8. Bölüm: Lozan'a Giden Yol
Büyük Savaş Sonrası
Düyun-u Umumiye İngiliz Dainler (Alacaklılar) Başkanı Sir Adam Block, 1914'te savaş ilanı nedeniyle İstanbul'dan ayrılacağı zaman şöyle demişti:
Eğer Almanya kazanırsa, siz Alman sömürgesi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa, mahvoldunuz!316
![]() |
28 Temmuz 1914 tarihinde sıkılan ilk kurşunla fitili ateşlenmiş olan korkunç yıkım, Büyük Savaş olarak da adlandırılan I. Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918'de neticelenmişti. Savaşın resmen bitirilişinden yaklaşık 2 ay sonra, 18 Ocak 1919'da toplanan Paris Barış Konferansı'nda, savaş sırasında imzalanmış olan gizli antlaşmaların uygulanması karara bağlanmıştı. İngiltere ve Fransa, Wilson İlkeleri'ne tamamen ters düşmemek için "savaş tazminatı" yerine "savaş onarımı", "sömürgeciliğin" yerine ise "manda sistemini" gündeme getirerek kendi sömürü taleplerinin uygulanmasını sağladılar.
Paris Barış Konferansı bir yandan savaş hukuku ve savaş sonrası toprak paylaşımlarını konu edinirken, başka bir tarafta da ilginç bir konuya ev sahipliği yapıyordu. Yeni dünya düzeninin şekillendirilmesi amacıyla gizli adımlar atılmaktaydı. 30 Mayıs 1919 tarihinde yapılan bir oturumda, derin dünya devletinin ilerleyen yıllarda dünyayı şekillendirmek amacıyla kuracağı bir organizasyon resmileştirilecekti. Bugün CHATHAM HOUSE olarak bilinen bu organizasyonu daha iyi tanıyabilmek için, bu organizasyonun kurucu babası olarak bilinen kişiyi biraz daha yakından incelememiz gerekmektedir. Bu kişi, Lionel Curtis'dir.
Sevr'in Mimarları
Lionel Curtis'in dikkat çekici faaliyetleri, İngiltere'nin Güney Afrika'daki sömürgelerinde görev aldığı 1899–1909 yılları arasında başlamıştı. Onu buradaki görevine getiren Sir Alfred Milner, koloniler için görev yapmak üzere Curtis'ten başka birçok Oxford mezununu da Güney Afrika'ya getirmişti.
Bu ekip "Milner'in Anaokulu" olarak tanınmaktaydı. Ekip üyeleri; eğitimleri, yaşam tarzları ve paylaştıkları değerler ile birbirine sıkı sıkıya bağlıydı. Güney Afrika günlerinde sürekli beraber zaman geçirmekte, politik ve sosyal konularda tartışmalar yapmaktaydılar.
Anaokulu ekibi şu kişilerden oluşmaktaydı:
George Geoffrey Dawson: Times Dergisi Direktörü ve Editörü
Richard Feetham: Avukat, Güney Afrika Baş Hakimi, Yüce Divan Hakimi
William Lionel Hitchen: English Electric Company (İngiltere Elektrik Şirketi) Yönetim Kurulu Başkanı
Robert Henry Brand: Lazard Brothers (Lazard Kardeşler) şirketinin yöneticisi
Sir Patrick Duncan: Güney Afrika Valisi
John Dove
J. F. (Peter) Perry
Geoffrey Robinson
Hugh Wyndham
![]() |
(1) İngiliz derin devletinin başlattığı Anglo-Boer Savaşı sonrasında İngiliz birliklerinin Güney Afrika'dan ayrılmadan önceki son resmi geçitleri..(2) Güney Afrika'da İngiliz askerleri. |
1905 yılından sonra Philip Kerr (İngiltere'nin ABD Büyükelçisi 1939-1940), Lord Selborne ve Dougal Orme Malcolm da ekibe katıldı.
Anaokulu ekibinin birlikte yürüttükleri çalışmalar, bu ekibin Güney Afrika'yı terk etmesinden sonra da uzun süre devam edecekti.
Alfred Milner'in hedefi, Güney Afrika kolonilerini İngiliz bayrağı altında birleştirmekti. Milner, Cecil Rhodes'in vasiyetiyle kurulan "Rhodes Fonu"ndan Anaokuluna para aktarılmasına aracılık etti. Kitabın başında tanıttığımız Cecil Rhodes, hatırlanacağı gibi, Güney Afrika'da elmas ve maden ticareti ile zengin olmuş, İngiliz derin devletinin Darwinist ve ırkçı kurmaylarından biriydi.
Bu sırada Lionel Curtis de Anaokulu içinde (haşa) "Peygamber" olarak anılmaya başlanmıştı. Curtis, 31 Mayıs 1910'da Güney Afrika'yı birleştirmeyi başardı. Bu başarı, global ölçekte bir idealin peşinde koşulmasıyla sağlanmıştı. Curtis'e göre, Güney Afrika, İngiliz İmparatorluğu açısından bir "mikrokosmos" gibiydi. Burada birleşme sağlandıktan sonra, Anaokulu'nun benzer çalışmayı, İmparatorluk ölçeğinde gerçekleştirebileceğini ifade etmişti.317
![]() |
(1) İngiliz derin devleti, Afrika'dan bazı gençleri Avrupa üniversitelerine yerleştirmiş ve onların büyük kısmını, derin devletin Afrika'da faaliyet gösterecek adamları haline getirmiştir.(2) İngiliz derin devleti, Hindistan'dan getirdiği işçileri Güney Afrika'ya yerleştirmiştir. Bu kişiler sadece üzerlerindeki numaralarla tanıtılmıştır. |
1909'da Alfred Milner potansiyel sponsorlar ve destekçilerin katıldığı toplantılar düzenlemiş ve Lionel Curtis bu sayede bir hedefe daha ulaşmıştı: 4-5 Eylül 1909'da İngiltere Galler'de Plas Newydd'de yer alan Lord Anglesey'in konutunda Yuvarlak Masa organizasyonu gerçekleştirildi. Anaokulu ekibinin yanı sıra Lord Howick, Lovat, Wolmer ve F. S. Oliver de toplantıya katıldı. Kısa zaman içinde ekibe hepsi İngiliz olan Leo Amery, Lord Robert Cecil, Reginald Coupland, Edward Grigg ve Alfred Zimmern de dahil oldu.
Lionel Curtis, Aralık 1918'de Yuvarlak Masa'nın yayın organında bir makale yayınladı. Bu makalede I. Dünya Savaşı sonrasında bir Milletler Cemiyeti kurulmasını ve bu organizasyon altında dünya çapında mandater bir sistem yürütülmesini önerdi. Bunu İngiliz–Amerikan ortaklığıyla yürütmenin uluslararası dengeyi sağlayacağını iddia etti. Böylece Paris Barış Konferansı'na davet edildi. Aynı zamanda Yuvarlak Masa kadrosunda da yer alan İngiltere Propaganda Bakanlığı'ndan Robert Cecil'in yürüttüğü Milletler Cemiyeti oturumuna katıldı. Bunun neticesinde 1919'da Amerikan–İngiliz Uluslararası İlişkiler Enstitüsü kuruldu. Daha sonra bu Enstitü, ABD'de CFR ismini alacak, İngiltere'de ise Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü yani Chatham House olarak anılacaktır.
![]() |
Zulu Kabilesi'nden işçiler, Güney Afrika Kimberley'de De Beers elmas madenlerinde köle olarak çalıştırılıyorlardı. 1887-88 yıllarında ırkçı İngiliz diplomat Cecil Rhodes, De Beers'i de içine alan elmas yataklarını İngiltere'deki Consolidated Mines firmasının bünyesine almıştır. |
Chatham House'un ilk başkanları:
- Robert Cecil
- Arthur James Balfour
- John R. Clynes
- Edward Grey
Bu ekip, Paris Barış Konferansı'nda Osmanlı'yı parçalama planları yapan ve Sevr Antlaşması'nı hazırlayan ekiptir.
Ayrıca Konferansta, İngilizlerin önderliğinde oluşturulan komisyon kararınca Milletler Cemiyeti'nin kurulmasına karar verilmiştir.
Lozan Yolunda Yeni Türkiye
30 Ağustos 1922 tarihinde Yunan ordusunun Anadolu'da hezimete uğratılması ile elde edilen Türk askeri zaferinin doğal siyasi sonucu olarak, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi imzalandı. Bu ateşkes antlaşması, işgal güçlerinin Türk topraklarını terk etmelerini şart koşarken, nihai bir barış antlaşması gereksinimini de doğurdu. İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922 tarihli bir nota ile TBMM Hükümeti'ni, 13 Kasım 1922 günü Lozan'da başlayacak olan barış konferansına davet ettiler.
Türkiye, Lozan Görüşmeleri'ne giden yola ulaşana kadar on yıl boyunca savaş vermiştir. Balkan Savaşları'nın başladığı 1912 yılından, Milli Mücadele'nin sona erdiği 1922 yılına kadar 5 milyon insanını yitirmiştir. Bu rakam, savaşa katılan ülkeler nezdinde değerlendirildiğinde, I. Dünya Savaşı'nda verilen en büyük kayıptır. Bu korkunç savaşlardan Türk milleti oldukça yorgun, bitkin ve yoksul olarak çıkmış, kendi devletini yitirmiştir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bu millet, milli mücadele azmini hiçbir zaman yitirmemiş, imzaladığı Lozan Barış Antlaşması'yla yeni bir devlet kurmuştur. Bu antlaşma, I. Dünya Savaşı sonrası halen yürürlükte olan tek barış antlaşmasıdır. Savaş sonrası yapılan diğer bütün antlaşmalar, II. Dünya Savaşı ile son bulmuştur. Buna karşın Türkiye, 93 yılını savaşsız geçirmiş yegane ülke olarak tarih sahnesindedir.
![]() |
1922'de Mudanya Mütarekesi'nin imzalandığı bina |
![]() |
(1) General Harington(2) İsmet Pasha in front of the same buildingAynı binanın önünde İsmet Paşa |
Lozan Konferansı, oldukça sancılı, hararetli ve zorlu geçmiş bir anlaşma sürecidir. Görüşmeler, 20 Kasım 1922'de başlamış ve antlaşma ancak 24 Temmuz 1923'te imzalanabilmiştir. Musul, Boğazlar ve Hatay gibi meselelerin çözümü daha sonraya kalmıştır. Görüşmelerin askıya alındığı ve kesintiye uğradığı durumlar söz konusu olmuştur. Fakat Misak-ı Milli esasında ısrarcı olan, Boğazlar ve kapitülasyonlar konusunda asla taviz verme niyetinde olmayan yeni Türk Devleti, bazı vatan topraklarını teslim etmekle birlikte, Misak-ı Milli sınırlarını büyük ölçüde korumuş şekilde masadan ayrılmıştır.
Görüşmeler sırasında Türk Devleti'ne en büyük zorluğu çıkaran, çeşitli entrikalarla aldatıcı politikalar izleyen ve Türk heyetinin telgraf yoluyla yazışmalarını dahi dinlemekten çekinmeyen İngiltere, derin devlet politikasını Lozan Görüşmeleri sırasında yoğun olarak kullanmış ve Türk tarafını kendince tuzağa düşürmek adına elinden geleni yapmıştır.
Lozan Görüşmeleri Öncesi İngiltere
Lozan Görüşmeleri öncesinde, İngiltere'nin Türkiye'ye yönelik bakış açısını ve derin devletin etkisi altında belirlediği stratejisini bilmekte yarar vardır. Çünkü bu satırlarda konu edilecek olan asıl ayrıntı, Lozan Antlaşması sırasında İngiliz derin devletinin Türkiye'ye oynadığı oyunları gözler önüne serebilmektir. Bunun için öncelikle, dönemin İngiliz liderlerinin Türklere ve yeni Türkiye'ye bakış açısını iyi anlamak gerekmektedir.
İngiliz liderlerinin büyük bir kısmı, daha önce örneklerini gördüğümüz gibi "İngiltere'nin çıkarları" için hemen her şeyi göze almış kişilerden seçilir. Bu seçimi yapan daima İngiliz derin devleti olmuştur. Bu strateji gereği tarih boyunca İngiltere yönetimine gelen tüm Muhafazakar Parti liderleri, Rusya'yı büyük bir tehdit olarak görmüş ve bu tehdide karşı Osmanlı'yı destekleme siyaseti gütmüşlerdir. Bu siyasette, elbette, Osmanlı'nın güçlü bir imparatorluk olmasının da payı büyüktür. İngiliz derin devletinin, daima güçlüden menfaat ummuş bir yapılanma olduğu da unutulmamalıdır.
Osmanlı'nın zayıflaması ve "sömürülecek iyi bir yem" olarak görülmesi, İngiliz derin devletinin de siyasetinin değişmesine yol açmıştır. Liberal Parti temsilcisi Gladstone'un 1880'de iktidara gelmesi ve Osmanlı'ya karşı başlattığı ani düşmanlık siyaseti bunun aslında bir özetidir. Daha önce detaylarını gördüğümüz, Gladstone'un bir anda geliştirdiği Doğu siyaseti, şu mesnetsiz ithamlarında öne çıkan nefret üzerine şekillenmiştir (Necip Türk Milletini tenzih ederiz):
Türk Hükümeti hiçbir hükümetin işlemediği kadar günah işlemiş, hiçbir hükümet onun kadar günahkarlığa saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır!318 Türkler medeniyetsiz bir ırktır, kötülüklerini alıp gitmelidirler.319
Bu sözlerin, tam olarak İngiliz derin devleti tarafından Darwinizm safsatasının yaygınlaştırıldığı ve Darwin'in özellikle Türkleri "aşağı ırk" olarak tanımladığı döneme denk gelmesi elbette bir tesadüf değildir (Necip Türk milletini tenzih ederiz). Sahte evrim teorisi yoluyla aşağı ırk-üstün ırk kavramları, yine İngiliz derin devleti tarafından dünyaya servis edilmiş bir aldatmaca, bir beladır. Türklere yönelik düşmanlık politikası da bu stratejiye uygun şekilde geliştirilmiştir.
![]() | |
1. Sevr Antlaşması'nın imzalanmasının ertesi günü İzmir'de çekilen fotoğraf | 2. William Ewart Gladstone |
![]() |
Damat Ferid ve Sevr heyeti |
Lozan Görüşmeleri sırasında yine Liberal Parti'nin bir temsilcisi olan İngiltere Başbakanı Lloyd George'un Türk karşıtı politikasını da bu kapsamda incelemek gerekmektedir. I. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği 1914 yılında Lloyd George'un şu ifadeleri Türklere yönelik garip bakış açısını anlamak açısından yeterlidir:
Onlar (Türkler) insanlığın kanseridir. Kötü yönettikleri ülkelerin vücuduna sinsice yayılan ve her canlı dokuyu çürüten büyük bir ızdıraptır. Haklı ile haksız arasındaki bu dev savaşta (I. Dünya Savaşı), Türk'ün insanlığa karşı uzun kötü sicilinin nihai bir hesaplaşmaya tabi tutulmasından memnunluk duymaktayım.320
Savaş sonunda ise Lloyd George, Osmanlı'yı yenmekle, İngiltere'nin bugüne kadar yaptığı en güzel işi yapmış olduğunu belirtiyor ve bir bakıma İngiliz derin devletinin 500 yıllık sinsi planını gözler önüne seriyordu. Amaç, Anadolu topraklarını hakimiyet altına almak, Türklere yaşam alanı vermemek ve hatta onları yok etmekti. Bu, tarih boyunca başarılamamıştı. George, I. Dünya Savaşı'ndan zaferle çıkarak bunu başardığına inanmış olacak ki, 29 Ekim 1919'da Avam Kamarası'nda şu sözleri söylüyordu:
Biz dünyanın her yanında savaştık… Türkiye'nin fethinin tümünü fiilen gerçekleştiren İngiliz silah gücü oldu. Türkiye ile savaşa 1.5 milyon asker gönderildi. Bu, Büyük Britanya'nın başarısıydı. Medeniyet uğrunda ülkemizin bugüne kadar giriştiği işlerin en güzellerinden birini yapmış bulunuyoruz. Dünyanın en zengin topraklarından birisi olan geniş bir ülkeyi Türk'ün mahvedici nüfuzundan azad eyledik. Medeniyet, yüzlerce yıl bu yolda başarısızlığa uğradıktan sonra İngiltere bunu gerçekleştirdi.321
Sevr Antlaşması, Lloyd George'un bu hayallerini süsleyecek kadar sinsi bir projeydi. İngiliz derin devleti, savaşı başlatan Almanya için bile şartları bu kadar ağır olan bir anlaşma düzenlememiştir. Yenilen ülkelerin tümü topraklarının bir kısmını kaybetmek zorunda kaldıysa da, tüm coğrafyası işgale açık hale gelen tek ülke Türkiye olmuştur. Lloyd George, savaş sırasında, asıl "cezalandırılması" gerekenin Türkler olduğuna inanmıştır. Çünkü hedefte yerine getirilmesi gereken ve yüzyıllardır planlanan bir "Şark Meselesi" vardır. Türklerin bu meselenin tam ortasında güçlü şekilde varlığını sürdürüyor olması, daima İngiliz derin devleti için sorun olmuştur. İngiliz derin devleti, I. Dünya Savaşı sonucunu bu "sorunun" köklü çözümü için bir fırsat olarak görmüş olacak ki, Lloyd George, savaş sonrasında şu sözleri sarf etmekten çekinmemiştir (Necip Türk Milletini tenzih ederiz):
Sulh şartları (Sevr) ilan edilince zaten Türklerin deliliklerinden, kötülüklerinden ve cinayetlerinden dolayı ne kadar ağır cezalara çarptırılacakları görülecektir. Cezalar onların en büyük düşmanlarını bile kafi derecede tatmin edecek kadar müthiştir.322
![]() | |
1. Venizelos Sevr Antlaşması'na imza atarken | 2. I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan anlaşmaların ülkeleri ne konuma getirdiğini temsil eden bir karikatür |
Sevr, bu nefret içinde ve İngiliz derin devletinin yüzyıllık geçmişi olan derin planları eşliğinde oluşturulmuş olan, Osmanlı'nın ölüm fermanıdır. İstanbul Hükümeti, aldığı yenilginin etkisiyle bu ölüm fermanını tereddütsüz imzalamış ve İngiliz derin devletinin emriyle İtilaf Devletleri, birer birer güzel ülkemizi işgale başlamışlardır.
Unutulmamalıdır ki, Yüce Rabbimiz'in yazdığı kader, daima iyilerden ve mazlumlardan yana işler. Savaştan yenilgiyle çıkan Türkiye için de böyle olmuştur. İngiliz derin devleti ve Türk düşmanı Lloyd George, önemli bir konuda hataya düşmüştür. Mustafa Kemal'i, silah arkadaşlarını, cesur ve imanlı Türk milletini hesaba katmamışlardır. Oysa galip gelecek olanlar, daima Allah'ın taraftarlarıdır.
Kim Allah'ı, Resul'ünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 56)
İtilaf Devletleri'nin küstahça gerçekleştirdiği işgaller sonrasında büyük bir mücadele veren Mustafa Kemal liderliğindeki Türk milis gücü, Kurtuluş Savaşı'nda destan yazmıştır. Planlar, hiç de Lloyd George'un düşündüğü gibi işlememiş, Türk Devleti ve Milleti yok olmamış, Avrupa'yı terk etmemiştir. George'un ifadesiyle Türklere verilmiş büyük ceza olan Sevr çöpe atılmıştır. İngiliz derin devleti, tarihi bir zaferle kendisini Lozan'da masaya oturtmaya mecbur kılan yeni Türk Devleti karşısında ağır bir darbe almıştır.
Lozan Görüşmeleri, çeşitli yönleriyle defalarca incelenmiş ve üzerinde analizler yapılmış kapsamlı bir konudur. Anlaşmanın burada üzerinde durulacak olan kısmı ise, Lozan Görüşmeleri sırasında karşımıza çıkan İngiliz derin devletinin hassas noktalarıdır. Bu nedenle Lozan ile ilgili olarak yalnızca iki konu üzerine durulacaktır: Musul meselesi ve kapitülasyonlar. Bu konular önemlidir; çünkü İngilizlerin bu meselelerdeki şiddetli ısrarı, aslında İngiliz derin devletinin, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki gelecek yüz yıllık planlarının ipuçlarını vermektedir. Nitekim bu maddeler, Lozan Görüşmeleri'ni kesintiye uğratan ve savaş hazırlıklarının dahi başlamasına neden olan yegane iki maddedir. O gün Lozan masasında İngiliz tarafının ısrarla sahip çıktığı bu konuların ne kadar karanlık bir planın parçaları olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır.
Bunun için önce, günümüzde özellikle ülkemiz için bir sorun gibi gösterilmeye çalışılan sözde Kürt meselesinin ve PKK belasının çıkış noktasını incelemekte fayda vardır. Lozan'daki Musul görüşmeleri, bu konuya ışık tutmaktadır.
Lozan Antlaşması'nda Musul
Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı Lozan Barış Görüşmeleri'ne baş temsilci olarak göndermişti. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için İsmet Paşa'nın Bakanlar Kurulu'nda yer alması gerekiyordu. Bundan dolayı İsmet Paşa, Dışişleri Bakanlığı'na getirildi. Böylece İsmet Paşa'nın Lozan'a baş temsilci olarak gönderilmesinin yolu açıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, İsmet Paşa başkanlığında Trabzon Milletvekili Hasan Bey (Saka) ve Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur Bey'den oluşan bir delegeler kurulu seçti. Bu kurul, Lozan'da kendilerine yardım etmek üzere uzmanlardan kurulu bir heyet oluşturdu.
