Nazilerle – Radikal Siyonistler Arasındakiİş Birliğinin Anlatılmamış Öyküsü
1935 yılının başlarında, Almanya'nın Bremerhaven Limanı'ndan Filistin'in Hayfa kentine gitmek üzere bir yolcu gemisi denize açıldı. Sancak kısmında İbranice harflerle geminin adı yazıyordu: Tel-Aviv. Ancak geminin direğinde dalgalanan bayrak, ortasında gamalı haç yer alan Nazi bayrağıydı. Benzer bir paradoks, geminin sahipleri ve kullanıcıları için de geçerliydi. Tel-Aviv gemisinin sahibi Cermen topraklarındaki Siyonist hareketin önde gelenleri arasında yer alan bir Alman Yahudisiydi. Gemiyi kullanan ise Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi'nin bir üyesiydi.
Gemideki yolculardan biri, on yıllar sonra Tel-Aviv'in içinde bulunduğu konumu "metafizik bir çelişki" olarak yorumlayacaktı. Oysa Tel-Aviv gemisinde simgeleşen Nazi- radikal Siyonist iş birliği hiçbir şekilde bir çelişki oluşturmuyordu. Aksine, gemi, resmi tarihi yazanların bizlerden özenle gizlemeye çalıştıkları bir gerçeğin küçük bir örneğiydi. Peki ilk duyulduğu anda inanılması zor gelen bu garip ittifakın mantığı nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için biraz gerilere uzanmak gerekiyor.
Diasporadan Siyonizme

Ortaçağ'da başlayan Protestan reformu ile Kilise aleyhtarı hareketler güç kazandı. Luther (sağda) ve Calvin (solda), reform hareketinin öncüsü olan din adamlarının başında geliyorlardı. Reformist din adamlarının en dikkat çeken özelliklerinden biri de, bazı Yahudilerle olan yakın ilişkileriydi.
Tarihin en eski uluslarından biri olan Yahudiler, MS 70 yılına dek, asırlardır Filistin ve çevresinde yaşıyorlardı. 70 yılında Roma orduları Filistin'i ve Kudüs'ü ele geçirdiler, ulusun en önemli sembollerinden biri sayılan Kudüs'teki Süleyman Mabedi'ni yıktılar ve Yahudilerin çoğunu da ülkeden sürdüler. O tarihten sonra da, Yahudiler için asırlar sürecek olan diaspora dönemi başladı. Dünyanın farklı köşelerine dağıldılar. Çok sayıda Yahudi, başta İspanya ve Doğu Avrupa olmak üzere Avrupa'nın farklı köşelerine yerleşti. Burada dikkat çekici olan, Yahudilerin dağıldıkları ülkelerde hemen hiç asimile olmamalarıydı.
Yahudilerin asimile olmayışlarının iki ayrı nedeni vardı. Birincisi, Muharref Tevrat'a eklenmiş olan "seçilmiş halk" inancı nedeniyle bazı Yahudilerin kendilerini diğer toplumlardan üstün görmeleriydi. Kendilerini üstün bir halk olarak algıladıkları için, diğer "aşağı" ırklara karışmak, onların içinde erimek söz konusu Yahudilere kabul edilemez bir boyun eğiş gibi geliyordu. Asimile olmayışlarının son derece önemli bir ikinci nedeni ise, yanlarında yaşadıkları toplumların Yahudilere bakış açısıydı. Özellikle Avrupalılar, Yahudilere pek sıcak bakmıyorlardı. Hıristiyanlar Ortaçağ boyunca, Yahudilere ciddi bir antipati beslediler. Katolik Avrupa düzeni Yahudileri, Yahudiler de Katolik Avrupa düzenini sevmediler.
Bu durum Yahudilere ilginç bir sosyolojik konum kazandırdı. Kurulu düzenden memnun değildiler ve daha da önemlisi bu düzeni değiştirmek için kullanılabilecek bir güce sahiptiler. Bu güç, özellikle paraydı. Paranın kaynağı ise, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Avrupalı Yahudilerin büyük çoğunluğunun bir numaralı mesleği olan tefecilikti. Kilise, Hıristiyan inancına göre haram olan faizle borç verme işini, yani tefeciliği kendi bağlılarına yasaklamıştı. Oysa Yahudi olmayanlara faizle borç vermek, yasak olmak bir yana, Yahudi inanışının önemli hususlarından biriydi. Avrupalı Yahudiler, bu noktadan hareketle Ortaçağ boyunca tefecilikle özdeşleştiler. Babadan oğula aktarılan bu meslek sayesinde de, büyük bir para birikimine kavuştular. Öyle ki, Ortaçağ'ın sonlarında Yahudi tefeciler prenslere, hatta krallara faizle borç verir hale gelmişlerdi.
Bazı Yahudilerin elde ettiği bu ekonomik güç, az önce de belirttiğimiz gibi, Avrupa'daki kurulu düzenin yıkılması için kullanıldı. Bu Yahudiler, Ortaçağ'ın sonlarında başlayan ve Protestan Reformu ile doruğa çıkan Kilise aleyhtarı hareketlere destek oldular. Jan Huss, Luther, Calvin, Zwingli gibi Katolik Kilisesi'ne karşı doktrinler geliştiren din adamlarının birtakım Yahudilerle iyi ilişkiler içinde olması ve Katolik Kilisesi'nin bunları "yarı-Yahudi" ya da "gizli-Yahudi" olarak tanımlaması bunun birer örneğidir.
Protestan Reformu Katolik Kilisesi'nin gücünü azalttı ve özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde Yahudilere birtakım haklar ve ayrıcalıklar kazandırdı. Ama kendilerini "seçilmiş halk" olarak tanımlayan ve tüm diğer uluslardan üstün gören Yahudilerin bir kısmı için bu yeterli değildi. Söz konusu Yahudiler ekonomik güce sahiptiler, fakat siyasi güçten yoksundular. Siyasi güç Kilise, krallar ve aristokrasi arasında paylaşılıyordu. Bu noktada bazı Yahudilerin bu üç sınıfa da dahil olmayan yeni bir sosyal sınıfın, yani yaygın deyimle burjuvazinin önemli bir parçası haline geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, 18. ve 19. yüzyılda kimi Yahudi bankerler Avrupa'nın en önemli ekonomik gücü haline geldiler. Özellikle Rothschild hanedanının elde ettiği ekonomik güç, 19. yüzyılda efsanevi bir boyuta ulaşmış, Rothschildler Avrupa'nın ekonomik imparatorları olarak anılır olmuşlardır.

Dönemin İngiliz Dış İşleri Bakanı James Arthur Balfour tarafından yayınlanan "Balfour Deklarasyonu", Siyonizme verdiği destekle, Ortadoğu'da bir Yahudi Devleti kurulmasının temelini attı. Sağda Arthur Balfour ve yayınladığı Deklarasyon görülmektedir.
İçinde Yahudilerin bu denli önemli bir yer tuttuğu burjuvazi sınıfının siyasi güce kavuşması, bilindiği gibi, Fransız Devrimi ve onu izleyen reform ve devrimlerle gerçekleşti. Fransız Devrimi'nin alt yapısını oluşturan Aydınlanma akımının önde gelen düşünürleri, dinin toplum hayatında yönetici bir rol oynamasına karşı çıkmışlar, ayrıca monarşi rejimini kötüleyerek demokrasiyi savunmuşlardı. Yaşanan gelişmeler Yahudilerin Hıristiyanlarla tamamen eşit haklara sahip olmasına olanak sağlıyordu. Nitekim Fransız Devrimi'ni izleyen dönemde, Yahudiler Avrupa'nın dört bir yanında Hıristiyanlarla eşit haklar elde etmeye başladılar. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda, olması gerektiği gibi, Yahudiler üzerindeki hukuki ve toplumsal kısıtlamalar kaldırıldı. Avrupa'da artık Yahudiler de düzen içinde Hıristiyanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Artık onlar da devlet kademelerinde yükselebilir, siyasi güce el uzatabilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. İlk kez İngiltere'de bir Yahudi, banker Rothschild, Lordlar Kamarası'na girdi. Bir süre sonra bir başka Yahudi, Benjamin Disraeli İngiltere Başbakanlığı koltuğuna oturdu. Bu arada Hıristiyan kültürünün toplum içindeki etkisi eridikçe, Avrupa toplumlarında Yahudilere karşı eskiden beridir var olan ön yargı ve antipatiler de eriyordu. Özellikle başta İngiltere olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerinde geleneksel Yahudi antipatisinin yerine, Yahudilere karşı sempatiyle bakan ve onların "haklarını" savunan bir akım gelişti.
Bu "haklar"ın başında da, Yahudilerin asırlardır en büyük rüyası olan "Filistin'e dönüş" projesi geliyordu. Evet, Yahudiler Romalılar tarafından Filistin'den sürüldükleri 70 yılından sonra, hiçbir zaman bu topraklara olan duygusal bağlarını yitirmemişlerdi. Avrupa'da yaşadıkları uzun yüzyıllar boyunca, aslında yabancı bir toprakta yaşadıklarını, bir gün mutlaka ana yurtlarına döneceklerini düşünmüşlerdi. Yılbaşlarında yaptıkları ayinlerde hep "gelecek yıl Kudüs'te!" temennisinde bulunurlardı. Büyük çoğunluğu kendilerini "seçilmiş halk" olarak gördükleri için, herhangi bir toprak üzerinde değil, Muharref Tevrat'a göre "Tanrı'nın Yahudiler için seçtiği" Kenan diyarında, yani Filistin ve çevresinde yaşamaları gerektiğini düşünüyorlardı.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, Yahudilerin atalarının topraklarına duydukları manevi bağlılık ve bu topraklarda yaşamak için duydukları istekler son derece meşru duygu ve taleplerdir. Ancak yanlış olan, bu talep uğruna bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan insanları yurtlarından sürmek, onları işkencelere uğratmak, onlara karşı zor ve şiddet kullanmaktır. Filistin toprakları Müslümanların ve Yahudilerin birarada yaşayabilecekleri kadar geniş topraklardır. Nitekim Osmanlı yöntemi altında 400 yıl boyunca Müslümanlar ve Yahudiler (ve elbette Hıristiyanlar) birarada huzur ve güvenlik içinde yaşamışlar, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişlerdir. Bu huzur ve güvenliği bozan, bölgede sonradan etki göstermeye başlayan din ahlakına uygun olmayan ideolojilerdir. Gerçek din ahlakının yaşanmaya başlanmasıyla, yarım yüzyıldan uzun bir süredir beklenen barışın yeniden kalıcı olarak tesis edilmesi mümkün olacaktır.
Siyasi Siyonizmin Ortaya Çıkışı
Yahudiler asırlar boyunca Filistin'e dönüşün, ancak Mesih adını verdikleri bir kurtarıcı sayesinde mümkün olacağını düşünmüşlerdi. Oysa 19. yüzyılın ortalarında iki haham bu konuya farklı bir yorum getirdi. Yahudilerin siyasi güce kavuştuklarını ve Avrupa'nın da Yahudilere yardım etmeye hazır olduğunu gören bu iki haham, Judah Alkalay ve Zevi Hirsch Kalisher, Yahudilerin Mesih'i beklemelerine gerek olmadığını öne sürdüler. Onlara göre Yahudiler kendi ekonomik ve siyasi güçlerini kullanarak ve büyük Avrupa devletlerinin desteğini alarak Filistin'e dönebilirlerdi. Bu hareket, Mesih'in geliş sürecinin de ilk aşaması olurdu.
Bu iki hahamın yaptığı yorum, bir süre sonra dindar olmayan, ancak ırk bilinci sayesinde kendilerini Yahudi hisseden genç milliyetçilere etki etti. Bunların en önemlisi kuşkusuz Theodor Herzl adlı genç Avusturyalı gazeteciydi. Herzl, iki hahamın yaptığı öneriyi aktif bir siyasi harekete dönüştürerek siyasi Siyonizm hareketini kurdu. Siyonizm, adını Kudüs'teki kutsal Siyon dağından almıştı ve uzun bir program sonucunda tüm dünya Yahudilerini Filistin'e döndürmeyi amaçlıyordu. Herzl, 1898 yılında İsviçre'nin Basel kentinde I. Siyonist Kongre'yi topladı. Burada Dünya Siyonist Örgütü kuruldu. Bu örgüt, İsrail'in kuruluşuna dek Siyonizm hareketini sabır ve inatla yürütecekti.
Siyonizm, içinde bulunulan dönemin milliyetçi hareketlerinin de etkisiyle ortaya çıkıp gelişmişti. Ancak belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için bazı Siyonistler tarafından uygulanacak olan yöntemler –ileride de ele alınacağı gibi- hiçbir vicdan sahibi tarafından kabul edilemeyecek, hatta pek çok Siyonist tarafından bizzat reddedilecek hususlar içermekteydi.
Örgütün iki büyük hedefi vardı; Filistin'i Yahudi yerleşimi için uygun hale getirmek ve başta Avrupadakiler olmak üzere diasporadaki Yahudileri buraya göç ettirmek. Birinci hedef, 1917 yılında büyük bir aşama kaydetti. İngiliz hükümeti, ünlü Balfour Deklarasyonu'nu yayınlayarak I. Dünya Savaşı ile Osmanlı'nın elinden almış olduğu Filistin'de bir "Yahudi vatanı" kurma hedefini desteklediğini açıkladı. Bu, Siyonistler için büyük bir başarıydı. Dünyanın en büyük askeri ve politik gücü olan İngiltere açıkça onları desteklediğini ilan etmişti. Deklarasyon, Siyonizmi kuru bir hayal olarak gören pek çok kişiye -bunların arasında çok sayıda Yahudi de vardı- hareketin gerçekte ne denli güçlü olduğunu gösterdi.
Ancak aynı başarı Siyonistlerin ikinci hedefi, yani diaspora Yahudilerini Filistin'e transfer etme hedefi için geçerli değildi. Bu durum, Siyonistlerin karşısına büyük bir problem çıkardı. Dünya Siyonist Örgütü'nün tüm çağrılarına rağmen diaspora Yahudileri, özellikle de Siyonistlerin en çok önem verdikleri Avrupa Yahudileri, Filistin'e göç projesine sırt çevirdiler.
Bu sırt çevirişin nedeni basit bir umursamazlık değildi. Bu nedenle çözümü de basit olmayacaktı.
Siyonizmin Karşılaştığı Asimilasyon Sorunu

Resimde, İsrail Devleti'nin ilk Başbakanı David Ben Gurion 14 Mayıs 1948'de İsrail'in bağımsızlığını ilan ederken görülmektedir.
Avrupa Yahudilerinin Siyonizmin göç çağrısına sırt çevirmelerinin nedeni, yaklaşık bir yüzyıldır içinde bulundukları asimilasyon süreciydi.
Asimilasyon, az önce sözünü ettiğimiz Yahudilerin Hıristiyanlarla eşit haklar kazanması sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Önceki sayfalarda Yahudilerin, Ortaçağ boyunca birtakım kısıtlamalar altında bir tür ikinci sınıf insan statüsünde yaşadıklarına değinmiştik. Yahudi liderler bu kısıtlamalar kalktığı zaman Yahudilerin politik güce kavuşacaklarını ve böylece üstünlük iddialarını ve Filistin'e göç projelerini gerçeğe dönüştürebileceklerini düşünmüşlerdi. Bu nedenle de Katolik Avrupa düzeninin yıkılması için çabalamışlardı. Böylece geleneksel Kilise-monarşi düzeninin yıkılmasında ve yerine modernizmin gelmesinde önemli rol oynadılar.
Ancak modernizmin hiç hesaplamadıkları bir etkisi oldu. Avrupa toplumlarında Yahudiler üzerindeki bazı kısıtlamalar ortadan kalkarken, Yahudileri kapalı bir toplum halinde asırlar boyu asimile olmadan tutan temel faktörlerden biri de ortadan kalkmış oluyordu. İşte bu noktada Yahudiler asimile olmaya, yani içinde bulundukları Avrupa toplumlarının içinde erimeye başladılar. Yahudiler Hıristiyanlarla eşit hale gelmeye başladıkça, Yahudi oldukları bilincinden de uzaklaşıyorlardı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Batılı ülkelerdeki Yahudilerin önemli bir bölümü asimilasyondan paylarını almış durumdaydılar. Kendilerini İngilizlerden, Almanlardan ya da Fransızlardan ayrı bir ulus olarak değil, Musevi inancına bağlı İngilizler, Almanlar ya da Fransızlar olarak algılamaya başlamışlardı.
Oysa bazı Siyonistler çok farklı düşünüyorlardı. Onlara göre Yahudilik bir inanç meselesinden öte, bir ırk meselesiydi. Yahudiler Avrupalı ırklardan tamamen farklı bir ırka, Sami ırkına bağlıydılar ve dolayısıyla Avrupalılar içinde asimile olmaları kabul edilemezdi. Onların gözünde "Musevi Alman" ya da "Musevi Fransız" kavramı bir safsatadan ibaretti. Yahudiler ister Musevi inancına bağlı olsunlar, isterse ateist olsunlar -ki bazı Siyonist gruplar içinde ateistlerin sayısı hayli yüksekti- Avrupalılardan ya da başka herhangi bir ırktan kesin çizgilerle ayrılmış insanlardı. Bu nedenle de Yahudilerin diğer ırklar arasına karışarak yaşamaları patolojik bir durumdu. Yahudiler mutlaka kendilerine ait bir devlete sahip olmalıydılar. Bu devletin yeri de, ulusun geleneksel vatanı olan Filistin olmalıydı.
Kısacası asimile olan Yahudiler, söz konusu Siyonistlerin gözünde, tedavi edilmeleri gereken birer hastaydılar. Modernizmin nimetleri ile sarhoş olmuş, kendilerini Avrupalı toplumlardaki diğer insanlarla aynı sanan bu hasta Yahudilerin tedavisinin ise bir an önce yapılması gerekiyordu. Aksi halde, bir Yahudi devleti rüyası, rüya olarak kalmaya mahkumdu.
Peki tedavi nasıl yapılabilirdi? Bunun kolay bir iş olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Çünkü asimilasyonu savunan (asimilasyonist) Yahudiler, ırkçı Siyonistlerin telkinlerine birbiri ardına sert cevaplar vermeye başladılar. Asimilasyonist Yahudi örgütlerinin birçoğu, bu Siyonist iddiaları şiddetle reddeden açıklamalar yaptı. Kendilerinin yalnızca dini bir cemaat olduklarını, bunun dışında yaşadıkları ülkenin sadık birer yurttaşı olduklarını, Filistin çöllerine göç etmeye de hiç niyetleri olmadığını ilan ettiler. Theodor Herzl, Avrupa'da Siyonizm propagandasına giriştiği sırada, Amerika'da Pittsburg Konferansı toplanıyor ve "Reforme Edilmiş Yahudiliğin Sekiz Prensibi" isimli bir bildiri kabul ediliyordu. Asimilasyonist Amerikalılar, bu bildiriyle dünyaya şunları ilan ediyordu:
Biz, kendimizi bir millet olarak değil, bir din topluluğu olarak kabul ediyoruz... Dolayısıyla ne Kudüs'e geri dönmeyi, ne Aoron'un çocuklarının kurban dininin yeniden düzenlemesini, ne de bir Yahudi Devleti'nin kuruluşunu destekliyoruz...1
Bu ve benzeri eylemler sonucunda, radikal Siyonistler asimilasyonist ırkdaşlarını yalnızca sözle ikna edemeyeceklerini kısa sürede anladılar. Peki Yahudilere diğer ırklardan ayrı bir ırk oldukları, Avrupa toplumları içinde aslında birer yabancı oldukları nasıl ispat edilebilirdi? Modernizm öncesinde bu sorun kendiliğinden halloluyordu; Avrupalılar Yahudilere antipati duyuyor ve Yahudiler üzerine koydukları kısıtlamalar ile dolaylı olarak Yahudi kimliğinin korunmasına katkıda bulunuyorlardı. Avrupa toplumları asimilasyona karşıydılar ve bu da Yahudilerin asimile olmasını engelliyordu. Ancak şimdi Yahudilere karşı antipati beslemek ve kısıtlama getirmek mümkün değildi.
Ama başka bir şey bulunabilirdi: Asimilasyonu durduracak bir ideolojiden yararlanılabilirdi.
19. Yüzyıl Irkçılığı ve Modern Antisemitizm

