Faşizm

Kitabın giriş bölümünde terör teriminin tanımını yaparken şöyle demiştik: "terör, en geniş anlamda, yoğun ve sistematik bir korkuyu ve bu korkuya neden olabilecek her türlü şiddet eylemini içerir". Bu tanıma önemli bir nokta daha eklemek gerekiyor. Terörün iki farklı türü olduğundan söz edilebilir çünkü: Biri ekonomik ya da siyasi çıkarlar adına uygulanan terör, öteki ise bir ideoloji adına yapılan terördür. Birincisine en iyi örnek, mafya örgütlerinin son tahlilde karlarını "maksimize" etmek için uyguladıkları terör, ikincisine en iyi örnek ise kendisini "devrimci" olarak tanımlayan ve "halkın kurtuluşu" gibi ideolojik söylemlerle savaşan solcu gerillaların terörüdür ("şehir" ya da "kır" gerillaları).

Birincisinde sadece ve sadece güç istenir; terörü uygulayanlar kendi kişisel ekonomik ya da politik güçlerini artırmak ya da korumak peşindedirler. İkincisinde de güç arayışı esastır, ama bu güç, bir ideoloji adına istenmektedir.

Bu iki terör türünün arasında bir yerlerde bir terör türünün olup olmadığını merak edip de siyasi tarihe bir göz atarsak, ilk göze çarpan şey "faşist" ya da "aşırı sağcı" şeklinde nitelenen terör türü olacaktır.

Faşist terör, ideolojik terörle ideolojik olmayan terörün arasında bir yerlerdedir, çünkü sahip olduğu ideolojik söyleme karşın, önemli bir bölümü kendisini uygulayanların çıkar beklentilerinden ve bir de "içgüdüsel" eğilimlerinden kaynak bulmaktadır.

Bir başka ifadeyle şöyle denebilir: Faşist terör, belirli bir ideolojinin adına yapılmaktadır. Bu ideolojinin en önemli unsuru ise ırkçılıktır. Ancak faşist terörün ardında, sadece bir ideolojik gerekçe yatmaz. Çünkü faşist terörü uygulayanlar, çoğu kez bu terörden önemli bir çıkar da elde ederler. Dolayısıyla, çoğu faşist örgütlenmede, ideoloji çıkarları kamufle etmek için kullanılır. Önce terör uygulanır, sonra da bu terörü sözde meşrulaştırıcı bir ideolojik söylem üretilir. Bu nedenle, faşist ideolojik söylemler çoğu kez son derece sığ ve ilkeldir.

Bunun yanında, faşistlerde "terör için terör" olarak özetlenebilecek psikoloji vardır. Kaba kuvvete karşı içgüdüsel bir hayranlık duymaktadırlar ve bu kuvvetin ifadesi olan şiddet eylemlerine, bu eylemler her hangi bir rasyonel amaç taşımasalar da, büyük bir sempati beslerler. Bu noktada terör, bir araç değil, başlı başına bir amaçtır; faşistin ruhundaki şiddet eğilimini tatmin eder çünkü.

Bu bölümde söz konusu faşist terörün bazı tarihsel örneklerine göz atacak ve bu örneklerin ortaya koyduğu standart "faşist portresi"ni inceleyeceğiz. Bunu yaparken de, özellikle bu faşist portresinin çoğu kez gözlerden uzak kalan üç ilginç özelliğini ele alacağız. Bu özellikler sırasıyla; neo-Paganizm, cinsel sapkınlık ve "Siyonist bağlantısı"dır.

Paganizm ve Hıristiyanlık

Faşizmin ideolojik altyapısının en önemli unsurunu ırkçılığın oluşturduğu söylenebilir. Tarihsel ve güncel faşizm örneklerine bakıldığında, hepsinin de merkezinde ırkçı ya da en azından aşırı milliyetçi bir söylem bulmak mümkündür. Faşizm adına uygulanan her türlü şiddet eylemi de bu ırkçı söyleme dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılır. Örneğin "etnik temizlik" uygulanır; çünkü bir etnik grup faşistlerin ait oldukları ırkın "saflığını" bozmakta ya da o ırka ait addedilen topraklar üzerinde yaşamaktadır. İllegal eylemler, cinayetler işlenir ve bunlar "ırkın ya da ulusun geleceğini korumak" gibi sözde kutsal amaçlara adanır.

Dolayısıyla faşizmin köklerini ırkçılıkta aramak, ırkçılığın nasıl ortaya çıktığına bakarak faşizmi analiz etmek gerekir.

Irkçılığı ele aldığımızda ilk söylenmesi gereken şey ise, bunun modern bir hastalık olduğudur. Modernizm öncesi çağlarda da ırkçılığın bazı yerel örnekleri görülmüştür belki —özellikle de Yahudilerde— ama bu ideolojinin yaygınlaşması ve pek çok topluma bulaşması, modernizmle birlikte gerçekleşmiştir.

Modernizmin ırkçılığa kaynaklık eden temel özelliği ise, dini toplumsal yaşamın dışına çıkarmış olması, bir başka deyişle din-dışı bir toplum kurmasıdır.

Modernizm öncesi çağda, yani Avrupa için konuşmak gerekirse Hıristiyanlığın topluma egemen olduğu eski zamanlarda, ırkçılık kendisine hayat sahası bulamıyordu. Bunun en büyük nedeni ise, Hıristiyanlığın —aynı İslam gibi— evrensel bir din olması ve insanlar arasındaki ırk, dil, renk gibi farklılıkları önemsizleştirmesiydi. Hıristiyanlık, bunun da ötesinde, faşizmin diğer temel ideolojik kaynaklarını, yani örneğin şiddetin yüceltilmesini, savaşın kutsanmasını, ölmenin ve öldürmenin başlı başına bir değer olarak algılanmasını da tamamen engelleyen bir kültürel çevre oluşturmuştu.

Oysa bu kültürel çevre, Hıristiyanlığın egemenliğinden önce Avrupa'da mevcuttu. Hıristiyanlık gelmeden önce, Avrupalı toplumlar, ait oldukları Hint-Avrupa kültürünün temel özelliklerini taşıyorlardı. Hint-Avrupa kültürünün en temel özelliği ise, pagan yani çok Tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım ettiklerine inanıyorlardı. Bu ilahların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan toplumda savaş tanrıları yer alırdı.

Pagan inancında savaş tanrılarına gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsanmasının bir sonucuydu. Pagan kavimler birer barbar toplumuydular ve daimi bir savaş atmosferi içinde yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek kutsal bir görev sayılıyordu ve bunun sonucunda da bu inancı desteklesin diye bir çok "savaş tanrısı" üretmişlerdi.

Dolayısıyla şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun gayr-i ahlaki olduğunu söyleyen elle tutulur hiçbir öğreti, bir kanun ya da bir "şeriat" yoktu. Pagan dünyasının rakipsiz hakimi olan Roma, insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri arenaların diyarıydı. Kuzeyli barbar pagan kavimler ise, bir yandan birbirlerini kırıp geçiriyor, bir yandan da Roma'yı yağmalamaya çalışıyorlardı. Kısacası, kuvvetin, yalnızca ve yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, dahası bu kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, hatta ciddi bir ahlak kavramının bile var olmadığı bir dünyaydı pagan dünyası.

Ancak bu pagan dünyası, Roma'nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi ile birlikte çok güçlü bir etkinin altına girmeye başladı. Hint-Avrupa geleneğinin barbar kültürü, Sami kültürünün içinden çıkıp gelen İlahi kaynaklı bir öğreti tarafından kuşatıldı. Roma'nın çökmesiyle birlikte ise, o zamana kadar Avrupa'daki örgütlenmesini büyük ölçüde tamamlamış olan Hıristiyan Kilisesi pagan dünyasına egemen oldu.

Hıristiyanlık, barbar pagan dünyasına hiç tanımadığı bazı kavramları getirdi. Öncelikle, çok ilahlı dinler birer birer eriyerek, Hz. İsa tarafından insanlara vaz'edilen tek İlahlı Hak Din'in içinde yok olmaya başladılar. Böylece pagan dünyası, ahlak ve şeriatla tanıştı. "Öldürmeyeceksin" hükmünü içeren On Emir'le aydınlandı. (Aslında Hıristiyanlık pagan dünyasında yayılırken bir yandan da taviz vererek o dünyanın bazı özelliklerini kabul edip kendi içine aldı ve böylece belli ölçüde dejenere oldu. Ama yine de İlahi kaynaklı Hak Din'in bazı temel özellikleri Hıristiyanlık sayesinde pagan Avrupa'ya taşınmış oluyordu.)

İşte pagan dünyasının şiddeti kutsayan, savaşçı, barbar, kan dökmeye eğilimli kültürü de Hıristiyanlığın bu büyük fethi ile birlikte ortadan kalktı.

Kilise'nin yönettiği Avrupa'da bin yıl boyunca ırkçılık yoktu. Ulus kavramı bile yoktu, insanlar kendilerini bir ulusun üyesi olarak değil, Allah'ın kulları olarak kabul ediyorlardı. O dönemde Avrupa kıtasına "Avrupa" değil, "Christendom" (Hıristiyanya) deniyordu. Kilise, farklı renklerdeki insanların da aşağı bir ırk olarak kabul edilmelerine kesinlikle karşı çıkıyordu.

Örneğin Yeni Dünya'nın keşfinden sonra Amerika'ya giden yağmacılar yerlilerin "bir tür hayvan" oldukları düşüncesini yaymaya ve böylece kıtayı kolaylıkla sömürüp-yağmalamaya çalışırken, Katolik otoriteleri buna şiddetle karşı çıkmışlardı. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmuş olmasıdır. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgecilerin uygulamalarını lanetlememiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz. Bunlar insan değil mi?" diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin gerçek insanlar ("veros homines") olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.

Ancak Kilise'nin Avrupa toplumların üzerindeki egemenliği, asırlar süren ve; Hümanizm, Protestanlık, Aydınlanma, Fransız Devrimi gibi aşamalardan geçen bir sekülerleşme (dinden kopuş) süreci içinde yok oldu. Avrupa, artık eskisi gibi "Christendom" olarak anılmıyordu; aksine Hıristiyanlık her geçen gün gücünü daha da yitiriyor ve büyük bir sosyal bir güçten "ahlaki öğreti" konumuna iniyordu.

Peki ama Hıristiyanlığın ortadan kaldırılmasıyla doğacak boşluk nasıl doldurulacaktı?

Bu soruya farklı ideolojiler farklı cevaplar verdiler. Marksizm ya da liberalizm "akıl" ve "bilim" kavramlarını yeni bir din olarak benimsemeye başladı. Dinin asırlardır üstlendiği yol göstericilik misyonunun bu kez insan aklı ve deneysel bilgi tarafından ele alınacağına inanıyorlardı.

Ancak bazı ideologlar, bu "akıl ve bilim" efsanesinin yanına, bir de biraz daha antik bir öğreti bulmaya karar verdiler, modern topluma anlam ve kimlik kazandırabilmek için. Bu antik öğreti, 15 asır önce Hıristiyanlık tarafından tarihin raflarına kaldırılmış olan Paganizmdi.

Faşistler ya da Neo-Paganistler

Faşizmin öncüleri, kurdukları ideolojik sistemin temel dayanaklarını antik Pagan dininde buldular. Hıristiyanlık, ırkçılığı ortadan kaldırmakla ve şiddete karşı çıkan barışçı bir ahlak getirmekle, faşizmin temellerini yok etmişti; bu temellerin yeniden kurulması için de Hıristiyanlık öncesine dönmek şarttı.

Bu eğilimin en önemli temsilcilerinden biri, faşizmin de en büyük kuramcılarından biri sayılan Friedrich Nietzsche idi. Nietzsche, Hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret duyuyor, bu dinin Alman ırkının ruhunda (volkgeist) var olan savaşçı ve dolayısıyla sözde asil özü yok ettiğine inanıyordu. Deccal (Anti-Christ) adlı kitabıyla Hıristiyanlığa saldırmış, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabıyla da eski Pagan kültürünün içeriğini savunmuştu. Nietzsche, ırkçılığın da öncülüğünü yapıyor, insanları basit, sefil insanlar ve üstün-insanlar olarak ikiye ayırıyordu. Nietzsche'nin açtığı yolda ilerleyen faşizm, kısa süre içinde Nazizm'i üretmekte gecikmeyecekti.

Faşist ideolojinin hayal ettiği ideal devlet kavramı da aslında Pagan kültüründen geliyordu. Tarihin en kapsamlı totaliterizm tasvirlerin biri, Platon'un Devlet adlı kitabında ortaya koyduğu modeldi. Platon, bu kitabı yazarken o dönemde Yunan yarımadasının en önemli şehir devletlerinden biri olan Sparta'yı model olarak benimsemişti. Askerler tarafından yönetilen otoriter bir rejime sahip olan Sparta'daki en yüce ideal ise savaştı.

Dolayısıyla, faşizmin ideologları hem ideolojilerinin psikolojik temellerini hem de ulaşmak istedikleri modeli Pagan kültüründe buldular. Bunun sonucu ise, Hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret ve geniş çaplı bir neo-Paganizm hareketiydi. Eski bir Pagan sembolü olan gamalı haç, bu nedenle faşizmin en ünlü sembolü haline geldi.

Almanya'da Nazi ideolojisinin gelişiminde en büyük rollerden biri olan ve Aryan ırkı ile ilgili teorilerin gerçek babası sayılan Jorg Lanz von Liebenfels, gamalı haçı ilk kez kullanan kişiydi. Lanz'ın kurduğu Ordo Novi Templi adlı örgüt, tamamen Paganizmin yeniden doğuşuna adamıştı kendini. Lanz, Cermen Pagan dininin Tanrı'larından biri olan "Wotan"a taptığını açıkça ilan etmişti. Ona göre Wotanizm, Cermen halkının özgün diniydi ve ancak bu dine dönmekle kurtulabilirlerdi. Gamalı Haçı ise, Wotan'ın sembolü olduğu için seçtiğini söylüyordu. Ordo Novi Templi tarafından yayınlanan derginini adı ise Ostara idi; yani Wotan'ın eşi olduğu düşünülen dişi-tanrı.

Lanz ve benzeri neo-Pagan ideologların açtığı yolda ilerleyen Nazizm, neo-Paganizmi geniş ölçüde topluma da empoze ettiği. Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın, Hitler önderliğinde kurulan yeni Alman Krallığı (III. Reich) için gerekli olan spritüel enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik pagan dinine geri dönülmesini açık açık savunmuştu. Rosenberg'e göre, Naziler iktidara geldiklerinde Kiliseler'deki İnciller ve haç sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek söz konusu yeni Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.1

Ancak yine de önemli neo-Paganizm uygulamaları yaşandı Nazi rejimi sırasında. Hitler'in iktidarı ele geçirmesinden bir süre sonra, Hıristiyanlıktaki kutsal günler ve bayramlar yok olmaya ve yerlerine Pagan dininin kutsal günleri konmaya başlandı. Evlilik törenlerinde "Yer Ana" ya da "Gök Baba" gibi Pagan tanrılarına seslenilir oldu. Haç sembolleri ve her türlü Hz. İsa resmi kademeli bir biçimde okullardan ve hastanelerden çıkarıldı. 1935 yılında okullarda öğrencilere Hıristiyan duaları yaptırılması yasaklandı. Ardından Hıristiyanlıkla ilgili derslerin tamamı kaldırıldı.