Lozan Barış Kurulu'na başkan olarak seçilmiş olan İsmet İnönü, 3 Kasım 1922'de Meclis'te yaptığı konuşmada Misak-ı Milli yolunun dışına çıkmayacakları konusunda garanti verdi. Meclis'te konuşulan öneriler ve ileri sürülen görüşler TBMM Başkanı tarafından karar haline getirilerek İsmet Paşa'ya teslim edildi.
Lozan'da müzakere edilecek konular genel başlıklar olarak şunlardı:
◉ Sınır sorunları (Irak sınırı – Musul, Güney sınırı – Suriye, Batı sınırı – Yunanistan ve Batı Trakya),◉ Kapitülasyonlar,◉ Azınlıklar ve yabancı okullar meselesi,◉ Savaş tazminatları,◉ Devlet borçları,◉ Toğazlar meselesi,◉ Adalar,◉ Patrikhane'nin konumu.
![]() |
İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk |
Lozan Barış Konferansı sırasında İngiltere'yi dönemin Dışişleri Bakanı Lord Curzon temsil edecektir. Curzon'un, Türk düşmanlığı açısından Lloyd George'dan farklı olmadığını burada belirtmek gerekmektedir. Curzon'un özelliği, tıpkı Lloyd George gibi Sevr'in mimarlarından biri olmasıdır. Daha o yıllarda Türk toprakları ile ilgili görüşlerini açıklamakta tereddüt etmemiş, "Türklerin mutlaka İstanbul'dan çıkarılmaları" gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Aslında o yıllarda Curzon'un asıl fikri, Türkleri, Konya merkezli küçük bir Asya devletine hapsetmek, İstanbul başta olmak üzere, Trakya, Ege ve Akdeniz kıyılarını hakimiyet altına almak, Doğu ve Güneydoğu'da da Ermenistan ve Kürdistan adı altında yine İngiltere'ye bağımlı ülkeler meydana getirmektir. İlginç olan ise, Curzon'un o yıllarda telaffuz ettiği bu korkunç senaryo, bugün hala İngiliz derin devletinin en temel hedeflerinden biridir.
Curzon'un açıkça ifade ettiği bu hedefi, bazı çevrelerce riskli bulunmuş ve İngiliz kabinesi, bunun yerine Türklerin ve Halife'nin İstanbul'da kalmasını ama iyice güçsüzleştirilmesini önermiştir. Bunu kesinlikle kabul etmeyen Curzon'un ifadeleri, önemli bir itiraf niteliğindedir:
Avrupa'nın beş asırdır beklediği fırsatı kaçırıyoruz, bir daha bu fırsat çıkmayabilir. Konstantinopol'de saygın ve uysal bir Türk Hükümeti bulunması ve bunun askeri gücünü kırıp Müttefiklerin askeri kordonuyla kontrolde tutarak irsi kötülüklerinin önlenmesi bir hayaldir! Bütün bunların ötesinde benim büsbütün teessüf ettiğim husus, I. Dünya Harbi'nde Doğu'daki savaşın ve Gelibolu'daki fedakarlığın asıl amacı, Avrupa'yı Osmanlı Türkleri'nden kurtarmaktı. Bunun için hayatlar feda etmiş ve hazineler harcamıştık, şimdi ise tam elde etmişken bunu fırlatıp atıyoruz. Şimdi kaçındığımız bir görevi –kim bilir daha ne kadar kayıp ve acıdan sonra– gelecek nesillere bırakıyoruz.323
İngiliz derin devletinin oluşturup yaygınlaştırdığı Darwinizm belasının fazlasıyla etkisinde kalan Curzon, Türklerin sözde "irsi kötülüklerinden" bahsetmekte, ırka atıfta bulunmakta ve adeta I. Dünya Savaşı'nın asıl sebebinin, "Türkleri Avrupa'dan çıkarmak olduğu" itirafını yapmaktadır.
Musul konusu, Lozan Görüşmeleri sırasında Türkler ve İngilizler arasında amansız bir mücadelenin verildiği özel bir konudur. Lozan'a gelirken İngiliz derin devletinin, Türkiye'nin güneydoğusunda bir "Kürt devleti" oluşturma planıyla yola çıktığını burada hatırlatmak gerekmektedir. Türkiye, Irak sınırının belirlenmesi ile İngiliz derin devletinin planını bozmuş ama aynı planın ileriye yönelik parçası olan Musul, münakaşaların kalbine oturmuştur. Savaş meydanlarında ateşli silahlar kullanarak karşı karşıya gelmiş olan iki devlet, Lozan'da başka türlü bir savaşta, diplomasi savaşında boy ölçüşmüştür. İngiliz tarafı bu savaşı, derin devletin himayesi altında her türlü sinsi yöntemle yürütmüştür.
Musul'un kime ait olacağı üzerine gerçekleştirilen bu diplomasi savaşının detaylarını tam olarak idrak edebilmek için, Musul konusuna tarihi perspektiften bakmak gerekmektedir.
![]() |
Irak Cephesi'ndeki Türk askerleri, Musul Merkez Komutanlığı önünde |
![]() |
Musul'un Osmanlı dönemine ait en eski ikinci camisi olan Hema Kado Camii, 2015 yılında gerçekleşen terör saldırıları sonucu yıkılmıştır. |
Tarihte Musul
Musul, 1055 yılında Selçuklu Devleti'ne bağlandıktan sonra hep Türk toprağı olarak kaldı. 1514'te Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Seferi sırasında Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girmiş ve Kanuni'nin 1534 Bağdat Seferi sonrasında da eyalet haline getirilmişti. Böylece Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından oluşan bir vilayetin merkezi olmuştu.324 Bu vilayet; doğuda İran, kuzeyde Diyarbakır, güneyde Bağdat, batıda Şam, kuzeybatıda ise Halep vilayeti ve Zor Sancağı ile çevrelenmişti.
Yaklaşık 1000 yıl boyunca Türklerin hakimiyetinde ve 400 yıl boyunca da Osmanlı yönetiminde kalan bölgeye yönelik sinsi planlar peşinde olan emperyalist bir güç 1800'lü yıllarda kendini göstermeye başladı: Bu güç, İngiliz derin devletiydi...
Musul bölgesinin İngiltere için önemi, emperyalist sömürge siyasetinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştı. 19. yüzyılın başında en fazla Müslüman sömürgeye sahip ülke olan İngiltere'nin Ortadoğu siyasetinde, Hindistan yolu üzerindeki Irak ve Arabistan'ın stratejik önemi son derece büyüktü. İngiliz sömürge imparatorluğu, sınır ve ulaşım güvenliğini sağlamak ve dünya çapında hegemonyayı geliştirmek için açık denizlerin kontrolünü ele almak, Avrupa'daki güç dengesini korumak ve dünya petrol politikasını elinde tutmak zorunda olduğuna inanıyordu.325 Musul, işte bu nedenle stratejik bir konumdaydı.
Musul'un jeostratejik konumunun yanı sıra, onu çok değerli yapan bir diğer özelliği de bakir topraklarının derinliklerinde birikmiş milyonlarca varil petrol idi.
![]() |
Irak'taki Osmanlı Süvari Birliği |
![]() |
Osmanlı idaresi altındaki Bağdat |
Bunlar, elbette İngiliz derin devleti için paha biçilmez özelliklerdi. Fakat İngiliz derin devletini asıl ilgilendiren, Avrupa'da ve Anadolu'da Türk varlığını temelinden bitiren bir stratejiydi. Detaylarını daha sonra inceleyeceğimiz bu stratejinin en kilit noktasında ise Musul bulunuyordu.
1890 yılında Sultan II. Abdülhamid'in yaptırdığı incelemeler sonucunda Musul ve Bağdat'ın zengin petrol kaynaklarına sahip olduğu ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine II. Abdülhamid, 1890 ve 1898 yıllarında çıkardığı özel fermanlarıyla bu bölgeleri "Memalik-i Şahane" (Şahane Memleketler) ilan ederek, kendi arazisi haline getirdi.326
27 Nisan 1909 tarihinde II. Abdülhamid'in Jön Türkler tarafından tahtan indirilmesiyle II. Abdülhamid'in şahsi arazisi konumunda olan Musul ve Bağdat vilayetlerinin mülkiyeti Maliye Nezareti'ne devredildi. Bu durum, İngiliz derin devletinin oldukça işine gelmiş ve bundan sonraki stratejiler bunun üzerine şekillenmiştir.
İngiltere, 1909 yılında Osmanlı ile bir anlaşma yaparak, petrol araştırmalarına sermaye yaratmak ve elbette asıl olarak İngiliz menfaatlerini korumak maksadıyla sermayesi tamamen İngiliz olan "Türk Milli Bankası" adı altında bir banka kurdu. 1912'de ise, İngiliz bankacı olan Sir Ernest Cassel, Osmanlı Devleti'nde petrol araştırmaları yapmak ve bulunan petrol kaynaklarını işletmek maksadıyla yine tamamen İngiliz sermayesi ile "Türk Petrol Şirketi"ni kurmuştu.327 Bu noktada İngiliz derin devletinin, hegemonya kurmak için önce finans sistemlerini kullandığı gerçeğini burada hatırlamak gerekmektedir. İngiliz derin devleti, geçmişte Hindistan'da oluşturduğu benzer stratejiyi, Osmanlı üzerinde de kurgulamak ve zayıflamış bu İmparatorluk üzerinde hakimiyetini güçlendirmek istemiştir.
![]() |
Abdülhamid'in özel fonlarına ait madencilik tesisi |
![]() |
(1) Osmanlı hakimiyeti altında Bağdat halkı(2) Bağdat'ta Türk ordusuna ait kışlalar |
Osmanlı'yı Parçalama Planları |
Osmanlı'nın I. Dünya Savaşı'na dahil oluşuyla beraber, İngiltere, stratejik ve siyasi hedef tespitlerini bir kere daha revize etti. 1915'te Sir Maurice Bunsen başkanlığında "Asya Türkiye'sini İnceleme Komisyonu" kuruldu. 8 Nisan 1915'te çalışmaya başlayan Komisyon, 30 Haziran 1915'te hazırladığı raporunda Osmanlı topraklarının Suriye, Filistin, Ermenistan, Anadolu/Türkiye ve Irak adıyla beş büyük bölgeye/özerk vilayete bölünmesini önerdi.1 Ayrıca Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan hat üzerinde stratejik noktaların doğrudan veya dolaylı yollarla kontrol altına alınmasını şart koştu. Bunun da yolu Filistin ve Irak'ın tamamen işgal edilmesinden geçiyordu.2 Lord Curzon'a göre İngilizlerin gözünde Hindistan'ın batı sınırları Fırat Nehri boyunca uzanmaktaydı ve ancak Musul vilayeti aracılığıyla denetim altına alınabilirdi. Böylece İngiltere, savaş sonrası, Musul da dahil olmak üzere Asya Türkiye'sinde petrol başta olmak üzere bütün ekonomik imtiyazları ele geçirebilecekti.3 |
1. Selçuk Ural, "Mütareke Döneminde İngiltere'nin Güneydoğu Anadolu Politikası", Ankara Üniversitesi Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, s. 39, Mayıs 2007, s. 426 2. David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, çev: Mehmet Harmancı, İstanbul: 1994, s.137-140; M. Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı: 1987, s. 15 3. İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu Petrol ve Kürt Sorunları ile Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, İstanbul: Otopsi Yayınları, 2003, s. 49; Ersal Yavi, Kürdistan Ütopyası, c. I, İstanbul: Yazıcı Basım Yayın, 2006, s. 63 |
I. Dünya Savaşı Sırasında Musul
Stratejik açıdan bakıldığında, I. Dünya Savaşı'nın başladığı sırada Osmanlı'nın Irak'ta askeri varlığı pek de parlak değildi. 2 Ağustos 1914 günü tüm ülkede genel seferberlik ilan edilmişti.328 Seferberliği takip eden günlerde Türk ordusu, Irak cephesinde yeniden yapılandırılmıştı. Ancak bu ordunun, Avrupa'nın düzenli ordularıyla mücadele edebilmesi pek mümkün değildi. Birliklerin üniforma ve teçhizat ihtiyaçlarının ikmali, savaş malzemelerinin sevkiyatı son derece güçtü.329 Bunların da ötesinde, Irak'ta bulunan asker sayısı çok yetersizdi. Zahiren, Trablusgarp Savaşı, devamındaki Balkan ayaklanmaları ve Balkan Savaşları sebebiyle Osmanlı Genelkurmayı'nın dikkati Irak'tan çok uzağa odaklanmıştı. Osmanlı sadrazamlarından Ahmet İzzet Paşa'ya göre ise durum daha başkaydı. Osmanlı, İngilizlerin bu bölgeye bir saldırı yapabileceğini hiç düşünmemişti.
Ahmet İzzet Paşa anılarında şu değerlendirmeyi yapar:
Irak'ta öteden beri İngilizlerin ihtiraslarının olduğunu bilmeyen çocuk bile yoktur. Irak ve Mezopotamya'nın kültür ve medeniyet tarihi, iyi idare ve kullanma halinde feyiz ve bereketinin Nil, Pencap, Sind, Ganj havzalarına taş çıkartacağı hakkındaki şöhreti dolayısıyla sahibi ve tasarrufçusu için büyük bir kıymete sahip ve istilacı bir büyük devlet için hırs ve iştihayı kabartıp tahrik ettiği apaçık bilinen gerçeklerdendi. Müslüman ve özellikle Şia gözünde çok kutsal sayılan, yüksek mertebeleri Sünnilerce mukaddes olan İmam-ı Azam Türbesi ve Hint Müslümanlarının fevkalade sevgi besledikleri ve bağlı oldukları Abdülkadir Geylani'nin kabir ve aileleri Irak'ta bulunmaktaydı. Bu açıdan bu bölgeyi sahiplenmenin, birçok İslam tebaasına sahip olup Hicaz'a da koruyuculuk edeceğini düşünen İngiltere'nin İslam siyaseti için ne kadar faydalı olacağı kolayca takdir edilebilirdi. Irak'ın coğrafi konumu bakımından, Hindistan'a karşı, güçlü bir düşman elinde gelecek için bir tehdit sebebi olabileceğinden dolayı, İngiltere'nin koruma ve savunma düşüncesiyle de savaş sırasında buraya göz dikmesi doğaldı. İngiltere'ye karşı, Irak bölgesini, mahalli kuvvetlerinden ayırmak, bu hükümeti, mülkümüzü istilaya hırslandırmak ve davet etmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla, kesin ihtiyaç meydana gelmesinden önce buralara başka asker gönderilmemesi büyük bir eksikliktir.330
![]() |
(1) Balkan Savaşı'nda Türk askerleri(2) Balkan Savaşı sırasında göç etmek zorunda kalan Müslümanlar |
Ahmet İzzet Paşa'nın, bölgedeki durumun vahametine ve İngiliz derin devletinin sinsi emellerine güçlü şekilde dikkat çekmesine rağmen, Musul bölgesine yeterli asker yine de gönderilememiştir. Elbette bu konuyu değerlendirirken, Osmanlı'nın Balkan Savaşları'ndan yeni çıkmış olduğu unutulmamalıdır.
Kut-ül Amare'nin Ardından Irak
Tüm güçsüzlüğüne ve yaşadığı yenilgilere rağmen Osmanlı ordusu, yine de, Osmanlı için oldukça önemli olan Irak Cephesi'nde zaferlere de imza atmıştır. 22 Kasım 1915'te Irak Cephesi'nde İngilizler yenilgiye uğratılmış ve beklemedikleri bu yenilgi karşısında oldukça sarsılmışlardır. Kut-ül Amare Zaferi, Çanakkale Zaferi gibi sürekli olarak gündeme getirilmesi gereken önemli bir başarıdır.
İngiliz kuvvetleri, beklemedikleri bu yenilgiyi bir türlü sineye çekememiş, özellikle bu tarihten sonra Irak Cephesi'ni Osmanlı'ya bırakmamak için büyük çaba harcamışlardır. Bunun için içten parçalama siyaseti de ağırlık kazanmıştır. Kût-ül Amare bozgunundan sonra İngiliz derin devletinin bölgede ajan kullanımı büyük artış göstermiştir. Bu ajanlar Irak'ın dokusunu iyi bilen, Arap'tan daha çok Arapça ve Kürt'ten daha çok Kürtçe bilen insanlardır. İngilizler, Ortadoğu kökenli olup da İngiltere'de yaşayan ve İngiltere'ye kendilerince minnet borcu olan yerli unsurlardan da yararlanmışlardır.331 Ortadoğu kökenli İngilizlerin bir kısmının Ortadoğu'ya karşı kullanılması, bilindiği gibi bugün hala devam eden bir derin devlet siyasetidir. Tarih boyunca İngiltere'ye gebe bırakılan milletler, daima İngiliz derin siyasetinde kullanılacak potansiyel ajanlar olarak görülmüş ve kullanılmışlardır.
I. Dünya Savaşı'nın sonuçlandığı Ekim 1918 tarihinde bile İngiliz askerleri Musul'a doğru ilerlemeye devam etmektedirler. Irak cephesi, Osmanlı 6. Ordusu'nun büyük kayıplar verdiği bir cephe olmuştur.
![]() |
(1) Berlin'de çıkan 30 Nisan 1916 tarihli Vorwaerts Gazetesi'nin manşetinde Kut-ül Amare'de İngiliz ordusunun teslim olduğuna dair haber.(2) İngilizlerin Kut'daki yenilgilerini temsil eden Almanlar tarafından çizilmiş bir karikatür |
I. Dünya Savaşı Sonrası Irak
30 Ekim 1918 günü, I. Dünya Savaşı'nı sona erdiren Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı ve İngiliz güçlerinin Irak'taki yerleşimleri şu şekildeydi: İngilizler Anelhazar, Gayyare Goz Kuyuları, Altınköprü, Salahiye ve Kerkük hattına dayanmıştı. Osmanlı birlikleri ise Rakka, Dirizar, Miyadin, Sincar, Telafir, Hamamalil, Süleymaniye ve Halice hattına hakimdi.332
Türkler iyimser bir şekilde mütarekenin imzalandığı gün Türk ordusunun elinde bulunan yerlerin "Mütareke Hattı'nı" oluşturacağını beklemekteydiler. Mütareke hükümlerine göre, bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymamışlardır. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım'da Hamamalil'e girmişler, buradan Musul'u işgal edeceklerini söyleyerek Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km kuzeye çekilmelerini istemişlerdir.
Ali İhsan Paşa, İngilizlerin bu talebini Sadrazam'a bildirmiş, bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa'ya 15 Kasım günü şehrin boşaltılması talimatını vermiştir. Ali İhsan Paşa, buna uygun olarak 10 Kasım'da Musul'u İngilizlere terk etmiş, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin'e doğru çekilmiştir.333 Sonuç olarak Musul, I. Dünya Savaşı sonrasında, İngilizler tarafından mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı biçimde işgal edilmiştir.
![]() |
Kut-ül Amare Savaşı'nda cephedeki Türk askerleri |
![]() |
Kut bölgesindeki İngiliz ve Hintli askerler |
![]() |
Kut-ül Amare'de esir alınan İngiliz askerleri |
Bu işgal, İngilizlere başlangıçta bir fayda sağlamamış, çünkü bölgeye hakim olamamışlardır. Bölgedeki aşiretler ve halk, bu konuda İngiliz kuvvetlerine yol vermemişlerdir. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngilizlere vergi vermek istememiş ve bölgede sık sık sokak çatışmaları yaşanmıştır. Yöre halkının çoğunluğu Türklerin tarafında yer almıştır. Musul halkı, Ankara'da ilk meclisin açılmasıyla güçlenen Milli Mücadele hareketine destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizlere karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğini düşünmüşlerdir. Mim Kemal Öke, İngiliz belgelerine dayanarak, Musul'daki Arap ve Kürtlerin, İngiliz himayesindeki Faysal'a değil de Anadolu'ya güvenmeyi tercih ettiklerini ifade etmektedir.334 Bunun sebepleri ise birden çoktur; İsmet Paşa bu sebepleri şu şekilde açıklamıştır:
![]() |
Ali İhsan Paşa |
2. Coğrafi ve siyasi bakımlardan bu vilayet, Anadolu'yu tamamlayan bir parçadır. İngiliz derin devleti, Akdeniz ticaretinden yararlanmak için Anadolu'ya geçmek mecburiyetindedir. Musul, İngilizler için bu bağlantıyı açan bir anahtar konumundadır.
3. Hukuki bakımdan hala Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Musul için İngiltere'nin yapacağı antlaşmaların ve sözleşmelerin resmi olarak hiçbir değeri yoktur.
4. Anadolu'nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul'un, ticaret ilişkilerimiz ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye'nin elinde olması zorunludur.
5. Hepsinden önemlisi, Musul bir Türk Vilayetidir. Yüzyıllar boyunca Türklerin bir parçası olarak var olmuştur; bu topraklarda yaşayan Kürtler, Türkler ve Araplar Türk Devletinin bir parçasıdır. Başka bir yönetimin kabul edilmesi, burada yaşayan ve kendilerini Türk olarak isimlendiren bu millet için imkansızdır.