1800'lerin sonlarında yaşanan Dreyfus olayı, Avrupa'da güçlenen antisemitizmin önemli örneklerindendir. Alman askeri ateşesine bilgi sızdırmak ve casusluk yapmakla suçlanan Alfred Dreyfus adlı Fransız subayı, lehine pek çok delil olmasına rağmen Yahudi olması nedeniyle mahkum edilmişti.
İşte bu noktada bazı Siyonistler çok önemli bir şey keşfettiler: Avrupa toplumları içinde Yahudilerin asimile olmasına şiddetle karşı çıkan sapkın bir ideoloji hızla güçleniyordu. Bu sapkın ideoloji, Darwin'in evrim teorisiyle güç bulan modern ırkçılıktı. 19. yüzyılda Avrupa'nın dört bir yanında hayli sayıda ırkçı düşünür yetişmişti. Bu kişiler, insanoğlunun farklı ırklardan oluşmuş olmasını herşeyden çok önemsiyor ve insanın en önemli kimliğinin de ırkı olduğunu sanıyorlardı. Bir ırkın karşı karşıya olduğu en büyük tehlikenin ise, diğer ırklarla karışarak "saflığını" yitirmesi olduğu yanılgısını öne sürüyorlardı.
Bu arada başta Alman ırkçıları olmak üzere pek çok ırkçı düşünür, bir yandan da antisemit düşünceler geliştirdiler. Aryan ve Sami ırkları arasındaki farktan söz eden bu ırkçı düşünürler, Yahudilerin, kendi ırkları arasında yaşayarak, ırklarının "saflığını" bozduklarını söylüyorlardı. Onlara göre, Yahudiler tecrit edilmeli ve kendi ırklarıyla karışmaları önlenmeliydi. Bu kimselerin Yahudileri tecrit etmeye yönelik düşüncelerinden güç bulan fanatik Yahudi aleyhtarlığına ise, "modern antisemitizm" dendi.
Bu antisemitizm sözde "modern"di; çünkü Ortaçağ'ın aksine, Yahudilere dinleri nedeniyle değil, ırkları nedeniyle antipati duyuyordu. Özellikle Yahudilerin elde ettikleri servete paralel olarak yükselen antisemitizm, 19. yüzyılın sonundaki ünlü Dreyfus olayı ile doruğa tırmandı.
Bu noktada çok ilgi çekici bir gerçekle karşılaşıyoruz: Yahudilerin asimilasyonundan rahatsız olanlar, yalnızca Avrupalı ırkçılar değildi. Yahudilerin asimilasyonundan rahatsız olan, Avrupalı ırkçılardan başka, ikinci bir grup daha vardı. Bu grup, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, Yahudilerin Avrupalı halklar içinde asimile olmaya başlamasından, "Yahudi ırkı" adına rahatsız olanlardı. Yani Yahudiliği bir din değil, sadece bir milli birlik olarak gören bazı Siyonistler...
Ortaya ilginç bir tablo çıkmıştı. Bir taraf, Yahudilerin kendi ırklarına karışmamasını istiyordu. Öteki taraf ise, kendi ırkları olan Yahudi ırkını, diğer ırklardan ayrı tutabilmenin ve sözde "Yahudi bilinci"ni koruyabilmenin derdindeydi.
Görüldüğü gibi, yapmak istedikleri aslında aynı şeydi. Peki neden bu işi hep birlikte yapmasınlardı?
Bu soruya ilk açık cevap Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'den geldi.
Herzl'in Antisemitizm Kartı
Yahudilerin önlenemeyen bir asimilasyon sürecine girmiş olmaları ve dolayısıyla Siyonizmin ısrarlı çağrılarına sırt çevirmeleri, bazı Siyonistleri antisemitlerle iş birliği yapmaya yöneltti. Bu kararı uygulamaya koyan kişi, hareketin ilk lideri olan Theodor Herzl'di. Theodor Herzl, çok iyi fark etmişti ki, Yahudileri bulundukları ülkelerden ayrılarak İsrail'e göç etmeye zorlamak için Siyonizmin "Yahudi düşmanlığı"na ihtiyacı vardı. Bu nedenle, göçe ikna planı bu temel üzerine kurulmalıydı.
Bu arada, 19. yüzyıldaki ırkçılığa paralel olarak doğan antisemitizm, zaten, çoğu Yahudinin, bundan böyle Avrupa'da hiçbir kısıtlama altında kalmadan yaşayacakları yönündeki umutlarını yok etmeye başlamıştı. Theodor Herzl, bu konuyu ısrarla işleyerek, antisemitizmin bir tür hastalık olduğunu, bu hastalığın tedavisinin bulunmadığını, Yahudiler için tek kesin kurtuluşun Filistin'de bir devlet kurmak olduğunu ilan edecekti. Herzl'in "Yahudiler ve Yahudi olmayanlar kalıtımsal olarak uyum içinde birarada yaşayamazlar" şeklindeki tezi, aslında Yahudi aleyhtarı ırkçıların teziyle büyük bir paralellik gösteriyordu.

1903'te Kichinev'de katledilen Yahudilerin, Kudüs'te sergilenen bir fotoğrafı.
Herzl işte bu nedenle kendi tezi ile Avrupalı antisemit ırkçılar arasındaki büyük paralelliğe değinerek şöyle demişti: "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı olacaktır."
Herzl, "Bütün antisemitler bizim en yakın dostlarımızdır" diyordu. Böylelikle göç kolaylaşacaktı. Herzl, 9 Haziran 1895'te günlüğüne şöyle not düşüyordu: "Ülkesindeki Yahudilerin orayı terk etmesi için, önce Çar'la görüşeceğim, sonra Alman Kayzeri'yle, sonra Avusturyalılarla, sonra da Fas'taki Yahudiler için Fransızlarla."2
Herzl, Yahudileri göç ettirmek için yalnızca diplomatik temaslarla yetinmedi. Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy, Türkçe'ye Siyonizm Dosyası adıyla çevrilen kitabında, Herzl'in bu politikası ile ilgili olarak şunları söylüyor:
Herzl'e göre Yahudiler ayrı bir din ve ayrı bir kültür yerine ayrı bir devlet meydana getirmek amacıyla, içinde bulundukları diğer uluslardan ayrılmalıdırlar. Bu amaca ulaşmak için Herzl konuştuğu herkese karşı, Yahudilerin teşkil ettikleri tehlikeyi anlatmak ve bir an önce çıkıp gitmeleri gerektiğini izah etmek için en aşırı kelimeleri kullanmaktan çekinmemiştir. Herzl, Almanya Dış İşleri Bakanı Von Blow ve II. Guillaume, Rus İç İşleri Bakanı Plehve ve Çar II. Nicola ve en ileri Yahudi düşmanlarına karşı hep aynı dili kullanmıştır. 1903 Nisanı'nda Yahudilere karşı en korkunç katliamlardan biri olan Kichinev katliamının sorumlusu Plehve, bunların arasında en zalim olanıdır. Mayıs ayında Plehve'ye mektup yazan Herzl, Siyonizmin ihtilali önleyici bir antidot olduğunu ileri sürüyordu. Plehve bu mektuba Ağustos ayında cevap vererek, Herzl'den Siyonist hareketin kendisini desteklediğine dair bir mektup istedi. Plehve bu mektubu aldı. Mektupta Yahudilerin göç etmesini sağlayacak bir Siyonizm akımının destekleneceği vaat ediliyordu.3
Herzl, Rus İç İşleri Bakanı Plehve'ye, eğer Yahudilerin Filistin'e gönderilmesine yardım ederse, o dönemde Çar'a karşı düzenlenen Bolşevik ayaklanmasında büyük rol oynayan Yahudileri ikna edeceğini ve Bolşevik ayaklanmasını bastırabileceğini vaat etmişti. Herzl'in uygulamaya koyduğu antisemitlerle iş birliği yönündeki plan, bu tarihten itibaren birtakım Yahudi liderlerin en sık kullandığı yöntem haline gelecekti. Böylece Herzl antisemitik hareketlerin en hararetli savunucusu olmuştu. Fransız yazar Roger Garaudy şunları yazıyor:
Herzl, 1895'te kitabını yayınlamadan önce onu eleştirenlerden biri yüzüne karşı şunları söylüyordu: 'Yahudileri korkunç bir zarara soktunuz. 'Herzl, buna şöyle cevap vermekten çekinmiyordu: 'Bütün Yahudi düşmanları içinde en büyük olmaya hak kazanıyorum... Yahudi düşmanları bizim en ileri dostlarımız olacaklar... Yahudi düşmanı ülkeler en yakın müttefiklerimiz arasına girecekler...
Theodor Herzl çok iyi bilmektedir ki, Yahudileri bulundukları ülkelerden kaçarak İsrail'e göç etmeye ikna etmek için, siyasi Siyonizmin 'Yahudi düşmanlığı' kavramına ihtiyacı vardır. Herzl'in bu fikrinin, bazı siyasi Siyonizm savunucuları tarafından, bugünlere kadar nasıl değişmez bir temel olarak korunduğunu ilerde göreceğiz.

Üstte solda, Bolşevik İhtilali'nin önde gelen isimleri Stalin ve Troçki Kızıl Meydan'da halka hitap ederken görülmektedir. Sol altta ise, İhtilal döneminde kullanılan pek çok propaganda posterinden biri yer almaktadır.
Bu davranış, Yahudileri içlerinde yaşadıkları halkın yabancısı olarak göstermek, böylece 'Yahudi düşmanlığının' en çok ihtiyaç duyduğu gıdayı ona sunmak ve göçü hızlandırmak için işkence iddialarına kuvvet kazandırmaktır. Herzl'in Yahudi düşmanlığının kabarmasından korkmak bir yana, onu hareketlendirmek için giriştiği çabaların sırrı buradadır. Bununla birlikte Herzl'e yönelen uyarıların da ardı arkası kesilmemiştir. Avusturya Parlamentosu Başkanı, Baron Johann Von Cholemski, Herzl'e şunları yazıyordu:

Siyasi Siyonizmin kurucusu olan Theodor Herzl, Yahudileri asimilasyondan kurtarmanın ve onları Filistin'e göçe ikna edebilmenin ancak antisemitizmin güçlenmesiyle mümkün olacağını öne sürmüştü.
Eğer eğiliminizin ve propagandanızın emeli Yahudi düşmanlığını körüklemekse, bunda başarılı olacaksınız. Tamamıyla inandım ki, böyle bir propagandanın sonucunda Yahudi düşmanlığı çığ gibi büyüyecek ve siz ırkınızı bir katliama doğru sürükleyeceksiniz.4
Herzl ve diğer bazı Siyonistler, antisemit ırkçılarla, az önce sözünü ettiğimiz ortak paydada anlaşıyorlardı. Çünkü bu Siyonistler Yahudilerin hepsini toplayıp Filistin'e götürmek için bunun tek çözüm olduğuna inanıyorlardı ve bu, ırklarını Yahudilerle karışmaktan kurtarıp "saf" olarak korumak isteyen ırkçılar için de mükemmel bir çözümdü. Öyle ki, sonradan Deutsch-Soziale Blätter adını alacak olan ve bir Yahudi aleyhtarı yayın olarak kabul edilen Antisemitische Correspondenz dergisinin yayımcısı, ünlü antisemit Theodor Fritsch, I. Siyonist Kongre'nin toplanmasını alkışlıyor ve Kongre'ye "Yahudilerin bir an önce Almanya'dan ayrılarak Filistin'e yerleşmeleri tasarısının uygulanması için en iyi dileklerini" gönderiyordu.
Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde kendilerini huzurlu hissetmelerinin Siyonizme zarar vereceğini düşünen Theodor Herzl, Garaudy'nin yazdığına göre, bu görüşünü şöyle ifade ediyordu: "Yahudiler, uzun bir dönem süresince kendilerinin güvenlik içinde yaşadıklarına inanırlarsa, herhangi bir toplumun içinde eriyebilirler. Bu gerçek, hiçbir zaman bize yarar sağlamayacaktır."
Bu yüzden, birtakım Siyonist liderlerin görüşlerine göre alınması gereken ilk önlem, bu ülkelerde Yahudi düşmanlığını kışkırtmaktı. Daha sonra da, Yahudileri bu psikolojik gerilim içinde tutarak, onları provokatif saldırılarla sürekli huzursuz etmek gerekiyordu. Tüm bu uygulamaların neticesinde söz konusu Siyonist liderlerin beklentisi ise, Yahudi halkı güvenli yerlerde yaşamadıklarına ve sadece "Kutsal Topraklar'a" göç ederek kurtulabileceklerine ikna etmekti.
Herzl, antisemitizmi körüklemek için çok ilginç bir yöntem daha denemiş ve günlüğüne, antisemitleri bir "Yahudi komplosu"nun varlığına inandıracak ve onları Yahudi toplumlarına karşı kışkırtacak ifadeler eklemişti. 1922 ve 1923 yıllarında, Almanya'da Herzl'in günlüğünün üç cildi yayınlanmıştı. Avusturyalı yazar ve Österreichische Wochenschrift gazetesinin yayıncısı Joseph Samuel Bloch, Herzl'i yakından tanımış bir kişi olarak günlük hakkında şunları yazıyordu:
Rothschild ve Baron Hirsch'e yazılan ve Yahudilerin bulundukları ülkelerde kurulu iktidarlara karşı başkaldırdıklarını ve ihtilallere katıldıklarını öne süren iddia, Yahudi halkı yok etmek için yeterli bir sebeptir. Herzl, Yahudilerin düşmanlarına, 'Yahudi problemini' halletmek için en sağlam temeli göstermiştir. Onlara gelecekteki çalışmalarında izleyecekleri yolu tarif etmiştir. Bu yüzden bu 'günlük' korkunç bir belgedir.5
Herzl, yaşamını yitirdiği 1904 yılına dek antisemitizmi körüklemek ve antisemitlerle ittifaklar kurmak için uğraştı. Ancak bu çabaları pek önemli bir sonuç doğurmadı. Avrupalı Yahudilerin çoğu, Kutsal Topraklar'a göç etmemekte direndiler.
Radikal Siyonizme Karşı Yahudi Direnişi!..
Herzl'in kurduğu ve onun 1904'deki ani ölümünden sonra giderek daha da büyüyen Dünya Siyonist Örgütü (World Zionist Organization WZO), kendine bir numaralı hedef olarak Yahudileri Filistin'e götürmeyi belirlemişti. Ancak örgütün birçok ülkede Yahudilere yönelik yaptığı tüm teşviklere rağmen, göçler beklenen düzeyde gerçekleşmiyordu. Hatta, 1925 yılından sonra göçlerde ani bir düşüş bile gözlemlenmişti. Bu da yetmiyormuş gibi, göç edenlerden geri dönenlere bile rastlandı. 1926-31 yılları arasında, yılda ortalama 3.200 Yahudi Filistin'i terk ediyordu. 1932 yılında Filistin'de 770.000 Arap nüfusa karşılık, 181.000 Yahudi nüfusu vardı. Araplar hala bu bölgede ezici çoğunluktaydı. Siyonist liderler, bu kadar az bir Yahudi nüfusu ile devlet kuramayacaklarını çok iyi biliyorlardı.