SS Şefi Heinrich Himmler, Nazi rejiminin Hıristiyanlığa bakışını şöyle ifade ediyordu: "Bu din, tarih içinde taşınmış olan en büyük veba mikrobudur. Ve ona öyle muamele etmek gerekir".2

Nazizmin ideolojik ve "ruhsal" temelini oluşturan bu neo-Pagan uyanış, daha az derecelerde de olsa, diğer tüm faşist modellerin ortak noktasıydı. Mussolini de antik Roma kültürünü canlandırmaya kalkmıştı. Ayrıca, Neron'un mirasına özenerek kendisini yarı-Tanrı Sezar statüsüne çıkarmaya çalıştı. Milizia Fascista adlı resmi dergi, Faşist İtalya vatandaşlarına şu çağrıyı yapıyordu: "Tanrıyı sevmekten bir an bile geri kalma. Ama unutma ki, İtalya'nın Tanrısı Duce'dir".3

Mussolini sözde "Tanrı"lığını sadece lafta bırakmamış bunu aynı zamanda koyduğu kanunlarla da uygulamaya geçirmeye çalışmıştı. İbrahimi dinlerin temelinde yer alan "On Emir"e karşı, "Faşist On Emir"i yazdırmıştı. Bu neo-Pagan On Emir'in 8. maddesi "Duce her zaman haklıdır" hükmünü içeriyordu.4

Bu yarı Tanrı Duce çılgınlığı İtalyan toplumunda gerçekten etkili olmuştu. Maria Macciocchi'nin Faşizmin Analizi'nde yazdığına göre;

Güneyli köylü kadınları "Mussolini Tanrı-İnsan" diyorlardı ve Duce'nin harman dövmesine bakarak şöyle haykırıyorlardı: "Tanrı bize ekmek veriyor, bunu bize harmanda döğüyor, bizde onu koruyoruz".5 

Mussolini, genç nesli faşist sisteme uygun bir şekilde yetiştirmek için "Balilla" adlı bir çocuk örgütü kurmuştu. Balilla'nın "Credo"su (temel inançları-"amentü"sü) "Kutsal Papa'nın şahsında faşizme inanıyorum" diye başlıyor, "Mussolini'nin dehasına iman ederim" sözleri ile devam ediyordu.6

Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, Mussolini'nin dini otoriteye yaklaşımı Nazizm'den biraz farklıydı. Aslında her iki faşizm versiyonu da temelde aynı amaca sahiptiler; ideolojilerinin antik Pagan kültürüne dayandırılarak meşrulaştırılması. Ancak bu neo-Paganizmi uygularken Nazizm Kilise'ye büyük bir baskı uygulamıştı. Buna karşın, Mussolini Kilise'ye biraz daha ılımlı yaklaşmış, ve böylece bu kurumu faşizme destek verecek hale getirmeye çalışmıştı.

Aradaki bu yöntem farklılığı, Nazizm'in İtalyan faşizminden daha güçlü olmasının bir sonucuydu aslında. Hitler, Kilise'yi açıkça ezmekten çekinmeyecek kadar büyük bir otoriteye sahipti. Oysa Mussolini, bu denli radikal bir girişimi göze alamadı; hem Hitler kadar güçlü değildi, hem de Kilise'nin gücü İtalya'da Almanya'ya göre çok daha büyüktü.

Oysa Mussolini'nin din düşmanlığı, 1915'de Lausanne Halk Sarayı'nda şunları söylemesine yol açacak kadar keskindi: "Allah yoktur; din, bilim karşısında bir saçmalıktır. İnsanlar için bir hastalıktır".7 İktidara gelmesinden önceki yıllarda da La Lima adlı gazetede "gerçek dinsiz" takma adıyla dine açıkça saldıran yazılar yazmıştı.

Faşizm ile ilgili bu bilgilerin ardından sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Faşizm, Hıristiyanlık ve İslam gibi evrensel dinlerle hiçbir şekilde bağdaşamaz. Bu nedenle de, tüm faşistler neo-Pagan bir ideolojik ve psikolojik temele sahiptirler. Kimi zaman bu neo-Paganizmi Hıristiyanlığa ya da İslam'a uyumlu bir görüntü altında sürdürürler. Ancak dinin içini boşaltıp onu neo-Paganizme kılıf yapmaktan başka bir anlam taşımayan bu sahte dindarlık, faşizmin her türlüsünün Nazizm kadar din aleyhtarı olduğu gerçeğini değiştirmez.

Ve bu gerçek, bizi çok daha ilginç bazı sonuçlara ulaştırır. Faşizm, neo-Paganizmi benimserken, doğal olarak dini ahlakı reddedip Pagan kültürlerindeki "ahlak" anlayışını benimsemiş olmaktadır. Bu söz konusu Pagan ahlakı, ilahi dinlerce şiddetli bir biçimde yasaklanan pek çok gayr-ı ahlaki hatta sapkın davranışı serbest kılmakta, hatta kimi zaman desteklemektedir.

Faşizm ile homoseksüellik arasındaki çok ilginç ve son derece örtülü ilişkinin kökeninde de bu gerçek yatmaktadır.

Almanya'da "Ultra-Masculen" Homoseksüelliğin Doğuşu

20. yüzyılın başında Almanya, "cinsel özgürlük" akımının dünyadaki en önemli kalesi durumundaydı. Alman toplumunun Hıristiyanlıktan hızlı kopuşu, cinsel ahlakın da hızla erimesine yol açmış ve eskiden sapıklık sayılan pek çok anormal "cinsel tercih" rahatlıkla uygulanır hale gelmişti. Bunların başında da homoseksüellik geliyordu.

Almanya'daki bu atmosfer içinde hızla gelişen homoseksüellik, kısa sürede örgütlenmeye de başladı. Bu işin önderliğini yapan ilk önemli isim, Karl Heinrich Ulrichs (1825-1895) adlı bir avukattı. 14 yaşındayken 30 yaşlarındaki bir Alman erkek tarafından iğfal edilen Ulrichs, bir süre sonra, bu olayın ruhunda var olan homoseksüelliğin ortaya çıkmasına yarayan bir şans olarak yorumlamaya başlamıştı. Bunun ardından da homoseksüelliği meşrulaştırmaya yönelik ideolojik bir taban yaratmaya çalıştı. Homoseksüelliğin iradi bir sapıklık değil, bazı insanların doğasında var olan kalıtımsal bir özellik olduğu şeklindeki açıklamayı ilk kez o ortaya attı ve geliştirdi. Bu durumu, "bir erkeğin bedeninin bir kadının ruhunu taşıması" olarak yorumluyordu. 1862 yılında bu "erkek bedenli kadın ruhlu üçüncü cins"i tanımlamak için de, eski Yunan kaynaklarından bulduğu "Uranien" terimini ortaya attı. Ve Almanya'daki homosekseüller kısa süre içinde kendilerini "Uranienler" olarak tanımlamakta gecikmediler.

Ulrichs'in "teorik" çalışması 1895'teki ölümünün ardından daha da büyük bir yaygınlık kazandı. Komünist Manifesto'dan esinlenerek ortaya atılan "dünyanın tüm Uranienleri birleşin!" sloganı Almanya'da çoğalmaya başlayan "gay bar"larında sık sık duyulur oldu. I. Dünya Savaşı'nın ardından kurulan Weimar Cumhuriyeti'nde ise, homoseksüeller Avrupa'da ilk kez varlıklarını açıkça duyurdular ve toplum tarafından "tanınmak" istediler. Münih ve Berlin, dünyanın en önemli "homoseksüel merkezleri" olarak anılıyorlardı.

Ulrichs'in ardından homoseksüel hareketin liderliğini üstelenen kişi ise Magnus Hirschfeld (1868-1935) adlı ünlü Yahudi bir fizikçiydi. Hirschfeld, kendisi gibi homoseksüel olan, Max Spohr ve Erich Oberg'le birlikte, Bilimsel-Hümaniter Komite'yi (Wissenschaftlich-Humanitares Komitee) kurdu. BHK'nın iki temel amacı vardı:

1. Ulrihcs'in felsefesini ve çalışmalarını geliştirmek ve

2. Alman toplumunda homoseksüelliğin legal ve normal bir davranış olarak kabul edilmesini sağlamak; bu amaçla da Alman Ceza Kanunu'ndaki homoseksüelliği yasaklayan 175. maddeyi kaldırmak.

Bilimsel-Hümaniter Komite'nin lideri Hirschfield, "travesti" kelimesini de ilk kez kullanan ve lügatlara sokan kişiydi. Bununla, kadın kıyafetleri giyen erkekleri kast ediyor ve bu tavırlarıyla ruhlarındaki "feminenliği" (dişiliği) ifade ettiklerini savunuyordu. Hirschfield, 1919 yılında ise Berlin Seks Araştırma Enstitüsü'nü kurdu. Derneğin amacı, homoseksüellik hakkında araştırmalar yapmak ve bu davranışın "normal" olduğunu bilimsel yöntemlerle sözde ispatlamaktı.

Ancak BHK ve Enstitü çatısı altında gelişen tüm bu homoseksüel örgütlenme, 1900'lü yılların başından itibaren farklı bir homoseksüel fraksiyon tarafından şiddetle eleştiriliyordu. Bu ikinci tür homoseksüeller, BHK çevresindeki homoseksüelleri "feminen homoseksüeller" olarak tanımlıyor, kendilerini ise "maskülen (erkek) homoseksüeller" olarak adlandırıyorlardı. En çok karşı çıktıkları şey, "erkek bedeninde kadın ruhu" teorisiydi. Bunun basit ve aşağı bir davranış olduğunu savunuyor, buna karşı kendi homoseksüelliklerinin ahlaki yönden en üstün cinsel davranış olduğunu öne sürüyorlardı.

Bu "maskülen" ya da "maço" homoseksüellerin "erkek bedeninde kadın ruhu" teorisine karşı çıkmalarının nedeni ise, aslında kadın karakterini aşağı görmeleriydi. Onlara göre kadın; zayıflığın, güçsüzlüğün, başarısızlığın, köleliğin temsilcisiydi. Buna karşılık erkek; gücü, iktidarı, mükemmelliği temsil ediyordu. Feminen homoseksüellere, kadınsılaştıkları için antipati duyuyorlardı. Kendi homoseksüelleklerini ise, "erkekler arasındaki sevgi" olarak adlandırmışlardı.

Bu "maskülen homoseksüellik akımının öncüsü, Adolf Brand adlı bir Almandı. 1896 yılında, Der Eigene (Özgün) adlı dünyanın ilk homoseksüel dergisini yayınlamaya başlayarak sesini duyurmuştu. Der Eigene'nin sayfalarına bakıldığında, BHK çevresindeki feminen üslubun tam aksine, son derece "maço" bir üslup göze çarpıyordu. En önemli nokta ise, bu maço üslupla ifade edilen ideolojik söylemdi: Şiddetli bir nasyonalist, ırkçı ve antisemit eğilim vardı Der Eigene'de. (Ancak bu antisemitizm, ilerde inceleyeceğimiz gibi, Siyonistlerle Alman ırkçıları arasında kurulacak olan ittifakın da temelini oluşturacaktı). Tarihçi George L. Mosse, bu konuda şunları yazıyor:

Der Eigene'nin hemen her sayısında ve her sayfasında ırkçı ideolojiye rastlamak mümkündü. Derginin 1926 yılında yayınlamaya başladığı Rasse und Schonheit (Irk ve Güzellik) adlı ekten çok daha önceleri bile, Cermen ırkının erkeksi karakteri sık sık vurgulanıyordu. Elele tutuşmuş ve çırılçıplak kaslı bedenlere sahip Alman erkeklerinin resimleri, Almanya'daki belirgin doğal güzelliklerin önünde poz vermiş şekilde yayınlanıyorlardı. Brand'in yazdığı "Üstün Adam" adlı bir şiirde ise Alman ırkının erkeksi güzelliği vurgulanırken, Yahudilerin feminen karakterinden bahseden antisemit ifadeler kullanılıyordu. Efeminen homoseksüel hareketin lideri olan Magnus Hirschfield'ın bir Yahudi oluşu da Der Eigene'de sık sık vurgulanıyordu.8

Der Eigene çevresinde örgütlenen maskülen homoseksüeller, kurmakta oldukları ırkçı homoseksüellik için gerekli olan ilhamı da, ırkçılığın bizzat kendisi gibi, antik Pagan kültüründe buldular. Özellikle de, maskülen homoseksüelliğin tarihteki en önemli merkezi olan Eski Yunan, bu faşizan homoseksüeller için ideal bir model haline geldi.

Neo-Paganizm ve Homoseksüellik

Önceki sayfalarda Pagan kültürünün Hıristiyanlık tarafından nasıl etki altına alındığını ve asırlar boyu tarih dışında tutulduğuna değinmiştik.

Hıristiyan ahlakı, Yahudi şeriatının kaynağını oluşturan İlahi hükümlere dayanıyordu. Bu ilahi kurallar, insan hayatını fıtrata uygun bir biçimde düzenliyor ve gayrı-fıtri sapmaları da şiddetli bir biçimde yasaklıyordu. Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık tarafından yasaklanan —ve daha sonra da İslam tarafından yasaklanacak olan— bu sapmaların en önemlilerin biri ise homoseksüellikti. Eski Ahit yasakladığı cinsel sapkınları sayarken "kadınla yatar gibi erkekle yatmayacaksın; menfur şeydir" hükmünü veriyor ve devam ediyordu: "Bu şeylerin hiçbiri ile kendinizi murdar etmeyin, çünkü önünüzden kovmakta olduğum milletler bütün bu şeylerle murdardırlar." (Levililer, 18/22, 24)

Gerçekten de Pagan toplumlar, her türlü cinsel sapıklıkla "murdar"dılar. Bunların arasında en uç noktaya gidenlerin biri ise, eski Yunan'daki şehir devletleriydi. Atina'da, Sparta'da ve diğer Grek şehir devletlerinde homoseksüellik gayet doğal, meşru bir ilişki olarak görülüyor, hatta üstün bir sevgi biçimi olarak yüceltiliyordu. Hem de, tam maskülen homoseksüellerin istediği biçimde, yani "erkek sevgisi" mantığında...

Özellikle Sparta, Thebes ve Crete şehir devletlerindeki askeri bürokrasi, bu "erkek sevgisi"nin en yoğun olarak yaşandığı topluluklardı. Askerler, birbirleriyle cinsel ilişkiye girerek güçlerini artırdıklarına inanırlardı. İÖ 50-120 yıllarında yaşayan tarihçi Chaeronea'lı Plutarch, Thebes kentinin ordusundaki en seçkin askerlerden oluşan 300 kişilik özel savaşçı birliğin gerçekte "150 çift sevgili"den oluştuğunu yazıyordu.9 Sparta'da ise, 12 yaşına gelen güçlü erkek çocuklarının hepsi orduya alınır ve ilk iş olarak da ordudaki tecrübeli askerler tarafından iğfal edilirlerdi. Bu "erkek sevgisi"nin Sparta'nın "ultra-maskülen" kültürünün ve kan dökmeye tutkun ordusunun en büyük güç kaynağı olduğuna inanılıyordu. Crete ordusunda da benzeri bir uygulama vardı; orduya alınan genç çocuklar, "savaşçı ruhu"nu kazanmaları için iki ay boyunca tecrübeli bir askeri denetimine verilir ve bu süre boyunca onunla cinsel ilişkiye girerdi.10

İşte Eski Ahit'e göre "murdar" (pis, iğrenç) olan bu Pagan kültürü, Almanya'da gelişen maskülen homoseksüellik akımına en büyük ilham kaynağı oldu. Bu akımın öncüsü olan Adolf Brand, 1902 yılında, erkek çocuklarına olan cinsel düşkünlükleri ile tanınan Wilhelm Jansen ve Benedict Friedlander ile birlikte, Özgünler Derneği'ni (Gemeinschaft der Eigenen) kurdu. Friedlander, 1904 yılında "Uranien Erotizminin Yeniden Doğuşu" (Renaissance des Eros Uranios) adlı bir kitap yayınladı. Kitabın kapağında yarı çıplak bir Yunan genci resmi yer alıyordu. Friedlander, amaçlarının ne olduğunu da kitabın içinde şöyle açıklıyordu:

Pozitif hedefimiz, Helen şövalyeliğinin yeniden uyandırılması ve toplum tarafından tanınmasıdır... Helen Şövalyeliği sevgisi ile de, erkekler arasındaki yakın sevgiyi, özellikle de farklı yaştaki erkekler arasındaki ilişkileri kastediyoruz.11

Neo-Paganizm, maskülen homoseksüelliğin en önemli kaynağıydı. James Steakley'in The Homosexual Emancipation Movement in Germany adlı kitabında yazdığına göre, Özgünler Derneği, antik Yunan ve Rönesans İtalyası'nı kendisine model olarak alırken, Hıristiyan ahlakını da homoseksüel ilişkiyi yasakladığı için lanetliyordu.12

Nazizm'in homoseksüel boyutunu anlatan The Pink Swastika (Pembe Gamalı Haç) kitabının yazarları Lively ve Abrams'a göre, Özgünler Derneği'nin amacı, Almaya'yı Judeo-Hıristiyan medeniyetinden kopararak bir Greko-Urenien medeniyetine dönüştürmekti.13

Ve bu neo-Pagan homoseksüellik, ırkçılıkla da elele gidiyordu. Özgünler Derneği'nin fikirleri çerçevesinde 1923'te kurulan İnsan Hakları Derneği adlı örgütün lideri Kurt Hildebrandt, Norm, Entartung, Verfall (İdeal, Dejenerasyon, Yıkım) adlı kitabında en üstün ırkın, maskülen homoseksüeller tarafından oluşturulan ırk olduğunu savunmuştu. Buna göre, ırkın devamı için kadınlarla "üreme amaçlı" ilişkiler kurulmalı, ancak "ultra-maskülen" bir ırk elde etmek için gerçek cinsel "sevgi" erkekler arasında yaşanmalıydı. Hildebrandt, feminen homoseksüellere ise, ırkı kadınsılaştıran ve böylece onu dejenere eden parazitler gözüyle bakıyordu.