6. Musul Vilayeti, Türkiye'nin işgal edilen diğer bölgeleri gibi, savaşın bitmesinden sonra ve mütareke şartlarına aykırı olarak Türkiye'den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye'ye verilmesi şarttır.335
Kurtlar Sofrası
İngiliz derin devleti, I. Dünya Savaşı sonrasında, bir taraftan İstanbul ve Anadolu'da işgal çalışmalarını casusluk faaliyetleriyle neticelendirmeye çalışırken, diğer yandan Avrupa ülkeleriyle birlik olup büyük ideallerine giden yolu sağlamlaştırma uğraşı içinde olmuştur.
I. Dünya Savaşı'nın galibi konumundaki Müttefikler, 25 Nisan 1920'de İtalya'da toplanan San Remo Konferansı'nda manda ve petrol paylaşımını gerçekleştirdiler. Buna göre İngiltere, Musul petrol gelirlerinin %75'ine sahip olmuş ve petrol şirketlerinin yönetimini ele almıştır. Buna karşın Fransa ise %25 ile yetinmiştir. Ayrıca İngiltere, Irak'ta Emir Faysal'ın kral "seçilmesini", İngiliz mandasının bölge halkı tarafından kabulü gibi göstermiş ve bunu San Remo'da Milletler Cemiyeti'ne de kabul ettirmiştir. Bu şekilde, mandaların Milletler Cemiyeti tarafından verilebileceği yolundaki uygulama tersine işletilmiştir.336
![]() |
Parçalanan Osmanlı topraklarının manda ve petrol paylaşımının gerçekleştirildiği San Remo Konferansı'na katılan delegeler |
San Remo Konferansı'nın önemli amaçlarından biri de, güneydoğumuzda özerk bir Kürt devletinin kurulmasıydı. İngiltere, resmi olarak hiç bir gücün gözetimi altında olmayacak bağımsız bir Kürt devleti ya da aşiretler federasyonu önermişti. Fransa'nın bazı çekinceleri neticesinde İngiltere öyle bir politik manevra yapmıştır ki, bu manevrayla Kürtler bölgede yerel özerklik bile alabilse bir yıl içinde tam bağımsızlık için Milletler Cemiyeti'ne başvurmaya hak kazanabilecekti.337 Bu, aslında İngiliz derin devletinin niyetini ortaya koyan bir gelişmeydi. Musul meselesi, baştan beri bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşu üzerine geliştirilmişti. İngiliz derin devleti, Türkiye'nin güneydoğusunu da içine alan, kendi himayesindeki böyle bir devleti, Türkleri zayıflatmak ve nihayetinde Anadolu'dan atabilmek için mutlaka istiyordu.
İngiltere Başbakanı Lloyd George ise, 19 Mayıs 1920'de San Remo'da yapılan Konferans'ta "Kürtlerin arkalarında büyük bir devlet olmadıkça varlıklarını sürdüremezler" diyor, bölgeye yönelik İngiliz derin devleti politikasını şöyle açıklıyordu:
Türk yönetimine alışmış olan Kürtlerin tümüne yeni bir koruyucu kabul ettirilmesi güç olacaktır... İngiliz çıkarlarını, dağlık kesimlerinde Kürtlerin yaşadığı Musul ve içinde bulunduğu Güney Kürdistan ilgilendirmektedir. Musul bölgesinin, öteki bölümlerinden ayrılarak yeni bağımsız bir Kürdistan Devleti'ne bağlanabileceği düşünülmektedir... Ancak bu konuyu anlaşma yoluyla çözmek çok güç olacaktır.338
![]() |
Milli Mücadele'de kahraman Türk askerleri |
Savaşın galipleri, yendikleri tüm devletlerle anlaşmalar imzalamıştı; Türkler hariç. Türk Devleti, artık geçersiz durumdaki İstanbul Hükümeti'nin imzaladığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir şekilde kabul etmemiştir.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlık mücadelesine devam eden ve düşmanı yurdundan atan Türkler, şimdi diğer yenik devletlere göre daha güçlü bir şekilde masaya oturmaya hazırlanıyordu. Milli Mücadele sırasındaki muhteşem kahramanlıkların ardından Anadolu işgallerini sona erdirmek zorunda kalan İtilaf Kuvvetleri, Türk tarafını Lozan'da masa başında yenme azminde olmuştur. Lozan'da İngiliz derin devletinin bütün amacı, Sevr'i Türklere kabul ettirmek olacaktı. Oysa masada artık başka bir Türk Devleti vardı. Bu Türk Devleti, Mustafa Kemal gibi büyük bir Türk'ün idaresi altında ve tüm varlığını ortaya koyarak bir zafer elde etmiş fedakar, azimli ve yenilmez bir milleti temsil ediyordu. İngiltere başta olmak üzere Lozan'ın tüm tarafları, çok geçmeden bu önemli gerçeği anlayacaklardı.
Anadolu'da Kürtleri Kışkırtma Çabaları |
Kürt Teali Cemiyeti, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı gün, yani 30 Ekim 1918'de kurulmuştu. Cemiyetin özelliği, İngiliz devlet yetkilileri ile yakın ilişkilerinin olması ve adeta İngiliz casusluk çalışmalarının merkezlerinden biri konumunda bulunmasıdır. Mustafa Kemal, Cemiyetin amacının, yabancı devletlerin himayesinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu belirtmiştir.1 İngiliz derin devletinin Anadolu toprakları içinde Kürt devleti oluşturma hedefi, kurulan bu paravan dernekler yoluyla da organize edilmiştir. Nitekim İngiliz Yüksek Komiseri Amiral John de Robbeck'in 26 Mart 1920 tarihli ifadeleri, bu planı oldukça açık şekilde ortaya koymaktadır: Kürdistan Türkiye'den tamamen ayrılıp bağımsız olmalıdır. Ermeniler ile Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul'daki Kürt Kulübü (Kürt Teali Cemiyeti) Başkanı Seyit Abdülkadir ve Paris'teki Kürt delegesi Şerif Paşa hizmetimizdedir.2 Burada adı geçen Şerif Paşa, İngiliz derin devletinin yönlendirmesiyle, Anadolu topraklarında ayrılıkçı hareketlerin başlangıcını gerçekleştirmiştir. Şeyh Abdülkadir ile birlikte Sevr'e "bağımsız bir Kürt devleti" maddesini koydurmuştur. Ancak İngiliz derin devletinin bu planı, boşa çıkmıştır. Nisan 1919'da Binbaşı Noel'in İngiltere tarafına çekmek istediği aşiretler, Osmanlı Devleti'nin yanında yer alacaklarını ve işgalcilere karşı kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını açıklamıştır. İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Londra'ya gönderilen bir telgrafta, Kurtuluş Savaşı'nın başlaması ile 30 bin Kürdün Mustafa Kemal Paşa ile birlikte savaşa gireceği yazılmıştır. Aynı dönemde Kürt aşiret liderleri, Erzurum Kongresine katılmış ve Heyet-i Temsiliye'ye seçilmişlerdir. İngiliz derin devletinin ajanı ve yancısı konumundaki Şerif Paşa ve Şeyh Abdulkadir, Kürtlerin Osmanlı'dan ayrılmak istediği yönünde propagandalar yapmışlardır. Bu propagandalar sonucunda, son Osmanlı Meclisi Mebusanı'na, daha sonra da TBMM'ye, yurdun dört bir tarafındaki Kürt önderleri tarafından bağlılık telgrafları yağmıştır.3 Meclisi Mebusan'a gönderilen 26 Şubat 1920'deki telgrafta, "Vatan haini ve din düşmanı Şerif Paşa'nın Kürtler için ayrılıkçı faaliyetleri bilgisini aldık. Türklük ve Kürtlük birdir. Kürtler ve Türkler, öz kardeş ve din kardeşidirler; vatanları ortaktır. Kürtler Osmanlı camiasından ve İslam Birliği'nden ayrılmayı hiçbir zaman düşünmemektedir. Dünyanın sonuna kadar İslam camiasında yaşamak istemektedirler. Şerif Paşa ve benzer tüm faaliyetleri nefretle reddettiğimizi ve Hükümetimize bağlı olduğumuzu insanlık alemine ilan ederiz." yazmaktadır. Telgrafın imza sahipleri: Belediye Reisi Ali Rıza, Keçel Aşireti Reisi Yusuf, Abbasi Aşiret Reisi Seyit Ali, Kelani Aşiret Reisi Hüseyin, Balanlı Aşiret Reisi Paşa Bey, Baratlı Aşiret Reisi Çiçek, Aşranlı Aşireti Reisi Yusuf, Ulemadan; Şeyh Saffet, Şeyh Hacı Fevzi, Müftü Osman Fevzi, Tüccardan; Arapzade Ahmet, Ruhzade Halis, Tavşanzade Recep, Hacı Eşbehzade Şükrü, Müftüzade Hakkı, Eşraftan; Hacı Mehmet, Çapıkzade Münir, Ahmet Paşazade Şemsi, Beyzade Sami'dir. 4 Benzer telgraflar da TBMM'nin açılması ile Ankara'ya gönderilmiştir. Meclis zabıtlarına göre Solhan, Çemişkezek, Hasankeyf, Kangal, Palu, Bitlis, Adıyaman, Kahta, Ahlat, Hizan, Şirvan, Şırnak bölge halkından gelen ve ayrılık hareketlerini protesto eden ve Meclis'e bağlılık bildiren telgraflar okunmuştur. Aşiret reislerinin toplu telgrafı Kürtlerin birlik kararını açıkça göstermektedir: "Misak-i Milli içinde barışı sağlamak için bütün varlığımızla hükümetimize yardım edeceğimizi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti dahilinde Kürtlüğün ayrı bir unsur olarak değerlendirilmesini hiçbir zaman işitmek istemediğimizi bilgilerinize sunar, başarılar diler ve en derin saygılarımızı sunarız." İmza sahipleri: İzoli Aşireti Reisi Hacı Sebati, Aluçlu Aşireti Reisi Mehmet, Bariçkan Aşireti Reisi Halil, Bükrer Aşireti Reisi Hüseyin, Zeyve Aşireti Reisi Halil, Deyukan Aşireti Reisi Hüseyin, Cürdi Aşireti Reisi Mehmet, Ulemayı Ekrattan; Bekir, Sıtkı, Rüştü, Avni, Halil, Hafız Mehmet, Eşrafı Ekrattan; İzdelili Fehim, Hüseyin, Bulutlu İbrahim, Nail, Zabunlu Halil, Sadık. Görülebildiği gibi, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde İngiliz derin devleti, sadece Musul'da ve Irak sınırları içinde değil, Anadolu topraklarında da Kürtler ve Türkler arasında ayrılık çıkarmaya çalışmıştır. Bu sinsi çabaya en büyük ders, yine Kürt halkımız tarafından verilmiştir. TBMM Mebusları ve Kürt halkı, Kürtler ve Türklerin bir ve bütün olduğunu dünyaya ve özellikle de İngiliz derin devletine ilan etmiştir. Şerif Paşa'yı kullanarak başarılı olamayan İngiliz derin devleti, Lozan sonrasında bir hamle daha yapacak ve bu defa Şeyh Said'i kullanacaktır. |
1."Kürdistan Teali Cemiyeti", Wikipedia, https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCrdistan_Teali_Cemiyeti 2. "Kürdistan Teali Cemiyeti", a.g.m. 3. Van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, çev. Banu Yalkut, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 279 4. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre LV, c. 1, s. 208 5. Sibel Özel, "Anayasa M. 66/I Hükmünde Yer Alan Türk Tanımı Üzerine Bir Değerlendirme", Baro Dergisi, c. 86, sayı 2012/6, 2012, s. 48 |
Musul İçin Çözüm Arayışları
Türk Hükümeti, Lozan ile Türkiye arasında haberleşmenin çok zor olacağını ileri sürerek Konferansın İzmir'de gerçekleştirilmesini talep etti. Bu talebin asıl nedeniyse, Konferansın gidişatını daha yakından izlemek ve savaşla kazanılan zaferin masa başında kaybedilmesine neden olacak girişimlere izin vermemekti. Ancak devletlerarası geleneklere göre konferansın tarafsız bir ülkede yapılması gerekiyordu. Bu nedenle, Lozan'a yapılan bu davet, TBMM tarafından 29 Ekim 1922 günkü toplantıda görüşülerek kabul edildi.
Delegeler yola çıkmadan önce TBMM'de konuşulan öneriler ve ileri sürülen görüşlerden Musul konusunu ilgilendiren maddeler şunlardı:
Irak Sınırı:
Süleymaniye, Musul ve Kerkük'ün Türkiye'ye geri verilmesi istenecektir. Konferans'ta bundan farklı durumlar ortaya çıkarsa, Bakanlar Kurulu'ndan talimat alınacaktır. İngiltere'ye bazı ekonomik ayrıcalıklar; örneğin, petrol işletmeciliği alanında ayrıcalıklar sağlanması düşünülebilir.
Suriye Sınırı:
Suriye ile sınır, daha güneye ve güneydoğuya çekilmelidir. Bu sınırın düzeltilmesine imkan oranında çalışılacaktır. Sınır, Re'si İbn Hayr'dan başlayarak, Harm, Muslimiye, Meskene ve Fırat yolu, Deri Ez-Zor ve sonunda Musul ile güney sınırına ulaşan bir hat olmalıdır.
Elde edilmesi istenen Suriye sınırı; Musul, Süleymaniye ve Kerkük'e irtibatlı olup Misak-ı Milli'nin güney sınırını tamamlıyordu. Bu kısa ve kesin direktifle, genelde Misak-ı Milli temel alınıyor; Mudanya Mütarekesi'nde askıda kalan bazı toprak sorunlarının (Boğazlar, İstanbul ve Doğu Trakya sorunları) da çözüme ulaştırılması isteniyordu.339
Mustafa Kemal de Musul'u Türk toprağı olarak kabul ettiğini ve İngiliz mandasını tanımadığını her fırsatta dile getirmiştir. Örneğin 25 Aralık 1922'de, Le Journal Gazetesi muhabiri Paul Herriot'a Çankaya'da verdiği beyanatta, Musul konusundaki kesin, kararlı, açık ve net görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir:
Musul vilayetinin milli sınırlarımıza dahil araziden olduğunu defalarca ilan ettik. Lozan'da bugün karşımızda duranlar bunu gayet iyi bilirler. Vatanımızın sınırlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakarlıklara katlandık. Menfaatimize aykırı olmakla beraber barışçı bir üslupla hareket ettik. Artık milli arazimizin en ufak bir parçasını Türkiye'den koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kesinlikle olur veremeyiz.340
![]() |
İngiltere'yle sürdürülen Musul görüşmeleri sırasında Berlin'deki Türkler, "Musul Türk kalacak" sloganı atıyorlar. (22 Ekim 1925) |
Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal, beyanat ve ifadelerinde hep Musul'u tekrar Türkiye'ye katacağı düşüncesini taşımıştır. Tanin gazetesine verdiği demeç bunu açıkça ortaya koymaktadır. Gazetenin özel muhabiri Mustafa Kemal'e telgraf çekerek Musul vilayeti hakkındaki düşüncelerini sormuştur.341 Mustafa Kemal, buna, 22 Ekim 1919'da Amasya'dan cevap vermiştir. Cevabında "Musul vilayetinin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan ateşkes sırasındaki sınırlar dahilinde kalan ve her noktası İslam çoğunluğuyla meskun olan bir il olduğunu ve Osmanlı camiasından hiç bir sebeple ayrılamayacağını" belirtmiştir.342
Mustafa Kemal, 28 Aralık 1919'da, Ankara'ya gelişinin ertesi gününde kendisini ziyaret edenlerle yaptığı bir konuşmada, ateşkes imzalandığı gün Türk ordularının hakim olduğu yerleri sayarken Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi de saymış ve bu sınırların "Hudud-u Milli" (Milli Sınırlar) olduğunu söylemiştir.343
Mustafa Kemal, 17 Ocak 1921 tarihinde röportaj yaptığı United Telegraph muhabirinin "Türk milliyetçilerinin Amerika ve İngiltere hakkındaki görüşlerini" sorması üzerine, Amerika'nın daha dostane olduğunu söyleyip şöyle devam etmiştir:
...İngiltere'ye gelince, milletimiz bu devletin emperyalist ve sömürgeci emellerini yadırgamıştır.344
Mustafa Kemal, Musul'un İngilizler için önemini de şu sözleriyle açıklamıştır:
Musul, İngilizler için Kürdistan'a en yakın bölge olarak çok önemlidir. İngilizler Musul'u belirli bir takım amaçlar için ellerinde bulundurmak isterler. Çünkü Musul, Sovyetler Birliği'ne, İran'a en yakın bir yol, Türkiye'ye baskı yapmak için en uygun bölgedir.345
Görülebildiği gibi Mustafa Kemal, İngiliz derin devletinin Musul ısrarının, Türkiye'ye baskı yapmak amacı taşıdığının bilincindedir. Dolayısıyla bu konunun, Lozan'daki en zor konulardan biri olacağını da anlamıştır.
![]() |
27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Mustafa Kemal, bir gün sonra yaptığı konuşmada, Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi Milli Sınırlar içinde saymıştır. |
Dönemin İngiliz Sömürgeler Bakanı Winston Churchill, 12 Eylül 1922'de yaptığı bir değerlendirmede, "İngiltere ve Ankara savaş durumuna gelirse Kemalist birliklerin Musul'a yürümesi kaçınılmaz görünüyor, bu durumda İngiltere bu toprakları savaşta kaybetse bile askeri bir operasyonla değil, fakat Barış Konferansında geri almalıdır" demiştir.346 Churchill'in siyasi hayatı boyunca İngiliz derin devletinin himayesinde hareket eden bir kişi olması nedeniyle bu ifade, İngiliz derin devletinin sürece bakışını net bir biçimde ortaya koyan bir ifadedir. Nitekim, bu sözler aynen uygulanmıştır.
Görüşmeler Başlıyor
Kurtuluş Savaşı'ndan galip çıkan yeni Türk Devleti'ni Batılı devletlerin tanıması gerekiyordu. Tanıdılar da; birisi hariç: İngiltere.
İngiltere'nin bu tutumu, savaş sonrasında yapılan Lozan Görüşmeleri'ne de yansımış ve Londra yönetiminin Türkiye'ye egemen ve eşit bir devlet olarak davranmaması, görüşmelerin birçok kez tıkanmasına, hatta Şubat 1923'te askıya alınmasına neden olmuştur.347
Lozan'da Musul meselesi oturumları son derece gerilimli bir ortamda gerçekleşmişti.
İngiltere Başbakanı Bonar Law ve İngiliz Sömürge Bakanlığı, Lozan'daki görüşmeleri İngiltere adına yürüten Lord Curzon'a gönderdikleri telgraflarda, görüşmelerin sekteye uğratılmadan yürütülmesini ve Türk tarafının muhakkak ikna edilmesini telkin etmekteydi. Sömürge Bakanlığı o konjonktürde, petrol gelirlerinin %20'si karşılığında Türk Hükümeti'nin Musul vilayetindeki taleplerinden vazgeçeceğine inanmaktaydı.348
Görüşmeleri Türkiye adına yürüten İsmet İnönü ve yardımcısı Rıza Nur, Musul'un Türkiye'nin bir vilayeti olduğunu, burada yaşayan tüm Kürtlerin Türk vatandaşı olduğunu savunmuştur. TBMM heyeti Türk tezini siyasi, tarihi, etnografik, coğrafi, ekonomik ve askeri açılardan detaylıca izah etmiştir.
![]() |
Lozan Görüşmeleri'nde İsmet İnönü ve Türk delegeleri |
İsmet Paşa bir konuşmasında şu ifadeyi kullanmıştır:
Ancak Lord Curzon, İsmet Paşa'nın savunmasını çürütmek amacıyla TBMM üyesi Kürt mebusların Kürt halkını temsil etmediğini, bu kişilerin Mustafa Kemal tarafından atandığını, temsil hakları olmadığını iddia etmiş, "Ankara'nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım" diyerek seçilmelerinin şaibeli olduğunu ima etmiştir.350
Bu ifadeye karşı kendisi de bir Kürt olan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey'in, 25 Ocak 1923 tarihli TBMM oturumunda verdiği cevap ders niteliğindedir:
Lozan'daki delegelerimiz bu suçlamalara gereği gibi cevap vermemişler. Biz Kürt topraklarının hakiki temsilcileriyiz, tayinle değil seçimle geldik. Kürtler hiçbir tazyik altında olmayarak bu seçimlere katıldılar. Eğer Kürtler ayrılık gütseydiler bu seçimlere katılmazlardı. İngilizler altınlarıyla çalıştıkları halde Kürtler bu seçimlere katıldılar. Türk kardeşleriyle gayeleri aynıydı.351
![]() |
Lozan Görüşmeleri'nde Lord Curzon |
Konuyla ilgili olarak TBMM'de söz alan diğer Kürt vekillerden bazılarının ifadeleri de çok çarpıcıdır. Bunlardan birisi, Milli Mücadele tarihimizin simge isimlerinden 70 yaşındaki Dersim Mebusu Diyab Ağa'dır. Sözlerine şöyle başlar:
Hepimiz biliyoruz ki ve söylüyoruz ki, dinimiz, diyanetimiz, aslımız ve neslimiz hep birdir. Bizim içimizde ayrılık, gayrılık yoktur, ismimiz de, dinimiz de, Allah'ımız da birdir.