Yahudiler Avrupa'nın pek çok ülkesinde "getto"larda yaşamak zorunda bırakılıyorlardı. Resimde ise, Polonya'daki bir gettoyu terk edip göç etmeye zorlanan Yahudiler görülmektedir.
Özellikle Almanya, Fransa ve Amerika gibi ülkelerde yaşayan Yahudiler zenginleşmiş ve elde ettikleri yüksek yaşam düzeyini ve kurulu düzenlerini bırakıp, Filistin topraklarına göç etmeyi göze alamamışlardı.
Yahudi halkının ırkçı Siyonizm'in göç çağrılarına karşı açtığı bu direnişe, dünyaca ünlü, dönemin tanınmış pek çok Yahudisi de katılıyordu; fizikçi Albert Einstein, filozof Martin Buber, Kudüs İbrani Üniversitesi birinci başkanı Profesör Judah Magnes gibi... Entelektüel Yahudilerin yanı sıra, geniş Yahudi halk kitleleri de, bazı Siyonist liderler tarafından dayatılan göçe karşı çıkıyorlardı. Rusya'da küçük bir kesim dışında neredeyse bütün Yahudiler ırkçı Siyonizmi reddettiler. Gidenlerin bir bölümü de, Filistin'deki yaşam koşullarının umdukları gibi çıkmaması karşısında, Rusya'ya geri döndü.
1920'lerde, Siyonist liderler, 1917'de yayınlanan ve Filistin'de bir Yahudi devletine yeşil ışık yakan Balfour Deklarasyonu'nun Filistin'e göçü hızlandıracağını sanmışlardı. Oysa ilerleyen yıllarda, yapılan hesapların isabetsiz olduğuna, büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak şahit olacaklardı. 1920'lerde Filistin'deki Yahudi nüfus iki katına çıkarak 160.000'e ulaştı. Fakat göç edenlerin sayısı sadece 100.000 kadardı ve bunların %75'i de Filistin'de kalmadı. Yani göçlerin toplamı yılda 8.000 civarındaydı. Hatta 1927 yılında sadece 2.710 kişi geldi ve 5.000 kişi de ayrıldı. 1929'da ise Filistin'e gelenler ile gidenlerin sayısı aynı orandaydı.
En kısa sürede en fazla Yahudiyi, zorla da olsa, bir şekilde Filistin'e getirmeyi hedefleyen radikal Siyonizm açısından, yaşanan bu olumsuz gelişme, gerçekten de dev bir fiyaskoydu. WZO'nun yoğun propagandasına rağmen, Kutsal Topraklar'a göç faaliyeti çok zayıf kalmıştı. 19. yüzyılın sonunda Filistin'de 50.000'den az Yahudi yaşamaktaydı. Bu rakam, Filistin halkının %7'sini oluşturmaktaydı. Bununla birlikte, 1917 Balfour Bildirisi'nden iki sene sonra, nüfus hala 65.000'in üzerine çıkamamıştı. 1920 ile 1932 arasında geçen 12 yıl içinde, sadece 118.378 Yahudi bir şekilde Filistin'e getirtilmişti ki, bu da dünya Yahudi toplumunun yüzde biri bile değildi.
Belli ki bu iş böyle olmayacaktı. Göçe direnen Yahudi toplumunu ikna etmek için, bir-iki antisemit hareket yetmiyordu. Bu nedenle, bazı radikal Siyonist liderler, Herzl'in açılışını yaptığı ilginç yöntemi daha etkin bir biçimde kullanma yoluna gittiler. Yahudileri, özellikle de kurulması hedeflenen İsrail Devleti için gerekli oldukları düşünülen "kalifiye" Avrupa Yahudilerini daha çok "rahatsız" etmek gerekiyordu. Yani, antisemitizm daha da güçlenmeliydi.
Radikal Siyonizm ve Nazizm'in İdeolojik Akrabalığı

Yüzyılın başından itibaren Dünya Siyonist Örgütü (WZO) tarafından sürekli olarak tekrarlanan Filistin'e göç çağrısı, ancak çok az sayıdaki Yahudi'den kabul gördü. Avrupa Yahudilerinin önemli bir bölümü asimilasyon sürecine dahil olmuşlardı ve rahat evlerini bırakıp sonu belli olmayan bir maceraya atılmak istemiyorlardı. Gidenler, dini ya da ulusal duyguları güçlü olan idealist Yahudilerdi. Üstte, WZO lideri Chaim Weizmann, Filistin'e gitmek üzere olan bir grup genç ve idealist Yahudi göçmen ile birlikte.
Herzl'in Yahudilerin asimilasyon sürecini durdurmak ve tersine çevirmek için antisemitlerle ittifak yapma teorisi, onu izleyen bazı Siyonistler tarafından Avrupa'nın, hatta dünyanın farklı ülkelerinde bulunan ırkçılara karşı kullanıldı. Ancak bunlar içinde en önemli olanı kuşkusuz Alman ırkçılarıdır. Nazi hareketinin öncüleri olan Alman ırkçıları, hem siyasi güçleri hem de ideolojik katılıkları sayesinde radikal Siyonistlerin aradıkları müttefik modeline tamamen uyuyorlardı. İki taraf arasındaki ideolojik paralellik ise doğrusu oldukça çarpıcıydı.
Kendisini anti-Siyonist bir Yahudi olarak tanımlayan Amerikalı tarihçi Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators (Diktatörler Devrinde Siyonizm) adlı kitabında, radikal Siyonistler ile antisemitler arasındaki ittifakın bilinmeyen tarihini gözler önüne serer. Brenner'ın vurguladığı gibi, söz konusu Siyonistler ile antisemit ırkçılar arasındaki yakınlık, daha Siyonizm hareketinin ilk yıllarında kendini göstermeye başlamıştır. Örneğin Siyonist hareketin Herzl'den sonra ikinci adamı olan Max Nordau, 21 Aralık 1903 günü Fransa'nın ünlü antisemiti Eduard Drumont ile bir söyleşi yapmış ve biri Yahudi, diğeri de Fransız şovenizmini temsil eden bu iki ırkçı arasındaki konuşmalar, Drumont'un La Libre Parole adlı antisemitik gazetesinde yayınlanmıştır. Nordau şöyle demektedir: "Siyonizm bir din değil, tamamen bir ırk sorunudur ve bu konuda hiç kimseyle Bay Drumont ile olduğum kadar fikir birliği içinde değilim".
Brenner'ın kitabın başında dikkat çektiği konulardan biri, Alman ırkçıları ile radikal Siyonistler arasındaki ideolojik paralelliktir. Buna göre, I. Dünya Savaşı öncesinde Alman entelektüel çevrelerinde hızla yaygınlaşan Blut und Boden (Kan ve Toprak) fetişizmi, ırkçı Siyonistlerin iddialarıyla tam bir uyum içindedir. Bu ideolojiye göre, Alman ırkı kendine has bir kana (Blut) sahipti ve kendine ait bir toprak (Boden) üzerinde yaşamalıydı. Yahudiler Alman kanından değildiler, Alman halkının (Volk) bir parçası olamazlardı ve dolayısıyla Alman toprakları üzerinde yaşamaya hak sahibi değillerdi. Brenner'ın vurguladığı gibi, ırkçı Siyonistler Blut und Boden ırkçılarının tüm argümanlarını içtenlikle desteklemişlerdi. Radikal Siyonistlere göre de Yahudiler Alman halkının (Volk) bir parçası değildi, dolayısıyla Alman kanıyla karışmamalı, yani Almanlarla evlenmemeliydiler. Yapmaları gereken en doğru şey ise, kendi öz topraklarına (Boden) dönmekti; yani Filistin'e.
Kuşkusuz bu Siyonistler Alman ırkçılığının iddialarını paylaşırken, antisemitizmi de onaylamış oluyorlardı. Çünkü madem Yahudiler Alman halkının bir parçası değillerdi, Alman ırkçıları Yahudileri tecrit etmek istemekte haklıydılar, onları sürmek istemekte de haklıydılar. Radikal Siyonist düşünceye göre, antisemitizmin varlığı, Yahudilerin kendi suçuydu. Kendilerine ait olmayan bir toprak üzerinde ısrarla yaşayarak, kendilerine yabancı bir ırka karışmaya çalışarak Yahudiler, kendileri antisemitizmi kışkırtıyorlardı. Suç antisemitlerin değil, asimile olan Yahudilerin suçuydu. Yıllar sonra Chaim Greenberg adlı bir radikal Siyonist, Jewish Frontier adlı Siyonist yayın organında bu ilginç mantığı şöyle özetleyecekti: "İyi bir Siyonist olmak için bir parça antisemit olmak gerekir".6
Lenni Brenner bu konuda şöyle diyor:
Eğer bir insan ırk saflığı kavramına inanıyorsa, bir başkasının ırkçılığını reddedemez. Ve eğer bir ırkın ancak ve ancak kendi geleneksel vatanında rahat edebileceğini düşünüyorsa, başkalarının da kendi toprakları üzerindeki 'yabancı' ırkları temizlemesine karşı çıkamaz. 7
Naziler ve radikal Siyonistler arasındaki ideolojik akrabalığa Texas Üniversitesi'nde çalışan Amerikalı tarih profesörü Francis R. Nicosia da The Third Reich and the Palestine Question (III. Reich ve Filistin Sorunu) adlı kitabında değinmektedir. Nicosia'ya göre, radikal Siyonistler yalnızca Nazilerle değil, onların öncüleri olan 19. yüzyıl ırkçıları ile de büyük bir ideolojik yakınlığa sahipti. Arthur de Gobineau bunlardan biriydi. 1902 yılında, Dünya Siyonist Örgütü (WZO) tarafından yayınlanan Die Welt gazetesinde, Gobineau'nun düşüncelerini öven ve onun Yahudilerin ırk saflığına olan hayranlığını saygıyla karşılayan yazılar yayınlanmıştı. I. Dünya Savaşı öncesi dönemde, önde gelen bazı Siyonistler Elias Auerbach ve Ignaz Zollschan, Gobineau ve Houston S. Chamberlain gibi ırkçı felsefecilerin teorilerinin ateşli savunucuları olmuşlardı.8
Francis Nicosia, antisemitlerin Siyonizme olan sempatilerine de dikkat çeker. Durum öylesine ilginçtir ki, antisemitler henüz 19. yüzyılın başlarında, yani siyasi Siyonizmin aktif biçimde var olmadığı bir sırada Avrupa Yahudilerinin Filistin'e transferini, yani Siyonizmi savunmuşlardır. Faşizmin öncüsü sayılan ırkçı Alman düşünürü Johann Gottlieb Fichte bunlardan biridir. Alman Volksgeist'ının (ulusal ruh) sağlamlaştırılması için başta Yahudiler olmak üzere tüm azınlıkların temizlenmesini savunan Fichte, Yahudilerin Almanlar ile aynı sosyal haklara sahip olmalarını bir felaket olarak görmüş ve Yahudi sorununun tek çözümünün de bu ırkın topluca Filistin'e transfer edilmesi olabileceğini yazmıştır. Fichte'nin bu düşünceleri, yüzyılın sonlarında hızla çoğalan takipçileri tarafından da aynen benimsenecektir. Eugen Dühring, bunlardan biridir.9
Antisemitlerin Siyonizme olan bu sempatisi, I. Dünya Savaşı sonrası Almanya'da (Weimar Cumhuriyeti döneminde) de devam etmiştir. Nicosia, Weimar Cumhuriyeti'ndeki; Wilhelm Stapel, Hans Blüher, Max Wundt ve Johann Peperkorn gibi önde gelen antisemitlerin, Siyonizmin Yahudi sorunu için en iyi çözüm olduğu yönündeki düşüncelerine dikkat çeker.
Burada bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir. Siyonizm, yalnızca Filistin'e göç etmek isteyen Yahudilere destek ve yardımcı olan bir akım olarak değerlendirildiğinde, bu durumda bir olağanüstülük yoktur. Bu amaçla yola çıkan bir grubun desteklenmesi de olağan kabul edilebilir. Ancak antisemitler ve radikal Siyonistler arasındaki iş birliği çok tehlikeli planlar ve hedefler içermektedir. Öncelikle her iki grup arasındaki ortak nokta, din ahlakına hiçbir şekilde uygun olmayan, ırkçılıktır. Bu iki grup birbirini ırkçı amaçlar doğrultusunda desteklemiş, bunun için gerektiğinde şiddete başvurmaktan kaçınmamışlardır. Radikal Siyonistlerin hedeflerine ulaşabilmek için destekledikleri aşırı grupların uygulamalarından en çok mağdur olan da yine kendi soydaşları olmuştur. Ve ırkçı Siyonistler bu mağduriyeti çoğu zaman görmezlikten gelmişler, hatta ilerleyen tarihlerde – kitabın diğer bölümlerinde ele alınacağı üzere- kendileri bizzat mağduriyetin kaynağı olmuşlardır.
Radikal Siyonizm ile Nazizmin İş Birliği Günleri
Siyonizm ile, Yahudi düşmanlığıyla yüklü olan Alman ırkçılığının arasında akrabalık olduğunu söylediğinizde, bunu ilk duyan kişi büyük olasılıkla bunun mantıksal bir çelişki olduğunu düşünecektir. Bu iş birliği, Siyonizmin ırkçı ve radikal yorumlarını savunan kanadıyla Naziler arasındadır. Az önce göz attığımız bilgilerin bize gösterdiği gibi, iki taraf arasında hedef birliği söz konusuydu. Bu Siyonistlerden biri olan Jacob Klatzkin, 1925 yılındaki bir yazısında bu mantığı şöyle açıklamıştı:
Eğer bizler antisemitizmin haklı bir hareket olduğunu kabul etmezsek, kendi milliyetçiliğimizin haklılığını reddetmiş oluruz. Eğer bizim halkımız kendi öz kimliğini korumak ve kendine ait yaşam tarzını sürdürmek istiyorsa, o halde aralarında yaşadığı uluslar içinde bir yabancıdır. Dolayısıyla, kendi ulusal bütünlüklerini korumak için bize karşı savaşmak onların hakkıdır... Bize düşen görev, Yahudilerin sosyal haklarını azaltmak isteyen antisemitlere karşı mücadele etmek değil, Yahudilerin sosyal haklarını artırmak (dolayısıyla onları asimile etmek) isteyen dostlarımıza karşı mücadele etmektir.10
Radikal Siyonizmin antisemitizme olan sempatisi, kuşkusuz en başta bu hareketin beyni olan Dünya Siyonist Örgütü (World Zionist Organization, WZO)'nün bazı saflarında yaygındı. WZO'nun Herzl'den sonraki ikinci lideri olan Chaim Weizmann -ki daha sonra İsrail'in ilk Devlet Başkanı oldu- antisemitizme olan sempatisini sık sık vurgulamıştı. 1912 yılında Alman Yahudilerine yaptığı bir konuşmada "her ülke, eğer mide ağrıları çekmek istemiyorsa, ancak belirli sayıda Yahudi'yi hazmedebilir" demiş ve eklemişti; "Almanya'nın zaten gereğinden çok fazla Yahudisi var". 1914'de İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Balfour'la yaptığı bir söyleşi sırasında ise şöyle demişti: "Kültürel antisemitlerle tamamen aynı fikirdeyiz. Bizce de 'Musevi inancına sahip Almanlar' kavramı son derece rahatsız edici, demoralize edici bir fenomendir." 11
WZO'nun bazı kesimlerinde hakim olan bu düşünce yapısı, örgütün Almanya kolu olan Almanya Siyonist Federasyonu (Zionistische Vereinigung für Deutschland ZVfD)'ndaki bazı kimseler tarafından da paylaşılıyordu. ZVfD, o yıllarda Almanya'daki iki büyük Yahudi örgütünden biriydi. Yahudi İnanışına Bağlı Alman Yurttaşları Merkez Birliği (Centralverein CV) ise asimilasyonist Yahudilerin kurduğu diğer Yahudi örgütüydü. ZVfD ve CV doğal olarak pek çok konuda anlaşamıyorlardı. Birisi Yahudilerin bir ırk, diğeri ise yalnızca dini bir cemaat olduğu inancındaydı.