Hildebrandt'ın ortaya koyduğu bu teorik çerçeve, aslında Nazi partisinin ideolojik çerçevesinden başka bir şey değildi.

Nazizm'in "Maskülen Homoseksüel" Öncüleri

Nazizm, baştan beri anlattığımız "maskülen homoseksüel" akımın ve bu akımla paralel olarak gelişen neo-Paganizmin siyasi arenadaki temsilcisi olarak doğru ve gelişti. Bu gerçek, Scott Lively ve Kevin Abrams tarafından kaleme alınan ve 1995'te yayınlanan The Pink Swastika: Homosexuality in the Nazi Party (Pembe Gamalı Haç: Nazi Partisinde Homoseksüellik) adlı kitapta ortaya konan geniş kapsamlı araştırma ile bugün ispatlanmış bulunuyor.

azi Partisi'nin bu gizli kimliği, Almanya'daki aşırı sağ örgütlenmelerin geleneğinden kaynak buluyordu. Konuyla ilgili tarihçilerin çoğunun kabul ettiği gibi, Naziler, kendilerinden önce kurulan Wandervogel ve Freikorps gibi sosyal hareketlerden devşirmişlerdi elemanlarının çoğunu. Wandervogel ("Dolaşan Kuşlar"), yüzyılın başında Almanya'da kurulan ve izciliğe benzeyen bir gençlik örgütüydü. Üye olan gençler, o yılların natüralist akımlarına uygun olarak birlikte "doğa gezileri"ne katılırlardı. Bu hareketin önemli bir özelliği ise, içinde çok yoğun bir homoseksüellik yaşanmasıydı. Gerek harekete üye olan gençler arasında, gerekse da büyük yaşlardaki grup liderleri ile gençler arasında homoseksüel ilişkiler inanılmayacak derecede yaygındı.14

Öte yandan Wandervogel, faşist söylemin de ilk temsilcisiydi. Yoğun bir aşırı milliyetçi propaganda yapılıyordu örgütte. Sağ eli kaldırarak verilen Nazi selamı (Sieg Heil) ve Naziler tarafından kullanılacak olan terminolojinin önemli bir bölümü, ilk önce Wandervogel arasında gelişmişti.15

Faşist söylemi Wandervogel'den devralarak daha da radikal hale getiren sosyal hareket ise, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından kurulan Freikorps (Hür Birlikler) oldu. Freikorps, komünistlere karşı Almanya'yı kurtarma adı altında biraraya gelen askerler tarafından kurulan para-militer bir örgüttü. İşsiz güçsüz sokak serserilerini de saflarına dahi eden bu "Hür Birlikler", son derece saldırgan ve şiddet yanlısıydılar, siyasi rakiplerine karşı da büyük bir terör uyguladılar. Halka karşı da mafyalaşma eğilimi gösterdiler.

Ve aynı Wandervogel gibi önemli bir özellikleri vardı; büyük bölümü homoseksüeldi. Tarihçi Graber'in yazdığına göre, özellikle "Freikorps liderlerinin çoğu homoseksüeldi, bazı gönüllü birliklerde de homoseksüel ilişkiler son derece yaygındı".16 

Hitler, Nazi Partisi'nin saflarını oluştururken, Freikorps'tan kalan mirası kullandı.

Sturm Abteilung ya da "Kahverengi Homoseksüeller"

En ünlü Freikorps liderlerinden biri Gerhard Rossbach'tı. Ve Rossbach aktif bir homoseksüeldi. Kendi birliklerindeki askerlerle sık sık ilişkiye girerdi. Bunların arasından özellikle de Teğmen Edmund Heines ile çok yakındı. Ancak Heines, bir süre sonra çok daha ünlü birisinin "yakını" oldu: Ernst Roehm.17

Roehm, Nazi partisinin kurulmasında ve gelişmesinde en büyük role sahip olan ilk iki kişiden biriydi; ötekisi ise Adolf Hitler'di. Sert, acımasız, disiplinli bir görüntü çizen ve büyük bir örgütleme yeteneğine sahip olan Roehm, ilk başından beri Nazi hareketinin para-militer örgütlenmesini üstlendi. 1920'lerin başında kurulan Sturm Abteilung (Yıldırım Kıtaları) adıyla kurulan ve SA'lar olarak anılmaya başlanan örgütü kurdu. SA'lar, Naziler'in iktidara yürüyüşündeki en önemli etkendi belki de; tüm siyasi rakipler SA'lar tarafından düzenlenen kanlı saldırılarla pasifize edildiler.

Nazi Almanya'sının tarihi konusunda tartışmasız en önemli uzmanlardan biri olan William Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich (III. Reich'ın Yükseliş ve Çöküşü) adlı ünlü kitabında, Roehm'ü şöyle tanımlar: "fıçı gibi bir bir cüsseye, kalı bir enseye, büyük gözlere ve yara iziyle işaretlenmiş bir yüze sahip olan profesyonel bir askerdi... ve erken Nazi liderlerinin çoğu gibi, o da bir homoseksüeldi." 18

Roehm "gay bar"larda sık sık boy gösterirdi, sadece homoseksüellerin gittiği özel hamamlara da çok rağbet ederdi. SA'ları kurarken de homoseksüelleri seçmek için özel bir özen gösterdi. Harekete katılanların çoğu, homoseksüelliklerine az önce değindiğimiz "Weimar Cumhuriyeti'nin ilk günlerinde solculara karşı çarpışan eski askerlerin oluşturduğu silahlı çapulcu grupları"ndan yani Freikorps saflarından geliyordu.19 Nitekim SA'ların ilk toplantılarını yaptıkları merkez de, Münih'teki ünlü bir "gay bar" olan Bratwurstglock'tu. Nazi Partisi'nin ilk toplantılarının bazıları da yine burada düzenlenmişti.20

SA'lar, Alman faşizmine ilham veren "maskülen homoseksüel"lerin en ideal örneklerini oluşturuyorlardı. Tarihçi Fuchs'a göre, "bu ordu benzeri örgütün en önemli fonksyonu Naziler'in siyasi rakiplerine karşı terör uygulamaktı, ve Hitler, bu işin en iyi homoseksüeller tarafından gerçekleştirildiğine inanıyordu." 21 Hitler gerçekten de onlara çok güveniyordu, Mein Kampf (Kavgam)da, SA'ların "başarılı" bir saldırısını şöyle anlatmıştı:

Hofbrauhaus'un lobisine girdiğimde saat sekize çeyrek vardı. Ve sabotaj hakkında artık hiçbir kararsızlık yaşamıyordum... Salon çok kalabalıktı... kapıları yavaşça kapattım ve sonra da adamlarıma hazır olmaları emrini verdim. Kırkbeş ya da kırkaltı kişiydiler... Saldırı Bölümü'ndendiler, o günden sonra ise SA'lar olarak bilineceklerdi. Ve saldırıya başladılar. Sekiz ya da on kişilik kurt sürüleri gibi, düşmanların üzerine saldırdılar, sonra bir daha, bir daha... Beş dakika içinde her yer kanla dolmuştu. Bunlar gerçek birer erkekti ve onlara minnettardım.22

SA'lar saldırı kadar işkencede de uzmandılar. Berlin'deki SA karargahı Hedemannstrasse'nın dördüncü katında gizli bir SA işkence odası bulunuyordu. Bir süre sonra burası polis tarafından keşfedilmiş ve içerdekiler kurtarılmışlardı. İçeriye girenlerin biri, ortamı şöyle anlatıyordu:

Bulduğumuzda kurbanlar açlıktan yarı ölmüş durumdaydılar. İtiraf ettirmek için günlerce dar dolaplarda tutuluyorlardı, "sorguya çekme, ya dövmekten ya da demir sopalarla ve kırbaçlarla aşağılanmaktan ibaretti" dedi bize. Bu yaşayan iskeletlerin bazıları pis kamışlar üzerinde iltihaplı yaralarıyla yan yana yatıyorlardı.23

Homoseksüel yazar Rowse, SA'ları şöyle anlatır: "Onlarınki, homoseksüelliğin çok maskülen bir şekliydi. Erkek bir dünyada yaşıyorlardı, kadın yoktu hiç. Tüm dünyaları kamplardan, çatışmalardan ve güç gösterilerinden ibaretti. Ve birbirleri ile rahatlıyorlardı." 24

SA'lar, giydikleri kahverengi üniformalar nedeniyle "Kahverengi Gömlekliler" olarak da anılıyorlardı. Ancak aralarındaki ilişkiler ortaya çıktıkça, siyasi rakipleri onları "Kahverengi Homoseksüller" olarak tanımlamaya başladılar25 Sosyal Demokrat ya da Komünist gazeteler, SA'ların ve özellikle de liderleri Ernst Roehm'ün homoseksüelliğini aleyhte propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladılar. Bunun üzerine Hitler, Roehm'ün bir süre ortalıktan yok olmasına karar verdi; SA lideri 1925'te Bolivya'ya gitti ve "ortalık sakinleşinceye kadar" üç yıl orada kaldı.

SA lideri Roehm, homoseksüelliğe felsefi bir temel kazandırmaya da çalışıyordu. Tarihci Snyder'e göre, "homoseksüelliğin en erdemli insan davranışı olarak kabul edileceği bir sosyal düzen tasarlıyordu... bu nedenle homoseksüelliğini zaman zaman açık açık belirtmekten çekinmez, (SA'daki) diğer homoseksüel dostlarına da aynı şeyi yapmalarını tavsiye ederdi." 26

Peki acaba kendisine en büyük dava arkadaşı olarak Roehm gibi açık bir homoseksüeli seçen ve SA gibi en önemli örgütlenmesini de homoseksüellerle dolduran Hitler'in pozisyonu neydi?

Adolf Hitler'in İlham Kaynakları ve Cinsel Eğilimleri

Hitler'in öncelikle ideolojik ilhamları tümüyle homoseksüellere dayanıyordu. Nazi liderinin büyük hayranlık duyduğu ve kendisiyle özdeşleştirdiği isimlerin başında, "Prusya militarizminin kurucusu" olan Büyük Frederick (1712-1786) gelirdi. Prusya devletini kurduğu güçlü ve demir disiplinli ordu sistemi ile güçlendiren ve işgal ettiği topraklarla bir imparatorluğa dönüştüren Frederick, "maskülen homoseksüellik" akımının da en önemli temsilcilerinden biriydi. Ünlü bir homoseksüel olan Frederick27, öte yandan kadınlara karşı büyük bir nefret duyuyordu. Alman tarihçi Igra'ya göre:

Frederick kadınların tümünden nefret ederdi. "Die frau" kelimesi onun gözünde her zaman için basit ve aşağılayıcı bir sıfattı... Bir kraliçeye sahip olması gerektiği için bir evlilik yapmıştı, ama hiçbir zaman gerçek bir koca hayatı yaşamamıştı. Öte yandan ordusundaki askerleri de hep bekar kalmaya zorlamıştı. Orduda eski Alman (Töton) şövalyelerine ve Tapınak (Tampliye) şövalyelerine has olan cinsel bozulmaların yayılmasına da destek olmuştu.28

Frederick'in savaşı bir siyaset aracı olarak değil de, kendi içinde kutsal bir varlığa ve amaca sahip bir kavram olarak görüyordu. Savaş, başlı başına kutsal bir şeydi ona göre.

Bu fikirlerin Frederick'ten de ünlü bir savunucusu yaşıyordu yine 19. yüzyılda; Friedrich Nietzsche. Şiddeti ve ırkçılığı meşrulaştıran teorileriyle ün kazanan Nietzsche, aynı Frederick gibi militarist bir "erkek uygarlığı" istiyor ve kadınlardan nefret ediyordu. Kadınları "köle ahlakı"nın en iyi temsilcileri olarak algılıyordu; onlar ancak üreme işine yarayabilecek bir tür alt-insan sınıfıydılar.29

Nietzsche hiçbir zaman evlenmemişti ve dahası bir kadınla cinsel ilişkiye girdiğine dair hiçbir kayıt yoktu. Ancak cinsel ilişki sonucunda bulaşan bir virüs nedeniyle 44 yaşında aklını yitirerek ölmüştü. Sigmund Freud'a ve Carl Jung'a göre, bu virüsü İtalya Cenova'daki bir homoseksüel randevuevinde kapmıştı.30

Savaşı yücelten, kadın karakterini aşağılayan ve ırkçılığı körükleyen Nietzsche, "maskülen homoseksüelliğin" en büyük ideoloğu olarak tarihe geçti. Onu bir yol gösterici edinen insanların başında da Hitler geliyordu. İktidara geldiğinde, Alman gençliğinin Nietzsche'nin doktrinleri ile eğitilmesini sağlamak için Friedrich Nietzsche zum Gedachiniserbaut (Friedrich Nietzsche'yi Anma Merkezi)ni açtı.

Nietzsche'nin yakın bir dostu ve yine Hitler'in çok büyük ilham kaynaklarından biri olan besteci Richard Wagner de bir homoseksüeldi. 1903 yılında Hans Fuchs'un yazdığı Richard Wagner und die Homosexua1itat (Richard Wagner ve Homoseksüellik) adlı kitapta anlatıldığına göre, Wagner sanatı homoseksüel özgürlüğün bir aracı olarak görüyordu.31 

Tüm bunlar, Hitler'in homoseksüelliğe karşı en azından son derece sempatik yaklaştığını göstermektedir. Homoseksüel kişilere rahatça hayranlık besleyebilmesinin ve kurduğu hareketi homoseksüellerle doldurmakta sakınca görmemesinin anlamı budur.

Peki acaba Hitler'in kendisi de bir homoseksüel miydi?

Bu konuya kesin bir evet cevabı vermek zor. Ancak bu yönde ciddi bazı işaretlerin var olduğunu da belirtmek gerek. Ancak bir daha da önemli bir nokta daha var: Hitler, homoseksüellikten daha da öte bazı cinsel sapmalara sahipti.

Hitler'in psikolojik dünyası ile ilgili araştırma yapan iki ünlü isme, Waite ve Langer'a göre, Hitler'de çok az insanda rastlanan bir cinsel sapma vardı; koprofillik, yani insan dışkısından tahrik olma. Her iki araştırmacıya göre de, Hitler bu sapıklığını hayatı boyunca dört sevgilisiyle de paylaşmak istemişti. Ve belki bu nedenle bu dört kadının hepsi de Hitler'le olan beraberliklerinin ardından intihar girişiminde bulundular, ikisi başardı.32

Aslında Hitler'in bir homoseksüel olabileceğini, ya da en azından yaşamının bir döneminde homoseksüel ilişkilere girdiğini gösteren kanıtlara rastlamak da mümkündü. Lagner'in yazdığına göre, gençlik yıllarında eşcinsel ilişkiler için kendilerini kiralayan insanların kaldığı bir otelde kalıyor ve belki de bu nedenle polis kayıtlarına, bir "cinsel sapık" olarak geçiyordu.33

Hiçbir zaman normal (heteroseksüel) insanların yanında rahat edememiş, rahatlığı her zaman homoseksüellerin yanında bulmuştu. Langer, Hitler'in "çıplak erkek bedenlerini seyretmekten büyük bir haz aldığını" belirtiyor.34 Ve şöyle ekliyor:

Hitler'in normal kişilerden çok, eşcinsellerin yanında rahat ettiği doğrudur. Strasser'ın belirttiğine göre, kişisel koruyucularının hepsi eşcinseldir. Rauschning, Hitler'in eşcinsel eşi olduklarını söyleyen iki oğlana rastladığını belirtmiştir. Hitler'in, eşcinsellerin, arkadaşları için kullandıkları "Bubi" adını kullandığı büyük bir olasılıkla doğrudur.35

Kısacası, faşizmin "spritüel" enerjisini oluşturan neo-Paganizmin önemli bir parçası olan cinsel sapmaların, Hitler'de de var olduğunu söylemek mümkündür. SA'ların homoseksüel kimliği, Führer'leri ile uygun düşmektedir. Kaldı ki Hitler'in diğer kurmaylarına bakıldığında, Nazi Partisi'nin adeta bir "eşcinseller klanı" olduğu ortaya çıkmaktadır:

Nazi Elitinin Sapkın Cinsel Eğilimleri

Amerikalı tarihçi Richard Grunberger, The 12 Year Reich: A Social History of Nazi Germany adlı kitabında 1936 yılında Nazi partisinin önde gelenlerinin çoğunun katıldığı bir kutlama törenini anlatır. Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in konuşmasıyla başlayan partinin özelliği ise, sonunda bir "orji"ye dönüşmesidir. Grunberg şöyle yazar:

Goebbels'in konuşma yaptığı alana bir süre sonra ellerinde meşaleler taşıyan genç oğlanlar girdiler. Dizlere kadar uzanan beyaz dar pantalonlar, kollarında danteller bulunan beyaz saten gömlekler giymişler, kafalarına da rokoko tarzı lüleli peruklar takmışlardı... Bir süre sonra Nazi kodamanları bu görüntüden o denli etkilendiler ki, törenin gidişatına hiç aldırış etmeden peruklu oğlanların üzerlerine atladılar. Çoğu tuttukları oğlanlarla birlikte otların arasına daldı. Masalar devrildi, meşaleler söndü. Kargaşada bir Nazi subayı kendisine seçtiği oğlanla birlikte suya düştü ve boğulmaktan zar zor kurtarıldı.36

Muhtemelen Goebbels'in de katıldığı ve homoseksüel seks partisine dönen bu tören, Nazi kurmaylarının cinsel yaşamlarının doğal bir parçasıydı aslında. Önde gelen Nazilerin neredeyse tümü, ya açıkça homoseksüeldiler ya da homoseksüel olduklarına dair önemli mesajlar veriyorlardı.