Milletvekilleri, Diyab Ağa'nın Lozan'a giden heyet ile neler konuştuğunu sorunca Ağa, şu cevabı verir:
Allah yardımcıları olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle etsin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır… Hepimiz biriz. Ne Türklük, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Meclis'te 'Bravo' sedaları, alkışlar) Bir kişinin beş, on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı gayrımız yoktur. ('Bravo' sesleri)… Ama düşmanlar bizi birbirimize sardırmak için tuzaklar kuruyorlar. Sen şöylesin, ben böyleyim, filan diye hile yapıyorlar… Biz kardeşiz. Bizim dinimiz, diyanetimiz birdir. Bazıları bilmiyorlar, birçok şeyler söylüyorlar ama onlar bilmiyorlar, öyle değildir. La ilahe illallah Muhammed Resulullah, İşte bu. (Alkışlar, 'bravo' sesleri).352
Devamında söz alanlardan Erzurum Mebusu Süleyman Necati (Güneri) Bey, kendisini seçenlerin "büyük bir kısmının Kürt olduğunu" belirterek "vatan kardeşliği" kavramını vurgulamış, Türklerin ve Kürtlerin tarihinin daima bir olduğunu, ayrı kavimler olmadıklarını, Türkiye'de ırki azınlıklar bulunmadığını söylemiştir.
![]() |
Lozan Görüşmeleri sırasında Türk delegelerinin kaldığı otel |
Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, bir başka konuşmasında da ırk ve dil azınlıkları kavramı ile ilgili şu sözleri sarf etmiştir:
Erzurum Mebusu Durak (Sakarya) Bey ise, İslam tarihi boyunca Türklerin ve Kürtlerin karıştığını, Anadolu'da ailelerin iç içe geçtiğini anlatmıştır.354
Mardin Mebusları adına Necip imzasıyla verilen bir takrirde, Lozan Konferansı'nda özellikle Türklerle Kürtlerin yekvücut olduklarının duyurulması istenmiştir. Van Mebusu Hakkı Ungan Bey de, Lozan'da, Kürtlerin Türklerden ayırt edilemeyeceğinin savunulmasını istemiştir.355
Sonuç itibariyle, gerek Musul bölgesindeki Kürt nüfusun, gerekse Anadolu'daki Kürtlerin kendilerini Türklerden ayrı görmek gibi bir durumları yoktu. Onları Türklerden ayırmak, tek kelimeyle imkansızdı.356 Bölge halkı, eskiden olduğu gibi, alışmış oldukları şekilde Türk ve Kürt olarak aynı çatı altında yaşamak, yani Türk yönetiminde kalmak istiyordu. Hatta Arapların bile İngiliz mandası istemedikleri görülmüş, "ya Türk idaresi ya istiklal" dedikleri gözlemlenmişti. Irak Hükümeti tarafından askere alınan Kürtlerin her fırsatta Türk tarafına geçtikleri sıkça rastlanan bir durumdu.357
![]() |
Kürtlerle Türkler yaklaşık bin yıldır birlikte, kardeşçe yaşayan iki millettir. İstiklal Savaşı'nda büyük kahramanlıklarla mücadele eden Kürt Reşo'nun hikayesi bunun canlı örneklerinden sadece biridir. |
Savaştan önce, Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil'e kadar olan bölümde yazı dili olarak Türkçe, Arapça ve Farsça kullanılıyordu. Kürt dilinin ve Kürtçe yazının oluşturulması, bölgedeki İngiliz görevliler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir süre sonra yine İngiliz yetkililer tarafından Kürtçe, bir iletişim aracına dönüştürüldü. Bölge halkı günlük hayatlarında ve yazışmalarında Arapça ve Türkçeyi kullanmakta ısrar ederken, İngiliz derin devleti tarafından Kürtçe ısrarı baş gösterdi. Gazetelerin dahi Kürtçe çıkarılması şartı getirilmişti. Hatta yine İngiliz derin devletinin çabaları ile, Türkçe yazı dilinden kaldırılmaya çalışılmış, özel yazışmalarda kullanılmasına yasaklar getirilmiştir. İngiliz derin devleti, resmi olarak Türk dilinin bölgede tasfiyesine çalışmış, Musul vilayetinde kasıtlı olarak Türklere ve Türkçeye yönelik kapsamlı bir yok etme politikası uygulamıştır.
Akademisyen ve yazar İhsan Şerif Kaymaz, bu durumu şu sözlerle açıklamıştır:
İngiltere'nin, kısa vadede kurulamayacağı anlaşılan Kürdistan devletinin zaman içinde kurulmasını sağlamak için Kürt ulusal kimliğini yaratmaya yönelik uzun vadeli düzenlemeler yapmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bu düzenlemelerin meyveleri birkaç on yıl içinde alınmaya başlanacak ve hem Türkiye'nin, hem de bölgenin geleceği açısından ciddi sorunlara yol açacak bir süreç böylece başlatılmış olacaktır.358
Yaklaşık bin yıldır beraber yaşayan, birbirine karışmış ve evlenerek aileler kurmuş halklar, savaş ortamı içinde derin bir plan çerçevesinde zorla birbirinden ayrılıyordu. Bu planının mimarı, her türlü ayrılık ve bölünmelerin sebebini oluşturan İngiliz derin devletiydi. Kendi çıkarları uğruna bir milleti bölmeyi, hatta sonraki satırlarda inceleyeceğimiz gibi, onları katlederek ve tehdit ederek kendilerine mecbur bırakmayı göze almaktaydı. İngiliz derin devleti, tarih sahnesine her gelişinde, böyle ayrılık politikalarının baş mimarı olmuştu. Bunun önünde durabilen olmamış, hiçbir zaman bu mafyavari oluşumdan hesap sorulmamıştı. İşte bu ürkütücü politika, bu yüzden bugün hala devam etmektedir. 20. yüzyıl başında Musul üzerinde oynanan oyun ne ise, günümüzde Güneydoğu'da oynanan oyun da aynıdır. Her birinin mimarı, İngiliz derin devletidir.
İngiliz derin devletinin, Türklerle Kürtlerin arasını ayırmak için Lozan'da izlediği strateji dikkatli incelenmelidir. Burada oynanan oyunların aynısı, şu anda Güneydoğu Anadolu bölgemizde, PKK kullanılarak oynanmaktadır.
![]() |
(1) Osmanlı'da(2)Osmanlı'da Kürt, Ermeni ve Türk kadınları |
İngilizlerden Ayak Oyunları
28 Aralık 1922'de Lozan Görüşmeleri'ni gerçekleştiren İsmet Paşa, Türkiye'ye bir telgraf çekti. Hissiyatına göre İngiltere, Musul'u kesinlikle terk etmeyi düşünmüyordu. Sadece Musul'un kuzeyinde bir hudut düzeltmesi yapabilecek, bu konu dostane biçimde tartışılacaktı.
Fakat kısa bir süre içinde İngiliz General Townshend, İsmet Paşa'ya şaşırtıcı bazı açıklamalarda bulundu. General'in ifadelerinde Musul konusundan vazgeçileceği ve yeni bir savaşa neden olunmayacağı, bir sene içinde İngiliz güçlerinin Musul'dan çıkacağı ve bunu müteakiben Arapların da Kral Faysal'a karşı ayaklanacağı ve Türklerin külfetsiz olarak Musul'a girecekleri konu edilmişti.359
Burada İngiliz derin devletinin bir kurnazlık peşinde olduğu son derece açıktı. Derin devlet elemanları, gergin ortamda gerçekleşen görüşmeler sırasında her türlü taktiği uygulamakta, Türk delegelerini şaşırtmak ve yanıltmak için tüm yolları denemekteydiler. Nitekim İsmet Paşa'nın bir başka telgrafı da, İngiltere'nin amacının Musul meselesini Lozan kapsamından çıkararak daha sonraya bırakmak ve iki devlet arasındaki bir mesele şekline dönüştürmek istediğini göstermişti.360
Yine de İsmet Paşa bu çelişkili durumu görünce temsilcilerin önerilerini inandırıcı bulmayıp ilk planda Fransız Hükümeti'nin desteğine başvurdu. Ancak Fransa, Musul sorununun Türklerle İngilizler arasında çözülmesi gerekliliğini vurguladı.
Bu sırada İngiltere Parlamentosu'nda bazı muhalif sesler de yükselmeye başlamıştı. Türklerin Musul konusunda ikna edilememesine her ne kadar Curzon tarafından İsmet Paşa'nın inatçılığı gerekçe olarak gösterilse de, mesele İngiliz Parlamentosu'nda Curzon'un başarısızlığı olarak nitelendirilmiş ve Curzon aleyhine bir kampanya başlatılmıştı. 8 Aralık 1922 tarihinde İngiltere'nin eski Başbakanı Bonar Law, Curzon'a gönderdiği mektupta bunu açıkça dile getirmekteydi:
…Sana karşı burada büyük bir kampanya başlatıldı. Son olarak Gounaris'in sana 15 Şubat'ta yazmış olduğu mektup yayınlandı. Felaketle sonuçlanan Yunan hareketinin müsebbibinin Llyod George değil de senin olduğun iddiası, senin aleyhine bir silah olarak kullanılıyor. Bu mektuplardan kabinenin haberi olup olmadığına dair soru önergesi verildi. Ve ben evet dedim. Konu soruşturuldu ama herhangi bir sonuca ulaşılmadı. Sadece Foreign Office listesi değil, Horne ve Austen'in kendi haleflerine bıraktıkları listelerde senin adının geçmemesi bizim için çok önemli bir kanıttır. Dolayısıyla için rahat olsun bu meseleyle ilgili hiçbir şekilde seni suçlayamazlar.361
Görülebildiği gibi Curzon, İngiliz derin devleti tarafından ciddi şekilde baskı altında tutulmakta ve Musul meselesi konusunda taviz vermemesi istenmekteydi. İşte bu baskı neticesinde Curzon, İngiliz derin devletinin önemli bir kozu olan Musul'u Lozan'da vermemek için elinden geleni yapacaktır.
![]() |
Lozan'da Musul meselesinin görüşüldüğü yıllarda Musul'dan manzaralar |
Musul konusunda Lord Curzon ile anlaşamayacağını anlayan İsmet Paşa, görüşmelerin kesilmesini tercih etmeyen İngiliz Başbakanı Bonar Low'a Türk ekonomi uzmanı Rüstem Bey ile eski ticaret ve demiryolları Bakanı Şeref Bey'i gönderdi, ancak bu durum Lord Curzon'u çok sinirlendirmişti. 11 Ocak 1923 tarihinde İngiliz diplomat Sir Eyre Crowe'a sert bir mektup göndererek, Türk temsilcileri ile yapılan bu görüşmeler son bulmazsa Musul konusundaki müzakerelerden çekileceğini bildirmişti.362
Daha sonra da Curzon, 17 Ocak 1923 tarihinde aynı sertlikte bir mektubu da, Kolonilerden Sorumlu Dışişleri Bakanı Walter Hulme Long'a gönderdi.363 Bu mektupta Curzon şöyle demekteydi:
Eski bir meslektaşınız ve arkadaşınız olarak size sorabilir miyim, nasıl oluyor da benim burada ilgilendiğim çok önemli bir takım meselelere burnunuzu sokuyorsunuz? Geçen gün sizin de tanıdığınız Rickett buradaydı. Benim arkamdan iş çevirerek ve İsmet Paşa'yı kandırarak Londra'ya üç temsilci göndermeye ikna etmiş ki, bu üç Türk'ün kimler olduğu konusunda bilgi sahibi olduğunuza eminim.364 Bu temsilciler, Londra'ya İngiliz işgalinde bulunan Musul'un Türklere teslim edilmesi karşılığında petrol tavizi verme teklifinde bulunmaya gelmişler. Bense Lozan'da buna son derece karşı olduğumu, Musul'u savunmak için her şeyi yapacağımı ortaya koydum ve izlediğim politikada ne bugün ne de gelecekte Türklerin o topraklarla ilgili herhangi bir hayale kapılmamaları hedefini güttüm. Rickett, Türkleri, sizin ve Bonar Law'ın üzerinde büyük etki sahibi olduğuna inandırmış ve Türkler Londra'ya gelirlerse bir şekilde Musul'u geri alacaklarını sanmışlar. Elbette bu olanların ne kadarından haberdar olduğunuzu bilemiyorum. Bildiğim tek şey kasıtlı olarak benim işimi zorlaştırmak ya da ülkenizin çıkarlarına zarar vermek istemeyeceğinizdir. Lütfen bu petrol macerasından uzak durunuz. Bu meselede sizin bilmediğiniz ama er ya da geç masum bir insanda leke bırakabilecek pek çok rezalet dönmektedir. Rickett kesinlikle güvenilmez bir adamdır. Bir taraftan Türklerle neler konuştuğunu diğer taraftan da Sir G. Armstrong ile görüştüğünü biliyorum.365
Lord Curzon'un kastettiği "pek çok rezalet", İngiliz derin devletinin kapalı kapılar ardında çevirdiği ayak oyunlarıydı.
Bu noktada başka önemli bir detay da, İngiliz Gizli Servisi'nin kanunsuz bir şekilde Türk telgraflarını ele geçirmesidir. İngilizler, İstanbul'a yerleştirdikleri özel yetiştirilmiş telsiz-telgraf sinyal çözme ekibi sayesinde Türk Hükümeti'nin Lozan'a çektiği telgrafları Türklerden önce yakalıyor, çözüyor ve Lozan'daki Türk heyetinin eline ulaşmadan önce Londra'ya ulaştırıyorlardı. Gereken emirler verildikten sonra Lozan'da müzakere masasına, Türklerin kozlarını bilerek oturuyorlardı. Lozan'daki İngiltere Başdelegesi Rumbold da bunu 18 Temmuz günü Foreign Office'teki arkadaşı Lancelot Oliphant'a keyifle açıklamıştı:
Gizli kaynaktan psikolojik anlarda elde ettiğimiz bilgiler bizim için değer biçilemez önemdeydi. Bu bilgiler sayesinde biz, briç oynarken rakibin elindeki kartları bilen bir kimsenin rahatlığı içindeydik.366
Lord Curzon ve yardımcısı Rumbold bu sayede Türklerin ne zaman esneklik gösterebileceklerini önceden biliyor, gelecekteki stratejilerini takip ediyor ve ona göre ısrarcı davranıyor ya da İsmet Paşa'ya baskı yapmanın faydası olmayacağı zamanları kestirebiliyorlardı. Bu dinlemeler elbette İngiliz derin devletinin Türk tarafına hangi konularda baskı yapabileceğini de ifşa etmiş oluyordu. İngiliz derin devleti, sinsi istihbarat politikasını, bir barış anlaşması masasında dahi uygulamaktan çekinmiyor ve Musul'u kazanma politikasını hile ile başarmaya çalışıyordu. Bu hırsın sebebi petrol ve ticaret yollarından daha öteydi. Musul, Türkiye üzerinde oynanacak oyunları içeren 100 yıl sürecek bir planın ilk adımıydı.
Milletler Cemiyeti = İngiltere
Musul üzerine yapılan görüşmeler, Lozan'ın en fazla vakit alan ve en hararetli geçen görüşmeleri olmuştur. İki taraf da konu hakkında taviz vermek istememiş, fakat İngiliz derin devletinin Musul meselesini çılgınca sahiplenmesi, kimi zaman ülkeleri tekrar savaş noktasına dahi getirmiştir. Lord Curzon, görüşmeyi çıkmaza sokma amaçlı manevralarda bulunmuş ve konunun Milletler Cemiyeti tarafından incelenerek karara varılmasını istemiştir. Türkiye o sırada Milletler Cemiyeti'ne üye dahi değildir ve buradaki ağırlığıyla İngiltere'nin istediği her türlü kararı çıkartabilecek bir lobiye sahip olduğunu bilmektedir.
Görüşmelerdeki çıkmazı aşmak amacıyla İsmet İnönü yeni bir çözüm yolu önerdi. Bölgede "plebisit", yani halk oylaması yapılarak Kürt halkının kendi iradesi öğrenilebilirdi. Sonucu gayet iyi bildiğinden bu öneriyi reddeden Lord Curzon'un gerekçesini tarihçi Sevtap Demirel şöyle anlatmıştır:
Lord Curzon diyor ki plebisit asla olamaz. Niye? Şimdi bu çok zahmetli bir iş. Eşekler bulacaksın, kağıtlar bulacaksın, eşeklere kağıtları yükleyeceksin, dağlara tırmandıracaksın, oradaki Kürtlere gideceksin, diyeceksin ki Türkiye'de mi kalmak istiyorsun? Irak'ta İngiliz mandası altında mı kalmak istiyorsun? "Bu Kürtler" şimdi bakın aynen belgedeki ifadeyi söylüyorum, "Bu Kürtler bu kağıtları yerler." Onun için sen bunu bırak, bu plebisiti filan unut diyor. Neden böyle yapıyor biliyor musunuz, bunun arkasındaki gerekçe ne? İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na ve dolayısıyla Lord Curzon'a çok düzenli bir şekilde o bölgeden istihbarat geliyor. Onlarca, yüzlerce istihbarat raporu okudum, bütün istihbarat raporları tek bir gerçeğin altını çiziyor: O günkü koşullarda Musul'da Kürtlere bir plebisit yapsa ve sorsa siz kime katılmak istiyorsunuz? Oradaki Kürtler yüzde 99 Türkiye'yi seçecekler. Bunlar İngiliz İstihbarat raporları, Biz Musul'u kaybedeceğiz diyor İngilizler, dolayısıyla hiçbir biçimde Türklerin burada halk oylaması yapmasına ve Kürtlere sormasına müsaade edemeyiz…367
Akademisyen tarihçi yazar İhsan Şerif Kaymaz ise, Curzon'un Kürtlere yönelik kendince aşağılayıcı bakış açısını şu sözlerle ifade etmiştir:
Curzon bunun Musul vilayetinin kiminle birleşeceği sorunu olmadığını, sınırın nereden geçeceğinin basit bir teknik konu olduğunu, bu yüzden de burada herhangi bir şekilde plebisit yapılmasının söz konusu olamayacağını, zaten burada plebisit yapılmasına nüfusun ve kültürün müsait olmadığını, bunların okuma yazma bilmeyen insanlar olup hayatları boyuna hiç seçim sandığı görmediklerini, hatta bir takım incitici, küçültücü ifadeler kullanarak söylüyor ve bunun birtakım karışıklıklara hatta kan dökülmesine neden olabileceğini söylüyor. O yüzden de bunun yerine Milletler Cemiyeti'ne başvurmak gerektiğini belirtiyor.368
Kürtlere yöneltilen bu çirkin yakıştırmalar, İngiliz derin devletinin Kürtlere yönelik bakış açısının o yıllarda da bugünkü gibi oldukça ürkütücü olduğunu belgelemektedir. Haddini bilmez bu sözlerden Kürt halkı elbette münezzehtir. Curzon'un burada sarf ettiği sözler, açıktır ki İngiliz derin devletinin bölge halkı üzerinde hiçbir etkisinin olamayacağını bilmesinden kaynaklanmaktadır. Muhtemel bir plebisiti önlemek için öne sürülen bu mantıksız ve seviyesiz izahlar, İngiliz derin devletinin, Musul Kürtlerini ve Araplarını, asla kazanamayacaklarını belgeler niteliktedir. İngiliz derin devleti, hileli siyaset ve şiddetle bölgeyi belki ele geçirmiştir; fakat bölge halkını hiçbir zaman kazanamamıştır.
![]() |
Musul meselesinde çözümün Milletler Cemiyeti'ne bırakılması, İngiliz derin devletinin ısrarıydı. İngiliz derin devleti, baskı altında tuttuğu bu kurumun, mutlaka kendi isteğine uygun şekilde karar vereceğini biliyordu. |
Musul, İngiliz Mandasını Reddediyor
Musul halkı 700 yıldır Türklerin idaresinde olan, Arap'ıyla, Türk'üyle, Kürt'üyle Türk halkıdır. Onları Türk idaresinden ayırmak, bu insanları kendi anavatanlarından ayırmak demektir. Bunun gayet bilincinde olan İngiliz derin devleti, halkı "ikna" etmek için her zamanki sinsi politikasını uygulamıştır: Şiddet.