Dünya Siyonist Örgütü lideri Chaim Weizman ve İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Balfour.
En büyük anlaşmazlık konusu ise antisemitizm hakkındaydı. CV'ye bağlı asimilasyonistler için, antisemitizm olabilecek en büyük tehlikeydi. Almanya'daki mutlu hayatlarını tehdit eden bu virüsü yok etmek için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Asıl virüsün asimilasyonizm olduğunu düşünen bazı Siyonistler ise antisemitizmin yükselişinden endişe duymak bir yana, bunu son derece olumlu bir gelişme olarak algılıyorlardı. ZVfD'nin önce genel sekreteri sonra da başkanı olan Kurt Blumenfeld, antisemitizm hayranı Yahudilerin başında geliyordu. Blumenfeld, Brenner'ın ifadesiyle "Almanya'nın Ari ırka ait olduğunu ve bir Yahudinin Almanya'da resmi bir görev almasının bir başka halkın işlerine tecavüz olduğunu savunan antisemit görüşü tamamen kabul ediyordu."12
Sözünü ettiğimiz Alman antisemitleri, Nazilerdi elbette. Naziler 1920'li yılların hemen başında Alman sokaklarında görünmeye başlandılar. Hitler, etrafına topladığı eğitimsiz, saldırgan, psikolojik yönden dengesiz, ırkçı, sadist ve zorba çapulcularla birlikte bu yıllarda ünlü Birahane Darbesi'ni denedi. Sokak gücü olarak kurulan SA'lar (Sturm Abteilung-Yıldırım Kıtaları) siyasi muhalifleri hedef almaya başladılar.

Nazi ideoloğu Alfred Rosenberg, Almanya'daki Yahudileri ülkeden çıkarmak için radikal Siyonistlerle iş birliği yapma gereğinden henüz 1920 yılında söz etmişti.
İşte Nazi hareketinin doğduğu bu yıllarda, Nazi- radikal Siyonist iş birliği de başladı. Radikal Siyonistler, az önce değindiğimiz gibi, Naziler ve benzeri antisemitlere sürekli yakınlaşmaya çalışıyorlardı. Hitler de karşı tarafa anlamlı mesajlar gönderdi. Nazi önderi, Francis Nicosia'nın da dikkat çektiği gibi, 1920'lerin başında Yahudi sorunu ile ilgili olarak yaptığı konuşmaların tümünde, çözümün yalnızca Yahudilerin Almanya dışına transfer edilmesi ile mümkün olabileceğinden söz etmişti. Hitler'in bu çizgisi, Yahudilere sokak saldırıları (pogromlar) düzenlemekten başka bir şey bilmeyen kaba ve cahil antisemitlerden oldukça farklıydı. 6 Nisan 1920'de Münih'te yaptığı bir konuşmada, Yahudi cemaatine karşı bir pogrom kampanyası başlatmaktansa, nasyonal sosyalizmin tüm enerjisini Yahudilerin Almanya'dan çıkarılması için kullanması gerektiğinden söz etmişti. Hatta bunun nasıl yapılabileceği konusunda da açık bir mesaj veriyordu. "Gerekirse bunun için şeytanla iş birliği yaparız" diyordu. Bununla, elbette ki ırkçı Siyonistlerle ittifakı kastetmişti. 29 Nisan'da yaptığı bir konuşmada ise, aynen şöyle diyordu: "Son Yahudi Almanya'dan çıkartılıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz."13 Nazi lideri, 16 Eylül 1919 tarihli bir mektubunda ise şunları yazıyordu:
Duygusal dürtüler üzerine kurulu olan antisemitizm, kendisini her zaman için pogromlar yoluyla ifade edecektir. Oysa, rasyonel bir antisemitizm, Yahudilere verilen sosyal hakların iptali ve Yahudilerin ülkeden çıkarılması için planlı ve sistemli bir program uygulamak zorundadır.14
Hitler'in sözünü ettiği Yahudilerin Almanya dışına çıkarılması işlemi, Nazilerin en önemli ideoloğu Alfred Rosenberg tarafından da hedef olarak belirlendi ve en önemlisi, Rosenberg bu iş için radikal Siyonizmle iş birliği yapılması fikrinin mimarı oldu. Nazi ideoloğu, henüz 1919 yılında yayınladığı Die Spur'da "Siyonizm, Almanya'daki Yahudilerin ülke dışına çıkartılarak Filistin'e gönderilmesi için aktif şekilde desteklenmelidir" diye yazmıştı.15 Lenni Brener kitabında konuyla ilgili olarak, "Rosenberg'in, Almanya'daki Yahudilerin toplumdan izole edilmesi ve ikinci aşamada da Filistin'e yollanması için radikal Siyonizmle iş birliği yapma görüşünün Nazilerin iktidara gelişi ile birlikte gerçek bir ittifaka dönüştüğünü" söyler.16
Gerçekten de öyle oldu. Koyu bir Alman ırkçılığı ve ona bağlı bir antisemitizmle yoğrulmuş olan Nazi hareketi, bilindiği gibi 1929 ekonomik krizi, Weimar Cumhuriyeti'nin zayıflığı ve Alman toplumunun sosyo-psikolojik durumu gibi faktörlerin birleşmesiyle önce siyasi gündemin merkezine sonra da 1933 yılında iktidara oturdu. Nazilerin bu zaferi, bazı Siyonistleri sanki kendileri iktidara gelmiş kadar sevindirmişti.
Nazilerin İlk Yılları ve Radikal Siyonistler

Yahudi ve Almanların birbirine karışmaması gereken iki ayrı ırk olduğu yönündeki Nazi düşüncesi, ırkçı Siyonistlerce de aynen benimseniyordu. Radikal Siyonist-Nazi ittifakı bu temel üzerinde yükseldi. Üstte Hitler, iktidara yürüdüğü günlerde, SA'ları ile birlikte bir tören sırasında.
Nazilerin iktidara geldiği sıralarda Alman Yahudileri ülke nüfusunun %0.9'unu oluşturuyorlardı. Ancak ekonomik yönden çok daha önemliydiler. Çoğunun refah seviyesi yüksekti. %60'ı iş adamı ya da profesyoneldi. Diğerleri ise esnaf, din adamı, öğrenci ya da çok az sayıdaki işçilerden oluşuyordu. Sayıları az olmasına karşın, yine de Almanya'nın en önemli ırksal azınlığı durumundaydılar ve bu Yahudilerden kurtularak Alman ırkını saf hale getirmek, Nazi politikasının önde gelen hedeflerinden biriydi. Irk saflığı Naziler için o kadar önemliydi ki, Hitler "ideal" vasıflardaki Alman genç kız ve erkeklerini "üreme çiftlikleri"ne doldurup yeni bir üstün Ari nesil yaratmaya bile çalışacaktı. Irkın saf tutulabilmesi için de Yahudilerin Almanlardan tecrit edilmesi ve ikinci aşamada da ülkeden çıkarılması gerekiyordu.
Dikkat edilirse, bu radikal Siyonistlerin de istediği şeydi. Bu nedenle Nazi hareketinin henüz iktidara yürüdüğü sıralarda iki taraf arasında ilginç ilişkiler kurulmaya başlandı. Bu ilişkilerin en çarpıcılarından biri, ZVfD yönetim kurulundan Kurt Tuchler ile üst düzey SS'lerden Baron Leopold Itz Edler von Mildenstein arasında kurulmuştu. Tuchler, Mildenstein'a radikal Siyonizmin Nazi hareketine ne kadar paralel olduğu konusunda uzun bir brifing vermiş ve onu, radikal Siyonizmi öven bir yazı dizisini Nazi yayın organlarında bastırması için ikna etmişti. SS subayı Mildenstein bununla kalmayıp Tuchler ile birlikte Filistin'e bir gezide bulunmayı da kabul etmişti. Hitler'in iktidara gelişinden sonra radikal Siyonist Tuchler ile SS Mildenstein yanlarına eşlerini de alarak altı ay süren bir Filistin gezisine çıktılar. Mildenstein gezi dönüşü yazdığı yazılarda radikal Siyonizme övgüler yağdırmaya devam etti.17 İyi niyet ziyaretleri de Nazi iktidarının ilk aylarında gerçekleşti. Mart 1933'te Hermann Goering, radikal Siyonist liderlerden oluşan bir Yahudi heyeti ile görüştü.
Radikal Siyonistlerin Nazilere karşı geliştirdikleri bakış açısını en iyi gösteren eylem ise, 21 Haziran 1933 günü ZVfD tarafından Nazi yönetimine gönderilen memorandumdu. 1962 yılına kadar gün ışığına çıkmamış olan bu belgede, radikal ve ırkçı Siyonistler açık açık iş birliği teklif ediyorlardı Nazilere. Uzun mektubun bazı ilginç satırları şöyleydi:
...Irk esası üzerine kurulan yeni Alman Devleti içinde bizler de kendi cemaatimizi genel yapıya uydurmak ve bize ayrılacak olan sahada Babayurdu (Almanya) için faydalı olmak istiyoruz. Bizim Yahudi milliyetçiliğine olan bağlılığımız, Alman ulusunun nasyonal ve ırksal gerçekleri ile büyük bir ilişki ve uyum içindedir. Çünkü bizler de karışık evliliğe (Almanlar ve Yahudiler arasındaki evliliklere) karşıyız ve Yahudi toplumunun kan saflığının korunmasını savunuyoruz... Dolayısıyla bizim burada tarifini yaptığımız ve adına konuştuğumuz bilinçli Yahudilik, yeni Alman Devleti içinde uygun bir yer bulabilir... Bizler, cemaat bilincine sahip olan Yahudilerle Alman Devleti arasında dürüst ve samimi bir iş birliği kurulabileceğine inanıyoruz. Siyonizm, pratik amaçları için Yahudilere düşman olan bir yönetimin dahi desteğini kazanma ümidindedir.18
Lenni Brenner bu memorandum hakkında şöyle diyor:
Alman Yahudilerine karşı açık bir ihanet olan bu belgede, Alman Siyonistleri Nazilere oldukça hesaplı bir ittifak önermektedirler. Bu iş birliğinin nihai amacı bir Yahudi Devleti kurmaktır. Nazilere söylenen şey ise basittir: Size karşı asla savaşmayacağız, yalnızca size karşı koyanlarla savaşacağız.19
Memorandumu kaleme alan radikal Siyonist ekipte yer alan haham Joachim Prinz, sonraki yıllarda neden böyle bir şey yaptıklarını şöyle anlatmıştır:
Dünyada Yahudi sorununun çözümü için Almanya kadar çaba gösteren bir başka ülke daha yoktu. "Yahudi sorununun çözümü." Bu bizim Siyonist rüyamızdı zaten! Biz hiçbir zaman Yahudi sorununun varlığını reddetmedik ki! Disimilasyon. Bu bizim en büyük istediğimizdi zaten!...20
Prinz'in de belirttiği gibi, Naziler ve radikal Siyonistleri yaklaştıran faktörlerin başında "Yahudi sorunu"nun varlığına olan inançları geliyordu. Her iki taraf Avrupalı Yahudilerin varlığını bir sorun olarak algılıyor, Yahudilerin Yahudi-olmayanlarla birarada yaşamalarının mümkün olmadığını düşünüyordu. Buna karşın asimilasyonist Yahudiler böyle bir sorunun varlığını bile kabul etmek istemiyorlardı. Bu ise, radikal Siyonistlerin gözünde açık bir ihanetti. Bu nedenle de Yahudi sorununun şiddetle çözülmesi, bu sorunun varlığını bile kabul etmeyen, kimliğini yitirmiş Yahudilerin zorla yola getirilmesi gerektiğinden söz etmeye başladılar. ZVfD'nin haftalık yayın organı Judische Rundschau'da asimilasyonistleri yerden yere vuran yazılar çıkmaya başladı. Derginin editörü Robert Weltsch, bir keresinde şöyle yazmıştı:
Tarihin kriz dönemlerinde Yahudi halkı hep kendi suçlarının cezasını çekmiştir. En önemli dualarımızdan birinde 'günahlarımız yüzünden yurdumuzdan sürüldük' ifadesi kullanılır... Bugün de Yahudiler Theodor Herzl'in (göç) çağrısını duymazlıktan gelmiş oldukları için suçludurlar... Yahudiliklerini onurla ifade etmedikleri, Yahudi sorununu hasıraltı etmeye çalıştıkları için suçludurlar ve Yahudiliği geriletmiş olmanın cezasını çekmelidirler.21
Radikal Siyonistlerin mantığı açıktı: Asimilasyonist Yahudiler kendilerinin çağrısını umursamamakla ve kendi ırksal kimliklerini reddetmekle büyük bir günah işlemişlerdi ve bunun cezasını da radikal Siyonistlerin müttefiki olan Nazilerin baskısı ile ödeyeceklerdi. Nitekim Judische Rundschau'da asimilasyonistlere şiddetle saldıran yazılar çıkarken, bir yandan da Nazizmin haklılığını anlatan yazılar çıkıyordu. ZVfD Genel Sekreteri Kurt Blumenfeld, Nisan 1933'teki bir yazısında şöyle diyordu: "Bu topraklarda yabancı bir ırk olarak yaşayan bizler, Alman ulusunun ırksal bilincine ve ırksal çıkarlarına büyük bir saygı göstermekle yükümlüyüz."22 Radikal Siyonist haham Joachim Prinz ise, Siyonistlerin ancak kendileri gibi birer ırkçı olan Nazilerle anlaşabileceğini şöyle anlatıyordu: "Ulusun ve ırkın saflığı prensipleri üzerine kurulmuş olan bir devlet, aynı prensiplere inanan Yahudilere ancak saygı duyacaktır."23

Almanya Siyonist Federasyonu (ZVfD) yetkilileri, 19. Siyonist Kongre'de. Resmin en solundaki kişi, ZVfD'nin lideri ve Hitler'le yapılan ittifakın önde gelen mimarı Kurt Blumenfeld.
Naziler iktidara gelmelerinden kısa bir süre sonra Yahudilerin bazı toplumsal haklarını kısıtlayan yasalar çıkardılar. Ancak bu politika radikal Siyonistleri hiç rahatsız etmedi. Zaten Naziler de çıkardıkları bu anti-asimilasyonist yasalarla aslında Yahudilere iyilik ettiklerini düşünüyorlardı. Nazilerin basın sorumlusu A.I.Berndt, Siyonist yayın organı Judische Rundschau'ya verdiği bir demecinde şöyle diyordu:
Çıkarılan yeni (antisemit) kanunlar Yahudiler için de yararlı ve motive edicidir. Almanya Yahudi azınlığa kendi öz yaşam tarzını yaşama fırsatı vermekle, Yahudiliğe ulusal karakterini güçlendirmesi için yardımcı olmakta ve iki halk arasındaki ilişkilerin doğru bir zemine oturtulmasına katkıda bulunmaktadır.24
İşte bu mantık üzerinde tarihin en garip ittifaklarından biri olan Nazi-radikal Siyonist ittifakı şekillendi. Nazi iktidarının ilk aylarında iyi niyet gösterileri ile başlayan ilişkiler, kısa bir süre sonra son derece somut ve organize bir iş birliğine dönüşecekti.
Radikal Siyonistler, Nazilerin taşıdıkları Yahudi antipatisinin çok iyi farkındaydılar ve bunun tehlike olduğunu düşünmek bir yana, bunun daha da artmasını istediler. Nazilerin Alman Yahudileri aleyhine çıkardıkları her kanun onları daha da fazla memnun etti. Brenner şöyle diyor:
Naziler Yahudiler üzerindeki vidayı sıkıştırdıkça, Siyonistlerin Nazilerle ittifak yapma yönündeki inançları daha da sağlamlaştı. Onlara göre, Naziler Yahudileri Alman toplumundan ne denli çok dışlarlarsa, Yahudilerden kurtulmak için Siyonizme de o kadar çok ihtiyaç duyacaklardı.25
Alman Yahudilerine Hitler'e Oy Verme Çağrısı!
Şimdiye dek sık sık Naziler konusunda asimilasyonistlerle radikal Siyonistler arasında çok açık bir ayrım olduğunu, radikal Siyonistlerin Nazileri birer müttefik olarak görürken asimilasyonist Yahudilerin nasyonal sosyalizme karşı nefret beslediklerini vurguladık. Bu iki taraf arasındaki fark, Almanya Siyonist Federasyonu (ZVfD) ile asimilasyonist Alman Yahudilerinin kurduğu Yahudi İnanışına Bağlı Alman Yurttaşları, Merkez Birliği (CV) örgütlerinin Nazilere yönelik düşünce ve uygulamalarından açıkça görülmektedir. Radikal Siyonistler ile asimilasyonistler arasındaki bu büyük fark, Nazi Almanyası'ndan başka ülkelerdeki faşist rejimlere karşı da belirmiştir. İlerleyen sayfalarda bunlara değineceğiz. Genel bir kural olarak, radikal Siyonistlerin faşist çevrelerle çok iyi anlaştığını, asimilasyonistlerin ise bu gruplara tepki duyduğunu söyleyebiliriz.
Ancak bu kuralın da istisnaları vardır; asimilasyonist Yahudiler içinde de, özellikle sol tehlikeden rahatsız olan burjuvazi arasında, faşistlerle ittifak kuran ya da en azından ittifak arayışına girenler olmuştur. Almanya'da asimilasyonist Yahudilerin kurduğu CV'den sonra ikinci önemli örgüt olan Ulusal Alman Yahudileri Birliği (Verband nationaldeutscher Juden VnJ) bunun en belirgin örneğidir. 1934 yılında, VnJ yönetimi Hitler'in iktidarını sağlamlaştırmak için etkili bir kampanya başlattı. New York Times, 18 Ağustos 1934 tarihli sayısının 2. sayfasında yaptığı haberde bu kampanyayı haber veriyor ve VnJ'nin "tüm Alman Yahudilerini Hitler'in Başbakanlığı için oy vermeye davet eden" tebliğini aynen yayınlıyordu:
Biz 1921 yılında kurulmuş Ulusal Alman Yahudileri Derneği olarak, savaşta olsun, barışta olsun kendi çıkarlarımızı Alman halkının ve Alman vatanının çıkarları üstünde tutmayız. Bu nedenle bize sıkıntı getirse de 1933 Ocağı'nda Hitler'i iktidara getiren ayaklanmayı selamlıyoruz... Hitler'in Başbakanlığını ve hareketinin özündeki tarihsel önemindeki büyüklüğü tamamen onaylıyoruz. Alman Ulusu'na manen ve maddeten bağlı olan Yahudiler olarak bizler, Almanya'dan başka bir ulus tanımayız. Hitler'in Başbakanlığını ve Başbakanlık kurumlarının birlikteliğini destekliyoruz ve kendini Alman hisseden tüm Yahudilerin 19 Ağustos'da Hitler'e evet oyu vermelerini ısrarla tavsiye ederiz.26
Anti-Nazi Boykotun Radikal Siyonist Desteğiyle Aşılması
VnJ bir istisnaydı kuşkusuz. Onun taşıdığı Nazi sempatisinin asimilasyonist Yahudilerin çoğunluğu için de geçerli olduğunu söylemek kuşkusuz mümkün değildi. Almanya'dakilerin yanında diğer Batılı ülkelerdeki asimilasyonistler de Hitler'in Alman lideri oluşunu büyük bir tedirginlikle izlediler. Ve radikal Siyonist soydaşlarının iş birliği girişimlerinin aksine, Nazilere karşı koyabilmek için yollar aramaya başladılar. Faşizme karşı çıkan diğer gruplarla birlikte Nazilere karşı etkili bir eylem yapma arayışına girdiler.
Nazi aleyhtarı boykot bu şekilde doğdu. İlk kez Jewish War Veterans (JWV) adlı New Yorklu asimilasyonist bir Yahudi örgütü, 19 Mart 1933 günü Alman mallarına boykot uygulanması çağrısında bulundu ve dört gün sonra da Nazi aleyhtarı büyük bir protesto mitingi düzenledi. Bu kıvılcım gittikçe büyüdü ve asimilasyonistler Non-Sectarian Anti-Nazi League adlı Anti-Nazi Birliği'ni kurdular ve tüm Amerikalıları Nazi mallarını boykot etmeye çağırdılar. Boykot bir süre sonra Avrupa'ya sıçradı ve oldukça da etkili oldu. Bu, atılım yapmaya çalışan Alman endüstrisi için hiç de olumlu bir gelişme değildi. Nazilerin en büyük iki pazarı Amerika ve Avrupa'ydı ve bu iki pazarda da asimilasyonistlerin başını çektiği boykot, Alman mallarının satışını ciddi biçimde düşürüyordu.
İşte bu noktada birileri Nazilerin yardımına koştu ve Nazi ekonomisinin içine girdiği darboğazı büyük ölçüde genişletti. Peki kimlerdi bunlar?
Radikal Siyonistler elbette. Evet, asimilasyonist Yahudiler Nazi ekonomisini çökertmek için boykot kampanyaları düzenlerken, radikal Siyonistler bu ilginç müttefiklerine yardım eli uzatmışlardı.