Örneğin hareketin ilk yıllarından itibaren çoğu kez Hitler'den sonra ikinci adam olarak görülen Hava Kuvvetleri Komutanı Herman Goering, "tırnaklarını boyamayı ve yanaklarına allık sürmeyi çok seviyordu".37

1941 yılında İngiltere'ye yaptığı "barış uçuşu"na dek Nazi elitinin en önemli beş-altı isminden biri olan Rudolf Hess ise ünlü bir homoseksüeldi; Berlin'in homoseksüel barlarında "Matmazel Anna" (Fraulein Anna) olarak anılırdı.38

Ayrıca; Hitler Jugend (Hitler Gençliği) örgütünün lideri olan Baldur von Schirach açık bir biseksüeldi. Hitler'in yaveri Wilhelm Bruckner'in de biseksüel olduğu söyleniyordu. Reich'ın Maliye Bakanı Walther Funk ise "adı çıkmış bir homoseksüel ya da Hjalmar Schacht'ın ifadesine göre "bir homoseksüel ve alkolik"ti.39 Hitler'in Kara Kuvvetleri Komutanı Freiherr Werner von Fritsch homoseksüel ilişki sırasında yakalanmış ve Askeri Mahkemede yargılanmış, ancak "üstten" gelen bir emirle suçsuz bulunmuştu.40 

Tüm bu isimlerin hepsinden daha önemli bir konuma sahip olan, Hitler'den sonra Almanya'nın ikinci en güçlü adamı sayılan SS Şefi "Reichsführer" Heinrich Himmler de —Naziler arasındaki en heteroseksüel kişi olarak bilinmesine rağmen— sapkın cinsel eğilimlere sahipti. Hitler'in özel film yapımcısı olan Walter Frenz, Nazi elitiyle birlikte Doğu cephesine yaptığı bir gezide, "Himmler'in erkek çocuklara olan cinsel ilgisine dair çok belirgin kareler" yakalamıştı.41

Himmler'in sağ kolu sayılan ve Ari ırkın en saf ve eksiksiz temsilcisi olarak görülen Gestapo şefi Reinhard Heydrich de aynı sapkınlığı paylaşıyordu. Heydrich, manevi babası saydığı Count Ernst von Eberstein'ın oğlu Freidrich Karl von Eberstein'la çok yakın dosttu. Ancak Karl von Eberstein ünlü bir homoseksüeldi. Ve Eberstein ile Heydrich arasındaki ilişki, sıradan bir dostluk değil, bir "aşk ilişkisi"ydi.42 

Nasyonal sosyalizmin şiddete olan içgüdüsel bağlılığı, Nazilerin cinsel yaşamlarındaki patolojik bozukluklarla parallellik arzetmektedir.

Ancak resmi tarihin Naziler hakkında anlattıkları bundan farklı bir tablo çizer. Naziler, bir homoseksüel güruhu olarak değil de, aksine koyu homoseksüel düşmanları olarak bilinirler. Çünkü bu kimliklerini gizlemek için geniş kapsamlı bir propagada programı uygulamışlardır.

"Homoseksüel Soykırımı" Efsanesinin İçyüzü

Naziler'in homoseksüelliği ile ilgili olarak önceki sayfalarda değindiğimiz bilgilerin yalnızca çok küçük bir kısmı resmi tarihte yer alırlar; Ernst Roehm ve SA ile ilgili olanlardır. Bunun nedeni, Nazilerin kendi homoseksüelliklerini gizlemek için çok yoğun bir anti-homoseksüel söylem kullanmaları, bir siyasi hesaplaşma olan "Roehm'ün tasviyesi" olayını ise anti-homoseksüel bir zemine oturtarak propaganda malzemesi haline getirmeleridir.

Roehm, SA'ların başına geçtiği günden itibaren giderek artan bir gücün sahibi olmuştu. Ancak parti içindeki önemli bir grup —ki bunların başında Himmler, Goering ve Heydrich geliyordu— Roehm'ün başına buyruk tavırlarından ve gücünden rahatsızdılar. Bunların Hitler üzerinde yaptıkları "lobi" etkili oldu. Hitler, Roehm'ün ve ordudaki bir grup subayın kendisine karşı bir komplo düzenlemekte olduklarına inandı. Sonuçta, Haziran 1934'deki bir hafta sonu, sonradan "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak anılacak olan büyük tasviye gerçekleştirildi. Bir kaç gün içinde başta Roehm ve diğer bazı SA liderleri olmak üzere yaklaşık 1.000 kişi öldürüldü.

Hitler, bu tasviyeyi "Nazi partisine sızan homoseksüel sapıkların tasviyesi" olarak yorumlayacaktı bir süre sonra. Çünkü SA'lar, homoseksüellikleri en "ayyuka çıkmış" kesimiydi Nazi örgütlenmesinin. Bu durum, onların tasviyesine meşru bir kılıf bulabilmek için son derece elverişliydi. Ancak bu kanlı tasviyenin homoseksüellikle ilgisi yoktu; olay tamamen politikti.43 Dahası, tasviyede homoseksüeller öldürülmüştü; ama onları öldürenlerin çoğu da yine homoseksüellerdi. Öte yandan, homoseksüel oldukları bilinen ama Hitler'e karşı komplonun içinde olmadıkları düşünülen pek çok SA lideri de tasviyeden kurtulmuştu.44

Ancak ortada yine de önemli bir nokta vardır: Roehm tasviyesinin amacı politik de olsa, sonuçta Naziler anti-homoseksüel bir söyleme sahiptiler. Nitekim bir süre sonra bu söylemi eyleme dökecekler ve homoseksüelleri toplama kamplarına göndermeye başlayacaklardı.

Nazilerin kendi homoseksüellekleri ile çelişkili gözüken bu durumun açıklaması, The Pink Swastika'da gayet tutarlı bir biçimde yapılır. Önceki sayfalarda Almanya'daki homoseksüel hareketin gelişiminden söz ederken "efemine" homoseksüellerle "maskülen" homoseksüeller ("Femmes" ve "Butches") arasındaki keskin ayrımı vurgulamıştık. Nazilerin anti-homoseksüel söylem ve eylemleri, işte bu ayrımın bir sonucuydu gerçekte.

Maskülen homoseksüellik, kendi cinsel sapıklığını "erkeksi bir ırkın kurulması"nın temel dayanağı olarak görür ve yüceltirken, efemine homoseksüelliğe de ırkı "kadınsılaştırdığı" için son derece karşıydı. Naziler bu mantığı daha da radikalleştirdiler ve efemine homoseksüellerin toplumdan tecrit edilmesi —yani toplama kamplarına konması— gerektiğini savunmaya başladılar.

İktidara geldiklerinde ise eyleme geçmekte gecikmediler. Önceki sayfalarda değindiğimiz Seks Araştırma Enstitüsü ilk büyük hedefti. Efemine homoseksüelliğin Almanya'daki en önemli temsilcisi olan Magnus Hirschfeld tarafından kurulan ve tüm efemineler ("Femmes") tarafından merkez olarak kabul edilen enstitü, 6 Mayıs 1943 günü ani bir saldırıya uğradı ve yerle bir edildi. Bu hareket, Naziler tarafından "homoseksüellik virüsüne indirilen büyük darbe" olarak gösterilmişti halka. Oysa kast edilen virüs yalnızca efemine homoseksüellikti. Ancak bir taşla pek çok kuş vurulmuştu; Naziler hem bu istenmeyen tür homoseksüellere darbe indirmiş, hem de toplum gözünde homoseksüelliğe izin vermeyen "ahlaklı" insanlar görüntüsü elde etmişlerdi. (Bu görüntü bir yıl sonra gerçekleştirilecek olan Roehm tasviyesi ile pekiştirilecekti). Bunların yanında bir "kuş" daha vardı enstitü baskını ile vurulan: Naziler, kendi homoseksüellikleri ile ilgili bilgileri de ortadan kaldırmış oluyorlardı. Enstitünün Başkan Yardımcısı Ludwig L. Lenz, olayın bu yönünü daha sonra şöyle anlatıyor:

Enstitüde toplumun farklı kesimlerinden gelen insanların cinsel eğilimleri ile ilgili terapiler uygulanıyordu. Bunların arasında Nazi partisi üyelerinin sayısı ise oldukça kabarıktı. İşte enstitümüzün yeni rejim tarafından kurban olarak seçilmesinin en büyük nedeni buydu: Çok şey biliyorduk. Elimizdeki bilgileri açıklamamız tibbi prensiplere uygun olmazdı kuşkusuz, ama şunu söyleyebilirim.. 1933'te Almanya'nın kaderini ellerine alan insanların % 10'u bile cinsel yönden normal (heteroseksüel) değildiler. Bu insanların çoğu hakkında enstitümüzde kalın dosyalar vardı. Onlarla ilişkiye girdikten sonra fizyolojik ya da psikolojik sorunlar yaşayan ve terapiye gelen adamların anlattıkları hikayelerin kayıtları vardı... Hatırladıklarım arasında, Breslu'daki bir Nazi partisi lideri ile cinsel ilişkiye girdikten sonra anal kaslarında ciddi bir yırtılma yaşayan 13 yaşındaki bir erkek çocuğu ya da Berlin'deki çok üst düzey bir Naziyle girdiği ilişki yüzünden benzeri anal bölgesinde ilthaplanma (rectal gonorrhea) yaşayan genç bir erkeği sayabilirim... Nazi liderlerini ilgilendiren bu ve benzeri olaylar hakkında elimizde biriken materyal —toplam olarak kırk bin itiraf ya da biyografik mektup vardı elimizde— enstitünün Naziler tarafından yok edilmesinin en büyük nedeniydi.45

Amerikalı tarihçiler Burleigh ve Wipperman'ın The Racial State: Germany 1933-1945 adlı kitaplarında yazdıklarına göre, enstitüyü basan Nazilerin ellerinde, özellikle arayıp bulmaları gereken materyalleri gösteren "listeler" vardı ve araştıra sonucunda iki kamyon dolusu kitap ve evrak götürmüşlerdi.46 Enstitüden çıkarılan —ve içlerinde Nazi liderlerinin homoseksüelliği ile ilgili pek çok dosyanın yer aldığı— bu belgeler, 10 Mayıs 1933 günü Nazilerin ünlü kitap yakma törenlerinin birinde topluca imha edildiler.

Bu olayın ve onu izleyen Roehm tasviyesinin ardından efemine homoseksüellere uygulanan baskı daha da şiddetlendi. İlk toplama kampı olan Dachau'ya götürülenler arasında, komünistlerin yanında bu istenmeyen tür homoseksüeller de vardı. Savaş yıllarında kurulacak olan Auschwitz, Treblinka, Sobibor, Majdanek gibi büyük toplama kamplarına da, Yahudiler, Çingeneler, Ruslar, komünistler, savaş esirleri gibi grupların yanında, kollarına pembe bantlar bağlanan efemine homoseksüeller vardı. Bu "homoseksüel soykırımı", hem Nazilerin kendi homoseksüelliklerinin gizlenmesi hem de Arı ırkın "maskülen" kimliğini bozdukları için gerçekten istenmeyen bu efeminelerin tasviye edilmesi açısından son derece yararlı bir taktik manevraydı.

Faşizmin Öteki Örnekleri

Şimdiye dek incelediğimiz bilgiler, bizlere Nazizmin homoseksüel kimliğini ve bu kimliğe kaynaklık eden neo-Pagan ideolojisini açık bir biçimde gösterdi. Ancak vurgulanması gereken önemli bir nokta vardır: Neo-Paganizm ve maskülen homoseksüellik, faşizmin yalnızca Nasyonal Sosyalist versiyonunun değil, diğer çok ülkede ve pek çok kültürde ortaya çıkan hemen hemen tüm versiyonlarının ortak özelliği konumundadır. Nazizmin iktidara yürüdüğü yıllarda, bazı solcu gazeteler "homoseksüelliğin tüm faşist ideolojinin temel ve karakteristik bir özelliği" olduğu yorumunu yapmışlardır ki, bunda haklıdırlar.47

Pink Swastika'da faşizmin Almanya dışındaki bazı önemli örneklerine değinilir ve bunların liderliğinde yoğun biçimde homoseksüellerin var olduğuna dikkat çekilir. Örneğin II. Dünya Savaşı öncesi Fransa'sında gelişen Nazi sempatizanı faşizan Radikal Sosyalist Parti'nin lideri Edouard Pfeiffer ünlü bir homoseksüeldir. Tarihçi Costello, "Pfeiffer'ın Paris'te eşine az rastlanır derece azgın bir homoseksüel olduğunu ve özel hayatının oğlan çocuklarını ya da genç erkekleri baştan çıkarmaktan ibaret olduğunu" yazar.48

İngiltere'de kurulan Nazi yanlısı Anglo-German Fellowship'in (AGF, Alman İngiliz Dostluk Derneği) en önemli iki lideri, yani Guy Francis de Money Burgess and Captain John Robert da birer homoseksüeldirler.49

Bu tür ortak özellikler, 1930'lı yıllarda homoseksüelliğin Sovyetler Birliği'nde "faşist sapıklık" olarak tanımlanmasına yol açar. Maxim Gorky dönemin bakış açısını şöyle özetler: "Bugünlerde son derece yaygın bir slogan var; homoseksüelliğin kökünü kazırsan faşizmi de yok edersin".50

Faşizmin ABD'deki gelişimi de yine homoseksüellerin tekelinde olmuştur. Almanya'daki maskülen homoseksüellerin kurduğu İnsan Hakları Derneği'nin Amerikan versiyonu, yine aynı adla (Society for Human Rights) 10 Aralık 1924'te Chicago'da kurulur. Başında da Alman asıllı bir Amerikalı olan Henry Gerber vardır. Friendship and Freedom (Dostluk ve Özgürlük) adlı homoseksüellik yanlısı bir dergi çıkarırlar. Ancak bir yıl sonra ortaya çıkan bir skandal derneğin kapatılmasına yol açar. Çünkü Başkan Gerber, Başkan Yardımcısı President Al Menninger ve bir kaç yönetim kurulu üyesi ile birlikte bir erkek çocuğunu iğfal etmek suçundan tutuklanırlar. İhbarı yapan kişi, Menninger'in karısıdır. The Chicago Examiner olayı "Strange Sex Cult Exposed" (Garip Sex Tarikatı Ortaya Çıkarıldı) başlığı ile haber dizisi yapar. Ancak verilen rüşvetler ve çevirilen benzeri dolaplarla Gerber ve adamları davanın düşmesini sağlarlar. Gerber, "Engizisyoncu zihniyet" tarafından hedef alındıklarını ancak adaletin yerini bulduğunu söyler.51

İlerleyen yıllarda Gerber, Hıristiyanlığı insan özgürlüğünün karşısındaki en büyük engel olarak tanımlar ve neo-Pagan görüşler seslendirmeye başlar. Öte yandan Nasyonal Sosyalizme büyük bir sempati beslemektedir, özellikle de Roehm'e ve adamlarına övgüler yağdırır.