Ankara, Musul'da İngiltere'yi dengelemek için Amerikan Chester şirketine demiryolu yapımı ve maden arama konusunda geniş imtiyazlar veren bir antlaşma imzalamış, antlaşma TBMM'de de onaylanmış ve İngilizler buna çok öfkelenmişti. İngiliz derin devleti, Musul'da istediği hakimiyeti bir türlü kuramıyordu. Bunun üzerine bölgede, İngiliz mandasına ve İngilizlerin göreve getirdiği Irak Kralı Faysal'a karşı halkın gösterdiği tepki ve isyanlar, İngilizler tarafından şiddetle bastırıldı.369 İngiliz birlikleri, Türk taraftarı aşiretlere baskı yapıyor ve aşiret reislerini tutukluyordu. Özellikle Kerkük ve Süleymaniye'de halk, bu şiddet politikasına rağmen, İngiliz mandasını reddetmeyi sürdürmüştür.370
![]() |
1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan Musul'da yaşamı gösteren fotoğraflar. İngiliz derin devletinin getirdiği zulüm sistemi, Musul üzerinde halen devam etmektedir. Musul halkı, bugün bile, Osmanlı idaresindeyken yaşadığı barış dolu günlerin özlemini çekmektedir. |
Musul'da İngiliz manda yönetimine karşı Kürtler yaygın bir ayaklanma başlattılar. İngiliz uçakları, Musul'daki Kürt isyanını vahşice bastırdı. İhsan Şerif Kaymaz, İngiliz belgelerine dayanarak yazdığı değerli kitabında bu katliamı şöyle anlatır:
Kentler, kasabalar ve köyler aralıksız olarak havadan bombalanıyor, ardından Asuri milisleri kullanılarak yakılıp yıkılıyordu. Türklere destek oldukları varsayılan aşiretlerin hayvanları ve ekinleri yok ediliyordu. Köysancak, Raniye, Revanduz, Biraz, Kapra, Kale, Diza, Barzan, Derbet, Merga gibi kent ve kasabalar büyük ölçüde tahrip edildi… Barzan aşireti açlıktan ölümle teslim olmak arasında bırakıldı. Asıl vahşet teslim olunca başladı. Barzan kasabası ve köyleri Asuri milislerince tahrip edildi…371
![]() |
1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan Musul'da yaşamı gösteren fotoğraflar. İngiliz derin devletinin getirdiği zulüm sistemi, Musul üzerinde halen devam etmektedir. Musul halkı, bugün bile, Osmanlı idaresindeyken yaşadığı barış dolu günlerin özlemini çekmektedir. |
4 Şubat 1923'te Lozan Görüşmeleri'ne ara verildi. Bundan sadece 2 gün önce Mustafa Kemal, İzmir'de yaptığı bir konuşmada "Musul'u ve Musul'un güneyindeki kıtayı bizim elimizden, ana yurdumuzdan zorla almak istiyorlar" ifadesini kullanmıştı.372
Musul'da uygulanan bu korkunç kıyım, İngiliz derin devletinin istediğinde, bir bölgeyi ele geçirebilmek için ne kadar canileşebileceğinin açık göstergesidir. Aslında bu strateji, Güney Afrika'da veya Hindistan'da uygulanan soykırım stratejilerinden farklı değildir. İngiliz derin devleti, kendince aşağı gördüğü ve değerli bir coğrafyada kullanabileceğini düşündüğü bir milleti, değerli Kürt milletini, çeşitli bahanelerle soykırıma uğratmıştır. Fakat söz konusu İngiliz derin devleti olduğundan, tarihin her aşamasında olduğu gibi, I. Dünya Savaşı'ndan sonra da bu hukuksuzluğa kimse dur diyememiş, kimse bu katliamlara "soykırım" adını verememiştir.
![]() |
1920'de Musul'da bir Ortodoks ayini sırasında farklı dinlerden insanlar bir arada |
'Operation Kurdistan'
Tarihçi Sevtap Demirci, Kürt isyanının İngilizlerce vahşetle bastırılmasının, aynı zamanda Chester projesine ve plebisit isteğine bir tepki olduğu görüşündedir:
Kürdistan Operasyonu kapsamında İngiltere, o bölgeyi çok yoğun bir hava bombardımanına tabi tuttu. Son derece gizli bir operasyon, hiç kimse bilmiyor. İngiliz Genelkurmayından bir kişi, Başbakanlıktan bir kişi… Hiç kimsenin haberi yok, Parlamentonun haberi yok, müttefiklerin haberi yok, hiç kimsenin haberi yok. Gece gündüz iki gün İngilizler Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi bombaladı. Lozan'da ikinci dönem görüşmeleri 23 Nisan 1923'te başlayacaktı. Operasyon 22 Nisan gece saat 12.00'de bitti. Ertesi sabah Lozan'da ikinci yarı görüşmeleri başladığında Türkiye'nin plebisit yapacak halkı kalmamıştı orada. Plebisit ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı bu operasyon. Bana diyebilirsiniz ki kaç kişi öldü? Bilmiyorum, çok ciddi ölçüde sivil öldü. Yani İngiltere ne demek istedi? Siz ABD'ye böyle bir imtiyazı tanıyorsunuz, bu topraklarda kararları benim dahlim olmadan alamazsınız. Ve ikinci olarak da Türk yanlısı Kürt aşiretlerini, Türkiye'ye katılmak isteyen bölge halkını da bir şekilde enterne etmiş oldu ve ikinci yarı başladığında Türkiye'nin artık plebisit yapma imkanı ortadan kalkmıştı.373
![]() |
1. İngiltere işgali sonrası Irak2. 1914 yılında Irak'ta İngiliz askerleri |
İngiliz derin devleti, Musul üzerindeki hakimiyeti, ancak oradaki halkı tümüyle şehit ederek elde edebileceğini biliyordu. Bu yüzden, yüzyıllardır süregelen gelenek bozulmamış, İngiliz derin devleti, binlerce insanı, bir bölgenin yerel halkını vahşice katletmekten çekinmemişti. Burada söz konusu katliamların, petrol veya ticaret yollarından ziyade başka bir amaç için yapıldığı dikkat çekmektedir. "Kürdistan Operasyonu", İngiliz derin devletinin Musul ısrarının kalbindeki sebeptir; zaten bu yüzden, hiçbir resmi belgede yer almaksızın gizli kapaklı gerçekleştirilmiştir. İngiliz derin devleti, daha Lozan Görüşmeleri devam ederken, önceden planlanmış bir Kürdistan meselesini yeşertmeye başlamıştır. Bu meselenin kalbi, Türkiye'den koparılması şart olan Musul'dur. Kürtlerin İngiliz idaresine girmesi, yüz yıl sürecek suni bir Kürt meselesinin ilk adımı olacaktır. İngiliz derin devleti, Gladstone'un "Türkleri Orta Asya steplerine sürme" hayalinin, bu şekilde gerçekleşeceğine inanmaktadır. Bu hedef için bir halkı yok etmeyi bile umursamamaktadır.
![]() |
İngiliz derin devleti, hem Avrupa hem de Ortadoğu'ya hakim, güçlü bir Türk hakimiyetini asla istememiş, tüm gücüyle bunu engellemeye çalışmıştır. |
Musul Konusunda Türkiye Geri Adım Atıyor
Bu noktaya kadar Musul konusunda kesin bir kararlılık gösteren Türk heyeti, artık yeni bir stratejiye geçmek mecburiyetindeydi. Çünkü İngiliz derin devleti, korkunç katliamlar gerçekleştirmekten çekinmiyor, Musul, Kerkük ve Süleymaniye'de "bizim halkımızı" göz göre göre katlediyordu. Burada tek çıkar yol, uzlaşma gibi gözüküyordu.
Türkiye'nin, Musul'da savaşı göze almayıp İngiltere'nin öngördüğü şartlarda uzlaşmaya razı olmasının önemli bir sebebi de, Irak'ta konuşlanmış İngiliz Hava Kuvvetleri'ne karşı Ankara'nın elinde hiçbir hava gücünün bulunmamasıdır. İngiltere, savaş sonrası tüm hava gücünü Irak'ta yerleştirme gibi bir strateji izlemiştir. Bu, Musul meselesinin İngiltere için hiçbir şekilde tavize açık bir mesele olmadığını da sergiler niteliktedir. Fakat Türk tarafının Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi art arda gelen 10 yıllık bir savaş sürecinden çıktığı burada unutulmamalıdır. Türkiye, o yıllarda, yıkılmış ve sömürülmüş Osmanlı'nın kalıntılarında varlık bulmaya çalışan, savaşlardan dolayı oldukça yorgun ve yoksul düşmüş bir devlettir. Kendini koruyacak hava gücü hiç olmadığı gibi, askeri gücü de oldukça kısıtlıdır.
Musul meselesinde atılan geri adımı değerlendirirken, Lozan Görüşmeleri sırasında İstanbul'un halen işgal altında tutulduğunu da unutmamak gerekmektedir. Bu şartlar altında Türk tarafının Lozan masasında baskı gücünün oldukça kısıtlandığı açıktır. Bu durum, Türk tarafını Musul meselesinde taviz vermeye zorlamıştır.
Mustafa Kemal, Lozan Görüşmeleri'nin kesintiye uğradığı zamana kadar tüm gücüyle Musul'un Türk toprağı olduğunu ve gerekirse askeri güç kullanarak böyle kalmasını sağlayacaklarını söylüyordu. Ancak daha sonra bu söyleminde önemli bir yön değişikliği olmuştur. Musul sorununun çözümü için Lozan'da ısrarcı olunmaması gerektiğini, çözümün ileriye bırakılabileceğini telaffuz etmeye başlamıştır. Mustafa Kemal'deki bu strateji değişikliğinin sebebini, 15 Mart 1923 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporunda buluyoruz. Raporda, 3–4 yıl içinde yalnız Musul değil, tüm Irak, Basra, Arabistan, Suriye ve belki de öteki İslam ülkelerinin Türk hegemonyasına girebilecekleri, bunun İSLAM BİRLİĞİ projesiyle yapılacağı ve bu projenin başarı ihtimalinin büyük olduğu ifade edilmiştir.374 Kuşkusuz ki İslam Birliği gerçekleşecek, tüm İslam ülkeleri bir araya gelecek, aradaki sınırlar kalkacak ve hatta bu birliğe Rusya, ABD, İsrail, Çin gibi diğer bütün dünya ülkeleri dahil olacaktır. Bu durum, Hz. Mehdi (as)'ın zuhuruyla gerçekleşecek ve bu, İngiliz derin devletinin sinsi entrikalarının, savaşların ve anlaşmazlıkların sona erdiği, tek bir damla dahi kanın akmadığı bir dönem olacaktır. Mustafa Kemal, kuşkusuz ki böyle bir dönemin mutlaka geleceğini bilmektedir. Bize ait olan topraklara er-geç tekrar kavuşacağımızın farkındadır. O gün gerçekleşmeyen bu hayalin, kısa bir zaman sonra Hz. Mehdi (as)'ın gelişiyle gerçekleşeceğinden emindir. İşte bu nedenle, mevcut durum nedeniyle şartları o zaman zorlamamış ve İslam Birliği hayalini kalbinde taşıyarak ümitvar olmuştur.
Lozan'da İmzalar Atılıyor
24 Temmuz'da imzalanan Lozan Antlaşması'nın 3. maddesinde "Türkiye ile Irak arasında sınır" düzenlendi. Musul'un adının geçmediği bu maddede, sınırın tespiti için Türkiye ve İngiltere'nin 9 ay süreyle görüşmeler yapacağı, çözüme ulaşamazlarsa, Musul meselesinin "Milletler Cemiyeti Meclisi'ne arz edileceği" hükmü vardır. Bununla birlikte Cemiyet'in hangi usulle, ne konuda karar vereceği maddede belirsizdir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu konunun Milletler Cemiyeti'ne gitmesi zaten İngiltere'nin lehine olacak bir durumdur. Türkiye, henüz üyesi olmadığı bir kurumda hak iddiasında bulunamayacaktır. O dönemde Milletler Cemiyeti'ni de kontrolü altına almış olan İngiliz derin devleti, tüm gücünü kullanarak Musul üzerinde haksız yere hak iddia edecektir.
Milletler Cemiyeti'ne gidildiğinde Türkiye, Cemiyet'ten "Musul halkının iradesinin" tespitini, İngiltere ise "Türk-Irak sınırının" tespitini isteyecektir. Madde metninde de Musul'un anılmayıp sadece "sınır"dan bahsedilmesi İngiltere'nin tezini güçlendirecektir.375
![]() |
İsmet Paşa Lozan Antlaşması'nı imzalarken (1923) |
![]() |
Lozan Görüşmeleri'nin yapıldığı salon |
Lozan Sonrası Musul
Lozan sonrası Türk dış politikasına hakim olan gelişmeler, antlaşmanın askıda bıraktığı sorunlu konulardı. Bu anlamda 1923-1926 arası dış politikanın ilk gündem maddesini İngiltere ile Musul konusunda yaşanan anlaşmazlıklar oluşturmuştur.
İngiltere'nin başvurusu ile Musul sorunu Milletler Cemiyeti gündemine 6 Ağustos 1924'te taşındı. Milletler Cemiyeti, Musul meselesini, Lozan'ın imzalanmasından bir yıl sonra, 20 Eylül 1924'te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul'da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiliz temsilciler bu talebi, daha önce Lozan'da da yaptığı gibi "bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı" gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.376 (Bölgedeki Kürt halkını tenzih ederiz.) Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924'te bir soruşturma komisyonu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon 28 Ekim 1924'te bir sınır tanımı yaparak "Brüksel Hattı" adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu, 16 Temmuz I925'te Cemiyet Meclisi'ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
![]() |
2- Musul vilayetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği,
3- Kürtlerin, Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
4- 1928 yılında sona erecek olan Irak'taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
5- Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul'un Irak yönetimine bırakılması,
6- Milletler Cemiyeti Meclisi'nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
7- Milletler Cemiyeti, Irak'taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak'a bırakılmasını uygun görmezse, o zaman Musul'un Türkiye'ye bırakılmasının uygun olacağı,
8- İngiltere'nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.
Türkiye'nin bu rapora itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925'te La Haye Adalet Divanı'ndan (Lahey Uluslararası Adalet Divanı) görüş istedi. Divan'ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi'nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye'nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925'te Divan'ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925'te Soruşturma Komisyonu Raporu'nu kabul ederek, Brüksel Hattı'nın güneyindeki toprakların Irak'a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.
![]() |
Lozan Görüşmeleri'nin yapıldığı, Ouchy (Uşi) Şatosu. |
Bölgede İsyanlar, İngiliz Derin Devletinin Yönlendirmesiyle Başlatılmıştır
Nasturi Ayaklanması Nasturilik Ve Nasturiler Üzerindeki Misyonerlik Faaliyetleri
Nasturilik Asya'nın çeşitli yerlerinde mensupları olan bir Hıristiyan mezhebidir. Türkiye'de 1915-24 yıllarına dek Nusaybin, Siirt ve Hakkari çevresinde önemli bir Nasturi nüfusu yaşamıştır.377 Bu nüfusun büyük çoğunluğu Hakkari'de yaşamış, burayı merkez olarak kabul etmiştir (Bugün Türkiye'de Nasturi bulunmamaktadır.)378
Nasturilerin Osmanlı topraklarındaki varlığının Batı'da öğrenilmesi ile yaşadıkları bölgeye bir misyoner akını başlamıştır. Osmanlı toprakları içinde böyle Hıristiyan bir azınlığın varlığı üzerinden pek çok ülke çıkar sağlamaya çalışmıştır. Ancak bunlar içinde en yoğun çaba gösteren ve dolayısıyla en etkili olan ülke İngiltere olmuştur.
İngiliz cemiyetlerinden "Royal Geographical Society" ve "Society for Promoting Christian Knowledge", bölgede misyonerlik faaliyeti yapmış olan başlıca kurumlardır. Burada şu hatırlatmayı yapalım: Daha önce de belirttiğimiz gibi, misyonerlik, kişinin kendi inandığı dini yayma ve tebliğ yapma amacıyla üstlendiği ulvi bir görevdir. Burada adı geçen misyonerler, söz konusu görevi yerine getirmek için değil, İngiliz derin devletinin kirli işlerini üstlenmek için misyoner kılığına girmiş ajanlardır. Nitekim bu kurumlar tarafından gönderilen sözde misyonerler, Türk toprakları üzerinde adeta bir istihbarat ajanı gibi çalışmışlardır. Bölgedeki sosyal yapıyı ve devlet otoritesini araştırmışlardır. Farklı etnik kökene sahip bu topluluğu devlete karşı ayaklandırmak için kullanabilecekleri yöntemlerin neler olduğunu tespit etmişlerdir.
![]() |
1. 1899 Yılında Cudi Dağı'ndaki Nasturiler.2. Nasturi Ayaklanmasına dair bir resim. Nasturiler, İngiliz derin devleti tarafından petrol bölgelerini kontrol altına almak amacıyla kışkırtılmışlardır. |
Nasturi Ayaklanmaları ve İngiliz Derin Devletinin Çalışmaları
Nasturiler tarihte iki defa, 1843 ve 1846'da, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmış ancak bu ayaklanmalar bastırılmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında ise Nasturiler, Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da yaşayan Kürt aşiretleri ile çatışmışlardır. Osmanlı arşiv belgeleri, bu yıllarda Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerler ile Ortodoks Rusların Nasturileri kazanmaya yönelik rekabetlerinden söz etmektedir379 ve Nasturiler ile Kürtler arasındaki sorunların bu sözde misyonerlik faaliyetleri neticesinde arttığını ifade etmektedir.380 Gerçekten de yıllarca dost olarak bir arada yaşamış olan Kürtler ile Nasturiler arasındaki ilişkilerin şekil değiştirmeye başlaması, gerginliklerin kanlı çatışmalara dönmesi, İngiliz derin devletinin devreye girdiği ve bölgede Nasturileri misyonerlik faaliyeti adı altında kışkırtmaya başladığı 19. yüzyıla rastlamaktadır.381
1843'te Kürt-Nasturi çatışmaları sırasında George Percy Badger'in başını çektiği İngiliz misyonerler, Nasturileri kullanmak amacıyla, onlara yiyecek, giyecek ve parasal yardımda bulunmuş ve Nasturi patriği İngiliz Konsolosluğu'na sığınmıştır.382 Bu, bölgeye hakim olmak isteyen İngiliz derin devlet elemanlarının Nasturileri kendilerince ideal bir araç olarak kabul ettiklerini göstermektedir. Dr. William Henry Browne gibi İngiliz misyonerleri, bölgede kabul gördükten hemen sonra "işi, iç politikaya intikal ettirmiş",383 Osmanlı Devleti aleyhinde saf tutmuştur.
İngiltere'nin Erzurum Konsolosu John George Taylor, 1869 yılında, Clarendon Kontu'na; "6 yıllık görevim sırasında gerek ülke, gerekse halk üzerindeki deneyimlerime dayanan hususları iki ek halinde ilişikte sunuyorum" sözleriyle başlayan bir mektup göndermiştir. Mektubunun ekinde Nasturilerle ilgili nüfus bilgilerinin yanında, şu maksatlı ve haksız değerlendirmeye yer vermiştir:
Nasturiler, Ermenilerden sonra gelen en nüfuzlu Hıristiyan toplumdur. Bunların önemi zengin veya akıllı olduklarından değildir. İran hududuna yakın dağlık bölgede oluşları nedeniyle, gerektiği zaman savaşçı ve pratikte bağımsız bir konumda oluşlarındandır… Bunlar Kürtlerden ve Türklerden öylesine yakınmakta ve acınacak durumdadırlar ki, kendi inanç ve yurtlarını bile feda ederek bir yabancı himayesine [girmeyi] dört gözle beklemektedirler.384
Görülebildiği gibi İngiliz derin devleti elemanları, bilindik taktikleri uygulamış, Türk toprakları üzerinde yüzyıllardır barış içinde yaşayan Nasturileri "zulüm içinde" gibi göstermeye çalışmış ve onları, "himaye" bahanesiyle kullanılacak bir piyon olarak görmüşlerdir (Nasturi mezhebini ve bu mezhebe tabi olanları tenzih ederiz). Bunu açıkça dile getirmekten de çekinmemektedirler.
1. Dünya Savaşı Sırasındaki Ayaklanma ve Sonrasındaki Çatışmalar
I. Dünya Savaşı sırasında Anadolu'da ayaklanan Nasturiler, Osmanlı ordusu karşısında bozguna uğrayıp dağıldılar. Bunun üzerine Nasturiler, İngilizlerin çağrısı ve İngiliz uçaklarının himayesiyle Hemedan'a yöneldiler. Buradan sonra İngiltere, sayıları 40 bin-50 bin arasındaki Nasturiler için Bağdat'a 50 km. uzaklıkta bulunan Bakuba'da 3 bin çadırlık bir yerleşim merkezi kurdu.385
Bu durum, Nasturileri İngiltere'nin sömürüsüne daha da açık hale getirdi. Çadır kamplarda İngilizlere muhtaç bir şekilde yaşayan Nasturiler, İngiliz derin devleti için 'hakkı aranan bir halk' olmaktan çok, ileride bu bölgeye ilişkin hak iddia etmenin bir aracı ve buradaki çıkarlarının korunması adına kullanılacak paralı asker adayı oldular.
İngilizler, Nasturilere, Hakkari ve Urmiye bölgesinde muhtarlık vaat ederek Osmanlı ile Irak'taki toprakları arasında bir tampon bölge kurmak istediler ve bu tampon yapının silahlı gücünü oluşturmak amacıyla Nasturilerden oluşan ve "Levi birlikleri" adı verilen dört tabur kurdular.386
Giyim ve teçhizat bakımından İngiliz birlikleri ile aynı olan bu birlikler, Hakkari-Şırnak ve Van bölgelerinde halka yönelik saldırılarda bulundular ve Zap vadisi boyunca yerleşen Kürtlerin bölgeden çıkarılmasına çalıştılar. Buna tepki gösteren Kürt aşiretleri, Mart 1919'dan itibaren çeşitli bölgelerde İngiliz birliklerine karşı saldırılara başladılar.387
İngilizler, her ne kadar bu saldırılara, karşı saldırılarla cevap verseler de, "Levi birliklerine" dayanan tampon bölge planından vazgeçmek zorunda kaldılar. Buna rağmen İngiliz derin devleti Anadolu'da bir Nasturi devleti kurma yolundaki çabalarından vazgeçmedi. Lord Curzon, Osmanlı topraklarının paylaşılması amacıyla 18-26 Haziran 1920 tarihinde İtalya'nın San Remo şehrinde düzenlenen konferansta, Nasturiler için özel bir yerleşim alanı talep etti. Bunu müteakip bir kısım Nasturiler Hakkari'ye bir askeri saldırı düzenlemeyi ve sonrasında da buraya göç etmeyi planladılar.388 27 Ekim 1920'de başlayan saldırı, bölgede süren ağır kış şartları nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı.