Nazilerin iktidara gelmesinin hemen ardından, başta Amerika olmak üzere Batılı demokrasilerde etkili bir Nazi aleyhtarı boykot başladı. Asimilasyonist Yahudiler, solcular ve liberaller tarafından başlatılan boykot, Nazi mallarının satışını büyük ölçüde düşürdü ve Reich ekonomisini sıkıntıya soktu. Bu zor günlerde Nazilere boykotu aşmak için yardım edenler ise, radikal Siyonistlerdi. Yanda, boykot gösterileri sırasında Chicago'da yakılan bir Nazi bayrağı.
Aslında radikal Siyonistler Nazi yanlısı çabalarını henüz boykot başlamadan önce başlatmışlardı. Yahudi örgütleri tarafından boykot ilanı ile ilgili yapılan tüm öneriler, söz konusu Siyonistler tarafından ısrarla reddedilmişti.
Dünya Siyonist Örgütü (WZO) de, önce boykotun ilanını engellemeye çalıştı. Bunu başaramayınca da Nazi dostlarının ekonomik sıkıntısını çözebilmek için uğraştı. Brenner şöyle diyor: "WZO, yalnızca Alman mallarını satın almakla kalmadı, onların satışına aracılık etti ve hatta Hitler ve onu destekleyen sanayiciler için yeni müşteriler buldu."27
WZO yönetimindeki bir kısım kimselerin böyle davranmasının nedeni, Hitler'i kendileri için sözde bir lütuf olarak algılamalarıydı. Radikal Siyonizmin Hitler sayesinde büyük bir destek elde ettiğini, onun sayesinde ırk bilinçlerini yitirmiş Yahudilerin akıllanıp Filistin'e göç edeceklerini düşünüyorlardı. Dönemin etkin radikal Siyonistlerinden dünyaca ünlü yazar Emil Ludwig, WZO'nun bakış açısını şöyle ifade ediyordu:
Hitler adı belki birkaç yıl sonra unutulacak olabilir. Ama Filistin'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim... Yahudiliklerini yitirmiş olan binlerce Yahudi, onun sayesinde kimliklerine geri döndürülebilmiştir. Bu yüzden ben şahsen ona karşı büyük minnettarlık besliyorum.28
Yine ünlü radikal Siyonistlerden biri olan Chaim Nachman Bialik ise "Hitlerizm, asimilasyonun pençesindeki Alman Yahudiliğini yok olmaktan kurtarmıştır" diyor, Hitler'le olan ideolojik akrabalığını da vurgulayarak "aynı Hitler gibi ben de kan düşüncesinin gücüne inanıyorum" diye ekliyordu.29
WZO saflarında mücadele eden İtalyan Yahudisi Enzo Sereni de benzer ifadelerde bulunmuştu. "Hitler'in antisemitizmi Yahudilerin kurtuluşuna yarayacak" diyordu. Bir keresinde ise şu sözleri söylemişti:
Filistin'i inşa etmek için Almanya'daki Yahudilerin karşılaştığı sıkıntıları kullanmamız hiç de utanılacak bir şey değildir. Eski liderlerimizin ve öncülerimizin bize öğrettiği bir şeydir bu: Diasporadaki Yahudilerin başına gelen felaketleri yeniden inşa için kullanmak.30
Radikal Siyonistler Alman Yahudilerinin karşı karşıya kaldığı "Nazi çözümü"nden o denli memnundular ki, bunu başka ülkelerdeki asimilasyonist Yahudilerin yola getirilmesi için de kullanmayı düşünüyorlardı. Amerikalı haham Abraham Jacobson, 1936 yılındaki bir konuşmasında ırkçı Siyonistlerin söz konusu mantığına tepki göstererek şöyle diyordu:

Amerikan Yahudi Kongresi Başkanlarından Stephen Wise
Kim bilir kaç kere, Siyonizme tepkisiz kalan Amerikalı Yahudilerin de yola gelmek için bir Hitler'e ihtiyacı olduğu şeklindeki pervasız lafları duyduk. Söylediklerine göre ancak o zaman Yahudiler, Filistin'e gitmeye ikna olurmuş...31
Nazilere bu denli sıcak bakan radikal Siyonistlerin onlarla ekonomik iş birliğine de girmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Öyle de oldu. İki taraf arasındaki en büyük ekonomik iş birliği, Alman Yahudilerinin mal varlıkları ile birlikte Filistin'e transferini öngören Ha'avara adlı göç antlaşmasıydı. (İlerleyen satırlarda buna daha ayrıntılı olarak değineceğiz) Bu anlaşmaya paralel olarak söz konusu Siyonistler, Alman mallarının Filistin'de satılmasını sağladılar. Bir süre sonra işler daha da büyüdü. WZO, Nazi gemilerini kullanarak Belçika ve Hollanda'ya portakal ihraç etmeye başladı. 1936 yılında ise, WZO yetkilileri Alman mallarını İngiltere'de satmaya başladılar.
Radikal Siyonist-Nazi iş birliği bu kadarla da kalmamıştı. Bazı Siyonistler, Alman silah yapımcılarına döviz kaynağı da sağlamışlardı. Albert Norden, So Werden Kriege Gemacht? isimli kitabında ayrı bir Nazi-radikal Siyonist ticari bağlantısını ortaya koyuyordu. Norden, Almanya için stratejik önemi olan hammaddelerin, Siyonist International Nickel Trust adlı şirket vasıtasıyla sağlandığına dikkat çekiyordu. Birkaç Siyonist sermayedarın denetiminde olan bu şirket, kapitalist ülkelerdeki nikel üretiminin %85'ine sahip durumdaydı. Hitler'in iktidara gelmesinden bir yıl sonra, IG Farben Industrie adlı Alman şirketi ile söz konusu şirket arasında bir antlaşma imzalandı. Antlaşma gereğince, Almanya'nın nikel üretiminin yarıdan fazlasının, International Nickel Trust tarafından karşılanması öngörülüyordu. Almanya böylece %50 oranında döviz tasarruf etmiş oldu.
Hitler'in Radikal Siyonist Finansörleri
Batılı ülkelerdeki büyük bazı Siyonist sermayedarlar da Hitler'e önemli finansal destekler verdiler. Kimi zaman WZO'nun aracılığıyla gerçekleşen bu finansal destekler, Nazi Almanyası'nın güçlenmesinde çok büyük pay sahibiydi. Hitler'e bazı Yahudiler tarafından verilen bu destek daha sonrasında başta Yahudiler olmak üzere pek çok insan için büyük bir kabusa dönüşmüştür. Bir kısım Yahudilerin radikal görüşlerini hayata geçirebilmek, bir kısmının da sırf maddi gelir elde edebilmek için izledikleri bu politika pek çok soydaşlarının hayatlarına mal olmuştur.
Hitler'in bilinmeyen bağlantıları çeşitli kaynaklarda detaylı olarak yer almaktadır. Bu kaynaklara göre, Hitler'in finansmanında önemli bir rol oynayan isimlerden birisi; Amerika'nın önde gelen zenginlerinden Clarence Dillon (1882-1979)'dır. Samuel ve Bertha Lapowski (ya da Lapowitz) adlı iki Amerikalı Yahudi'nin çocuğu olarak dünyaya gelen Dillon, I. Dünya Savaşı sırasında ünlü Yahudi finansör Bernard Baruch'un "sağ kolu" olarak çalışmıştır. Hitler'le ilişkiler ise II. Dünya Savaşı öncesi yıllarda kurulmuştur. Dillon, Reich'ın savaşa hazırlanmasına büyük katkılarda bulunmuştur.

Hitler M'a Dit, 1939 yılındaki basılışından hemen bir sene sonra, Ali Naci Karacan tarafından Türkçeye Hitler Bana Dedi ki ismiyle tercüme edilmişti. Hitler'in en yakın arkadaşlarından Hermann Rauschning tarafından yazılan bu kitapta geçen itiraf, Hitler'in radikal siyonist finans çevrelerinden büyük destek aldığını gösteriyor.
Hitler'in destekçileri arasında Yahudi Samuel hanedanı tarafından kurulan ünlü petrol şirketi Royal Dutch Shell de yer almaktadır. Şirketin yöneticisi Sir Henry Deterding ile Nazilerin ünlü isimlerinden Alfred Rosenberg arasında Mayıs 1933'te Deterding'in İngiltere'deki Windsor Kalesi'nin 1 mil yakınındaki büyük evinde gizli bir görüşme gerçekleşmiştir. Daha sonra da süren ilişkiler sonucunda Yahudi Samuel ailesi, Deterding aracılığıyla Hitler'e toplam 30 milyon pound aktarmıştır.
Tüm bu bilgiler, bizlere Nazi hareketi ile birtakım Yahudiler, daha doğrusu radikal Siyonizmi benimsemiş Yahudi sermayedarlar arasında çok yakın bir ilişki olduğunu, Alman "Führer"inin bu sermayedarlar tarafından finanse edildiğini göstermektedir. İlginçtir, Hitler de bu gerçeği kabul etmiş ve söz konusu Yahudiler tarafından finanse edildiğini itiraf etmiştir. II. Dünya Savaşı öncesi dönemde Hitler'in yakın dostları arasında yer alan Hermann Rauschning, Hitler M'a Dit (Hitler Bana Dedi ki) adlı kitabında Nazi liderinden şu cümleyi aktarır: "Yahudiler bana mücadelemde önemli katkılarda bulundular. Hareketimizde çok sayıda Yahudi beni mali olarak destekledi."32
Her ne kadar bu kitap radikal grupların kaynak olarak kullandıkları ve kendi sapkın görüşlerine temel edindikleri bir eser olsa da, bu bilgi çok dikkat çekicidir.
Kısacası Hitler, radikal Siyonist sermayedarlardan önemli finansal destekler almıştır ve bu da WZO ve onun Almanya kolu olan ZVfD içindeki bazı isimlerle kurduğu iş birliğinin bir hediyesidir. En büyük Yahudi düşmanı olarak tanıdığımız Hitler ile bazı Yahudiler arasında kurulmuş olan bu ilişkiler, anti-Nazi boykotun aşılmasında ve Nazi Almanyası'nın bir endüstri devi olarak savaşa girmesinde önemli rol sahibidir.
İngiliz Hükümeti asimilasyonist Yahudilerin teşvikiyle anti-Nazi boykotu destekleme kararı aldığında, ülkedeki en büyük Hitler sempatizanı olan İngiliz Faşistler Birliği (British Union of Fascist BUF) lideri Sir Oswald Mosley, yayın organı Blackshirt'te şöyle yazmıştı:
Şimdi biz zavallı Yahudileri korumak için Almanya ile olan ticaretimizi kesiyoruz öyle mi?.. Ama Yahudiler kendileri, Almanlarla birlikte çok karlı işler yapıyorlar. Almanya ile olan dostça ilişkilerimizi kesmek isteyenler için bundan iyi bir cevap olamaz herhalde.33
Radikal Siyonistlerin Nazi Almanyası ile birlikte yaptıkları "karlı iş"lerin en önemlisi ise, az önce de belirttiğimiz gibi, Alman Yahudilerini Filistin'e transfer etmek için imzalanan göç anlaşmasıdır. Bu anlaşma, Naziler ile radikal ırkçı Siyonistler arasındaki ittifakın en önemli sonuçlarından biri sayılabilir.
Alman Yahudilerini Göç Ettirmek İçin Yapılan Radikal Siyonist-Nazi Anlaşması
Başta da belirttiğimiz gibi, radikal Siyonistlerin Nazilerden bekledikleri en büyük eylem, Alman Yahudilerinin Filistin'e göçünün sağlanmasıydı. Naziler de ülkelerindeki Yahudi azınlıktan bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Bu amaçla Nazilerin iktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra, Alman Yahudilerinin Filistin'e göçünü mümkün kılacak ilginç bir göç anlaşması imzalandı. WZO'ya bağlı Anglo-Filistin Bankası ile Reich Maliye Bakanlığı arasındaki anlaşma, hem Yahudilerin mal varlıklarıyla birlikte Filistin'e transfer edilmesine imkan veriyor, hem de Alman sanayi mallarının satışı için pazar yaratmış oluyordu. İrlandalı tarihçi ve politikacı Conor Cruise O'Brien, anlaşmanın detaylarını şöyle anlatıyor:
Anglo-Filistin Bankası ile Alman İktisat Bakanlığı arasında 25 Ağustos 1933'de imzalanan anlaşma aracılığıyla Yahudi mal varlığı, Filistin'de gerekli şeylerin satın alınması amacıyla kullanılacaktı. Bu anlaşma Yahudilerin resmi yoldan göçünün ana dayanağı oldu. Naziler ve Siyonistler, Yahudilerin Almanya'dan Filistin'e mallarının bir bölümüyle göç etmelerini sağlamak için beraber çalıştılar.
1933 yılında Anglo- Filistin Bankası, Tel-Aviv'de Trust and Transfer Office Ha'avara Ltd. adlı bir şirket kurdu. Dört Yahudi bankerin önderliğinde Hamburg'dan Max Warburg ile M. M. Warburg, Berlin'den Siegmund Wassermann ile A. E. Wassermann Berlin'de bu şirketin bir uzantısı kuruldu. Berlin'deki söz konusu Yahudilere ait olan Palastina Treuhandstelle zur Beratung Deutscher Juden isimli bu şirkete verilen görev ise, Filistin'e göç etmek isteyen Alman Yahudileri'nin Alman makamlarındaki sorunlarını halletmekti.

Solda, Yahudileri Filistin topraklarına transfer etmekle sorumlu olan iki Gestapo elemanı görülmekte. Pillar of Fire isimli propaganda kitabında yer alan bu fotoğrafın alt yazısında şunlar yazıyor: "The Saturday Evening Post isimli Amerikan dergisinin bir muhabiri, Gestapo birliklerinin Yahudileri tedirgin ettiklerini ve onları Almanya'yı terk etmemeleri durumunda bir toplama kampına göndermekle tehdit ettiklerini yazdı. Çaresiz kalan Yahudiler, "Nereye gidebiliriz?" diye sorduklarında ise "Filistin'e!" diye cevap veriyordu Gestapo. Ayrılmayı kabul edenlere, transfer parası ve vize sağlama işleminde yardımcı olunuyordu..."
1933-1939 arasında 50.000 Yahudi Ha'avara vasıtasıyla Almanya'yı terk ederek Filistin'e göç etti. Yine, 1933-1939 arasında 63 milyon sterline yakın bir sermaye Filistin'e transfer edildi... 1933-1939 arasında yürürlükte olan gerçek Alman politikası da, Filistin'deki Yahudileri Araplara karşı desteklemekti.34
Ha'avara adlı göç anlaşması ile hem bir kısım Siyonistlerin en büyük hedefi olan Filistin'e Yahudi göçü gerçekleştirilmiş, hem de boykot nedeniyle sıkıntıda olan Nazi ekonomisi rahatlatılmış oluyordu. Göç eden Yahudilerin mal varlığı ile Alman sanayi ürünleri satın alınıyor, bunlar Filistin'de satılıyor ve elde edilen karla da göç eden Yahudinin Almanya'da bıraktığı para karşılanıyordu.

