerdi. Devletin ekonomik hayata hiç müdahale etmemesini ve tüm ekonominin özel girişimin denetiminde olması gerektiğini savunmuşlardı.

Devletin tümüyle dışlandığı bu ekonomi modeli 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar başta ABD olmak üzere çoğu Batı ülkesinde kabul gördü. Ancak 1929 yılında patlak veren ve "Büyük Buhran" olarak bilinen dev ekonomik kriz, bu modelin yanlışlığını gözler önüne serdi. Büyük Buhran, New York borsasında başgösteren ve sonra da oradan tüm dünyaya yayılan bir panikle doğmuştu. Dünya ekonomisini yıllar yılı kitleyen bu kriz, dünya ticaret hacminin büyük ölçüde daralmasına, toplumların gelir ve refah seviyelerinin düşmesine, milyonlarca insanın işsiz kalmasına neden oldu.

Büyük Buhran'ın ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, devletin tümüyle ekonominin dışına itilmesinin son derece zararlı bir uygulama olduğuydu. Nitekim Büyük Buhran'ın ardından gelişen "Keynes Modeli" ekonomik sistem, devletin gerekli durumlarda ekonomiye müdahale etmesi, kimi zaman da yatırımlarla ekonomiyi yönlendirmesi gerektiğini kabul etti. Çoğu devlet de Keynes Modeli'ni uygulayarak Büyük Buhran'ın tahribatını düzeltebildi.

Bugün için de geçerli olan ekonomik model, özel sektörün lokomotif görevi gördüğü, ama devletin denetimi ve yönlendirmesi ile işleyecek bir ekonomik modeldir. Devletin başta altyapı yatırımları olmak üzere ekonominin bazı alanlarına el atması zorunludur. Ayrıca özel sektör için karlı olmayan, ama toplumun genel refahı açısından gerekli olan bazı hizmetlerin yerine getirilmesi için de yine devletin müdahalesi zorunludur. (Örneğin posta hizmeti dünyanın hiç bir ülkesinde karlı değildir, ama toplumun yararı için devlet tarafından yürütülür.) Aynı şekilde bir ülkenin stratejik güvenliğini ilgilendiren ekonomik meselelerin de devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir.

Özetle, bir ülkenin refahı için ekonominin devlet tarafından denetlenmesi, yasalarla düzenlenmesi, kimi zaman da doğrudan devletin müdahalesi ile yönlendirilmesi zorunludur. Devletin bunları yapabilmesi için de elbette güçlü olması gerekmektedir.

Sonuç

Baştan beri incelediğimiz konular, bir toplumun güvenli, huzurlu, müreffeh bir hayat sürebilmesi için, mutlaka güçlü bir devletin koruması ve denetimi altında yaşaması gerektiğini göstermektedir. Devletin ortadan kaldırılmasını savunan anarşizm çok büyük bir yanılgıdır. "En iyi devlet, en az yöneten devlettir" diyen 19. yüzyıl liberalizmi de yanılmıştır ve devlet müdahalesinin gerekliliğini kavrayamamıştır.

Devletin tümden lağvedilmesi bir yana, devlet otoritesindeki en küçük zayıflama bile bir toplumu büyük sorunlarla karşı karşıya bırakır. Devlet otoritesindeki en küçük bir boşluk, bu boşluğun birtakım gayrı meşru yapılanmalar tarafından doldurulmasıyla sonuçlanacaktır. Bundan da tüm bireyler zarar görecektir. Zayıf bir devlet, toplumun içindeki bazı çıkar çevrelerinin etkisi altında kalacak ve yine toplumun geneli bundan zarar görecektir.

Dolayısıyla bir toplumun içindeki her bireyin, güçlü bir devlet mekanizmasına taraftar olması gerekir. Devletin güçlenmesi için çaba harcaması, devletin zayıflamasına yönelik eylemlere karşı da tavır alması gerekir. Kısacası her bireyin devletine sahip çıkması gerekir.