Pink Swastika, Gerber'in başlattığı homo-faşist hareketin ABD'deki gelişimini inceler ve Amerika'daki radikal sağ hareketlerdeki homoseksüellik arasındaki ilginç ilişkileri ortaya koyar.52 Ortaya çıkan sonuç aynıdır: ABD'deki faşist gruplarda da homoseksüellik karakteristik bir özellik durumundadır.

Neo-Paganizmin ve Homoseksüelliğin Kaçınılmaz Birlikteliği

Tüm bu önceki sayfalarda incelediğimiz faşizm-homoseksüellik ilişkisine bakarak bazı temel sonuçlara varmak mümkündür.

Öncelikle faşizmin homoseksüellikle olan ilişkisinin temelinde yatan asıl faktörün neo-Paganizm olduğuna değinmek gerekir. Çünkü faşizmin yücelttiği kavramlar, iki büyük ilahi din yani Hıristiyanlık ve İslam tarafından yasaklanan ya da önemsizleştirilen kavramlardır. Bunların başında ırkçılık gelir. Başta da belirttiğimiz gibi, insanın ait olduğu ırka ya da kabileye şiddetli bir bağlılık duyması, Pagan toplumlarda son derece yaygın ve meşru olduğu halde, fakat Hıristiyanlık ve İslam tarafından bir tür sapkınlık olarak görülmüştür. Hele bir ırkın ya da bir kabilenin bir diğerine üstün olduğu yönündeki iddialar, Pagan dünyasında çok olağan oldukları halde, ilahi dinlere göre birer safsatadırlar. Çünkü ilahi dinlerde insanları değerlendirirken kullanılan tek kıstas, onun soyu ya da diğer maddesel özellikleri değil, sadece inancı ve ahlakıdır.

Faşizmin bir diğer temel özelliği olan şiddet ve savaş da yine Pagan değerlerdir. İlahi dinlerde hedef şiddetten ve savaştan arındırılmış bir toplum ve dünya kurmaktır. Savaş, bu hedefe doğru ilerlerken gerektiğinde son çare olarak başvurulacak bir yöntem olabilir ancak. Oysa Pagan toplumlarında savaş başlı başına bir değerdir. Bir kabilenin, ırkın ya da halkın, şerefini ve gücü yaptığı savaşlardan ve ürettiği ölülerden aldığına inanılır.

Bu inancın en sembolik ifadesi, kanın kutsallaştırılmasıdır. Kan dökülmesi, ister düşmanın kanı isterse o halkın kendi evlatlarının kanı olsun, kutsal bir eylem olarak görülür. Bu nedenle, bir toprağın "kanla sulanması"nın onu başlı başına kutsal bir değer haline getirdiği düşünülür. (Kanın kutsallığına olan bu Pagan inanç, yine en belirgin olarak Naziler'de görülür. Hitler'in 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi sırasında yaralanan Nazilerin kanlarıyla ıslanmış olan bir parti bayrağı, adeta bir puta dönüştürülmüştür. "Kan Bayrağı" (Blutfahne) adı verilen bu bayrak olduğu gibi muhafaza edilmiş, ve her Nazi töreninde en kutsal sembol olmuştur. Hatta Nazi partisinin onbinlerce yeni bayrağı Blutfahne'ye sürülmüş ve ondaki "kutsal" gücün böylece bu yeni bayraklara da geçtiği düşünülmüştür.53

Kuşkusuz tüm bu Pagan değerlere inanan, ırkçılığa, şiddete, kan dökmeye karşı psikolojik bir eğilime sahip olan, acı çekmekten ve acı çektirmekten tatmin olan bir insan, ilahi dinlerin ortaya koyduğu ahlaki değerleri benimseyemez. Aradığı "barbar Conan" tiplemelerini, ilahi dinlerin örnek olarak gösterdiği insanların, yani peygamberlerin arasında bulamaz. İlahi dinlerin temelinde yer alan merhamet, huzur, sükun, teslimiyet gibi ahlaki değerler onda hiçbir karşılık bulamaz, aksine onu sıkarlar. Bu durumda, aradığı kahramanları Pagan kültüründe bulması son derece doğaldır.

Homoseksüellik ise işte bu yüzden faşizmin doğal bir parçasıdır. Çünkü Pagan toplumlarının neredeyse tümünde yaygın olan ve onay gören bir sapmadır bu; Paganizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Homoseksüelliğin teorik savunucularından Judy Grahn şöyle yazar:

Şamanizmin pek çok yönü homoseksüel bir içeriğe sahipti, kendilerine tapınılan tanrılar ve ruhların büyük bölümü homoseksüellikle ilişkiliydiler. Tahiti'de homoseksüel tapınma için özel tanrılar vardı. Japonya'daki eski Şinto tapınaklarındaki çizimlerde, aynı eski Romalıların Baccanalia'larında olduğu gibi toplu homoseksüel seks ayinleri resmediliyordu. Antik Çin'in Büyük Ana Tanrıçası Kwan-Yin'e, homoseksüel ilişkiyi de içeren farklı seks ritüelleri ile tapınılırdı. İspanyol kaşifler Orta Amerika'ya ve Yukatan'a geldiklerinde, birbirleri ile homoseksüel ilişkiye giren yaygın bir Pagan rahip tarikatına rastlamışlardı. Taşlara kazanmış kabartmalarda ise homoseksüel ilişki kutsal bir ayin olarak gösteriliyordu. Eski Babil'deki ve Sümer'deki tapınaklarda da homoseksüel rahip tarikatları yer alırdı.54

Hıristiyan yazar George Grant ise Pagan toplumlarındaki cinsel sapmayı şöyle anlatır:

Roma'nın yanısıra, eski Mısır, Pers, Kartaca, Babil ve Asur devletlerinin hemen hepsinde pederastik (olgun erkekler ile erkek çocuklar arasında cinsel ilişki) gelenekleri vardı. Bunun yanında, eski Moğol, Tatar, Hun, Töton, Kelt, İnka, Aztek, Maya, Ming, Kenan ve Zulu imparatorluk ya da devletlerinin hepsinde, gayr-ı ahlakilik, yozlaşma ve cinsel sapkınlıklar kutsanıyordu.55 

Şiddet, kan ve ırk ya da kabile bilinci adına Pagan kültürüne geri dönenler, doğal olarak bu "gayr-ı ahlakiliğe, yozlaşmaya ve cinsel sapkınlıklar"a da dönmüş oluyorlardı. Bu nedenle faşizm, hem "homoseksüelleştirici" hem de homoseksüelleri cezbedici bir özellik kazandı. Bir ırkın üstünlüğü savunanlar, ırklar arasında mücadeleyi yüceltenler, kendilerini maskülen homoseksüelliğin psikolojik atmosferine sokmuş oluyorlardı. Hatta, bir yoruma göre, bu durum sırf ırkların değil, ulusların mücadelesini savunanlar için de geçerliydi. Tarihçi Warren Johansson, şöyle yazıyordu: "Disiplin, yoldaşlık ve bireyin ırk adına kendisini feda etme isteği, tüm bunlar erkeksi toplumun homoerotik altyapısı tarafından belirlenen kavramlardır." 56 Nazi ideolojisinin "maskülen toplum" kuramına önemli katkı sağlayan Alman psikiyatrist Professor Hans Blueher daha da ileri giderek "erkek homoseksüelliğinin her tür ırksal devlet formunun temelinde yatan önemli bir faktör olduğunu" öne sürüyordu.57

Faşizmin Barbar ve İlkel Karakteri

Şimdiye dek faşizmin neo-pagan kimliğine yoğun biçimde atıfta bulunduk ve bu kimliğin yarattığı faşist karakterinin şiddet, kan dökücülük, ırkçılık ya da cinsel sapıklık gibi bazı unsurlarına değindik. Ancak bu konuyu bitirmeden önce neo-Paganizm tarafından belirlenen faşist karakterinin daha derinlemesine bir tarifini yapmakta yarar var.

Faşist karakterinin en belirgin vasıflarından biri, "Pagan" teriminin de ifade ettiği cahillik ve zihinsel azgelişmişliktir. Pagan terimi, aslında ilk olarak Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı dönemlerde köylüler ya da göçebeler için kullanılmıştır; çünkü Hıristiyanlık şehirlerde yayılmış, şehrin kültürel derinliğinden uzak kalan köylüler ve göçebeler ise uzun süre eski çok Tanrılı dinlerini muhafaza etmişlerdir. Bu nedenle, Pagan terimi, çok Tanrılılığı ifade ettiği gibi, aynı zamanda bir kültürel geriliği de ifade eder.

Kuşkusuz bir insan sadece içinde bulunduğu kültürel düzeye göre değerlendirilmez, çünkü kültürel yönden gelişmiş olan şehirlerde de her türlü "ahlaksız" çıkabilir, ya da kültürel yönden geri sayılabilecek olan köylerde de pek çok üstün ahlaklı insan var olabilir. Ancak yine de, şehirli kültürde yetişmiş insanların, köylü ya da göçebe toplumlarda yetişmiş insanlara göre ilahi dinleri kavramaya daha eğilimli olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Kuran'da, "bedevi"lerin "inkar ve nifak" bakımından şiddetli olduklarını ve "Allah'ın sınırlarını tanımamaya daha elverişli" oldukları haber verilir. (Tevbe, 97)

Faşizm, işte bu nedenle neo-Pagan ya da paralel bir tanımla "neo-Bedevi" insanların ideolojisidir. Yine aynı nedenle, diğer siyasi ideolojilerle karşılaştırılamayacak kadar entellektüel yönden sığ bir ideolojidir. Boş birtakım sembollere, efsanelere, içgüdüsel sloganlara dayanır. Bu zihinsel sığlık içinde yer alan bir insanın, "derin bir kavrayış" (Hicr Suresi, 75) gerektiren İlahi Dini anlaması mümkün değildir kuşkusuz. Bu nedenle, ya Nazizm'de olduğu gibi dini açıkça reddedecek, ya da Mussolini Faşizminde olduğu gibi onu kendi kafasında bir kaç basit slogana indirecek ve kendi sefil zihinsel boyutu içine çekecektir.

Faşist, neo-Pagan ve dolayısıyla "neo-Bedevi" olduğu için, sanat, estetik ya da temizlik gibi İlahi Din tarafından övülen kavramlara çok yabancıdır. Faşistlerin dış görünümlerine, içinde yaşamayı seçtikleri ortamlara, kullandıkları sembollere ya da söylemlere bakıldığında, tam anlamıyla bir ilkellik göze çarpar. Pis, bakımsız, çirkin, izbe mekanlarda yaşamaktan, bu gibi yerlerde toplanmaktan rahatsız olmaz, aksine zevk alırlar. Dahası, sanat ve estetiğe karşı da —bunlardan pek bir şey anlamadıkları için— garip bir öfke ve nefret duyarlar. Bu nedenle faşist her zaman için barbardır; yıkmayı, parçalamayı, yağmalamayı, öldürmeyi bilir. Bazen kendi dar ufku ve ilkel zihni içinde bir tür "sanat" geliştirir; ancak bu sözde sanat, gerçekte barbarlığını yansıtan ya da meşrulaştıran ilkel bir sembolizmden başka bir şey değildir.

Faşist, kendisini çok cesur ve gözüpek bir insan olarak gösterir her zaman. Oysa "cesaret" olarak tanımladığı içgüdüsü, gerçekte cahilliğinin ve düşüncesizliğinin ona verdiği bir vurdumduymazlıktan başka bir şey değildir. Gerçekten cesur bir insan, içinde bulunduğu durumu akılcı bir biçimde analiz eden, kavrayan ve sonra da paniğe kapılmadan gerekli tepkileri veren insandır. Faşistin cesaret dediği şey ise, içinde bulunduğu durumu analiz edemeyişinden kaynaklanır. Bunun en bariz örneği, diğer yandaşlarıyla birlikte iken aşırı derecede cesur —daha doğrusu küstah ve saldırgan— davranmaları, tek başlarına kaldıklarında ise son derece korkak ve karaktersiz bir üslup kullanmalarıdır. Güven ve cesaretleri "sürü psikolojisi"nin bir sonucudur çünkü; "sürü"den ayrı kalınca da şiddetli bir güvensizlik ve korkuya kapılırlar.

Faşistin bu ilkel zihinsel yapısının doğal sonucu, kaba kuvvete karşı büyük bir hayranlık duymalarıdır. İlahi Din tarafından övülen ahlaki erdemleri —aklı, adaleti, içtenliği, ince düşünceliliği, doğallığı vb.— kavrayamadıkları için, sadece ve sadece kaba kuvvetin cazibesinden etkilenirler. Bu nedenle de, İlahi Dinin insanlara öğrettiği en önemli prensiplerden biri olan "kuvvet haktadır" kuralını, "hak kuvvettedir" şeklinde tersten yorumlarlar. Askeri, siyasi ya da ekonomik güce sahip olan ve bu gücü de insanları ezmek için kullananlar, faşistleri kendilerine hayran bırakırlar. Faşizmin, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde, kendisinden daha büyük siyasi güçlerin —örneğin ABD'nin, askeri cuntaların, uyuşturucu kartellerinin ya da mafyanın— emrine girmesi ve onların "taşeronu" haline gelmesinin en temel psikolojik nedeni budur.

Faşizmin bu son özelliği, onun dünyanın önemli sosyo-politik güç merkezlerinden biri olan Siyonizm'le de ilginç bir yakınlaşma içine sokmaktadır. 19. yüzyılın sonunda doğan Siyasi Siyonizm hareketi ve onun ürünü olan İsrail Devleti, faşistlerin hep özendikleri güçlü, acımasız ve baskıcı karaktere yoğun bir biçimde sahiptir. Dahası, Siyasi Siyonizm ve İsrail Devleti, aynı faşistler gibi ırkçı bir ideolojiye sahiptirler. Bu iki temel paralellik, 20. yüzyılda faşizm ile Siyonizm arasında pek bilinmeyen ancak son derece etkili ve geniş kapsamlı bir ittifakın gelişmesine neden olmuştur.

O nedenle, şimdi de faşistler ile Siyonistler arasındaki bu az bilinen ilişkiyi incelemek gerekmektedir.

"Siyonist Bağlantısı"

Bu bölümün başında faşizmin üç tane son derece önemli ancak gözlerden kaçan temel özelliği olduğuna değinmiş ve bunları inceleyeceğimizi söylemiştik. Bu özelliklerin ilk ikisini, neo-Paganizm ve homoseksüelliği önceki sayfalarda gözden geçirdik. Şimdi üçüncü ve belki de en örtülü özelliğe bakabiliriz.

Önceki sayfalarda faşizmin ve ırkçılığın iki büyük ilahi dinle, yani Hıristiyanlık ve İslam'la olan uyuşmazlığına değinirken, Yahudilik'ten hiç söz etmememiz dikkat çekmiş olabilir Bu kasıtlı bir ayırımdır. Çünkü Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'dan çok temel bir noktada ayrılmaktadır ve de bu durum, onun ırkçılıkla olan ilişkisini diğer iki dinden çok daha farklı hale getirmektedir.

Irkçılık İslam ya da Hıristiyanlıkla çatışmıştır, çünkü her iki din de evrenseldirler; hiçbir insan ırkını, kabilesini, halkını ya da ulusunu bir diğerinden ayırmaz ve birbirlerine üstün tutmazlar. Ancak Yahudilik, İslam ve Hıristiyanlığın (hatta Uzakdoğu dinlerinin de) aksine, tüm insanlara seslenen ve onları doğruya ulaştırmayı hedefleyen bir din değildir. Tam aksine, Yahudilik, Yahudi ırkına ait bir dindir: Yahudi ırkından olmayanlar, Yahudi dinine kabul edilmezler. Dolayısıyla, yalnızca inanca dayanan diğer dinlerin aksine, Yahudilik inanç ve ırk özelliğinin bir araya gelmesiyle oluşur.

Bunun da ötesinde, Yahudilik, bir de "üstün ırk" kavramı içerir. Yahudi geleneğindeki inanca göre, Yahudi ırkı, "Tanrı'nın seçilmiş halkı"dır ve diğer ırklardan üstündürler. Diğer ırklar, Yahudilerden aşağıdırlar. Yeryüzünün ve özellikle de Kutsal Topraklar'ın gerçek sahipleri de Yahudilerdir. Yine Yahudi inancına göre, bir gün Mesih geldiğinde, Yahudilerin diğer ırklara olan üstünlükleri eyleme geçirilmiş ve tüm ırklar Yahudilerin üstünlüklerini tanımış olacaklardır.