Nazilerin antisemitizm politikası, gerçekten de radikal Siyonistlerin hesapladığı gibi Alman Yahudilerini ülkeden göç etmeye zorladı. Irkçı Siyonistler ile Naziler arasında uygulamaya konan göç anlaşması ise, ülkeden çıkmak isteyen Yahudilerin, herhangi bir yanlış adrese değil, Filistin'e gitmelerini garanti altına alıyordu. Üstte, 1939 yılında, Almanya'daki resmi göç büroları önünde Filistin'e göç etmeye çalışan Yahudiler görülmekte.
Dünya Siyonist Örgütü'nde bazı kesimler, Yahudi boykotunu kırmakla kalmadı, aynı zamanda Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'daki en büyük dağıtımcısı oldu. WZO, Tel-Aviv'de, kurduğu Trust and Transfer Office Ha'avara adlı şirketle, Filistin'e getirilen Alman mallarının temel satış hakkını aldı. Alman-Yahudi zenginlerinden temin edilecek parayla, büyük miktarlarda Nazi malı satın alınacaktı. Böylece WZO, Ortadoğu bölgesinde, Nazilerin geniş pazar olanaklarına kavuşmasını sağlamış oldu. Döviz işlemleriyle ilgilenen Alman Bürosu, 7 Aralık 1937'de, şunu açıklıyordu: "Dış satıma dayalı transfer işlemleri, Filistin'e 1933'ten beri 70 milyon altın mark kar getirmiştir."
Radikal Siyonist liderler ile Nazilerin arasında var olan bu ilişkiler, özellikle de Ha'avara göç anlaşması, başka birçok kitapta da uzun uzadıya incelenmiştir. Örneğin: Lenni Brenner Zionism in the Age of Dictators (Diktatörler Çağında Siyonizm)'da Ha'avara göç anlaşmasını anlatır. İsrail'de Moshe Shanfield tarafından yayınlanan The Holocaust Victims Accuse, Documents and Testimony on Jewish Criminals (Soykırıma Maruz Kalanlar Suçluyor, Yahudi Kriminaller Hakkında Belgeler ve İfadeler) ya da Amerikalı tarihçi Francis R. Nicosia tarafından kaleme alınan The Third Reich and the Palestine Question (III. Reich ve Filistin Sorunu) isimli kitaplarda da Naziler ve radikal Siyonistler arasındaki göç anlaşması konu edilmektedir.
Wilhelmstrasse'nin gizli arşivleri de, Hitler İmparatorluğu ile Yahudi Ajansı arasında, Alman Yahudilerinin Filistin'e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir antlaşma imzalandığını ortaya koymaktadır. Alman Dış İşleri Bakanlığı'na ait 22 Haziran 1937 tarihli bu belge, Nazilerin önayak olmasıyla bir Yahudi Devleti'nin kurulabileceğini şöyle not eder:
İç politika koşullarının dikte ettirdiği bu Alman tedbiri, hiç kuşkusuz Yahudiliğin Filistin'de kuvvetlenmesine yardım edecek ve bu ülkede bir Yahudi devletinin kuruluşuna yardımcı olacaktır. 35
Aynı belgede Yahudi göçünün Hitler tarafından koordine edildiği, Alman diktatörünün konu ile özel olarak ilgilendiği de vurgulanmaktadır.

Yahudileri, Alman toplumundan tümüyle izole eden Nürnberg kanunları, bazı aşırı görüşlü Siyonistlerin Nazilere olan güven ve inancını daha da artırmıştı. Üstte, Hitler, Nürnberg'te yapılan gövde gösterilerinden birinde.
Bugün bunlar pek çok kişiye şaşırtıcı gelen bilgilerdir. Bunun nedeni, tarihin bu ilginç ittifakının resmi tarih tarafından özenle gizlenmiş olmasıdır. İş birliğinin en hızlı biçimde yürütüldüğü yıllarda bile radikal Siyonistler ve Naziler bu ittifakı gizli tutmak için çalışmışlar ve iki taraf arasındaki ilişkiler dünya kamuoyunun gözlerinden gizli tutulabilmiştir. Yalnızca bazı söylentilerin dolaşması engellenememiştir. Amerikalı yazar Edward Tivnan, ülkesindeki Yahudi lobisinin politik gücünü incelediği The Lobby: Jewish Political Power in US Foreign Policy (Lobi: ABDDış Politikasında Yahudilerin Siyasi Gücü) adlı kitabında, bir kısım Siyonistler ile Nazilerin yaptığı ittifak ile ilgili olarak 1930'ların sonunda Amerikalı Yahudiler arasında söylentiler dolaştığını ve bunun büyük bir huzursuzluk doğurduğunu not ediyor.36
Göç anlaşması 1933'ten savaşın patlak verdiği 1939 yılına dek kesintisiz uygulamada kalmıştır. Göç işleminin 1939'da durmuş olmasının nedeni de, iki taraf arasındaki herhangi bir anlaşmazlık değil, savaş şartlarının Alman gemilerinin İngiliz mandası olan Filistin'e gidişini mümkün kılmayışıdır. Bu dönem boyunca da 60 bine yakın Alman Yahudisi Filistin'e transfer edilmiştir.
Aralık 1937'de Alman İç İşleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rapor, Ha'avara'nın sonuçlarını şöyle anlatmaktadır:
Ha'avara anlaşmasının Filistin'in 1933 yılından bu yana yaşadığı hızlı gelişimde çok büyük payı olduğuna kuşku yoktur. Anlaşma sayesinde Filistin'e hem en büyük para kaynağı, hem de en zeki ve entelektüel göçmenler yöneltilmiştir. Ülkenin gelişimi için gerekli olan makinelerin ve endüstri ürünlerinin büyük kısmı da yine Ha'avara ile ulaştırılmıştır.37
Anlaşmayı sekteye uğratan tek şey, II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesidir. Aksi halde Nazi- radikal Siyonist iş birliğiyle yürütülen Yahudi göçünün artarak devam edeceğine kuşku yoktur. Nitekim 1938 ve 39 yıllarında göç eden Yahudi sayısı eskiye oranla daha da artmıştır. 10 bin Alman Yahudisinin ise Ekim 1939'da Filistin'e transfer edilmesine karar verilmiş, ancak Eylül ayında savaşın başlamasıyla bu "rezervasyon" iptal edilmiştir. Ha'avara uygulaması 1941'e kadar kesintili olarak sürmüştür. Sonuçta 1933-41 yılları arasında 60 bin Alman Yahudisi Nazi-radikal Siyonist iş birliği ile Filistin'e transfer edilmiştir ki, bu da o dönem Filistin'deki Yahudi nüfusunun %15'ini oluşturmaktadır. Ha'avara'nın ekonomik sonuçları da, az önce vurguladığımız gibi, oldukça önemlidir. Tarihçi Edwin Black, Ha'avara'yı konu edinen The Transfer Agreement (Transfer Sözleşmesi) adlı kitabında Ha'avara'nın Filistin'de "ekonomik bir patlama yaratarak, İsrail Devleti'nin kuruluşuna büyük bir katkıda bulunduğunu" yazmaktadır.38
Nürnberg Kanunları ve 'Juden Raus! Auf Nach Palastina!'(Yahudiler Defolun! Doğruca Filistin'e)
Naziler Alman Yahudilerini göç ettirmek için bazı Siyonistlerle ortak programlar düzenlerken, bir yandan da yine birtakım Siyonistlerin tasdiki ile Alman Yahudilerinin ırk bilincini artıracak politikalar uyguladılar. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators'da Nazilerin ırkçı politikalarının sözkonusu Siyonistleri ne denli sevindirdiğini sık sık vurgular. Örneğin Nazilerin 1935'te yayınladığı Almanlar ve Yahudiler arasındaki evlilikleri yasaklayan Nürnberg kanunları bunların başında gelmektedir.
1935 Eylülü'nde açıklanan Nürnberg kanunları, Yahudilerin Alman toplumundan çok keskin bir biçimde izole edilmesine yöneliktir. "Alman Kanı ve Onurunun Korunması Yasası" başlıklı düzenleme ile Yahudiler Alman yurttaşlığından çıkarılmış ve sosyal haklardan mahrum paryalar haline getirilmişlerdir. Yahudilerin resmi dairelerde çalışmaları, öğretmenlik, gazetecilik, çiftçilik yapmaları, radyo, tiyatro ve filmlerde yer almaları yasaklanmıştır. Yahudiler ile Almanlar arasındaki evlilik de yasaklar arasındadır. Yasaklar arasında, bir Yahudi'nin Alman bayrağı dalgalandırması da vardır. Tüm bunlar, Yahudilerin kesinlikle Alman olmadıklarını düşünen bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyet, en az Naziler kadar bazı Siyonistler tarafından da paylaşılmaktadır.

Nazilerin propaganda sorumlusu Goebbels (solda) Der Angriff adlı Nazi yayın organında radikal Siyonizmi öven uzun bir yazı dizisi yayınlatmış, ayrıca bir yüzünde gamalı haç, öteki yüzünde de altı köşeli Siyon yıldızının yer aldığı bir madalyon ısmarlamıştı. SS Güvenlik Servisi Şefi Heydrich de radikal Siyonizm yanlısı Nazilerdendi. (sağda)
Brenner, Nürnberg kanunları ile ilgili olarak o dönemin Alman gazetecilerinden Alfred Berndt'in ilginç bir yorumunu aktarır. Berndt, bu kanunların yayınlanmasından yalnızca iki hafta önce Dünya Siyonist Örgütü'nün (WZO) tüm dünya Yahudilerine yönelik bir deklarasyon yayınladığını ve onları nerede yaşarlarsa yaşasınlar, ayrı bir millet, farklı bir halk olduklarını unutmamaya çağırdığını hatırlatmış ve şöyle demiştir: "Hitler'in yaptığı şey, Yahudilere ırksal bir azınlık statüsü vererek WZO'nun isteğini yerine getirmek olmuştur." Lenni Brenner, bu nedenle Nazi Almanyası'nda yalnızca "iki bayrağın dalgalanmasına izin verildiğini" söyler: Gamalı haçla süslü Nazi bayrağı ve ortasında Siyon yıldızı bulunan mavi-beyaz Siyonist bayrağı! 39 O sıralar Amerikalı Siyonist lider Haham Stephen Wise, kendi yayın organı Congress Bulletin'de konu hakkında şu yorumu yapmıştır:

SS Subayı von Mildenstein'ın Nazi yayın organı Der Angriff'teki radikal Siyonizmi öven yazı dizisi; "Bir Nazi Filistin'e Gitti"
Hitlerizm, en büyük hedefi olan Alman ulusunu içindeki Yahudi elementten kurtarma isteği sayesinde Siyonizmle olan 'akrabalığını' keşfetti. Bu nedenle Siyonizm, Nazi Partisi dışında, Reich sınırları içindeki tek legal parti haline geldi. Siyonist bayrak da, Nazi bayrağı dışında, Reich sınırları içinde legal olarak dalgalanabilen tek bayrak oldu.40
Lenni Brenner, Naziler'in konu hakkındaki politikalarını "philo-Zionism" (Siyonizm sevgisi, Siyonizm taraftarlığı) olarak adlandırarak hemen her konuda radikal Siyonistlere destek olduklarını yazar. Örneğin Naziler, Yahudilerin asimilasyondan kurtulmaları ve kendi ırksal kimliklerinin bilincinde olmaları için çeşitli kanunlar çıkarmıştır. 1936 yılında yayınlanan bir kanun, hahamların sinagoglardaki ayinlerde Almanca kullanmalarını yasaklamış ve daha da önemlisi, İbranice kullanılması zorunluluğunu getirmiştir. Bu, tüm dünya Yahudilerini Filistin'e toplayarak hepsini artık unutulmaya başlanan bir dil olan İbraniceyi konuşmaya zorlayan bazı Siyonistler için büyük bir destektir elbette.41
Nazilerin Alman Yahudilerine ırk bilinci kazandırmak için yaptıkları çalışmalar bununla sınırlı değildir. Brenner'ın yazdığına göre, 1934 Baharı'nda Nazi Almanyası'nın Hitler'den sonraki en güçlü adamı olan SS Şefi Heinrich Himmler'e yakın kurmayları tarafından bir rapor sunulur. Durum Raporu-Yahudi sorunu başlıklı raporda, Alman Yahudilerinin önemli bir kısmının hala kendilerini "Alman" olarak hissettikleri bildirilmekte ve bu sorunun çözümü için de bazı yöntemler önerilmektedir. Bu yöntemler nedir dersiniz? Brenner şöyle yazıyor:
Raporda Yahudilerin 'Alman' kalmakta gösterdikleri direncin kırılması için, onların kültürel kimliklerinin vurgulanması gerektiği yazılıydı. Bunun için de sistemli bir biçimde özel 'Yahudi okulları' açılması, İbranice sanat ve müzik faaliyetlerinin teşvik edilmesi, sportif faaliyetler düzenlenmesi öneriliyordu.42
Brenner'ın yazdığına göre, 27 Ekim 1938 gecesi Hanofer kentinde Yahudilere karşı yapılan gösteri sırasında Hitler'in SA'ları tarafından "Juden Raus! Auf nach Palästina!", yani "Yahudiler defolun! Doğruca Filistin'e!" sloganı ısrarla kullanılmış ve daha sonra da bu slogan tüm ülkeye yayılmıştı. Bu slogan, tüm Yahudileri Almanya'dan çıkarıp Filistin'e yollamak isteyen bazı Siyonistlerle Nazilerin ne denli iyi anlaştıklarının çok özlü bir ifadesidir.
SS-Radikal Siyonist İş Birliği
Nazi Partisi ve devlet aygıtı içinde en radikal, en fanatik ve en acımasız kadronun, Hitler'e bağlı devlet-üstü bir örgütlenme olan SS'ler olduğu sık sık söylenir. Schutzstaffel (Koruma Birlikleri) isminin baş harfleriyle anılan SS'ler, Hitler'in emri ile Heinrich Himmler tarafından örgütlenmiş ve Nazi sisteminin beyin kadrosu olarak işlev görmüştür.
Lenni Brenner SS'lerin birtakım Siyonistlerle olan ilişkilerini ise şöyle anlatıyor:
1934 yılında SS örgütü Nazi Partisi içindeki en Siyonist-yanlısı kanat haline geldi. Öteki Naziler onların Yahudilere karşı fazla 'yumuşak' olduklarını söylüyorlardı. SS subayı Baron von Mildenstein, 6 aylık Filistin gezisinden ateşli bir Siyonist sempatizanı olarak dönmüştü. Kısa süre sonra SS'lerin Güvenlik Servisi'ndeki Yahudi departmanının başına getirildi. İbranice öğrenmeye ve İbranice plaklar dinlemeye başladı; Siyonist dostu Kurt Tuchler ile Filistin'e yaptığı gezi sırasında dinlediği Yahudi müziklerini çok sevmişti. SS karargahında Siyonizmin Almanya'daki hızlı ve sevindirici gelişimini gösteren haritalar asılıydı.43
Mildenstein radikal Siyonizmi öven yazılar yazmakla kalmadı, Goebbels'i ikna etti ve Der Angriff (Hücum) adlı önde gelen Nazi yayın organında ırkçı Siyonizmi öven 12 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmasını sağladı. Bu dizi Der Angriff'in 26 Eylül-9 Ekim sayılarında yayınlandı. Yazı dizisinde ırkçı Siyonizmin Filistin'deki çabalarına uzun övgüler yapılıyordu. Yazılanlara göre radikal Siyonizm, SS'lere Yahudi sorununun nasıl çözüleceğini göstermişti. "Toprak kendisini reforme etmiş, bu yeni Yahudi bambaşka bir Yahudi olacak" diyordu Mildenstein. Baron'un bu keşfini kutlamak üzere Goebbels, bir yüzünde gamalı haç, öteki yüzünde de altı köşeli Siyon yıldızının yer aldığı bir madalyon yaptırdı.44
Mayıs 1935'te ise o sıralar SS Güvenlik Servisi'nin şefi olan Reinhardt Heydrich, SS'lerin Das Schwarze Korps adlı resmi yayın organında ırkçı Siyonizmi öven bir yazı yazdı. Heydrich, Yahudiler arasında iki temel grup (asimilasyonistler ve Siyonistler) olduğunu ve radikal Siyonistlerin de kendileri gibi ırk düşüncesine sahip olduğunu yazıyordu. Ona göre asimilasyonistler tehlikeliydi, ama ırkçı Siyonistlerle iş birliği yapmak çok makuldü. Yazısının sonunda söz konusu kendisi gibi düşünen Yahudilere duygusal mesajlar vermişti:
Filistin'in binlerce yıldır hasret olduğu kızlarına ve oğullarına kavuşacağı zaman uzak değildir. Onlara tüm iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz.45
SS'ler Adına Casusluk Yapan Bazı Siyonistler veBu Siyonistlere Gönderilen SS Silahları!..
Kısa süre sonra SS'ler ile silahlı Yahudi örgütlerinden bazıları arasında da yakın ilişkiler kuruldu. Bu örgütlerin en önemlisi, WZO'ya bağlı olan Jewish Agency'nin Filistin'deki silahlı kolu olan Haganah'tı. (Haganah, İsrail Devleti'nin kurulmasıyla birlikte İsrail Ordusu'nun çekirdeğine dönüşmüştür. Moshe Dayan, Yithzak Rabin gibi İsrail liderleri eski birer Haganah üyesidirler.) 1937 yılında Haganah ile SS'lerin Güvenlik Servisi SD (Sicherheitsdienst) arasında gizli görüşmeler başladı. 26 Şubat'ta Haganah'ın Filistin'deki ajanlarından Feivel Polkes, gizlice Berlin'e geldi ve SD'nin Yahudi göçü sorumlusu olan SS Subayı Adolf Eichmann ile görüştü. Eichmann, üstü olan Baron von Mildenstein gibi ateşli bir radikal Siyonizm yanlısıydı; Herzl'in kitaplarını okuyor ve bir yandan da İbranice öğreniyordu. Eichmann ile Polkes arasındaki görüşmelerin kayıtları, Eichmann'ın üstü olan Franz-Albert Six'e bir rapor halinde sunulmuştu. Savaş sonrasında SS arşivlerinde bulunan bu belgeye göre, Polkes, radikal Siyonistlerin Nazilere yeni petrol kaynakları bulabileceklerini söylemiş ve Almanya'dan Filistin'e düzenlenen Yahudi göçünün daha da artarak devamını istemişti. Six, Polkes'un söylediklerinden hoşlanmış ve birtakım Siyonistlerle olan ilişkilerin daha da genişletilmesi gerektiğine karar vermişti. SS komutanı, konu hakkındaki düşüncelerini şöyle yazıyordu:
Almanya'dan göç eden Yahudilerin başka herhangi bir ülkeye değil de, yalnızca ve yalnızca Filistin'e gitmelerini sağlayacak bazı düzenlemeler yapabiliriz. Bu tür bir eylem tamamen Alman çıkarlarına uygun sonuçlar doğuracaktır. Zaten Gestapo'nun son düzenlemeleri de bu yöndedir. Polkes'un sözünü ettiği Filistin'de bir Yahudi çoğunluğu oluşturma hedefi de bu düzenlemeler sayesinde gerçeğe dönüştürülebilir.46