1924 Ayaklanması
İşte bu geri dönüşten 3 yıl sonra Nasturiler bir kez daha ayaklandılar; yine arkalarında İngiliz derin devleti vardı. İngiliz derin devleti, Musul meselesini kendi lehine çözümleyene kadar Nasturileri, Türkiye'ye karşı paralı asker olarak kullanmaya devam etti.389
1924 Nasturi ayaklanmasının başlangıcında esir alınan, ancak daha sonra serbest bırakılan Halil Rıfat Bey, Nasturiler arasında üniformalı, silahlı İngiliz askerlerini ve Hakkari'de (Çukurca) tepelerinde gezen İngiliz uçaklarını gördüğünü belirtiyordu. Gördüklerinden yola çıkan Hakkari Valisi Halil Rifat Bey; "İngilizlerin son günlerde bunları hükümetimiz aleyhine kışkırtmakta olduğu hiçbir şüphe bırakmamaktadır" demiştir.390
Halil Rifat Bey'in, ayaklanmanın arkasında İngiliz derin devletinin olduğuna dair kanaati son derece isabetlidir. Bu dönemde İngiliz The Times gazetesinde yayınlanmış bir yazıdan da durumun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu yazıda, Nasturiler için istenen Türk toprakları Asuriye Eyaleti olarak belirtilmiş ve Hakkari'de meydana gelen olaya atıfta bulunularak; eğer bu bölge Türkiye'ye bırakılacak olursa 'daha çok hadiselerin gerçekleşeceği', şeklinde tehditkar bir üslup kullanılmıştır. Yine aynı yazıda, Türk toprağı olan Çölemerik (Hakkari), "henüz kimseye ait olmayan topraklar" olarak adlandırılmış ve bu bölgeyi teftişe çıkan Vali Halil Rıfat Bey sanki bu topraklara tecavüzde bulunmuş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır.391
![]() |
Musul, zengin petrol yataklarına sahip bir beldedir. Bu nedenle tarih boyunca İngiliz derin devletinin hedefinde olmuştur. |
Nitekim Türkiye başka resmi ağızlardan, kendisine karşı silahlı saldırıda bulunan Nasturi kabilelerini İngiltere'nin silahlandırdığını da beyan etmiştir.392
İngiliz derin devleti kendi mandası altında kurulacak olan Arap devletine bağlamayı düşündüğü Musul vilayeti içerisinde Kürt ve Nasturi özerk bölgeleri oluşturmayı planlamıştır. Böylelikle İngiltere, hem Ortadoğu'daki petrol yataklarını koruyacak bir tampon bölge oluşturmayı hem de Kürt ve Nasturi nüfuz alanlarını kuzeye doğru kaydırarak zamanla egemenlik alanını genişletmeyi amaçlamıştır.393
Genel Kurmay Başkanlığı isyanın bastırılması için yapılacak askeri harekatın komutasını 7'nci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa'ya verdi.394 Harekat, 11 Eylül 1924 tarihinde başladı.395 Nasturilere karşı yapılan harekata Kürt aşiretleri de katılarak destek verdiler.396
14 Eylül sabahı, Hakkari-Musul Vilayeti arasındaki sınırı geçen bir Türk süvari grubu, Zaho'dan kalkan 3 İngiliz uçağı tarafından 3 saat bombalandı. Bu saldırı üzerine, Türk birlikleri kuzeye çekildiler.397 Bu sırada İngilizlerin Nasturileri kullanarak Türk topraklarına tecavüz etmeleri üzerine, Türkiye, Lozan Antlaşması'nın ihlal edildiği gerekçesiyle, 17 Eylül 1924'te, Milletler Cemiyeti'ne bir nota verdi.398
Harekat, Türk birliklerinin 11 Ekim 1924'te Hezil suyu hattına ulaşarak isyancıları Irak'ın kuzeyine sürmesi ile sonuçlandı.
Sheikh Said Rebellion
Türkiye, Musul'u Irak'a bırakan 16 Aralık 1925 tarihli Milletler Cemiyeti'nin kararını hoş karşılamadı. Hatta İngiliz istihbaratına göre Mustafa Kemal Paşa'nın savaşmayı bile göze aldığı anlaşılıyordu. Musul üzerine askeri bir harekatın hazırlığı devam ederken aniden Güneydoğu Anadolu'da Şeyh Said İsyanı çıktı. Bazı Kürt ve Zaza aşiretlerinin katılımıyla gerçekleştirilmiş olan bu isyan, hem sebebi hem de zamanlaması açısından oldukça şüpheliydi. Gerçekte bu isyan herhangi bir sebepten çıkmış değildi. İngiliz derin devleti tarafından yıllar önce düşünülmüş ve tertip edilmiş bir olaydı. Önceden planlanmış bu isyan, Türkiye'nin Musul üzerinde hak iddia etmesi, hatta bu yüzden savaşa kalkışması gibi ihtimaller karşısında hazır tutuluyordu. Bu sahte isyan bahanesiyle, İngiliz derin devleti tarafından üretilen hayali "Türk-Kürt" ayırımının belirginleşmesi sağlanacak ve Türkiye'nin eli güçsüzleştirilecekti.
İngiliz derin devletinin ayaklanmaya verdiği destek ile ilgili olarak, Fransız tarihçi Benoit Méchin şu yorumu yapmıştı:
İngiltere, Şeyh Said isyanını yakından takip ediyordu. İngiliz derin devletinin denetimi altında, Musul meselesinin en kritik anlarında bu isyan meydana gelmiş ve bu da –tam İngiliz derin devletinin planladığı şekilde– İngiltere'nin eline önemli bir koz vermişti. Bu sahte isyan vesilesiyle uluslararası kamuoyuna, "Türk toprakları üzerinde Türklerle Kürtlerin barış içinde yaşayamadığına" dair intiba verilmişti.400 Şeyh Said İsyanı'ndan sonra İngiltere şunu söyleyecek noktaya gelmiştir: "Bırakın Musul'daki Kürtleri kendi Kürtlerinizle bile kavga ediyorsunuz."401
![]() |
1.Şeyh Said ve diğer isyancılar tutuklandıktan hemen sonra.2. 3.Şeyh Said, idamdan bir saat önce. Şeyh Said isyanı, İngiliz derin devletinin kontrolünde gerçekleşmiştir. |
Ayaklanmanın başladığı günlerde, Bağdat'taki Fransız Komiserliği Paris'e 40 sayfalık bir rapor gönderdi. Ortadoğu'da, birbiriyle çelişen Fransız-İngiliz çıkarlarını ve buna bağlı olarak Kürt-İngiliz ilişkilerini irdeleyen raporda, Şeyh Sait'ten de söz ediliyor, şu açıklamalar yer alıyordu:
Şu gerçek tekrar tekrar vurgulanmalıdır: Kürtler de Süryaniler de Türk toprakları üzerinde ayaklanmak istememişlerdir. Tam tersine söz konusu nüfusun çoğunluğu, bu ayaklanmalara karşı çıkmıştır. Adı geçen ayaklanmalar, İngiliz derin devletinin kendi ajanları tarafından kurgulanmış, destekçileri tarafından da uygulanmıştır. Amaç, İngiltere'nin Türk topraklarına müdahalesini kolaylaştırmak, Türkiye'yi zayıf ve azınlıklara karşı tahammülsüz göstermek ve elbette asıl olarak Musul üzerinde kesin hakimiyet kurabilmektir. İngiliz derin devletinin entrikaları başarılı olmuş ve Milletler Cemiyeti İnceleme Komisyonu, Musul hakkında, İngiltere lehine rapor vermiş ve Cemiyet de bu yönde karar almıştır. Meclis'te, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey'in sarf ettiği, "Milletler Cemiyeti İngiliz şurasından başka bir şey değildir" sözlerinin haklılığı bir kez daha kanıtlanmıştır.403
Musul Defteri Kapanıyor
Milletler Cemiyeti'nin kararından sonra Musul Vilayeti, İngiliz mandasındaki Irak'a bağlanmış, bu mandanın müddeti 5 yıldan 25 yıla çıkarılmış ve ekonomik konuların iki ülke arasında antlaşmalar yoluyla çözüme kavuşturulması karara bağlanmıştır.
Musul kararının Türkiye aleyhine sonuçlanmasının belli başlı nedenleri şöyle sıralanabilir:
2- İngiltere'nin Cemiyetin en etkili üyesi olması (hatta Cemiyetin bir İngiliz şurası olarak isimlendirilmesi),
3- İncelemeler yapmak üzere bölgeye gelen Estonyalı generalin, geçici Türkiye-Irak sınırını belirleyen Brüksel Hattı'nın kuzeyine sokulmaması ve böylelikle tarafsız bir inceleme yapılmasına izin verilmemesi,
4- Türkiye'nin Adalet Divanı'na temsilci gönderememesi,
5- İngiliz derin devleti tarafından kasıtlı şekilde başlatılmış olan Şeyh Said İsyanı'nın Türkiye'yi zor duruma düşürmesi.
![]() |
Üstte 1914, altta ise 1918 yılına ait Bağdat manzaraları |
Türkiye, söz konusu kararı kabul etmemiş olmasına rağmen, ortaya çıkan "barış atmosferini" bozmamak ve daha önce kabul etmiş olduğu ahitlere karşı çıkmamak adına kararı tanımak zorunda kalmıştır. O dönemde de çok etkili olan İngiliz derin devletinin Musul konusuna canla başla sahip çıkması ve görüşmeler sırasında sadece bu konuda kesin taviz vermeme ihtirasında olması da Türk devletini ciddi şekilde zorlamıştır. Bu konu, İngiliz derin devleti için önemlidir; çünkü sonraki yıllarda İngiliz derin devleti, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki kirli planlarını büyük ölçüde Kürtler üzerinden yürütmüştür. Musul meselesi ile başlatılan suni Türk-Kürt ayırımı, bunun başlangıç noktasıdır.
Türkiye, Musul konusunda alınan karar doğrultusunda haksızlığa uğradığını ifade etmişse de, Türk dış politikasının, uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözme ilkesi bağlamında hareket etmesi nedeniyle bir çatışmadan kaçınılmıştır. Türkiye Musul kararına tepkisini, dönemin koşullarına uygun olarak diplomasi yoluyla göstermeye çalışmıştır. Bu bağlamda 17 Aralık 1925'te Sovyetler Birliği ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, Milli Mücadele döneminde başlayan ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesi üzerine bina edilen "doğal bir antlaşma" görünümündedir. Ancak söz konusu antlaşmanın imza tarihinin Milletler Cemiyeti'nin Musul kararının hemen ertesine denk gelmesi bu bakımından manidardır. Bu doğrultuda imzalanan antlaşma, Türkiye ile Sovyet Rusya arasında 16 Mart 1921'de imzalanan Dostluk Antlaşması, Sovyet Cumhuriyetleri olan Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ile Türkiye arasında 13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Kars Antlaşması ve son olarak Türkiye ile Ukrayna arasında 2 Ocak 1922'de imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması'nın devamı niteliğindedir. Aynı zamanda Musul kararına da bir tepkidir.
Musul Konusu Ne Mesaj Veriyor?
Lozan'daki Musul görüşmelerini incelerken, İngiliz derin devletinin bu konuda neden baskıcı olduğunu iyi anlamak gerekmektedir. Daha önce hiçbir şekilde var olmayan Kürt meselesi, Lozan Görüşmeleri'nin ardından Musul'un cebren İngiliz himayesi altına girmesinden sonra başlamıştır. İngiliz derin devletinin yüz yıllık planı içinde, "Kürt meselesi" adında sanal bir konuyu Türkiye için günümüze kadar ulaşan bir sorun haline getirmek yer almaktadır. "Türklerin ve Kürtlerin ayrılığı" konusu ilk defa o günlerde gündeme getirilmiş ve adeta gelecekte terör örgütleri tarafından kullanılacak bir planın altyapısı oluşturulmuştur. Türkiye'de ve Musul'da, tüm Kürtler "Türk" olduklarını ve "Türkiye'ye" bağlı olduklarını ısrarla dile getirirken ve TBMM'de Kürt mebuslar ısrarla Türklerle Kürtler arasında herhangi bir ayrılık-gayrılık olmadığını haykırırken, İngiliz derin devleti bunun tam tersi bir propaganda yapmıştır.
![]() | ||
A. Mosul | 1. Turkey2. Iran3. Iraq | 4. İsrael5. Egypt6. Saudi Arabia |
Kendi toprağımız olan Musul üzerinde, sinsice suni bir Kürt sorunu üretilmiştir. |
![]() |
Musul'un temsili resmi |
"Kürt sorunu" o yıllarda nasıl suni olarak üretildiyse, bugün de bu meselenin kaynağı sunidir. Bugün böyle bir ayırımın var olduğunu iddia eden ve buna göre ırkçı tavır takınan kişilerin İngiliz derin devletine hizmet etmekte olan ajanlar olduğu unutulmamalıdır. Türkiye tarihinde de bu zihniyetteki kişiler, derin devlet yapılanmalarının içinde yer almış, Kürtlere baskıcı davranmış ve hatta şiddet uygulayarak Türk toprakları içinde ayrılık yaratmışlardır. Söz konusu kişilerin de İngiliz derin devletinin ajanları olarak varlık sürdürdükleri, Türkiye'de özellikle kutuplaşma ve suni bir azınlık nefreti meydana getirdikleri bugün kesin olarak bilinmektedir. Bu kişilerin provokasyonu, dikkat edilirse bugün her fırsatta İngiliz derin devletinin tanıdık yayınları tarafından servis edilmektedir.
Tüm amacı Güneydoğu'da anarşist-komünist bir devlet kurmak ve komün sistemini Kürt kardeşlerimize dayatmak olan Stalinist terör örgütü PKK, ideolojisi gereği hiçbir milli varlığı kabul etmemesine rağmen, şaşılacak şekilde Kürt milliyetçiliği üzerinden propaganda yapmaktadır. Çünkü bu propaganda, İngiliz derin devleti tarafından kollanan ve daima etki alanı bulan bir kitle propagandasıdır. Nitekim PKK'ya bu aklı veren yine İngiliz derin devleti olmuştur. PKK'nın, özellikle İngiliz derin devleti tarafından müthiş bir koruma altında olması da işte bu nedenle bizleri hiç şaşırtmamaktadır. Musul sorunu ile başlayan suni Kürt meselesinin, sonraki yüzyıla uzanan derin bir plan olduğunu hatırlatmıştık. PKK ile devam eden bu sürece baktığımızda, Musul sorununun, İngiliz derin devletinin halen kullanmakta olduğu Kürt kartının başlangıç noktası olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir.
![]() |
Kürtler, Lozan Görüşmeleri'nde de bizim canımız, parçamız, milletimiz ve büyük bir değerimizdi; şu anda da öyledir. Neyse ki, özellikle Güneydoğu Anadolu'daki Kürt kardeşlerimiz, çabalarımız neticesinde, İngiliz derin devletinin sinsi planlarının farkına varmış durumdadır. Yıllardır hiçbir provokasyondan olumsuz etkilenmemiş olan bu halk, şu anda da ne İngiliz derin devletinin ne de PKK'nın hain pusularına itibar etmemektedir. İngiliz derin devleti, Musul entrikalarından bu yana, Kürt kardeşlerimizi bizden ayıramamıştır, bunu asla başaramayacaktır.
![]() | |
PKK'nın ilk bayrağı, üzerinde orak çekiç sembolleri olan kızıl komünist bayraktır.PKK toplantıları Marks, Engels ve Lenin posterleri altında yapılmaktadır. |
Lozan Antlaşması'nda Kapitülasyonlar
Kapitülasyon deyimi genel olarak bir ülkenin, başka bir ülkede yaşayan vatandaşlarının ve konsoloslarının o ülkede sahip oldukları mali, ticari, hukuki, idari vb. ayrıcalıkları ifade etmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, bu ayrıcalıkları 16. yüzyıldan itibaren Avrupa devletlerine ve bu devletlerin vatandaşlarına vermeye başladığında, elbette ki hedefi başkaydı. İmparatorluk yükseliş dönemindeydi; dönemin şartlarına uygun olarak verilmiş bu ayrıcalıkların ekonomiye katkısının olacağı düşünülüyordu. Osmanlı, o dönemde böylesine sakıncalı bir ayrıcalığın ileride nelere mal olacağını hesap edememişti.
İlk defa Fatih Sultan Mehmet döneminde Venediklilere verilen kapitülasyonlar, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransızlara da verilmiş ve ilerleyen dönemlerde başta İngiltere olmak üzere diğer devletlere de tanınmaya başlanmıştı. Padişahların hayatlarıyla sınırlı olan bu kapitülasyonlar 1740 yılında Fransa ile yapılan anlaşmayla birlikte süreklilik kazanmıştı. Bu tarihten sonra, başta İngiltere olmak üzere pek çok ülkeye tanınan kapitülasyonlar, Osmanlı ekonomisi, sanayisi, adli vb. sistemleri için büyük bir problem halini aldı. Söz konusu ticari ve hukuki ayrıcalıklar birikerek ve güçlendirilerek, 19. yüzyıla kadar gelecek ve ciddi sorunlara yol açacaktı. Önceleri tek taraflı olarak ve egemen konumdaki Osmanlı'nın çıkarları gözetilerek verilen bu ayrıcalıklar, sonraları Devlet-i Ali'nin elindeki bazı hakların ikili anlaşmalarla yabancı devletlere bırakıldığı bir sisteme dönüşecekti.
Bu ayrıcalıkları gerek açıktan, gerekse kapalı kapılar ardından yöneten ve takip edenlerin başında İngiliz derin devleti vardı.
Büyük Britanya'nın Büyük Çıkarları
1820'lere gelindiğinde İngiltere, sanayi devrimini tamamlamış ve Napolyon Savaşları sonucunda Fransa'yı yenerek dünya pazarlarında rakipsiz duruma gelmişti. Ancak, aynı yıllarda, sanayi devrimini yaşamakta olan diğer Avrupa ülkeleri korumacı önlemlerle İngiliz mamullerinin kendi pazarlarına girmesini engelliyorlardı. Bu durumda İngiliz sermayesi Avrupa dışındaki ülkelere yöneldi. 1820'lerden 1840'lara kadarki dönemde İngiltere, Latin Amerika'dan Çin'e kadar pek çok ülkede serbest ticaret antlaşmaları imzaladı.404 Bu imzalar mümkünse yerel iktidarları kendi yanına alarak, gerektiğinde ise silah gücü kullanarak gerçekleşiyordu. Örneğin 1839 yılında Çin'in, İngiltere'nin ülkesine afyon satışını yasaklaması üzerine, İngiltere, bu ülkeye savaş ilan etmiştir. Bu savaşı kazanan İngilizler, Çin Hükümeti'ne İngiltere'ye geniş kapitülasyonlar tanıyan antlaşmaları imzalatmıştı.
Ancak tüm bu çabaların sonucu İngiliz derin devletinin beklediği gibi olmadı.
19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'da gümrük vergileri genel olarak yükseldi ve 1819-1835 yılları arasında İngiltere'nin dış ticaretinde durgunluk baş gösterdi.405 Bu durum ülkenin genç sanayisine ağır zararlar verebilirdi ve derhal yeni pazarlar bulunmalıydı. Gerileme sürecine girmekle birlikte Osmanlı Devleti, geniş toprakları ve zengin halkıyla bu sırada dünyanın en varlıklı ülkelerinden biri durumundaydı. İştah açıcı ve karlı pazar olmaya uygun olan bu haliyle Osmanlı devleti, İngiliz derin devletinin birden ilgi odağı haline geldi. Bu pazar üzerinde hakimiyet kurmak amacıyla İngiltere, Osmanlı Devleti ile bir serbest ticaret antlaşması imzalayabilmenin her türlü yolunu sonuna kadar zorladı.406 İşte kullanılan bu yollar sayesinde 16 Ağustos 1838 tarihinde Osmanlı'yla, daha önce detaylarını gördüğümüz, Baltalimanı Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması imzalandı.
Antlaşmanın içeriği özetle şöyleydi:
1- Mevcut kapitülasyonlar devam edecek, bu antlaşma ile verilen yeni imtiyazlar eskilerine eklenecekti.
2- İngilizler, ülkedeki tarım ve sanayi ürünlerini serbestçe alıp satabileceklerdi.
3- Osmanlı Devleti, iç ticarette uyguladığı her türlü tekeli (yed-i vahid) ve ihracat yasaklarını kaldıracaktı.
4- Yabancı tüccarlar, bütün Osmanlı ülkesinde en çok gözetilen yerli tüccarlara sağlanan hak ve kolaylıklardan yararlanacaktı.
5- İhracattan alınan vergiler %12, ithalattan alınan vergiler ise %5 olacaktı.
1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması, iç ve dış ticaretteki her türlü sınırlamayı kaldırarak yabancı malların ülkeye kolayca girişini ve her türlü yerli malın ise önemli ölçüde dışarı götürülmesini kolaylaştırdı. Osmanlı sanayi ve ticaretini görünürde Avrupa'nın, gerçekte ise İngiltere'nin denetimine soktu.