Kısacası, Yahudi dini ırkçıdır. Başka hiçbir büyük dinde rastlanmayan bir biçimde, ırkçılıkla bütünleşmiş, hatta ırkçılık üzerine kurulmuş bir dindir. Bu nedenle de, bir müslümanın "din" kavramından anladığı şeyle Yahudilik arasında çok büyük farklar vardır. Bir müslüman "din" denilince İslam'ı anlar. İslam, insana acizliğini hatırlatan, onu hırs ve ihtiraslarından vazgeçmeye çağıran, ona dünyanın geçici süsünü değil ahireti hedef gösteren, onu ırk, soy, kabilecilik gibi ilkel saplantılardan kurtulmaya çağıran bir dindir. Yahudilik ise bunun tam tersidir: Kendisine inananlara "üstün ırk" oldukları telkinini yapar, onları "dünyayı ele geçirmeye ve sömürmeye" teşvik eder, diğer ırklara karşı nefret aşılar. Yahudiliğin ahiret diye bir hedefi de yoktur: Hahamların elinde "tashih"e uğrayan Tevrat'ta, "cennet" ve "cehennem" kelimesi bile geçmez. Yahudilik yalnıza bu dünyayı tanıyan bir dindir.

Bu nedenle de, ırkçılık ideolojisi ile din arasında yaşanan büyük çatışma, Yahudilikle ırkçılık arasında yaşanmamıştır.

Tam aksine, 19. yüzyıl ırkçılığı, Yahudilere karşı ilginç bir sempati geliştirmiştir. Çünkü ırkçıların yapmak istedikleri, "saf ırklar" üretmektir: Kendi ırklarının diğer ırklarla karışmamasına çalışmaktadırlar. Hiç kimse, başka ırktan yani "dışarıdan" birisiyle evlenmemelidir ki, ırkın saflığı bozulmasın.

Irkçıların Semitik İlhamları

Üstte belirttiğimiz nedenlerden ötürü, 19. yüzyıl ırkçıları Yahudi geleneğinin "değerini" keşfettiler. Çünkü Yahudilik, ırkçıların yapmak istedikleri şeyi, yüzyıllardır yapıyordu. Yahudi dini, binlerce yıldır ırklar arasında "üstünlük-alçaklık" olduğu safsatasını savunuyordu. Aynı şekilde ırkçıların elde etmek istediği "saf ırk" modeli de binlerce yıldır yalnızca Yahudiler tarafından başarıyla korunuyordu. "Irk-dışı evlilik" yapmak, Yahudi toplumunun binlerce yıldır en büyük yasaklarından biriydi. Bu nedenle, ırkçı düşüncenin önde gelen kuramcıları Yahudi kaynaklarına yöneldiler ve Yahudi geleneğine büyük bir hayranlık beslemeye başladılar.

Örneğin ırkçı doktrinerlerin en önde gelenlerinden biri olan ve İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı kitabıyla ünlenen Arthur de Gobineau, bunlardan biriydi. İnsan ırklarını bir "merdiven" teorisi ile sınıflara ayıran ve merdivenin en alt basamağına siyahları yerleştiren Gobineau, bu ırkın, "insanlığın en aşağı örneğini oluşturduklarını" öne sürüyor ve "bu ırk en geri zeka düzeyini aşamamıştır" diyordu. İkinci olarak "sarı ırk"ın varlığından söz eden Gobineau, bu ırkın da siyahlardan daha gelişmiş olmasına rağmen, yine de güçsüz ve iradesiz olduklarını iddia ediyordu. Irkçı ideolog, "beyaz ırk"ın üstünlüğünü ise şöyle anlatıyordu: "Güzeli eksiksiz anlatmak mümkün olmadığı için, onun karakteristikleri bu kadar kısa özetlenemez... Onur, bu ırkın eyleminin özgün dinamiğini oluşturur". Gobineau, bu ayrımın ardından, "beyaz ırk"ın diğerlerinden kesin olarak üstün olduğunu ve bu üstünlüğü politik alanda yansıtmasının (yani ötekilere tahakküm etmesinin) de gayet doğal olduğunu söylüyordu.

Ve işin en ilginç yanı, Gobineau'nun bu ırkçı safsatalarına dayanak olarak M. Tevrat'ı kullanmasıydı. Fransız Akademisyen François de Fontette, Gobineau'nun ırkları ayırırken, Tevrat'taki "Nuh'un oğulları" kıssasını kendine referans olarak aldığını bildiriyor.58 Tevrat'a sonradan eklenmiş olan bu efsane, bilindiği gibi, Hz. Nuh'un soyunun bir bölümünün lanetli olduğunu ve bu soydan gelen ırkların (ki Araplar buna dahildir) aşağılık ve lanetli ırklar olduğunu telkin eder. Yine aynı kaynakta bildirildiğine göre, Gobineau, etkisinde kaldığı Tevrat'ın asıl sahiplerini de övmekten geri kalmıyor ve Yahudileri "özgün, güçlü, zeki ve insanlığa tüccar kadar hekim de vermiş bir halk" olarak tanımlıyordu.59

19. yüzyılda mantar gibi çoğalan ırkçıların ilginç özelliklerinden biri de, az önce belirttiğimiz gibi, Yahudilerin "ırklarını koruma" yeteneğine duydukları hayranlıktı. Yahudilerin bu "başarı"sına hayran olanların başında da Alman ırkçılığını en önemli kuramcısı (ve Hitler'in de akıl babası) olan Houston S. Chamberlain geliyordu. François de Fontette, "üstünlüklerini yeniden üretmek için Kan Yasası'nı uygulamakta gösterdikleri beceriden dolayı Yahudiler, Chamberlain'in hayranlığına mazhar olmuşlardır. (Chamberlain'e göre) Onlar, ana kaynağı el değmemiş durumda korumuşlardır, ona bir damla bile yabancı kan karıştırmamıştır" diyor.60

Kısacası, başta Hitler olmak üzere 20. yüzyıl faşistlerine yol gösteren 19. yüzyıl ırkçıları, Yahudi geleneğine hayran oldular ve bir anlamda Yahudileri taklid etmek istediler. Buna karşın, resmi tarihte bilinen, başta Hitler olarak 20. yüzyıl faşistlerinin Yahudilerle aralarının hiç de iyi olmadığı, hatta Yahudilere karşı "soykırım" uyguladıkları şeklindedir. Oysa gerçekler oldukça farklıdır.

Nazi-Siyonist İşbirliği

19. yüzyıl ırkçılarının ve onları izleyen 20. yüzyıl faşistlerinin Yahudilere yaklaşımında ilginç bir ikilem vardır: Bu kişiler "saf ırk" oluşturmadaki becerilerinden dolayı Yahudilere hayrandırlar, ancak Yahudilerin kendi ırklarına karışmasını kesinlikle istememektedirler. Çünkü Yahudiler, Avrupa'nın neredeyse bütün ülkelerinde en büyük azınlık durumundadırlar ve ırkçıların en çok korktukları şey de, bu Yahudilerin Avrupalı toplumlar içinde asimile olup, "ırk saflığını" bozmalarıdır. Örneğin Naziler, 1935 yılında yayınladıkları Nuremberg kanunları ile, Almanların Yahudilerle evlenmesini, hatta cinsel ilişkiye girmesini yasaklamışlardır. Benzeri bir biçimde, tüm avrupa faşistlerinin ortak noktası, en büyük azınlık olan Yahudileri "tecrit" etmek olmuştur (aynı "tecrit" politikası Çingeneler gibi başka azınlıklara da uygulanmıştır).

İşte resmi tarih, bu noktadan yola çıkarak, Naziler ve benzeri ırkçı/faşistlerin gözüdönmüş birer "Yahudi düşmanı" olduklarını anlatır. Oysa gerçek çok farklıdır: Naziler ve benzeri faşistler, o dönemde Yahudi toplumu içinde büyük bir güce ulaşmış olan Siyonistlerle işbirliği yapmışlardır!

Naziler ile Siyonistler arasındaki işbirliği rasyonel bir zemine oturuyordu: Avrupalı ırkçılar, Yahudilerin kendi ırklarına karışıp asimile olmasını istemiyordu. İlginçtir, aynı hedef Siyonistlerce de paylaşılıyordu: Siyonistlerin en büyük sorunu, Yahudilerin gittikçe daha da artan bir hızla "ırk bilinçlerini" yitirmeleri ve Avrupalı toplumlar içinde asimile olmaya başlamış olmalarıydı. Zaten bu nedenle, Siyonistlerin 20. yüzyılın başından beridir uygulamaya çalıştıkları Yahudileri Filistin'e göç ettirme projesi büyük bir başarısızlığa uğramıştı. Avrupalı Yahudilerin önemli bir bölümü, "anavatan" olarak içinde yaşadıkları ülkeleri (Almanya, Fransa vb.) kabul ettiklerini ve Filistin'e göç etmek istemediklerini ortaya koymuşlardı.

İşte bu noktada Siyonistler, kendi halklarını göçe ikna etmek için ırkçı/faşistlerle işbirliği yapmaları gerektiğini düşündüler. Siyonizm'in kurucusu olan Theodor Herzl'in "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı olacaktır" şeklindeki sözü bu planı ifade ediyordu. Nazi-Siyonist ilişkisi bu çerçevede gelişti.

Naziler iktidara gelmeden önce de, Dünya Siyonist Örgütü'nün Almanya kolu olan Almanya Siyonist Federasyonu (ZVfD) arasında karşılıklı görüşmeler ve anlaşmalar olmuştu. Siyonistler, Naziler'le yaptıkları görüşmelerde, Almanya'daki Yahudi sorununun tek çözümünün bu Yahudilerin Filistin'e göç ettirilmesi olduğunu söylüyorlardı. Eğer Naziler Siyonizm'e destek olurlarsa, hem ülkedeki Yahudilerden kurtulmuş olacaklar, hem de Siyonistleri destekleyen büyük Yahudi sermayedarlardan önemli finansal destekler bulacaklardı. Bu oldukça mantıklı bir ittifak önerisiydi. Nazizm'in ideoloğu Alfred Rosenberg, Siyonistlerle işbirliği yapmanın yararlarından henüz 1920'lerin başında söz ediyordu.

Naziler 1933 yılında iktidara geldiler ve ittifak tam anlamıyla kuruldu. Siyonistler, Naziler'den, ülkedeki Yahudilere "Yahudi" olduklarını tekrar hatırlatmalarını istiyorlardı. Naziler çeşitli Yahudi aleyhtarı kanun ve eylemlerle bu isteği severek yerine getirdiler. 1935 yılında çıkartılan Nuremberg Kanunları, Yahudileri Alman toplumundan tümüyle izole etme amacını güdüyordu; Yahudilerin resmi dairelerde çalışmaları ve Almanlarla evlenmeleri kesin olarak yasaklanmıştı. Siyonistler ise bu kanuni düzenlemeden dolayı Hitler'e övgüler yağdırıyorlardı. Dönemin etkin Siyonistlerinden dünyaca ünlü yazar Emil Ludwig, Siyonistlerin bakış açısını şöyle ifade ediyordu:

Hitler adı belki bir kaç yıl sonra unutulacak olabilir. Ama Filistin'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim... Yahudiliklerini yitirmiş olan binlerce Yahudi onun sayesinde kimliklerine geri döndürülebilmiştir. Bu yüzden ben şahsen ona karşı büyük minnettarlık besliyorum.61

Yine ünlü Siyonistlerden biri olan Chaim Nachman Bialik ise "Hitlerizm, asimilasyonun pençesindeki Alman Yahudiliğini yokolmaktan kurtarmıştır" diyor, Hitler'le olan ideolojik akrabalığını da vurgulayarak "aynı Hitler gibi ben de kan düşüncesinin gücüne inanıyorum" diye ekliyordu.

Naziler ile Siyonistler arasındaki ittifakın en somut sonuçlarından biri, ülkedeki Yahudilerin güvenli bir biçimde Filistin'e transfer edilmesini sağlayan Ha'avara adlı göç anlaşmasıydı. Bu anlaşma uyarınca, bir Alman Yahudisi Filistin'e göç etmek istediğinde bütün mallarını Almanya'da satıp özel bir bankaya devrediyor, Filistin'e vardığında ise aynı bankanın Tel Aviv şubesinden parasını eksiksiz geri alabiliyordu. 1933-41 yılları arasında 60 bin Alman Yahudisi bu anlaşma ile Filistin'e transfer edildi ki, bu o dönem Filistin'deki Yahudi nüfusunun % 15'ini oluşturuyordu. Ha'avara'nın ekonomik sonuçları da oldukça önemliydi. İngiliz Tarihçi Edwin Black'e göre, "Ha'avara Filistin'de ekonomik bir patlama yaratarak, İsrail Devleti'nin kuruluşuna büyük bir katkıda bulundu".

Siyonistler bu denli iyi bir ittifak içinde oldukları Naziler'e büyük bir ekonomik destek de verdiler. Bu destek hem Hitler'in iktidarından önce, hem de iktidar yıllarında gerçekleşti. Siyonistler büyük Yahudi sermayedarları devreye sokarak öncelikle cılız bir siyasi hareket olan Nasyonal Sosyalizm'i iktidara taşıdılar. Hitler'in iktidara oturmasının ardından da, Alman ekonomisinin içinde bulunduğu ekonomik darboğazın aşılmasında Dünya Siyonist Örgütü ve örgütün devreye soktuğu Yahudi sermayedarlar büyük rol oynadı.

Nazi-Siyonist ittifakı ile ilgili bu bilgiler, Soykırım Yalanı adlı kitabımızda çok daha kapsamlı bir biçimde ele alındığı için burada fazla detaya girilmedi. Söz konusu çalışmada, gerek Naziler'in gerekse başta Mussolini İtalyası olmak üzere dönemin diğer pek çok faşist rejiminin Siyonistler kurdukları gizli ilişkiler incelenmişti. Dahası, "Yahudi Soykırımı" efsanesinin, özellikle de gaz odaları iddialarının içyüzü ortaya çıkarılmıştı. Ortaya çıkan gerçek şudur; "Yahudi Soykırımı", toplama kamplarındaki kötü şartlar ve tifüs salgını sonucunda bazı Yahudi tutukluların yaşamlarını yitirmelerinden ibarettir. Nazilerin Yahudileri imha etmeye kalktıkları ve bu iş için "gaz odaları" kurdukları iddiası ise, İsrail devletini kurmak için uluslararası destek bulmaya çalışan Siyonistlerin geliştirdiği propaganda amaçlı bir yalandır.

Çünkü her ikisi de aynı ırkçı ideolojiye bağlı olan ve aynı ırkçı projeyi —Yahudi ve Alman "ırk"larını birbirinden izole etme projesini— uygulamak için yola çıkan Naziler ile Siyonistler arasında hiçbir uyuşmazlık olmamıştır.

İsrail ve Çağdaş Faşistler

Belki Nazi-Siyonist ilişkisinden daha şaşırtıcı olan bir gerçek, İsrail devletini kurulduğu tarihten bu yana dünyanın dört bir yanındaki ırkçı/faşist/aşırı sağcı rejim ve örgütlere verdiği büyük destektir. Medyanın beyin yıkayıcı propagandaları sayesinde dünya kamuoyuna, "Ortadoğu'nun tek demokrasisi" olarak tanıtılan İsrail, gerçekte dünyanın en baskıcı diktatörlüklerini ayakta tutmuş olan bir ülkedir. İsrail'in bu konudaki "kirli çamaşırları"nın, bu devlet lehinde ilginç propagandalara şahit olduğumuz ülkemizde de bilinmesinde fayda vardır.

İsrail'in çağdaş faşistlerle olan ilişkileri, hem Üçüncü Dünya'da hem de Batı'da geçerlidir. İsrail'in Mossad ya da diğer kanallardan neo-Naziler, Dazlaklar ve benzeri faşist gruplarla kurduğu ilişki, İsrail eski başbakanlarından Moşe Şaret'in günlüğüne dayalı olarak yazılan İsrail'in Kutsal Terörü isimli kitapta şöyle anlatılır:

İsrail'in İtalyan ve diğer Avrupalı faşist gruplarla işbirliği 70'li yılların sonlarından 80'li yılların başlangıcına dek uzanmaktadır. Son yıllarda bu işbirliği Lübnanlı falanjistlerin desteğiyle daha da güç kazanmıştır. İtalyan makamların ülkelerindeki radikal sağ terörizmi soruşturmaları sayesinde, kısa süre önce en az 100 İtalyan faşistinin Lübnan'daki Kataeb eğitim kampında silah ve patlayıcı maddeler konusunda eğitildiği saptanmıştır. İtalyan soruşturma görevlilerinin genel kanısına göre, Beşir Cemayel'in doğrudan yönetimi altında olan eğitim kamplarından birinde Bologna katliamını gerçekleştiren teröristler yetiştirilmiştir. Söz konusu katliamda yüzün üstünde insan ölmüş, yüzlercesi yaralanmıştı.62 

...Bu eğitim kamplarında İtalyanların yanı sıra Alman, İspanyol ve Fransız faşistleri de eğitilmekte kamp personelleri tahmin edilebileceği gibi İsraillilerden oluşmaktadır. İsrail, Falanjist milislerin en modern patlayıcı madde ve elektronik imha malzemeleriyle donanımını sağlamaktadır.