Dünya Siyonist Örgütü (WZO), Filistin'de Araplara karşı savaşmak için Haganah adlı silahlı bir örgüt kurmuştu. Yanda 1938'de çekilmiş bir fotoğrafta Haganah'ın özel seçilmiş bir birliğinin üç önemli lideri: (soldan sağa) Moşe Dayan, Yithzak Sadeh ve Yigal Allon. Haganah, İsrail Devleti'nin kuruluşunun ardından İsrail Ordusu'nun çekirdeğini oluşturdu. Dayan ve Allon ise, ilerleyen yıllarda Dış İşleri Bakanlığına kadar yükseldiler. Tüm bunların yanında, Haganah hakkında bilinmeyen bir şey vardı: Örgüt, Araplara karşı kullandığı silahların bir kısmını Nazilerden temin ediyordu.
Polkes'un Berlin'de yaptığı bu görüşmelerin "iade-i ziyaret"i de aynı yıl içinde gerçekleşti. 2 Ekim 1937 günü Romania adlı bir yolcu gemisi Hayfa limanına vardı. Yolcu listesinde gemide iki Alman "gazeteci"nin var olduğu yazıyordu. Oysa bu gazeteciler iki kıdemli SS subayıydı: Herbert Hagen ve Adolf Eichmann. Gemiden iner inmez Filistin'deki Nazi ajanlarından Reichert ile, birkaç saat sonra da Haganah'taki dostları Feivel Polkes ile buluştular. Polkes iki SS'i yeni kurulan bir kibutza götürdü. (Kibutz: İsrail'in ilk yıllarında İsrail'e göç edenYahudiler tarafından kurulan komünal tarım çiftlikleri.) Eichmann gördüklerinden çok etkilenmişti. Yıllar sonra Arjantin'de teybe aldığı anılarında Polkes ile yaptığı gezinin izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
Yahudi kolonicilerin yurtlarını inşa edişlerine hayran olmuştum. Ben de bir idealist olduğum için, yaşama azim ve hırsları beni çok etkilemişti. Daha sonraki yıllarda karşılaştığım Yahudilere hep şunu söyledim: Eğer ben de bir Yahudi olsaydım, mutlaka fanatik bir Siyonist olurdum. Başka bir ihtimal düşünemiyorum. Hiç kuşku yok, Siyonistlerin en ateşlisi ben olurdum.47
Haganah üyesi Polkes ile SS'ler arasındaki bu görüşme sırasında Polkes da önemli sözler söylemişti. "Aşırı milliyetçi Yahudi çevrelerinde, radikal Alman politikasına karşı büyük bir sempati var. Bu sayede Filistin'de bir Yahudi çoğunluk oluşturulabileceği konuşuluyor" diyen Polkes, Şubat ayında Berlin'e yaptığı ziyaret sırasında da, sözünü ettiği Naziler adına casusluk önerisini belirtmişti.

Radikal Siyonistler SS'lerle kurdukları iş birliğini devam ettirirken, masum Yahudilerin pek çoğu Nazi zulmüne maruz kalmaktaydı.
SS'ler ile radikal Siyonistler arasındaki yakın ilişkiler, kuşkusuz en üst düzeyde, yani "Führer" düzeyinde de geçerliydi. 1938 yılının ilk günlerinden birinde, yıllardır Naziler ile radikal Siyonistler arasında aracılık yapan Otto von Henting, söz konusu Siyonist dostlarını arayarak "Führer konuyla yakından ilgilenerek Filistin'e göçü yavaşlatan tüm engellerin kaldırılması için acil bir emir verdi" müjdesini vermişti.
Naziler bazı Siyonistlere verdikleri destekte o denli ileri gitmişlerdi ki, Filistin'de Araplara karşı savaşan militanlara silah bile veriyorlardı. Amerikalı tarihçi Francis R. Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question adlı kitabında, Dünya Siyonist Örgütü'nün Filistin'deki silahlı kolu olan Haganah'a, SS'ler tarafından Araplara karşı kullanmaları için silah yardımı yapıldığını yazar.48
Yahudilerin Kaçışının Radikal Siyonistlerce Engellenişi
Lenni Brenner Zionism in the Age of Dictators'da şöyle diyor:
Alman Yahudilerinin önemli bir bölümünü Filistin'e istemediklerine göre, Siyonistlerin bu kardeşleri için başka güvenli sığınaklar buldukları sanılabilir. Ama hiç de öyle olmamıştır.49
Gerçekten de radikal Siyonistler, Alman Yahudilerinin Nazi zulmünden kurtulmaları için hiçbir şey yapmamışlardır. Yahudi soykırımı söylentilerinin ayyuka çıktığı dönemlerde bile radikal Siyonistlerin tavrında hiçbir değişiklik olmamıştır. Hatta bu durum, konuyla ilgili çevrilen pek çok filmde de ele alınmıştır.
Ünlü Yahudi yazar Elie Wiesel de, David Wyman'ın L'Abandon des Juifs (Yahudilerin Terk Edilişi) isimli kitabı için yazdığı önsözde, bazı Siyonist liderlerin Yahudi halkı kurtarmamasından dolayı, "galeyana gelenler"dendir:
Yahudiler terk edilmişti... Üzücü ve insanı galeyana getirecek başka bir sonuç daha vardı: Büyük Yahudi organizasyonları, Yahudi cemaatinin önemli şahsiyetleri bir kurtarma cephesi kurmayı istememişlerdi.
David S. Wyman da, Elie Wiesel'in görüşlerini kitabının ilerleyen sayfalarında tasdik eder:
Amerikan Yahudi cemaatlerinin hiçbiri Avrupa'daki Yahudileri kurtarmak için bir operasyondan bahsetmediler. Hiçbiri, özellikle Yahudi cemaatleri, Yahudileri kurtarmak istemiyorlardı... B'nai B'rith, 1943 Ocağı'nda Pittsburg'da yapılan toplantıda, Yahudilerin kurtarılması yolunda yapılan tüm propagandaların, Filistin'de Yahudi Devleti kurulması yolunda bir propagandaya dönüştürülmesini istedi...
1938 yılında WZO'nun Weizmann'dan sonraki ikinci adamı (ve sonradan İsrail'in ilk Başbakanı olacak olan) David Ben Gurion, İngiltere'deki "Sosyalist İşçiler Toplantısı"nda yaptığı konuşmada, bu radikal Siyonist mantığı şöyle açıklar:
Bilsem ki, Almanya'daki bütün Yahudi çocuklarını kurtarmak için ya hepsi İngiltere'ye nakledilecek ya da yarısı İsrail'e götürülecek; ben ikinci şıkkı seçerim.50
Aslında işin en ilginç yanı radikal Siyonistlerin Yahudileri kurtarmak için bir şey yapmamış olmaları değildir. Asıl ilginç olan şey, radikal Siyonistlerin Yahudilerin Almanya'dan Filistin harici üçüncü ülkelere göç etmelerini de engellemiş olmalarıdır.

HAHAM DOV MICHAEL WEISSMANDEL radikal Siyonistlere şöyle seslenmişti: "Yahudi kardeşlerimiz! Sizler olanları böylesine soğukkanlı bir suskunlukla seyredebildiğinize göre, insan değilsiniz ve sizler de katilsiniz, çünkü Yahudi insanlarının yok edilmesini şu an, şu saat durdurabilecek, ya da geciktirebilecek iken kollarınızı bağlamış oturuyor ve hiçbir şey yapmıyorsunuz. Sizler kardeşlerimiz, İsrailoğulları, yoksa aklınızı mı yitirdiniz? Bizleri saran cehennemin farkında değil misiniz? Paralarınızı kimlere saklıyorsunuz? Katillere mi?"
1943 yılında, Alman Yahudilerinin kurtuluşunu engellemek için ünlü bir radikal Siyonist ortaya atılır: Haham Stephen Wise. Siyonizmin Amerika'daki baş sözcüsü olan Wise, Birleşik Devletler Kongresi'nde, "Avrupa'da ölümle karşı karşıya kalan Yahudileri kurtarma tasarısı"nın aleyhinde bir konuşma yapar. Yine aynı Haham Stephen Wise, 1938 yılında, Amerikan Yahudi Kongresi'nin (AJC) lideri olarak yazdığı bir mektupta, Yahudi halka Amerika'ya göç hakkı tanınmamasını savunur. Wise, "Yahudilere Amerika'da sığınma hakkı tanıyacak" herhangi bir yasa değişikliğine de karşı olduğunu söyler.
Aynı Amerika gibi İngiltere'nin kapıları da yine radikal Siyonistler tarafından Alman Yahudilerine kapatılır:
Zor durumda olan Yahudilere, Britanya topraklarında sığınma hakkı sağlanması için, İngiliz Parlamentosu'nun 277 üyesi kendi hükümetlerine bir çağrıda bulundular. Ne var ki, Yahudi olmayanların, Yahudileri kurtarmak isteği ile yaptığı bu teklif, Siyonist liderlerin hışmına uğradı: 27 Ocak 1943 yılında, İngiliz Parlamentosu'ndaki yüzü aşkın Hıristiyan parlamenter, Yahudileri kurtarmak için neler yapabileceklerini tartışırken, bir Siyonist sözcü kalkıp bu önergeye esasta karşı olduklarını, çünkü önergenin Filistin'in sömürgeleştirilebilmesi için, gereken hazırlıkları içermediğini söyleyebilmişti.51
Aslında radikal Siyonistlerin, Yahudilerin Nazilerden kaçışını engellemelerinin de basit bir mantığı vardır. Eğer Amerika ya da İngiltere kapıları Yahudilere açılsa, ırkçı Siyonistlerin istemedikleri vasıfsız Alman Yahudileri yanında, Filistin'e göç ettirmeye çalıştıkları vasıflı Yahudiler de büyük olasılıkla bu ülkelere yöneleceklerdir. Bu nedenle hedef kitleyi Filistin'e götürebilmek için, diğer Alman Yahudilerini Nazi baskısı altında yaşamaya mahkum ederler.
Ve kuşkusuz bu hareket kendi halklarına karşı işledikleri bir ihanettir. Bunu görenlerden birisi, Slovakyalı Haham Dov Michael Weissmandel, bu konuda önemli yorumlar yapmıştır. Weissmandel, savaş dönemi boyunca Yahudilerin Nazi baskısından kurtarılması için çabalar, ama çabaları Siyonistler tarafından baltalanır. Hele (radikal Siyonistlerin yaydığı) Yahudi soykırımı söylentileri üzerine Weissmandel iyice çileden çıkar. Bunun üzerine, 1944 yılının Temmuzu'nda radikal Siyonist liderlere yazdığı mektupta şöyle isyan eder:
Neden şu ana kadar hiçbir şey yapmadınız? Bu korkunç ihmalin sorumlusu kim? Siz değil misiniz? Yahudi kardeşlerimiz! Sizler olanları böylesine soğukkanlı bir suskunlukla seyredebildiğinize göre, insan değilsiniz ve sizler de katilsiniz, çünkü Yahudi insanlarının yok edilmesini şu an, şu saat durdurabilecek ya da geciktirebilecek iken kollarınızı bağlamış oturuyor ve hiçbir şey yapmıyorsunuz. Sizler kardeşlerimiz, İsrailoğulları, yoksa aklınızı mı yitirdiniz? Bizleri saran cehennemin farkında değil misiniz? Paralarınızı kimlere saklıyorsunuz? Katillere mi?52
Weissmandel'in sezgileri güçlüydü. Gerçekten de radikal Siyonistler "paralarını katillere saklıyor", yani önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, Nazilere büyük finansal destekler veriyorlardı. Bir Yahudi devleti kurabilmek için Yahudi düşmanlarıyla iş birliği yapmanın, onların Yahudiler üzerinde uyguladıkları baskıları desteklemenin gerektiğine inanıyorlardı. Kendi soydaşlarına baskı yapsınlar diye Nazilere kolaylıkla para verebiliyorlardı.
Mussolini ve İtalyan Faşizminin Radikal Siyonistlerle İlişkileri
Radikal Siyonizm yalnızca Alman antisemitleri, yani Naziler ile ittifak yapmakla kalmadı. Hareket, Avrupa'nın, hatta dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri Filistin'e götürmek istiyordu. Bu nedenle 1930'lu ve 40'lı yıllarda Almanya dışında daha pek çok ülkede bazı Siyonistler ile faşist güçler arasında gizli ilişkiler kurulmuştur. Bunun en ilginç örneklerinden biri de, Hitler'in en önemli müttefiki olan Mussolini'dir.
1920'lerin başında İtalya'nın başına geçerek "faşizm" adını verdiği totaliter bir sistem uygulamaya başlayan Mussolini, Akdeniz'le ve dolayısıyla Ortadoğu'yla yakından ilgileniyordu. Habeşistan'ı işgal etmesinin nedenlerinden biri, eski Roma İmparatorluğu'nun toprakları üzerinde yeni bir İtalyan etkinliği oluşturmaktı. Bu noktada Mussolini'nin Filistin sorununu görmezlikten gelmesi mümkün değildi. Öyle de oldu. Faşist diktatör, Filistin'le de ilgilendi ve radikal Siyonistlerin safında yer tuttu. Radikal Siyonizmin önemli bir güç olduğunun farkındaydı ve bunun hamiliğini İngiltere'den devralmayı hesaplıyordu.