1838'de kurulan bu ticaret sisteminin en önemli yanı, Osmanlı Devleti'nin dış ticaret üzerindeki egemenlik hakkının büyük bir kısmını geri dönüşü olmamak üzere kaybetmesiydi. Devletin önemli bir kaynağı olan ithalattan ve ihracattan alınan ek vergiler sınırlandırılmış ve Osmanlı, savaş gibi olağanüstü hallerde bu kaynaktan ek gelirler almaktan da mahrum kalmıştı.407
Bu süreç sonucunda, Ortadoğu'da İngiliz ticaret hacminde olağanüstü artışlar oldu. Örneğin 1837'de İstanbul'a gelen 432 İngiliz gemisi toplam 86.253 ton mal indirmişken, 1848 yılında bu rakamlar 1.392 gemiyle 358.422 tona yükselmişti. Artış giderek hızlandı ve 1856'da 2.504 gemiyle 898.753 tona ulaştı.408 İngiltere, Osmanlı pazarını tam anlamıyla hakimiyet altına almaktaydı; Osmanlı tüccarları ise gittikçe zayıflamaktaydılar.
![]() |
Osmanlı'da Kapitülasyonları Kaldırma Çabaları
Avrupalı Büyük Güçler (Düvel-i Muazzama), zayıflayan Osmanlı'da gittikçe daha fazla nüfuz alanı oluşturmak için tüm güçleriyle bastırıyorlardı. Kapitülasyonlar yüzünden Osmanlı Devleti'nin eli kolu bağlanmıştı. Devlet, kendi gümrüklerini düzenleyemiyordu. Ülkede Türklerden vergi alınıyor, fakat ticaret yapan yabancılardan vergi alınamıyordu. Türk topraklarında yaşayan yabancılar, Türk hukukuna göre muamele göremiyor, Türk mahkemeleri onları yargılayamıyordu. Bu insanlar, ülke içinde milli olan hiçbir şeyin parçası değillerdi. Açıkça, Osmanlı topraklarında –oldukça ayrıcalıklı olarak– kendi ülkelerinin hukukunu uyguluyor; ticaret yaparak yerli halktan daha fazla para kazanıyor, buna karşın vergiye tabi tutulmuyorlardı. Sağlık sektörü bile, yabancılara tanınmış olağanüstü ayrıcalıklarla doluydu.
Kapitülasyonlar Osmanlı Devleti için açık bir yara gibiydi. Zaman ilerledikçe bu yarayı kapatabilmek için Osmanlı yöneticileri de çeşitli girişimlerin peşine düştüler.
Osmanlı Kabinesi'nde kapitülasyonların kaldırılması yönündeki ilk görüşme, 2 Eylül 1914'te yapıldı ve bu görüşmede, kapitülasyonların kaldırılmasına dair bir muhtıra hazırlanılmasına karar verildi.
Bunun ardından, Adliye Nezareti'nde Nazır Pirizade İbrahim Bey başkanlığında bir komisyon oluşturuldu.409 Komisyon, 4 Eylül'de kapitülasyonların kaldırılması gerektiği hakkında sadrazamlığa yazılacak tezkerenin esaslarını kararlaştırdı ve tezkereyi 5 Eylül 1914 günü sundu. Bunun üzerine hükümetin 5 Eylül 1914 tarihli Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu) toplantısında, gerek iktisadi, gerekse adli tüm kapitülasyonların kaldırılmasına karar verildi.
8 Eylül'de hükümet yeniden toplandı, yazılan nota okundu ve onaylanan metnin 9 Eylül 1914 akşamı başkentteki büyükelçilere tebliğ edilmesi kararlaştırıldı. Yine 8 Eylül günü, Padişah'ın da kapitülasyonların kaldırılması konusundaki iradesi çıktı. İrade metni şu şekilde kaleme alınmıştı:
Memalik-i Osmaniye'de (Osmanlı memleketinde) mukim teba-ı ecnebiye (ikamet eden yabancılar) hakkında dahi hukuk-u umumiye-i düvel (devletler genel hukuku) ahkâmı dairesinde muamele olunmak (hükmedilmek) üzere elyevm (bugün) cari (yürürlükte olan) mali ve iktisadi ve adli ve idari, "kapitülasyon" namı altındaki bilcümle imtiyazat-ı ecnebiyenin (yabancılara tanınan imtiyazların tümü) ve onlara müteferri (bağlı) veya onlardan mütevellid (kaynaklanan) bilcümle müsaidat (tüm izinler) ve hukukun fi'mabad (hukukun bundan sonra) ref ve ilgası (kaldırılıp hükümsüz kılınması) meclis-i vükela (meclis vekilleri) kararıyla tensib olunmuştur (uygun görülmüştür). İş bu irade-i seniye (Padişah emri) 18 Eylül 1330 [1 Ekim 1914] tarihinden itibaren meri-ül ahkâm (geçerli) olacaktır.410
![]() |
Osmanlı'ya büyük bir yük olan kapitülasyonlar, 1914 yılında kaldırılmış, fakat I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmamız kapitülasyonları yeniden karşımıza çıkarmıştır.(Altta) I. Dünya Savaşı'nın bittiği yıl, yoksul düşen Osmanlı halkına bir hayırsever ekmek dağıtıyor. |
Tam Bağımsızlık İçin Kapitülasyonların Kaldırılması Şarttır
Osmanlı devlet yönetiminin kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmaya çalışması, dönemin şartları içinde değerlendirildiğinde geç kalınmış, fakat son derece mantıklı bir karardı. Yaklaşık 2 ay öncesinde Avrupa'da başlamış bir dünya savaşı vardı ve ateşi her an Osmanlı topraklarına sıçramak üzereydi. Bu süreç içinde kapitülasyon haklarına sahip olan karşı devletlerin derdi başından aşkın olacaktı. Öte yandan İmparatorluğun büyük bir kesiminde bu gelişme büyük bir sevinçle karşılandı. Osmanlı Devleti, sırtına yüklenmiş büyük bir yükten kurtulmuş oluyordu.
Özellikle Avrupa ülkelerinin elçilerinden kapitülasyonların kaldırılmasına büyük tepkiler gelmişse de, bu konudan taviz verilmedi. Elbette elçilerin taleplerine göre yeni düzenlemeler yapılmıştı fakat bunlar kesinlikle kapitülasyonlarla verilen ayrıcalıklar gibi değildi. Osmanlı, bu önemli kararın uygulanması ile büyük ve yeni bir adım atmış olacak ve üzerindeki boyunduruktan kurtulacaktı. Fakat bu sevinç kısa sürmüştü. Osmanlı, I. Dünya Savaşı'na katılmak zorunda kalmış, bu savaştan yenilgiyle çıkmış ve 30 Ekim 1918'de yenilmiş bir devlet olarak tekrar başka devletlerin boyunduruğu altına girmişti. Osmanlı'ya karşı uygulamaya konan ilk maddelerden biri de kapitülasyonlar olacaktı.
Milli Mücadele yıllarında da Mustafa Kemal, kapitülasyonlar konusunu oldukça ciddiye almıştır. Mustafa Kemal Paşa, kongrelerde tam bağımsızlıktan yana tavırlar ortaya koymuştur. Osmanlı Mebusan Meclisi'nde Misak-ı Milli görüşmelerinin yapıldığı (22-28 Ocak 1920) sırada yine kapitülasyonlar tartışılmıştır. Nitekim orada alınan kararların 6. maddesi özetle şöyledir: "...Milli ve ekonomik gelişmemizi sağlamak amacıyla her devlet gibi tam serbestlik ve bağımsızlığın sağlanması, devamlılığımız için esastır. Bu nedenle siyasi, adli, ticari ve mali gelişmemize engel olacak sınırlamaların kaldırılması gerekmektedir..."411
İşte bu nedenledir ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün, delegeleri Lozan'a gönderirken taviz kabul etmediği en önemli konulardan biri, kapitülasyonlar konusu olmuştur.
Lozan yolundayken, Avrupa devletlerinin de kapitülasyonların, yani ticari ve adli ayrıcalıkların peşinde olacakları bilinmektedir. Bu nedenle yeni Türk devleti, bu konuda hazırlıklıdır ve özellikle bağımsızlık ilkesinden taviz vermeden bu konuyu ele alacaktır. Bu konuda karşısındaki en büyük engellerden biri de kuşkusuz, yeni Türk devletinin bağımsızlığını kabul etmeyen yegane ülke olan İngiltere olacaktır.
![]() |
Lozan heyeti |
Lozan Yolunda
Lozan yolunda milli heyete kapitülasyonlar konusunda iletilen izahat son derece kısa ve özdü:
Kapitülasyonlar asla kabul edilemez. Gerekirse müzakerelerin kesilmesine gidilir.412
Aslında bu konunun çözüme ulaştırılması konusunda büyük zorluklar olacağını herkes tahmin etmekteydi. Söz konusu ayrıcalıkların devam etmesinde, Konferansa katılan veya katılmayan pek çok devletin çıkarları söz konusu idi. Ayrıca bu ayrıcalıklara Batılılar, en azından 400 yıldan beri alışmış ve tüm ilişkiler bu temele dayandırılmıştı. Bu nedenle karşı devletler bu konuda işbirliği yapmış gibi ayrıcalıkların devamını istiyorlardı. Bu bakımdan Lozan'da kapitülasyonların tümden tasfiye edilmesi oldukça zor görünüyordu.
Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa'nın; "Bunda bütün müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardır. Biz ise bu meseleyi hayati davalarımızdan biri sayıyorduk", diyerek meselenin aşılması şart bir konu olduğunu vurgulamıştır.413
Karşılıklı Güç Yoklamaları
27 Kasım 1922'de Mali ve Ekonomik İşler Komisyonu kapitülasyonları görüşmek üzere toplandı. İsmet Paşa, Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığını kısıtlayan tüm sınırlamaların kaldırılmasını istedi. Kapitülasyonların bir milletin bağımsızlığı ile bağdaşmayacağını, Türkiye'deki yabancıların durumunun, tüm uygar ve bağımsız ülkelerde yürürlükte olan genel yasalara benzeyen düzenlemelerle güvence altına alındığını ve Türk delegasyonunun ancak bu ilkeye göre tali komisyonlarda çalışabileceklerini belirtti.414
Ülkesi, kapitülasyonlardan dolayı büyük ölçüde çıkar sağlayan Fransız delegesi, bunun yerine bir başka sistemin konmasını ısrarla istemekteydi. Ancak o sırada tamamen belirsiz olan bu yeni sistemin, her halükarda yine devletin güvenliğini veya bağımsızlığını zedeleyecek olmasından dolayı, İsmet Paşa bunun kabulünün mümkün olmayacağını belirtmişti.
Lord Curzon, "kapitülasyonların antlaşma haklarına dayandığını" söylüyor; hatta bu hakların kaldırılmasına "Osmanlı'nın müttefiki olan Almanların bile karşı çıktığını" ifade ediyordu. Ayrıca konuşmasında, tarafların üzerinde anlaşacağı yeni bir sistem getirilmeden kapitülasyonların kaldırılamayacağını da ifade ediyordu.415
Türkiye için ne şekilde olursa olsun kapitülasyonları kabul etmeme ana ilke idi. 28 Aralık 1922'de çalışmalar çıkmaza girdi. Karşı tarafın önerileri, Türk egemenliğini ihlal edici bulunduğundan hiç bir şekilde kabul edilmedi. İsmet Paşa bu konuda, "Türkiye'deki yargı sisteminin, dünyada en iyi yönetilen ülkelerin yargı sistemlerinin ayarında olacağını" belirterek savunma yaptı. Bu sistemin değiştirilmesini, yabancı yargıçların Türkiye'de görevlendirilmesini ve hatta geçici bir sistemin uygulanmasını ve buna benzer her türlü öneriyi, Türkiye'nin bağımsızlığına karşı bir saldırı olarak niteleyerek kabul etmedi.416
Bu şartlar altında sürdürülen çalışmalardan bir sonuç alınamadı. İsmet Paşa ve Türk Heyeti, her ne isimle olursa olsun, bu konuda herhangi bir sınırlamayı kabul etmemiş ve yapılan baskı ve zorlamaları geri çevirmişti. Konferans 4 Şubat 1923 günü anlaşmazlıkla sona erdi.417
İkinci Deneme Başlıyor
Lozan Görüşmeleri'nin kesildiği devrede, 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde konuşan Mustafa Kemal, kapitülasyonlar konusunda hiçbir tavizin verilmeyeceğini şu sözlerle ifade etmişti:
Osmanlı Devleti hakikatte ve fiilen istiklalden mahrum bir hale getirilmişti. Bir devlet ki kendi tebaasına koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz; bir devlet ki gümrüklerini düzenleme hakkından yasaklıdır… Ve bir devlet ki yabancılar üzerinde yargı hakkını kullanamaz. Böyle bir devlete bağımsız denilemez…418
Bu sözler, kapitülasyonların kaldırılmasının Türk tarafı açısından mecburi olduğunu tekrar belgeliyordu. Nitekim Lozan Görüşmeleri'nin, kapitülasyonlar nedeniyle kesintiye uğraması Türk tarafının kararlılığını etkilememişti. Öyle ki, 10 yıllık savaşın ardından varını yoğunu kaybetmiş Türk tarafı, tekrar savaş hazırlıkları yapmaktan çekinmedi. Lozan Görüşmeleri'nin kapitülasyonlar nedeniyle kesintiye uğramasıyla Mustafa Kemal, Türk ordusuna savaş hazırlıklarını yapmasını emretti.
Aslında Lozan Konferansı'nın kesintiye uğraması İtilaf Devletleri'nin hiç de işine gelmiyordu. Büyük yıkım getiren I. Dünya Savaşı sonrasında hiçbirinin yeni bir savaşa girmeye niyeti yoktu; keza 4 yıllık korkunç savaş, yeneni de yenileni de harap etmişti. Ayrıca "barıştan yana olmamak", Avrupa ülkelerinin üzerlerine alabileceği bir sorumluluk değildi. Savaştan yorgun düşmüş Batı kamuoyunun barış istemesi, İtilaf Devletleri'nin kapitülasyonlar konusunda daha fazla ısrarcı davranmamasında büyük rol oynamıştı. Barış görüşmelerini durduran taraf olmak, barışı istemeyen taraf olmakla eşdeğerdi ve böyle bir devletin büyük ölçüde hem kendi halkı hem de diğer devletler tarafından dışlanacağı açıktı. Avrupa, bunu göze alamazdı.
Dahası, 1921'de Türkiye ile dostluk anlaşması imzalamış olan Sovyetler Birliği, eğer tekrar savaş çıkarsa Türkiye'nin yanında savaşa gireceğini duyurmuştu. Bu durum, İtilaf Devletleri açısından tüm dengeleri değiştiriyordu.
Bu konuda Türkiye'nin kararlı tutumunu gören Batılı devletler, Lozan Konferansı'nın yeniden başlatılması yönünde çalışmalar başlattılar. Böylece Lozan Konferansı'nın ikinci dönemi 23 Nisan 1923'te açıldı. Bu kez Konferansa Lord Curzon ve "eski ünlüler" gelmemişti. İngiliz Heyeti ve Konferansın başkanı, İstanbul Yüksek Komiseri Horace Rumbold olmuştu.
Kapitülasyonlar, Lozan Konferansı'nı sonuçlandırma konusunda en büyük engeldi. Batılılar, ekonomik çevrelerinden de gelen baskıların da etkisiyle kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyorlardı. Türkiye ise hiçbir sınırlamayı kabul etmiyordu. Bu nedenle ikinci dönemin açılışından 4 Mayıs'a kadar geçen sürede yapılan görüşme ve tartışmalardan bir sonuca varılamadı. Öteki mali konular da diğer zorlukları oluşturmaya devam etti.
![]() |
Lord Curzon ve eşi, İngiliz derin devletinin günümüzde de önemli sembolleri arasında bulunan "fil" üzerinde gezinti yaparken |
Uzun tartışmalardan sonra, Türkiye için en önemli sorunlardan birisi olan kapitülasyonlar maddesi antlaşmaya konulmak üzere şu şekilde tespit edildi:
Madde 28: Bu Antlaşmayı imza eden akitlerin her birisi, kendisini ilgilendiren yönde, Türkiye'deki kapitülasyonların her bakımdan tam olarak ilgasını (yürürlükten kaldırıldığını) beyan etmeyi kabul ederler.419
Bu arada sağlık kapitülasyonları da, İstanbul'da bir doktorluk komitesi şeklinde istenmişse de kabul edilmedi. Sonuçta Türkiye'de 5 yıl müddetle, müşavir unvanı ile üç Avrupalı doktorun karantina işlerinde çalışmasına izin verilecek bir yöntem kabul edildi. Bu gelişme ile sağlık kapitülasyonları da sona ermişti. Beş yıl sonra bu üç yabancı doktorun da görevlerine son verildi ve sağlık işleri de tamamen millileştirildi. Atatürk bu konuyu Nutuk'ta "bu konuda hiçbir kapitüler kayıt yoktu. İstişari mahiyette olmak üzere bir kaç yabancı mütehassısın 5 yıl için hizmetimizi almasını kabul ettik" şeklinde açıklamıştır.420
Böylece Türk heyetinin kesin kararlı tutumu sayesinde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni geçmişin prangasından kurtaracak şekilde kapitülasyonlar ortadan kaldırıldı. Türkiye, tam bağımsızlık ilkesini bu şekilde kazanmakla beraber, İngiliz derin devletinin yıllar süren "sömürge" planını da alt üst etmiştir. İngiliz derin devleti, kurnazca devletlerin içine sızarak ülkeleri ekonomik ve hukuki anlamda hegemonya altına alma planını, yeni Türkiye üzerinde uygulayamamıştır. Bu nedenledir ki Lozan Görüşmeleri'ni sürdüren İngiliz heyeti için kapitülasyon tavizi, büyük bir hezimet olarak karşılanmıştır. 14 Nisan 1924 tarihli Time dergisi, sonuçlanan Lozan'ın ardından şu yorumda bulunmuştur:
Lozan Antlaşması, yüz yıldan fazla süredir İngiliz diplomasisinin ilk göze çarpan başarısızlığıydı.
Aynı yazıda, İngiliz derin devletinin kirli planlarının geri teptiği ise şu sözlerle ifade edilmiştir:
Neticede, Lozan Antlaşması, Türkiye'yi yaka paça Avrupa'dan atmak yerine, Avrupa'yı Türkiye'den attı.421
İngiliz Derin Devletinin Kapitülasyon Planı
Kapitülasyonlar konusunu incelerken, İngiliz derin devletinin, sonraki yüzyılları kapsayacak derin planlar kuran bir yapılanma olduğu gerçeği mutlaka akılda tutulmalıdır. İngiliz derin devleti, Osmanlı imkanlarından faydalanmak için İngiltere'nin aldığı bu ayrıcalıkları zaman içinde genişletmiş, Osmanlı'nın bu konuda iyi niyetinden ve zayıflığından yararlanmış ve daha sonra Osmanlı Devleti içinde bir yapılanma oluşturmuştur. Öyle ki, bu yapılanma içinde Osmanlı topraklarında yabancıların mahkemeleri hüküm sürmekte, Osmanlı toprakları yabancılar tarafından parsellenmekte ve alınıp-satılmakta ve yine Osmanlı toprakları üzerinde en iyi sağlık hizmetleri yabancı doktorlar tarafından yabancılara sunulmaktadır. Türk vatanında Türklerden daha ayrıcalıklı hale gelen söz konusu yabancılar, doğrudan devleti yağmalamakta ve tümüyle Osmanlı kanunlarından bağımsız bir hayat yaşamaktadırlar. Bu kişiler, Türk tacirlerinden daha fazla haklara sahip oldukları için ülkedeki tüm ticareti yürütmüşlerdir. Bu sistem, İngiliz derin devletinin yıllar içinde geliştirdiği sinsi planın uygulamasıdır. Bugün sömürge ülkelerinde veya İngiliz derin devletinin nüfuz ettiği diğer ülkelerde de görülen bu sinsi yapılanma, Osmanlı'nın kendi içine kadar girmiş, devlet sistemini ele geçirmiş ve kendi hegemonyasını kurmuştur. İngiliz derin devleti, bu sistemi koz olarak kullanarak ülke içinde rahatça ajanlar yerleştirebilmiştir. Bu durum, öylesine sistemli şekilde gerçekleşmiştir ki, yeni Türk Devleti, bu virüsü bünyesinden atmak için olağanüstü bir savaş vermiştir.
Bugün Ortadoğu'da, özellikle de Afrika'da, İngiliz derin devletinin himayesindeki ülkelere bakıldığında, derin devletin, bu ülkelerin tüm kaynaklarını kullanıp zenginleştiğine, sömürülen ülke halklarınınsa açlıktan ve yoksulluktan perişan olduklarına şahit oluruz. Bu, İngiliz derin devletinin bilindik politikasıdır. Osmanlı üzerinde kapitülasyonlar ile kurgulanan sistem de bu olmuştur. Fakat Allah, Türk milleti üzerinde bu oyuna izin vermemiş ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'yı ve dönemin yürekli Türk insanlarını vesile ederek İngiliz derin devleti hegemonyasını durdurmuştur. Kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti'ni içten sömürme sisteminin farklı adıdır. Mutlaka bertaraf edilmesi gereken bu bela, Lozan Görüşmeleri'nin önemli bir zaferidir.
Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz. (Araf Suresi, 99)
Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık. (Enbiya Suresi, 70)
![]() |
Geçmişte olduğu gibi bugün de özellikle Afrika'da sömürülen ülkeler gitgite fakirleşmekte ve kıtlıkla boğuşmakta, sömürenler ise zenginleşmektedirler. |
![]() |
Adnan Oktar Says |
Adnan Oktar: We are in the End Times, the period of the Mahdi. God designed the world according to it. The world is created to be a place of trial for people. It is created for us to be the servants of God, for us to pray. God has given life to the world so that Islamic Union can be established, which is the reason for the current life of it. The time for the Day of Judgment has in fact come, but it has been prolonged to allow Hazrat Mahdi (pbuh) to appear and the Islamic Union to be established. The thing they now call the "New Ottoman Empire" or the Ottoman model in fact refers to the movement of the Mahdi. Islamic Union is one of the names of the Mahdi movement. The names make no difference. The resulting system will produce independent states, independent in domestic affairs, independent in foreign affairs; but it's a system where brotherhood, love, friendship and peace reign; one in which enthusiasm, good intentions, charity, art and science reign over the world, and in which the world will be like a family connected by a single bond. Everybody loves everybody; there is no oppression, no intimidation, no violence, no war, and no armament race. The whole world will become wealthy. Imagine what would happen if arms factories were converted into factories to manufacture household goods, like refrigerators and washing machines. Imagine that they manufacture prefabricated houses. The world would turn into paradise. What use is there for weapons? They are trying to improve the destructiveness of weapons. But we wish for a world where no defense, no defensive rockets, no rockets which can shoot down lethal rockets in mid air are needed. We wish the resources spent on these weapons to be instead spent on health, food, water and shelter. (Excerpt from Mr. Adnan Oktar's interview on A9 TV on November 29, 2012) Adnan Oktar: Muslims always have an ideal: It is the Islamic Union. The greatest ideal is the reign of Islamic moral values over the world. It is the ideal, the dream of every Muslim that the whole world will be free from war, terror, anarchy, turmoil, oppression, weapons and horror, that everyone will be brothers and live in peace, and the world will be like paradise. Paradise is presented to us as the main goal. We will aim for paradise on earth too, and we will aim for it also in the hereafter. Therefore, we embrace everyone who is on the true path with love and profound affection. (Excerpt from Mr. Adnan Oktar's interview on A9 TV on February 3, 2013) |
İngiliz Hegemonyasını Reddeden İmanlı Türk Halkı
![]() |
İngiliz Yüksek Komiser Vekili Sir Nevile Meyrick Henderson |
Türklerin Lozan'da elde ettiği bu zaferi kendine yediremeyen İngiliz liderler, imzaların atılmasından sonra "kendilerini rahatlatmak için" çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. İngiliz derin devleti, Lozan'da olmasa da sonrasında Türkiye diye bir devletin kalmayacağına yönelik hayalini her fırsatta dile getirmiştir.
Lozan Görüşmeleri'nin büyük kısmını yürüten İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Lozan'da imzaların atılmasından sadece dokuz gün sonra, İngiltere'nin Paris ve Roma büyükelçilerine gönderdiği talimatta, Türkiye'nin küçük bir devlet olduğunu, Müttefiklerin Türkiye'ye büyükelçi göndermemelerini ve maslahatgüzar gibi çok düşük düzeyli bir temsilci göndermenin uygun olabileceğini söylemiştir.422
Lozan'ın imzalarının atılmasından sadece 21 gün sonra ise, İstanbul'daki İngiliz diplomat Sir Nevile Meyrick Henderson Londra'ya gönderdiği raporda, şu sözleri sarf etmiştir:
Türkiye küçülmüş, yoksul düşmüş ve nüfus kaybetmiştir. Büyüklük, zenginlik ve nüfus bakımından önemsiz olan Türkiye gibi bir memlekete büyükelçi göndermek fazla olabilir… Bugünkü Türk Hükümeti ayakta duramazsa –ki uzun zaman ayakta duramaz kanaatindeyim– o zaman İngiliz Büyükelçiliği hangi şehirde olursa Türk Hükümeti de oraya gelecektir. Bizim desteğimizle sürüklenmesi kaçınılmaz. Bu anarşide şimdiki hükümet düşecek ve bizimle işbirliği yapacak yeni bir hükümet işbaşına gelecektir.423
![]() |
İşgal yıllarında su kuyruğundaki Türk halkı |
Henderson'un kendine böylesine özgüvenle sarf ettiği sözleri kuşkusuz boşuna değildir. Keza, İngiliz derin devleti, Türkiye üzerinde uygulamaya çalıştığı sinsi stratejiyi pek çok ülke üzerinde uygulamış ve neredeyse tümünde devletler, tıpkı Henderson'un dediği gibi, eninde sonunda İngiliz derin devletin talimatlarına göre şekillenmişlerdir. Henderson'un hesaba katmadığı asıl konu ise, Atatürk'ün ve Türk milletinin hiç yılmayan azmi ve imanıdır. Böylesine büyük bir lidere ve imanlı bir millete sahip Türk devleti üzerinde kimsenin pranga vuracak gücü kalmamıştır. Lozan öncesinde ve sonrasında böylesine üst perdeden konuşan İngiliz derin devlet temsilcileri, zaman ilerledikçe imanlı millete karşı güçlerinin yetmeyeceğini anlamışlardır. Gladstone'un 1800'lerde, "Türkleri yenmek için ellerinden Kuran'ı almak gerektiğine" dair ifadeleri, imanlı milletin asla yenilmeyeceğinin, İngilizler tarafından aslında 19. yüzyıldan beri biliniyor olduğunu göstermektedir.
Türkiye, Hz. Mehdi (as)'ın zuhur edeceği mübarek bir ülke; İstanbul, bu zuhurun gerçekleşeceği mübarek bir şehirdir. Hz. Mehdi (as) da, onun çıkacağı kutlu bölge de daima Allah'ın koruması altında olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye'nin kaderinde, sinsi derin devletlerin oyununa gelme, bölünme ve parçalanma yoktur. Türkiye üzerindeki hiçbir sinsi plan başarılı olamamıştır ve başarılı olması mümkün değildir. Türkiye üzerinde planlar geliştiren İngiliz derin devletinin elemanları bu gerçeği daima akıllarında tutmalıdırlar.
Şüphesiz Allah, (müşriklerin saldırı ve sinsi tuzaklarını) iman edenlerden uzaklaştırmaktadır. Gerçekten Allah, hain ve nankör olan kimseyi sevmez. (Hac Suresi, 38)
Dipnotlar
316. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Doğan Kardeş Basımevi, 1969, s. 127
317. Frederick Madden, E. T. Williams and D. K. Fieldhouse, Oxford and the Idea of Commonwealth Essays Presented to Sir Edgar Williams, London: Croom Helm, 1982, s. 99
318. "William Ewart Gladstone", Wikipedia, https://tr.wikipedia.org/wiki/William_Ewart_Gladstone
319. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 26
320. Taha Akyol, a.g.e., s. 22
321. Özcan Pehlivanoğlu, "Balkanlar Gelecekte Neleri Yaşar", Balkanlar Net, http://www.balkanlar.net/forum/index.php?topic=23694.0;wap2
322. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler: Mütareke Dönemi, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s. 27
323. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 28
324. Semih Yalçın, "Misâk-ı Millî ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi", Tarih Araştırmaları, http:/ /www.tariharastirmalari.com/musulmeselesi.html
325. Zülal Keleş, "Musul Meselesi," Türk Tarihi Araştırmaları, http://www.altayli.net/musul-meselesi.html
326. Kemal Melek, "Türk-İngiliz İlişkileri (1890-1926) ve Musul Petrolleri", Esat Çam (der.), Türk Dış Politikasında Sorunlar, İstanbul: Der Yayınları, 1989, s. 28 - Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2003, s. 7
327. Esra Sarıkoyuncu Değerli, "Lozan Barış Konferansı'nda Musul", Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 10, sayı 18, Aralık 2007, s. 127-140
328. On Yıllık Savaşın Günlüğü, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın Günlüğü, İsmet Görgülü (haz.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997, s. 89
329. Hatırat (1913-1922) Cemal Paşa, Alpay Kabacalı (haz.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, s. 180
330. Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, c.1, Yüksel Kanar ve Süheyl İzzet Furgaç (haz.), İstanbul: Nehir Yayınları, 1992, s. 210-211
331. Zafer Kaya, "Musul Meselesine Genel Bir Bakış", Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 1, s. 8, 2004, s. 119
332. Tevfik Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi 1, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara: Genelkurmay Yayınları, 1962, s. 78-79
333. Mim Kemal Öke; Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31
334. Semih Yalçın, "Misâk-ı Millî ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi", Tarih Araştırmaları, http:// www.tariharastirmalari.com/musulmeselesi.html
335. Semih Yalçın, a.g.m.
336. Kemal Melek, "Türk-İngiliz İlişkileri (1890-1926) ve Musul Petrolleri", Esat Çam (der.), Türk Dış Politikasında Sorunlar, İstanbul: Der Yayınları, 1989, s. 28 - Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2003, s. 40; Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti'nin Harici Siyasası, Ankara: TTK Yayınları, 1973, s. 32
337. Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, çev. Şerif Erol, İstanbul: Sabah Yayınları 1996, s. 221-222
338. Osman Olcay, Sevr Anlaşmasına Doğru, SBF Yayınları, Ankara: 1981, s. 121;. U. Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, Tekin Yayınları, 19. Baskı, 1995, s. 28
339. Kemal Koçoz, "Lozan Süreci", http://add.org.tr/kemal-kocoz-lozan-sureci/
340. Mustafa Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler, c. III, Ankara: A. Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları 1981, s. 78
341. "Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi", ATASE, Ankara, Klasör 15, Gömlek 38, Belge 38/1
342. "Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi", ATASE. Ankara, Klasör 15, Gömlek 38, Belge 38/2
343. Mustafa Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler, c. III, Ankara: A. Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları 1981, s. 12; "Atatürk'ün Milli Dış Politikası", c. I, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 35-36
344. Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 24
345. Sibel Turan, "Türkiye'nin Coğrafi Konumunun Dış Politikasına Etkisi", Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1992, s. 101
346. Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petro-politik, Ankara: Turkish Daily News Yayınları, 1995, s. 179
347. Ali Balcı, Türkiye Dış Politikası (3. Bölüm), İstanbul: Etkileşim Yayınevi, 2013
348. "UK The Parliamentary Archives", BL/G/13/18 Colonial Office adına Bindsay'in 4 Ocak tarihli Curzon'a gönderdiği telgrafları
349. Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar Belgeler, c. 7, İstanbul: TTK Yayınları 1993, s. 346-347.
350. Seha L. Meray, a.g.e., s. 360
351. TBMM, Lozan Görüşmeleri Zabıt Ceridesi (ZC), c. 26, s. 505–506
352. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s: 224
353. Taha Akyol, a.g.e., s. 225
354. Taha Akyol, a.g.e., s. 225
355. İsmail Göldaş, Lozan: Biz Türkler ve Kürtler, İstanbul: Avesta Yayınları, 2000, s. 25
356. Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, çev. Şerif Erol, İstanbul: Sabah Yayınları 1996, s. 227
357. Sezen Kılıç, "Musul Sorunu ve Lozan", Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM), http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-71/musul-sorunu-ve-lozan
358. İhsan Şerif Kaymaz, "Birinci Dünya Savaşı Sonunda Musul Vilayetinde İngiliz Yönetiminin Kurulması", Memleket Siyaset/Yönetim Dergisi, c. 5, 2010
359. Bilal N. Şimşir, Lozan Telgrafları – 1, (1922-1923), Ankara: TTK Yayınları, 1990, s. 288-289 (telgraf no: 149, 150, 151)
360. Bilal N. Şimşir, a.g.e., s. 328 (telgraf no: 180, 181, 182)
361. "İngiltere Parlemento Arşivi," BL/111/12/42; Esra Sarıkoyuncu Değerli, "Lozan Barış Konferansı'nda Musul", Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c.10, sayı 18, Aralık 2007, s. 133
362. "İngiltere Ulusal Arşivi" PRO, FO 371/9059'dan aktaran Salahi Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan'ın Perde Arkası, Ankara: TTK Yayınları, 2006, s, 95-96
363. "Walter Long, 1st Viscount Long", Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Walter_Long,_1st_Viscount_ Long
364. Her ne kadar Curzon 17 Ocak tarihinde Walter'e gönderdiği mektupta Türk heyetinin üç kişiden oluştuğunu ifade etmişse de 23 Ocak 1923 tarihinde yapılan öğleden sonraki oturumda İsmet Paşa Londra'ya iki kişi gönderildiğini söylemişti. (Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar Belgeler, c. 7, İstanbul: TTK Yayınları 1993, Birinci takım cilt: I, kitap I, s. 369)
365. İngiltere Parlamento Arşivi, BL/111/12/61; Esra Sarıkoyuncu Değerli, "Lozan Barış Konferansı'nda Musul", Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c.10, sayı 18, Aralık 2007, s. 134
366. K. Jeffrey ve A. Sharp, "Lord Curzon and the Use of Secret Intelligence at the Lausanne Conference: 1922-1923, The Turkish Yearbook, 1993; "Rumbold to Oliphant 18. 7. 23" Rumbold MSS De. 30 in the Bodleian Library, Oxford
367. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 231
368. Taha Akyol, a.g.e., s. 232
369. Gaye-i Milliye Gazetesi, 29 Mart 1921, s. 1
370. Fahri Belen; Askeri Siyasal ve Sosyal Yönleri ile Türk Kurtuluş Savaşı, Nadir Kitap, Ankara: 1973, s: 534-535; Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1987, s. 34
371. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 264-265
372. Haldun Eroğlu, "Tarihten Günümüze Irak ve Türkiye", Dokuzuncu Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Ankara: Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, 2005, s. 92
373. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 265
374. Salahi Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan'ın Perde Arkası, Ankara: TTK Yayınları, 2006, s. 321-322
375. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 266.
376. Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, (1919-1973), Cilt I, Ankara, A.Ü.S.B.F. Yayınları, 1982, s. 75
377. Levent Ayabakan, "Kürt-Nasturi İlişkileri ve Ağa Petros'un Özerk Asuri Devleti Projesi" (1919-1923), Sakarya Üniversitesi, Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi, C.1, S.1, s. 49-76
378. "Nasturiler", Wikipedia, https://tr.wikipedia.org/wiki /Nasturiler
379. BOA, (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Hariciye Nezareti, Tercüme Odası (HR.TO.), 258/72, 03 Nisan 1880 (1297.Ra.22); BOA, Sadaret, Mühime Kalemi Evrakı (A.}MKT.MHM.), 613/14, 17 Aralık 1895 (1313.Ca.29.); BOA, Dahiliye Mektubi Kalemi (DH.MKT.), 2087/7, 05 Ağustos 1897 (1315.B.06); BOA, Dahiliye, İdare (DH.İD.), 116/57, Ağustos 1913 (1331.Ra)
380. BOA, Yıldız, Yaveran ve Maiyet-i Seniye Erkan-ı Harbiye Dairesi (Y..PRK.MYD.), 7/115, 31 Ağustos 1888 (1305.Z.23); BOA, Yıldız, Başkitabet Dairesi Maruzatı (Y..PRK.BŞK.), 14/23, 13 Ekim 1888 (1306.S.07)
381. Aziz S Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, İstanbul: Doz Yayınları, 2005, s. 312
382. Abdurrahman Yılmaz, Osmanlı Cumhuriyet Döneminde Nasturi Ayaklanmaları, Tarih Okulu Dergisi, Mart 2015, sayı 21, s. 107-129
383. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İ.DH., 100258, 27 L. 1309. s.1
384. Taylor (1869) aktaran Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986, s. 86-87
385. Serdar Sakin ve Zeki Kapcı, "İngiltere, Nasturiler ve İç Toprak Projesi (1919-1922)", International Journal of History Studies, 2013, C. 5, sayı 5, s.211-212.
386. Deniz Bayburt, "Milli Mücadele Döneminde Süryaniler", Gazi Akademik Bakış Dergisi, c. 3, sayı 6, Yaz 2010, s. 48
387. Sakin ve Kapçı, "İngiltere, Nasturiler ve İç Toprak Projesi (1919-1922)", International Journal of History Studies, 2013, C. 5, sayı 5, s. 212
388. Deniz Bayburt, "Milli Mücadele Döneminde Süryaniler", Gazi Akademik Bakış Dergisi, c. 3, sayı 6, Yaz 2010, s. 59
389. İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Kaynak Yayınları, Şubat 2014, s. 179-182, 336
390. Cihangir İleri, "Türkiye'de Nasturi Sorunu (1830-1926)", Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Genel Türk Tarihi) ABD, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2000, s.71-72
391. İkdam, 21 Eylül 1924
392. Ergün Baybars, (1975) İstiklal Mahkemeleri. Bilgi. Konu için bak.: Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiyenin Dış Politikası, İstanbul, 1963; Ali Naci Karacan, Lozan, İkinci Baskı, İstanbul, 1971; Yusuf Hikmet Bayur, Yeni Türkiye'nin Harici Siyaseti, İstanbul, 1935; Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politikası, TTK yay., Ankara, 1986
393. İhsan Şerif Kaymaz, "Birinci Dünya Savaşı Sonunda Musul Vilayetinde İngiliz Yönetiminin Kurulması", Memleket Siyaset/Yönetim Dergisi, 2010, c. 5, sayı 14, s. 114
394. Suat Akgül, Musul Sorunu ve Nasturi İsyanı, Ankara: Berikan Yayınları, 2004, s. 107-108
395. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), "Hakkari harekatının 15 Eylül'de başlayacağının Cumhurbaşkanı'na bildirildiği", 1.6.8/28, 30..10.0.0., 14/09/1924
396. Yonca Anzerlioğlu, "Nasturiler ve 1924 Ayaklanması", (Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1996 s. 181
397. Suat Akgül, Musul Sorunu ve Nasturi İsyanı, Ankara: Berikan Yayınları, 2004, s. 33-34
398. TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 7-11
399. Benoit Méchin, Mustafa Kemal, Bilgi Yayınları, Ankara:1997, s. 268
400. Suat Zeyrek, "Milli Mücadele Sürecinde Türk – İngiliz Rekabeti: Kürt Sorunu", Türkiyat Mecmuası, c. 23/Bahar, 2013, s. 134
401. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 267
402. "Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeleri", E-Levant (1918-1929) Kürdistan Caucase Servisi, Vol. 101, s. 25; Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, Tekin Yayınları, 19. Baskı, İstanbul:1995, s. 168
403. Taha Akyol, a.g.e., s. 267-268; Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1988, s. 200
404. Şevket Pamuk, a.g.e., s. 200
405. Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, İstanbul: Belge Yayınları, 1986, s. 462
406. İsmail Özsoy, "1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması'ndan Gümrük Birliği'ne", Çerçeve Dergisi, sayı 15, Ekim 1995, s. 134
407. Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul: İşaret Yayınları, 1991, s. 86.
408. Ali Nejat Ölçen, Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi, Ankara: Ekin Yayınları, 1992, s. 114
409. Tahir Taner, Kapitülasyonlar Nasıl İlga Edildi, İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1956, s. 34
410. "Düstur, Tertibisani 6. Cilt s. 1273" naklen Ozan Arslan, "I. Dünya Savaşı Başında Kapitülasyonların İttihad ve Terakki Yönetimi Tarafından Kaldırılması ve Bu Gelişme Karşısında Büyük Güçlerin Tepkileri", Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Dergisi, c. 10 (1), 2008, s. 265
411. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi II: İmparatorluğun Çöküşünden Ulusal Direnişe, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1998, s. 82-91; Zeki Arıkan, "1536 Kapitülasyonları ve Cumhuriyet İdeolojisi", A. Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Atatürk Araştırmaları Dergisi, c. 24, sayı 37, 1963, s. 11-28
412. Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti, V. Kitap, Ankara: Başnur Yayınları, 1971, s. 8
413. Afet İnan, "Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi", Belleten, c. II/7-8, s. 277-291; Salahi Sonyel, "Lozan'da Türk Diplomasisi", Belleten, c. XXXVIII, sayı 149, s. 41-115; Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti'nin Harici Siyasası, Ankara: TTK Yayınları, 1973, s. 116- 130
414. Salahi Sonyel, a.g.m., s. 76
415. Salahi Sonyel, a.g.m., s. 77; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, c. 3, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1966, s. 112
416. Afet İnan, "Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi", Belleten, c. II/7-8, s. 293; Ahmet Yavuz, Lozan Barış Konferansı Tutanakları, c. II, Ankara: Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1972, s. 48 – 50
417. Şerafettin Turan, İsmet İnönü: Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, İstanbul: Bilgi Yayınevi 2003, s. 59 - 73; Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi, İstanbul: Savaş Yayınevi, 1981, s. 260
418. Mustafa Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler, c. III, Ankara: A. Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları 1981, s. 99-112
419. L. Seha Meray, Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar Belgeler, c. 7, İstanbul: TTK Yayınları 1993, takım II, cilt: I, kitap I, s. 30 - 31; Tevfik Rüştü Aras, Lozan'ın İzinde 10 Yıl, İstanbul 1935, s. 10 - 13; Tahir Tamer, "Lozan ve Kapitülasyonların İlgası", İ. Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, c. VII, sayı 4, 1941, s. 730
420. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1973, s. 758
421. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 323
422. Taha Akyol, a.g.e., s. 307
423. Taha Akyol, a.g.e., s. 308