Münih Ekim Festivali'ne katılan 53 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaydan sorumlu olan neo-Naziler ile, İsrail tarafından her türlü desteğin sağlandığı Lübnanlı Falanjistler arasındaki ilişki dünya basınında tekrar tekrar konu edilmektedir. 11 Ekim 1980 tarihli Economist'e göre, Bavyera İçişleri Bakanı, katliamdan sorumlu olan Hoffmann grubunun aşırı sağcılarla yaptığı pazarlık sonucu, Lübnan'daki Hıristiyan milislere mali destek sağladığını açıklamıştır. İsrail terörizminin Batı Almanya'da çevirdiği dolaplar ayrı bir çalışmanın konusu olabilir.63

İsrail ve Afrika Faşistleri

"İsrail'in dünyadaki tüm faşist rejim ve örgütleri desteklediği" İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi'nin The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why? (İsrail Bağlantısı: İsrail, Kimi Neden Silahlandırıyor?) adlı kitabında çok ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. Buna göre, İsrail, ABD ile elbirliği halinde dünyanın dört bir yanında baskıcı rejimleri destekleyerek "istikrar"ın korunmasını sağlamıştır.

İsrail'in Afrika'daki müttefikleri, İdi Amin, Bokassa, Mobutu gibi zalim ve "psikopat" faşist diktatörleri, faşist örgütleri ve tüm sömürgeci güçleri içerir. Afrika, Hallahmi'nin bildirdiğine göre, İsrail'in ilgi alanına 1950'li yıllarda girmiştir. İsrail, kıtadaki tüm faşist rejimleri desteklemiştir. İsrail bu rejimleri silahlandırmış, onların güvenlik kuvvetlerini askeri danışmanları ile eğitmiştir.

Hallahmi, İsrail'in çeşitli Afrika ülkelerindeki faaliyetlerini şöyle anlatıyor:

Cezayir: İsrail, Cezayir'deki bağımsızlık hareketine karşı Fransa'ya yardım ediyor. İsrail gizli servisleri, Cezayirli gerillalara karşı Fransız sömürgeci yönetimi askerlerine karşı-gerilla teknikleri öğretiyor. Ocak 1960'da İsraili iki General Yitzhak Rabin (bugünkü başbakan) ve Haim Herzog (bir önceki Devlet Başkanı) Cezayir'e giderek Fransız birliklerini ziyaret ediyorlar. İsrail, Cezayir'in bağımsızlığını engellemek için elinden geleni yapıyor. 1961 ve 1962 yıllarında, Cezayir'deki Fransız yerleşimcilerin kurduğu ve Cezayir'in bağımsızlığını engellemeyi hedefleyen aşırı sağcı OAS hareketi, İsrail'den büyük destek görüyor.

Zaire: Hallahmi'nin bildirdiğine göre, İsrail, onyıllardır Zaire'nin rezil diktatörü Mobutu'nun en büyük desteği oldu. 1965'de bir hükümet darbesi ile başa geçen Mobutu, halkın yarıdan çoğunun fakirlik seviyesinin altında yaşadığı, açlıktan ölümlerin sıkça rastlandığı ve kişi başına düşen yıllık gelirin 80 doların altında olduğu Zaire'de inanılmaz bir israf içinde yaşamaktadır. Öyle ki yakın bir zamana kadar her ay New York'un en pahalı berberlerinden biri, Mobutu'nun kiraladığı Concorde uçakla Zaire diktatörünü traş etmeye geliyordu ve sonra yine aynı Concorde ile New York'a dönüyordu!... Mobutu, iktidarda olduğu sürece, İsviçre bankalarındaki özel hesaplarına yaklaşık 4 milyar dolar aktardı.

Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zaire'yi bu şekilde sömüren Mobutu, doğal olarak, iktidarda kalışını kurduğu baskı rejimine borçludur: Mobutu'ya karşı çıkmaya kalkanlar acımasızca yok edilir. Özel polisin işkence yöntemleri korku salar.... Peki bu rezil Üçüncü Dünya faşisti iktidarını kime borçludur? En başta İsrail'e... Hallahmi, Mobutu'nun İsrail'le olan olağanüstü yakın ilişkilerine ayrıntılarıyla anlatıyor. İsrailli askeri uzmanlar, 1969 yılında Mobutu'nun ordusundaki özel timleri eğitmeye başlamışlardı. İlerleyen yıllarda ilişkiler daha da gelişti; Mossad Zaire'de son derece aktif hale geldi. Savunma Bakanı Ezer Weizmann (şu anki Cumhurbaşkanı) 1979'da Zaire'yi gizlice ziyaret etmiş ve Mobutu'ya askeri yardımı artırma artırma sözü vermişti. 1981'de Mossad'ın ünlü ajanlarından David Kimche Mobutu'nun konuğu oldu. Aynı yıl Savunma Bakanı Ariel Şaron gizlice Zaire'ye geldi ve Mobutu'yla, diktatörün özel koruma birliğini eğitmek için anlaşma imzaladı. 1982 yılında, Mobutu, İsrail'le ilişkilerini geliştirmesine karşılık 10 milyon dolar bahşiş aldı. 1983'de Ariel Şaron 4 günlük bir Zaire ziyareti yaptı ve Mobutu'nun özel koruma birliğinin sayısının 3.000'den 7.000'e çıkması ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. 1984'de Haim Herzog, dünya Yahudilerini Zaire'de yatırım yapmaya davet etti. İlerleyen yıllarda İsrail Lobisi, Washington'da Mobutu lehine lobilicilik yaptı. 1985'te Mobutu İsrail'e resmi ve anlı şanlı bir ziyaret yaptı, Haim Herzog tarafından resmi törenle karşılandı. Mobutu'nun İsrail'den iki büyük ricası vardı: Zaire'deki baskıcı gizli polis servisinin İsrail tarafından eğitilmesi ve Yahudi Lobisi'nin ABD'de Mobutu'yu desteklemesi. Daha sonra iki İsrailli General Ehud Barak (şu anda Genelkurmay Başkanı) ve Abraham Tamir'in Zaire'ye yaptığı ziyarette Mobutu'nun gizli polisinin, sayıları yüzleri bulan özel "bodyguard"larının ve istihbarat servisinin İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. Bu arada Mossad ajanı Meir Meyouhas, "Mobutu'nun sağ kolu" haline geldi ve Afrika diktatörüne hemeh her konuda danışmanlık yaptı. Meyouhas, daha sonra IMF'nin Mobutu rejimine cömert krediler vermesine de aracılık etti.

Uganda: Üçüncü Dünyanın en ünlü faşistlerinden biri Uganda'daydı: İdi Amin. 1971'de gerçekleşen bir askeri darbeyle iktidarı ele geçiren İdi Amin, tüm faşist diktatörler gibi İsrail'le çok yakın ilişkiler kurdu. İdi Amin, darbeyi gittikçe İsrail aleyhtarı bir çizgiye girmeye başlayan Obote'ye karşı yapmıştı. Bu nedenle de Mossad, İdi Amin'e destek verdi. Amin'in darbesi, Mossad'ın büyük yardımı ile yapılmıştı; Mossad ajanı Albay Baruch Bar-Lev, olayda büyük rol oynamıştı. Baruch Bar-Lev, darbe sonrasında da İdi Amin'le çok yakın ilişki içinde olmaya devam etti. İdi Amin'in İsrail ilişkileri ise hep sürdü: Sık sık İsrail'i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu.

Angola ve Mozambik: Bu iki ülkenin kaderi birbirine paraleldi. İkisi de1970'li yıllara kadar Portekiz sömürgesi olarak kaldılar ve Afrika'nın en son bağımsızlığını kazanan iki ülkesi oldular. Sömürgeci Portekiz yönetimi, Angola ve Mozambik'teki ulusal kurtuluş hareketlerine karşı uzun bir mücadele vermişti, İsrail'in büyük yardımlarıyla. Hallahmi'nin bildirdiğine göre, sömürgeci Portekiz ordusunun silah ihtiyacını en başta İsrail karşılıyordu. Angola'nın sömürgecilikten kurtarılması için kurulan MPLA (Angola Halk kurtuluş Hareketi) hareketi, 1975'te İsrail'in silahlandırdığı Portekiz ordusunu yenerek ülkeyi bağımsız hale getirdi. Ancak Angola huzura kavuşmamıştı. Çünkü ülke içinde MPLA'ya karşı iki ayrı örgüt vardı: Ülke içindeki kabilelerden birini temsil eden sağcı/kabileci FNLA ve Güney Afrika devletinin ülkedeki bağımsızlık hareketini bastırmak için kurdurduğu UNITA adlı aşırı sağcı "kontra" örgüt. İsrail, hem FNLA'yı hem de UNITA'yı yoğun biçimde silahlandırdı ve ülkeyi kasıp kavuran iç savaşın başlıca sorumlusu oldu. Aynı şekilde Mozambik'teki aşırı sağcı "kontra" örgütü MNR de İsrail tarafından silahlandırılmış ve İsrailli askeri uzmanlarca eğitilmişti. Ancak İsrail'in bu faaliyetleri, aynı diğer örneklerde olduğu gibi, büyük ölçüde gizli kaldı. İsrail'in bu tür aşırı sağcı/faşist örgütlere desteğinin gizli kalmasının birinci nedeni, Hallahmi'nin bildirdiğine göre, bu örgütlere İsrail yapımı değil, İsrail'in savaş ve çatışmalarda ele geçirdiği Sovyet yapımı silahların gönderilmesiydi. Afrika'nın bir ucunda elden ele gezen Kalaşnikofların aslında İsrail'den geldiğini kimse farkedemezdi doğal olarak...

Orta Asya Cumhuriyeti: Bu ülkeyle İsrail'in en iyi ilişkiler kurduğu dönem, 1976-79 yılları arasıydı. Bu dönemde ülkenin adı "Orta Afrika İmparatorluğu"ydu ve bu "imparatorluk", vahşeti ve zalimliği ve "psikopat"lığıyla ünlü Bokassa tarafından yönetiliyordu. Bokassa'nın en iyi dostu ise yine İsrail'di. Bokassa'nın "imparatorluk ordusu" İsrailli uzmanlar tarafından eğitiliyordu. Bokassa'nın en yakın danışmanı ise Shmuel Gonen adlı bir emekli İsrail generaliydi.

Hallahmi, kitabında İsrail'in daha pek çok başka Afrika ülkesiyle ya da bu ülkelerdeki faşist gruplarla ilişkileri olduğunu anlatıyor. Burada yalnızca en çarpıcı olanları aktardık. Bunun yanında İsrail'in kıtadaki faaliyetlerinin temel hedeflerinden biri de, Hallahmi'nin de vurguladığı gibi, İslam. İsrail, faşistlerin yanısıra, kıtadaki tüm anti-İslam unsurları da destekliyor. Örneğin Sudan'daki İslami rejime karşı savaşan Güney Sudanlı Hıristiyan ayaklanmacılar en büyük desteği İsrail'den görüyorlar. İsrail, Hıristiyan Etiyopya ile "anti-İslam" bir ittifaka giriyor ve Eritre'nin bağımsızlığına karşı Etiyopya'ya büyük destek veriyor. Benzer bir şekilde, Çad'daki içsavaşta kuzeydeki müslümanlara karşı savaşan güneyli Bantular en büyük desteği İsrail'den alıyorlar.

Ayrıca İsrail'in ırkçı Güney Afrika rejimiyle yaptığı işbirliği var ki, Hallahmi'nin kitabında büyük bir yer tutuyor. Herkesçe bilinen bu konunun detaylarına girmiyoruz, ancak yalnızca İsrailli gazeteci Victor Nahmias'ın bir yorumunu aktarmakta yarar var. Şöyle diyor Nahmias: "İsrail-Güney Afrika ilişkileri hakkında bilinenler, var olanların gerçekte çok küçük bir kısmıdır". Hallahmi'nin anlattığına göre, bu "bilinmeyen"ler siyahlara uygulanan işkence yöntemlerine kadar uzanıyor.

Latin Amerika'daki Faşist Güçler ve İsrail

İsrail'in yoğun "faşist bağlantıları" kurduğu diğer bir bölge ise Orta ve Latin Amerika. Hallahmi, İsrail'in Latin ve Orta Amerika'daki aşırı sağcı/faşist örgütlerle ya da aşırı sağcı/faşist askeri cunta rejimleriyle kurduğu inanılması zor bağlantıları ayrıntılı olarak anlatıyor. Buna göre, İsrail bölgede üçü büyük rol oynuyor: Aşırı sağcı güçlere büyük oranlarda silah sağlıyor, onları "eğitiyor" (ki bu eğitim gerilla ve karşı-gerilla yöntemleri, işkence metodları, toplumsal hareketleri bastırma teknikleri gibi konuları içeriyor) ve de bu aşırı sağcı güçlere "ilham kaynağı" oluyor. Hallahmi şöyle diyor: "Latin Amerikan orduları her zaman için İsraillilerin sertliğine, acımasızlığına ve verimliliğine hayrandırlar." 64 Hallahmi, bir sağcı Orta Amerika politikacısının şu sözlerini de aktarıyor: "İsrailliler, insan hakları denen saçmalığın işlerine engel olmasına asla izin vermiyorlar." 65

Hallahmi daha sonra İsrail'in bölgedeki aşırı sağcı unsurlarla yaptığı işbirliğinin ilginç boyutlarını aktarıyor:

Guatemala: İsrail, Guatemala'da iktidara gelen sağcı cuntaların bir numaralı silah kaynağı. İsrail ayrıca bu aşırı sağcı rejimlere toplumsal denetim sağlamaları için de yardım ediyor. Guatemala gizli servisleri, yeraltı direniş gruplarını yakalayıp yoketmek için İsrailli uzmanlar tarafından eğitiliyorlar. Guatemala'nın adı bile halka korku salan gizli polisi İsrailli uzmanlarca eğitimden geçiriliyor. İsrailli uzmanların yardımıyla Guatemala halkının % 80'i "fişleniyor". Bilgisayara aktarılan bu bilgiler (ki İsrail bilgisayar sisteminde de Guatemala gizli polisine büyük yardımda bulunuyor) inceleniyor ve "sakıncalı" kişiler tespit ediliyor. Farklı kaynakların bildirdiğine göre, "fişlenmiş" olan bu kişiler, İsrailliler tarafından eğitilmiş olan "sağcı ölüm timleri" tarafından "faili meçhul" yoluyla ortadan kaldırılıyor. Hallahmi, kırka yakın İsrailli uzmanın Guatemala gizli servislerinde çalıştığını bildiriyor. Bu uzmanlar, Hallahmi'nin deyimiyle "korkunç sorgulama yöntemleri" öğretiyor Guatemala gizli servislerine.

El Salvador: Aynı Guatemala'da olduğu gibi, El Salvador'daki aşırı sağcı iktidarların da en büyük dostu İsrail. İsrail, El Salvador ordusuna jet uçakları ve napalm bombaları satıyor. İsrail'le El Salvador arasında gizli "karşı-gerilla" (kontrgerilla) anlaşması imzalanıyor ve İsrail sağcı rejime karşı direnen örgütleri yok etmede El Salvador güçlerine yardım ediyor. İsrail yöntemlerini kullanan Albay Sigifredo saldırgan ve baskıcı yöntemleriyle ülkede "sükunu" sağlıyor. Ayrıca "ölüm timleri" olarak bilinen özel timlerin de İsrail tarafından eğitildiği bildiriliyor. Salvador ordusunun generalleri ve Ochoa ve D'Aubuission gibi aşırı sağcı politikacılar sık sık İsrail'e olan hayranlıklarını dile getiriyorlar.

Nikaragua: İsrail'in ABD ile birlikte en çok ilgilendiği Orta Amerika ülkelerinden biri Nikaragua. İsrail, 1936'dan 1979'a dek ülkeyi babadan oğula geçen bir diktatörlükle yöneten Somoza hanedanını destekliyor. Somoza rejimine 1950'li yıllardan başlayarak askeri yardıma yapılıyor. 1957'de Şimon Peres, 1957'de Anastasio Somoza Debayle'ye "size her tülü askeri yardıma hazırız" mesajı gönderiyor. Somoza hanedanın son yıllarında halk hareketlerini bastırmak için kurulan "guardias" adı verilen özel timler, İsrail tarafından silahlandırılıyor. 1979'da iktidarı ele geçiren solcu Sandinista rejimi, ülkenin ABD ve İsrail'le olan ilişkilerini kesiyor. Bunun üzerine ABD "kontra" adı verilen aşırı sağcı gerilla örgütü kurduruyor ve Sandinista rejimine karşı kontraları kullanarak bir iç savaş başlatıyor. Kontraların silahlandırılmasını ve eğitilmesini üstlenen bir ikinci ülke ise İsrail. İsrail eğitiminden geçen aşırı sağcı kontralar, sivil halka karşı büyük bir terör ve işkence uyguluyorlar, ülkeyi tahrip ediyorlar.

Haiti: Ülkede 1957 ve 1986 yılları arasında Jean-Claude Duvalier'nin diktatörlüğünde yönetiliyor. Bu aşırı ağcı ve baskıcı rejim doğal olarak en büyük desteği İsrail'den görüyor. Jean-Claude Duvalier'nin özel koruma birliği İsrailliler tarafından eğitiliyor ve istisnasız Uzi taşıyorlar. Hallahmi'nin deyimiyle, İsrailli danışmanlar, Haiti rejimine "iç güvenliğin sağlanması"nda da yardım ediyorlar. Haiti ordu ve istihbarat yetkilileri İsrail'e giderek eğitim görüyorlar. Haiti'nin şiddetiyle ünlü "Leopar" adlı özel timi, İsrail'de eğitiliyor.

Şili: Üçüncü Dünya'nın en ünlü diktatörlüklerinden biri olan Pinoşet rejimi, 1973'de solcu Allande rejimini devirerek işbaşına geliyor. Aşırı sağcı, baskıcı, faşist bir diktatör olan Pinoşet de, kurala uygun olarak, İsrail'le çok yakın ilişkiler kuruyor. İsrail, Pinoşet'nin an sadık dostu oluyor: Carter yönetiminin Pinoşet'e ambargo uyguladığı dönemde bile İsrail'in ülkeye yaptığı silah sevkiyatında azalma olmuyor. 1977 yılında İsrail Pinoşet rejimine 150 adet havadan-havaya atılan Shafrir füzesi satıyor. Bu arada İsrailli liderler ve generaller ile Pinoşet ve ekibi arasında yakın dostluklar kuruluyor. 1979'da İsrail Savunma Bakanı Mordechai Zippori Şili'yi ziyaret ediyor. İsrail, Şili ordusuna, anti-tank füzeleri, elektronik radar sistemleri, hücumbotlar, hafif silahlar ve teçhizat içeren çok büyük miktarda silah satıyor. Hatta Pinoşet rejiminin halk hareketlerini bastırmak için Santiago sokaklarında çok sık kullandığı basınçlı su püskürten panzerler de bir İsrail firması tarafından sağlanıyor. Hallahmi, Pinoşet rejimi boyunca iki ülke arasında "düzenli gizli ziyaretler" gerçekleştiğini ve silah ilişkisinin sürdüğünü yazıyor. Ayrıca Pinoşet rejiminin zalimliği ve baskısıyla ünlü istihbarat servisi ve gizli polisi, İsrailli uzmanlardan büyük yardımlar görüyor.

Hallahmi, ayrıca Arjantin, Paraguay, Bolivya gibi ülkelerde de İsrail'in gizli faaliyetlerine değiniyor. Her ülkede durum aynı: İsrail, aşırı sağcı ve baskıcı/otoriter rejimleri destekliyor, onları silahlandırıyor, "özel tim"lerini, istihbarat servislerini ve gizli polislerini eğitiyor.

Asya Faşistleri ve İsrail

İsrail'in faşist bağlantıları Asya'ya da uzanıyor. Hallahmi, İsrail'in Singapur, Tayvan, Burma Güney Kore gibi ülkelerle bağlantılarını aktarıyor. Daha ilginç bağlantılar ise, Filipinler'deki Marcos ve Endonezya'daki General Suharto rejimleriyle kurulmuş durumda.

Filipinler: 1965'de ABD desteği ile iktidara gelen ve 198... yılındaki düşüşüne kadar Filipinler'i baskı ile yönetip sömüren Marcos, Hallahmi'nin deyimiyle İsrail'e "binbir açık ve gizli bağla bağlıydı". İsrail, klasik bağlarını Marcos yönetimiyle de kurmuştu: Ferdinand Marcos'un korunması İsrailli görevlilerce yürütülüyordu: Diktatörün İsrailli askerlerden oluşan bir "özel ordu"su vardı. Ayrıca Marcos'un bazı "seçkin" arkadaşları da aynı ayrıcalıktan yararlanabiliyor, İsraillilerden kurulu "özel ordu"lara sahip olabiliyorlardı. Gözlemcilerin bildirdiğine göre, 1980'lerin başında ülkede çok sayıda İsrailli paralı askerler bulunuyordu. 1981 yılında Bayan Marcos bir "Filipin-İsrail ittifakı" kurulmasından bile söz etmişti. İsrail-Filipin bağlantısı yoğun olarak, emekli İsrailli generallerin Tel Aviv'de kurdukları Tamuz Control Systems (Tamuz Kontrol Sistemleri) adlı şirket tarafından yürütülüyordu. Şirket, Üçüncü dünyanın baskıcı rejimlerine "güvenlik sorunlarını çözmede" (yani halk hareketlerine bastırmada) teknik-taktik destek veriyordu. Tamuz'un en aktif olduğu ülke ise, Marcos'un Filipinleri'ydi.

Endonezya: Endonezya, 1950'li yıllarda gittikçe Amerikan karşıtı bir çizgiyi benimseyen Ahmed Sukarno'nun liderliğindeydi. 1965'de ABD'nin yardımıyla Sukarno devrildi ve yerine aşırı sağcı General Suharto geçti. O tarihten sonra da Endonezya'nın zenginlikleri General Suharto ve beraberindeki küçük bir grup tarafından sömürüldü. Tahminlere göre, Suharto ve yandaşları 2 ila 3 milyar dolar arasında yolsuzluk ve zimmet geçirme yaptılar. Ayrıca ülkede büyük bir baskı rejimi kuruldu. Suharto rejimi tarafından katledilen "rejim muhalifleri"nin sayısının 600 bine ulaştığı Amnesty International tarafından açıklanmıştır. Suharto'nun faşist rejimini sağlamlaştırmak için yaptığı bir başka hamle ise, ülkenin rejime soğuk bakan Doğu Timor bölgesini işgal etmesi ve büyük bir katliam uygulamasıydı. Suharto'nun kanlı rejimini ayakta tutan güç ise, ABD'yle birlikte İsrail'di. Doğu Timor'un işgali İsrail silahlarıyla yapılmıştı. Ayrıca Mossad, Jakarta'daki istasyonu aracılığıyla Suharto'nun güçlerine destek vermekteydi.

Hallahmi, ülkesinin Üçüncü Dünya'daki faşist güçlerle olan tüm bu ilginç bağlantılarını aktardıktan sonra, İsrail-faşizm ilişkisinin artık bir kural haline geldiğini bildiriyor ve şöyle diyor: "Dünyanın dört bir yanındaki aşırı sağcıların tümü, İsrail'e hayranlık beslemekte ve onu kendilerine bir model olarak kabul etmektedirler".66 Bir başka yerde ise bu psikolojiyi şöyle açıklıyor: "Günümüzün aşırı sağcılarının hepsi İsrailli savaşçı prototipine hayrandır: Uzun boylu, sert, acımasız, elinde Uzi taşıyan ve koyu renkli yerlileri çekinmeden öldüren İsrailli tipi, Arjantinli generalleri, Paraguaylı albayları ya da Afrikalı faşist birlikleri İsrail'e hayran kılmaktadır".67 Hallahmi, ırkçı yönetim sırasında isyanları bastırmakla uğraşan Güney Afrika İçişleri Bakanı Louis Le Grange'ın şu sözlerini aktarıyor: "İsrailliler, halk ayaklanmalarını bastırmakta bizim askerlerden çok daha başarılılar. Çünkü bizimkilerden çok daha rahat adam öldürüyor, bizimkilerden çok daha sert davranabiliyorlar".68 Nitekim İsrailli liderler, Amerika'nın Üçüncü Dünya'daki yenilgilerini "yufka yüreklilik"lerine bağlamakta, ve "bize kalsa çoktan orayı dümdüz ederdik" şeklinde konuşmaktadırlar.69

Ancak İsrail'in tüm bu şaşırtıcı bağlantıları büyük bir ustalıkla gizlenmekte ve Yahudi Devleti, Ortadoğu'nun en olgun demokrasisi olarak, deyim yerindeyse, "yutturulmaktadır". Hallahmi, İsrail hükümetinin dünyanın dört bir yanındaki karanlık bağlantılarının ortaya çıkmaması için çok dikkatli davrandığını, gizlice ilişki kurup desteklediği faşist rejim ve örgütleri çoğu kez resmi olarak kınadığını ya da ilgisi yokmuş gibi davrandığına dikkat çekmektedir.

Ancak İsrail, tüm dünyayı saran faşist, zalim ve zorba bir sistemin koruyuculuğunu yapmaktadır. Sistemin mağdurları, faşist/aşırı sağcı zihniyetin altında ezilen halklardır. İsrail, gerçekte bu halklara karşı savaşmaktadır. Hallahmi şöyle diyor: "Filipinler'den Honduras'a, ya da Namibya'ya kadar uzanan bir coğrafyada, İsrail'in güçleri daimi bir savaş girişmiş durumdadırlar. Bu gerçekte bir dünya savaşıdır. Peki düşman kimdir? Düşman, Üçüncü Dünyanın halkıdır, devrimini gerçekleştirmesine izin verilmemek istenen Üçüncü Dünya halkı".70

İsrailli yazar, ülkesinin faşistlere yalnızca silah ya da askeri/istihbari bilgi değil, aynı zamanda bir "zihniyet" ihraç ettiğini vurgular: "İsrail'in aşırı sağcılara ihraç ettiği şey, insanları baskı altında tutmanın mantığıdır, dünyanın güçlülere ait olduğu mantığıdır. İhra edilen yalnızca teknoloji, silah, tecrübe değil, aynı zamanda belirli bir kafa yapısıdır. Fakir halkların yönetim altında tutulabileceğini savunan kafa yapısı".71

Evet, İsrail, Yahudilikteki "üstün ırklar, alçak ırklar" safsatasını ihraç etmektedir. Yahudi zihniyetindeki "güçlü olan haklıdır" kuralıdır faşistlere çekici gelen ve onları birer İsrail hayranı yapan. Hallahmi, bunu en iyi biçimde şöyle özetliyor: "İsrail zihniyetine göre, dünya yalnızca güçlülerin yaşadığı bir ormandır. İsraillilerin inandıkları ve dünya faşistlerine ihraç ettikleri bakış açısı, Sosyal Darwinizm denen şeydir, yani dünyanın yönetenler ve yönetilenler, hakim olanlar ve hakim olunanlar arasında bölünmüş olduğu inancı." 72

Böylece İsrail, dünyanın tüm baskıcı ve zalim rejim ve örgütlerini desteklemekle, "yeryüzündeki bozgunculuğun" bir numaralı sorumlusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynen Kuran'da dikkat çekildiği gibi:

Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan (Yahudilerden) çoğunun taşkınlıklarını ve inkârlarını arttıracaktır. Biz de onların (Yahudilerin) arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Maide, 64)

DİPNOTLAR

1. Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 130.

2. Ibid., s. 85.

3. Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 1474.

4. Ibid.

5. Maria Macciocchi, Faşizmin Analizi, s. 117.

6. Ibid.

7. Louis Roya, Histoire de Mussolini, 1926.

8. George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modern Europe, s. 42.

9. Eva Cantarella, Bisexuality in the Ancient World, s. 72.

10. Ibid., s. 7.

11. Benedict Friedlander, “Memoirs for the Friends and Contributors of the Scientific Humanitarian Committee in the Name of the Succession of the Scientific Humamtarian Committee”, Journal of Homosexuality, January-February 1991, s. 259.

12. James D. Steakley, The Homosexual Emancination Movement in Germany, s. 43.

13. Scott Lively, Kevin Abrams. The Pink Swastika, s. 22.

14. Ibid., ss. 27-31

15. Ibid., s. 28

16. G. S. Graber, The History of the SS: A Chilling Look at the Most Terrifying Arm of the Nazi War Machine, s. 33.

17. Ibid.

18. William Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich, s. 64.

19. Ana Britannica, Cilt 18, s. 564.

20. Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 69.

21. Thomas Fuchs, The Hitler Fact Book, s. 48.

22. Adolf Hitler, Mein Kampf, s. 504.

23. Encyclopædia Judaica, Cilt 4, s. 714.

24. A. L. Rowse, Homosexuals in History: Ambivalence in Society, Literature and the Arts, s. 214.

25. Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 56.

26. Louis L. Snyder, Encyclopedia of the Third Reich, s. 55.

27. Robert G. L. Waite, The Psychopathic God Adolf Hitler, s. 112.

28. Samuel Igra, Germany’s National Vice, s. 18.

29. Rosemary Agonito, History of Ideas on Women: A Source Book, s. 265.

30. Ben Macintyre, Forgotten Fatherland: The Search for Elisabeth Nietzsche, s. 91.

31. Harry Oosterhuis, Hubert Kennedy, Homosexuality and Male Bonding in Pre-Nazi Gemany: The Youth Movement, the Gay Movement and Male Bonding Before Hitler’s Rise: Original Transcripts from der Eigene, the First Gay Journal in the World, s. 86.

32. Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler, s. 175.

33. Walter C. Langer, Hitler Melek Mi, Şeytan Mı?, s. 172.

34. Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler, s. 179.

35. Walter C. Langer, Hitler Melek Mi, Şeytan Mı?, s. 164.

36. Richard Grunberger, The 12-Year Reich: A Social History of Nazi Germany 1933-1945, s. 70.

37. Thomas Fuchs, The Hitler Fact Book, s. 160.

38. Robert G. L. Waite, The Psychopathic God Adolf Hitler, s. 283.

39. Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 57.

40. William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu, Cilt 1, ss. 497-554.

41. Washington City Paper, 4 Nisan 1995.

42. Edouard Calic, Reinhard Heydrich: The Chilling Story of the Man Who Masterminded the Nazi Death Camp’s, s. 64.

43. Louis Crompton, “Gay Genocide: from Leviticus to Hitler”, The Gay Academic, s. 79.

44. Samuel Igra, Germany’s National Vice, s. 82.

45. Irwin J. Haeberle, “Swastika, Pink Triangle, and Yellow Star: The Destruction of Sexology and the Persecution of Homosexuals in Nazi Germany”, Hidden From History: Reclaiming the Gay and Lesbian Past, s. 369.

46. Michael Burleigh, Wipperman Burleigh, Wolfgang. The Racial State: Germany 1933-1945, s. 189.

47. Ibid., s. 251.

48. John Costello, Mask of Treachery: Spies, Lies, Buggery and Betrayal, s. 315.

49. Ibid., s. 300.

50. John Lauritsen, David Thorstad, The Early Homosexual Rights Movement: 1864-1935, s. 69.

51. Jonathan Katz, Gay American History, ss. 388-392.

52. Scott Lively, Kevin Abrams. The Pink Swastika, ss. 143-175.

53. Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln, The Messianic Legacy, s. 199.

54. Judy Grahn, Another Mother Tongue, s. 129.

55. George Grant, Mark Horne, Legislating Immorality, s. 24.

56. Warren Johansson, “Pink Triangles.”, Encyclopedia of Homosexuality, s. 816.

57. Richard Mills, “The German Youth Movement”, Gay Roots: Twenty Years of Gay Sunshine: An Anthology of Gay History, Sex, Politics, and Culture, s. 152.

58. François de Fontette, Irkçılık, s. 52.

59. Ibid., s. 60.

60. Ibid., s. 67.

61. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 59

62. The Middle East International, 15 Ocak 1982.

63. Livia Rokach, İsrail’in Kutsal Terörü, s. 9.

64. Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection, s. 76.

65. Ibid., s. 78.

66. Ibid., s. 184.

67. Ibid., s. 219.

68. Ibid., s. 220.

69. Ibid., s. 222.

70. Ibid., s. 243.

71. Ibid., s. 248.

72. Ibid., s. 240.