Mussolini, Hitler'in en büyük müttefikiydi. Aynı ideolojiyi savunuyorlardı. Birlikte "Çelik Paktı"nı oluşturmuşlar ve II. Dünya Savaşı'nda birbirlerini desteklemişlerdi. Birbirine bu denli paralel olan iki faşistin radikal Siyonizm konusundaki politikaları da birbirinin aynı oldu. Mussolini de, aynı Hitler gibi radikal Siyonizmi destekledi. Öyle ki Siyonist Betar Örgütü'nün militanları, "Duce"nin Karagömlekliler denen faşist birlikleri ile birlikte askeri eğitim yapmışlardı.
Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators'da, Mussolini ile radikal Siyonizmin her iki kanadı arasındaki ilişkileri ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre, ilginç noktaların başında, Mussolini'nin partisindeki Yahudiler vardır. Faşist hareketin kurucuları arasında 5 İtalyan Yahudisi vardır. Mussolini ilerleyen yıllarda İtalyan Ticaret Bankası Banca Commerciale Italiana'nın başına da bir Yahudiyi getirmiştir. Mussolini'nin Dış İşleri Bakanlığı'nı yapmış olan iki isim, Sidney Sonnino ve Carlo Schanzar da Yahudi asıllıdırlar.
1920'li yılların ikinci yarısında Dünya Siyonist Örgütü (WZO)’nün bazı temsilcileri ile Mussolini arasında bazı görüşmeler yapılmıştır. Ancak bu görüşmelerle ilgili açık tutanaklar yoktur. Mussolini ile görüşmeler yapan Weizmann da bu konuyu ört-bas etmeye çalışmıştır. Lenni Brenner, kitabının 39. Sayfasında, Weizmann'ın anılarında Mussolini ile ilgili bilgilerin "kasıtlı olarak örtülü ve hatta yanlış yönlendirici" olduğunu söyler. Ancak Mussolini ile Weizmann'ın oldukça iyi anlaştıklarına kuşku yoktur. 17 Eylül 1926 günü Weizmann Roma'ya "Duce" ile görüşmeye çağrılmış, Mussolini görüşmede radikal Siyonistlere Filistin'de ekonomik yardım sözü vermiş, hemen ardından da İtalyan basınında radikal Siyonizmi öven yazılar yayınlanmıştır. Bir ay sonra bu kez WZO'nun ikinci adamı Nahum Sokolow İtalyan diktatör ile görüşmüş ve Mussolini radikal Siyonizme olan desteğini bir kez daha vurgulamıştır.
Mussolini'nin Dünya Siyonist Örgütü'nden ayrılan bazı Siyonistlerle olan ilişkileri ise daha da kapsamlı ve verimliydi. Brenner, hem Zionism in the Age of Dictators hem de The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir adlı kitaplarında bu ilginç ilişkileri anlatır. Buna göre, söz konusu Siyonistler, WZO'dan ayrıldıklarında İngiltere yerine kendilerine yeni bir müttefik aradılar. İtalya bu iş için en uygun adresti. Jabotinsky, İtalya ile ittifak içinde yeni bir Akdeniz düzeni hayal ediyordu. 1935'te verdiği bir demeçte, "Biz bir Yahudi İmparatorluğu istiyoruz, Akdeniz'de bir İtalyan İmparatorluğu olduğu gibi, doğuda da bir Yahudi İmparatorluğu olmalıdır" demişti... Bu "Yahudi İmparatorluğu" Filistin ile beraber Ürdün'ü de içerecek, Mısır'ı ve Irak'ı da kısmen kapsayacak sınırlara sahip olacaktı. Kendisini Mazzini ya da Garibaldi'nin Yahudi versiyonu olarak görüyordu.

Üstte, Mussolini, 1934 yılında Bari kentinde kurulan radikal Siyonistlerin ağırlıkta olduğu merkeze yaptığı bir ziyaret sırasında. "Duce"nin önündeki afişte şunlar yazılı: "Siyonist rönesansa layık olması amacıyla Filistin'de saf ve güçlü bir Yahudi jenerasyonu doğuyor".
Mussolini de Jabotinsky önderliğindeki Siyonistlere büyük sempati duyuyordu. Onları "Siyon'un faşistleri" olarak tanımlamıştı. Kasım 1934'te, Mussolini'nin emriyle, faşist partisinin milis gücü olan Karagömlekliler'e ait olan Civitavecchia'daki bir askeri eğitim merkezinde, revizyonistlerin milis gücü olan Betar'a özel bir bölüm ayrıldı. Betar militanları bu askeri merkezde Karagömlekliler'le birlikte uzun süre eğitim gördüler ve daha sonra Irgun saflarında savaşmak için Filistin'e gönderildiler.
Jabotinsky ve taraftarları faşizme iyice ısınmışlardı. Hareketin önde gelen isimlerinden Abba Achimeir ve Wolfgang von Weisl, Jabotinsky'nin kendi "Duce"leri olduğunu söylüyorlardı. Jabotinsky, kendi liderliğinde düzenlenen Siyonist Kongre'nin, faşist İtalya'nın Trieste kentinde yapılmasını istemişti; bunun Batı kamuoyundan fazla tepki toplayacağı düşünüldüğü için kongreden vazgeçildi.
Bu arada Jabotinsky liderliğindeki Siyonistlerin Hitler'e ve Nazilere büyük bir hayranlık duyduklarını da not etmek gerekir. Hareketin önde gelen isimlerinden Abba Achimeir bir konuşmasında şöyle demişti: "Evet, biz revizyonistler Hitler'e karşı büyük bir hayranlık besliyoruz. Hitler Almanya'yı kurtarmıştır. O olmasa, en geç dört yıl içinde ülke yıkılırdı." 53
Söz konusu kişilerin Nazi sempatisi dış görünüşlerine bile yansıyordu. Betar üyeleri kendilerine üniforma olarak Hitler'in SA'larının giydiği kahverengi üniformanın aynısını yaptırmışlardı.
Bu arada radikal Siyonistlerin Hitler ve Mussolini ile eş zamanlı olarak kurdukları ilişkiler, bir üçüncü bağlantı daha doğurmuştu: Francisco Franco. Cumhuriyetçilerle yaptığı iç savaş sonucunda 1939'da İspanya'da iktidarı ele geçiren ve falanjizm olarak bilinen kendi faşizm versiyonunu uygulamaya koyan Franco, Hitler-Mussolini ikilisinden büyük destek görmüştü. Bu durumda doğal olarak radikal Siyonistler de Franco'nun yanında saf tuttular. Franco'ya karşı savaşan cumhuriyetçiler arasında çok sayıda Yahudi olduğu bilinir; ama bunların hepsi asimilasyonist Yahudilerdi. Oysa, Lenni Brenner'ın vurguladığı gibi, radikal Siyonistler hiçbir zaman Franco'ya karşı savaşan Yahudileri desteklememiş, aksine bu Yahudilere şiddetle karşı çıkmışlardır.
Tüm bunlar, Hitler-Mussolini-Franco triosu ile radikal Siyonistler arasındaki gerçek ilişkinin resmidir. Ancak Avrupa'daki ırkçılar Hitler ya da Mussolini'den ibaret değildi. İspanya'dan Avusturya'ya, Polonya'dan Romanya'ya pek çok Avrupa ülkesinde kendilerine Hitler'i ya da Mussolini'yi örnek alan ve giderek de güçlenen faşist güçler vardı. Bu, ırkçı Siyonizm için yeni müttefikler anlamına geliyordu.
Avusturya, Romanya ve Japon Antisemitleriyle İttifaklar
Avusturya'da Yahudilerin nüfus içindeki oranları ancak %2.8'di. Ancak yine de bu ülkede I. Dünya Savaşı sonrasında güçlü bir antisemitizm gelişti. Yahudilerin çoğunluğu sosyal demokratlara oy veriyorlardı. Buna karşın Avusturya'da, özellikle Hitler'in de etkisiyle, güçlü bir antisemit eğilim hızla gelişti. Hıristiyan Sosyaller adlı sağcı partinin lideri ve de Başbakan olan Engelbert Dollfuss ve onun 1934'teki ölümünden sonra yerini alan Kurt von Schuschnigg, Nazilere paralel Yahudi aleyhtarı kanunlar çıkardılar. Asimilasyonistler bu uygulamalardan fazlasıyla rahatsız olmuşlardı. Irkçı siyonistler ise, tahmin edilebileceği gibi, Avusturya'da antisemitizmin güçlenmesinden çok memnundular. WZO lideri Nahum Sokolov, antisemit Başbakan Dollfuss için "Siyonizmin Yahudi olmayan dostlarından biri" ifadesini kullanmıştı.54
"Siyonizm dostu" Dollfuss, 1930'ların ortalarından itibaren antisemit kanunlar çıkarmaya başlamıştı. Yahudilerin hükümet kademelerinde ve üst düzey resmi görevlerde bulunmaları yasaklandı. 1935 yılında hükümet, bundan böyle okullarda Yahudi çocukların Hıristiyanlarla birlikte eğitim göremeyeceklerini açıklamıştı. Asimilasyonist Yahudiler doğal olarak bu gettolaştırma kararına tepki gösterdiler. Avusturya parlamentosuna seçilebilmiş tek Yahudi ve radikal Siyonist hareketin de liderlerinden biri olan Robert Stricker ise, karardan dolayı birtakım Siyonistlerin ne denli sevindiklerini hükümete bildirmişti.
Tüm bu olaylar üzerine asimilasyonistler Batı kamuoyunun dikkatini çekebilmek için ülkede tehlikeli bir antisemitizm geliştiğini duyurdular. Ancak kısa bir süre sonra Avusturya Siyonist Federasyonu'nun yayın organı Der Stimme "Avusturya'da Yahudilere baskı yapıldığı iddialarını kesinlikle yalanlıyoruz" diyerek antisemit hükümete arka çıktı. Brenner'ın yazdığına göre, Avusturya Hükümeti, Yahudiler üzerine yeni hukuki kısıtlamalar getirdiği günlerde, bazı Siyonistlerin desteği sayesinde ihtiyaç duyduğu bazı ekonomik yardımlara kavuşabilmişti.

Dünya Siyonist Örgütü lideri Nahum Sokolow tarafından "Siyonizmin Yahudi olmayan dostlarından biri" olarak tanımlanan Avusturya'nın antisemit diktatörü Engelbert Dollfuss.
Benzer şeyler Romanya'da da yaşanmıştı. Yahudiler nüfusun %5.4'ünü oluşturuyorlardı. Ülkede oldukça eskilere dayanan bir antisemitizm geleneği vardı ve II. Dünya Savaşı öncesi atmosferde bu Yahudi düşmanlığı iyice kabardı. 1920'lerde antisemitler Yahudilere fiili saldırılar düzenleyecek kadar ileri gitmeye başlamışlardı. 1933'te Hitler'in iktidara gelişiyle birlikte ise antisemitler tümüyle saldırgan bir eğilim içine girdiler.
Romanya'daki antisemitizm, liderliğini Corneliu Codreanu'nun yaptığı Archangel Michael Lejyonu adlı faşist parti tarafından körükleniyordu. Partinin Demir Muhafızlar adı verilen bir milis gücü vardı. Demir Muhafızlar 1929 ve 1932 yıllarında Yahudilere karşı çeşitli sokak saldırıları düzenlemişlerdi. Hitler'in iktidarının etkisiyle de güçleri giderek arttı. Bu noktada Yahudi liderlere düşen şey, antisemitizm aleyhinde ciddi bir kampanya başlatmak ve anti-faşist güçlerle siyasi ittifak yapmaktı. Oysa bazı liderler bu yönde bir tavır almadılar. Yahudi liderlerin çoğu radikal Siyonistti. WZO liderlerinin bazıları antisemitizmin ülkede iktidara gelmesinin faydalı olacağını, bu sayede Ha'avara'nın bir benzerini de Romanya'da uygulayabileceklerini düşünüyorlardı. Antisemitler "Jidanii in Palestina!" (Yahudiler Filistin'e!) sloganını dillerine dolamışlardı. Aynı sıralarda ise WZO'nun birtakım liderleri, "Romanya'ya, sınırları içindeki çok fazla sayıdaki Yahudiden kurtulması için yardımcı olmak"tan söz ediyorlardı.55 1941 yılında Demir Muhafızlar Bükreş'te Yahudilere karşı kanlı bir saldırı düzenlediler. 2 bin Yahudi öldürüldü. Bunların 200 tanesinin boğazı kesilmişti. Ama radikal Siyonistlerden yine de hiçbir tepki gelmedi.
Avusturya, Romanya gibi örneklerin yanı sıra, radikal Siyonizm-antisemitizm ittifakı Uzakdoğu'ya kadar uzandı. Uzakdoğu'nun en önemli faşist gücü, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından yayılmacı politikalar izlemeye başlayan ve bir süre sonra da Hitler-Mussolini paktına katılan Japonya'ydı. Japon rejimi ile Nazilerin arası o kadar iyiydi ki, Hitler bu Uzakdoğu'lu ırka "fahri Aryan'"lık ünvanı bile vermişti.

Mançurya'da kurulan Japon kuklası Mançukuo Hükümeti, radikal Siyonistlerin ilginç antisemit müttefiklerinden biriydi. Yukarıda, Mançukuo Devleti'nin kuruluş töreni görülüyor.
Radikal Siyonistlerin Japonya ile ittifak aramalarına neden olan şey ise, Japonya'nın 1931'de Çin'in Mançurya bölgesini işgal etmesiydi. Mançurya'da büyük bir Yahudi cemaati yaşıyordu ve bazı Siyonistler, Hitler ile yaptıkları ittifakın bir benzerini Mançurya Yahudilerini göç ettirebilmek için Japonlarla yapabileceklerini düşünmüşlerdi. Öyle de oldu; Japonya'nın işgal altındaki Mançurya'da kurduğu "Mançukuo" rejimi, radikal Siyonizmin Uzakdoğu'daki iş birlikçisine dönüştü.
Lenni Brenner, Japon yönetiminde, özellikle orduda yaygın bir antisemitizm olduğuna dikkat çekiyor.56 Japon generalleri, tüm dünyayı saran bir "Yahudi komplosu" olduğuna inanıyor ve yerel Yahudileri de bu komplonun ajanları olarak algılıyorlardı. Bu nedenle Mançurya'daki Yahudilerden bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Çözüm olarak da Hitler'le aynı yolu izlemeyi, yani radikal Siyonizm'e destek olmayı düşündüler.
1937 yılının Aralık ayında Mançurya'nın Harbin kentinde Uzakdoğu Yahudi Konseyi tarafından bir konferans toplandı. Konferans, asıl olarak Harbin'deki Siyonistlerin lideri olan Abraham Kaufman tarafından organize edilmişti. Duvarlarda Japon, Mançukuo ve Siyonist bayrakları yanyana asılıydı. Jabotinsky'nin kurduğu Siyonist Betar örgütüne bağlı bazı yöneticiler de "şeref misafiri" olarak toplantıya katılmışlardı. Şeref misafirleri arasında Japon İstihbarat Servisi'nden General Higuchi, antisemit Beyaz Muhafızlar örgütünden General Vrashevsky ve Mançukuo'daki Japon kuklası yönetimin üst düzey yetkilileri de vardı. Konferans sonucunda önemli bir karar alındı ve dünyanın dört bir yanındaki büyük Yahudi örgütlerine duyuruldu. Kararda Mançurya'daki bu Siyonistlerin "Asya'da Yeni Düzen'in kurulması için Japonya ve Mançukuo yönetimleri ile iş birliği" yapacakları yazılıydı. Japonya buna karşılık radikal Siyonizmi ulusal Yahudi hareketi olarak tanıyacak ve destekleyecekti. Nitekim kısa bir süre sonra Mançukuo yönetimi ile Betar arasındaki ilişkiler iyice gelişti. Betar üyeleri, antisemit rejimin hemen her davetinde ve kutlamasında boy gösteriyorlardı.57
Mançurya'daki bu ilginç ittifakın sonucunda çok büyük bir şey elde edilemedi. Ancak çok az sayıda Mançurya Yahudisi Filistin'e transfer edilebildi.
Polonya Antisemitleri veRadikal Siyonistler

Polonya'da Josef Pilsudski'nin dikta rejimi boyunca ırkçı Siyonistler, antisemitliği ile ünlü Pilsudski ile yakın ilişki kurmuşlardı.
1920'li yıllarda Polonya'da 2.8 milyon Yahudi yaşıyordu. Avrupa'nın en büyük Yahudi cemaatini barındıran ülkede, radikal Siyonizm de oldukça etkin ve güçlüydü. Ancak ülke nüfusunun %10'unu oluşturan Yahudilere karşı bir de oldukça yaygın ve fanatik bir antisemitizm vardı. Güçlü bir radikal Siyonizm ve güçlü bir antisemitizm... Bu ikili, artık bir kural olduğu üzere, birbirleriyle iş birliği yapma durumundaydılar.
Lenni Brenner Polonya antisemitleri ile radikal bir kısım Siyonistler arasındaki ilişkileri ayrıntılı olarak anlatıyor. Buna göre, ilk temas, 1925 yılında antisemit Başbakan Wladyslaw Grabski ile ülkedeki radikal Siyonist hareketin iki önemli ismi Leon Reich ve Osias Thon arasında gerçekleşmişti. Temaslar sonucunda Ugoda adı verilen bir pakt anlaşması imzalandı. Paktı imzalayan kişi, antisemit Başbakan Wladyslaw Grabski idi. Grabski Amerika'dan ekonomik destek bulma ümidindeydi ve radikal bazı Siyonistlerle yaptığı anlaşmanın bu konuda kendisine yardımcı olacağını düşünmüştü. Bu Siyonistler ise kendilerince önemli kazançlar elde etmişlerdi. Lenni Brenner, antisemit Başbakan ile yaptıkları bu anlaşma nedeniyle Reich ve Thon'un bazı Yahudilerce hain olarak görüldüğünü yazıyor.58
Ancak bu pakt uzun ömürlü olmadı, çünkü Mayıs 1926'da iktidar askeri bir darbe ile değişti. İktidara el koyan Josef Pilsudski bir dikta rejimi kurdu. Pilsudski de önceki lider gibi bir antisemitti ve yine radikal bazı Siyonistlerle yakın ilişkiler kurdu. 26 Ocak 1934'de Pilsudski Hitler ile on yıllık bir barış ve dostluk anlaşması imzaladı. Radikal Siyonistlerle olan dostluğu 12 Mayıs 1935'teki ani ölümüne kadar sürdü. Pilsudski'nin ölümü üzerine söz konusu Siyonist hareketin önde gelenlerinden Osias Thon ve Apolinary Hartglas Filistin'de diktatörün anısına bir "Pilsudski Ormanı" kuracaklarını ilan etmişlerdi. Filistin'deki Jabotinsky yanlısı Siyonistler ise diktatörün adına bir göçmen merkezi kuracaklarını açıkladılar.59
Pilsudski'nin ölümünden sonra ülkedeki antisemitizm daha da gelişti. Ordudaki albaylar arasında güçlü antisemitik eğilimler vardı. En fanatik antisemitler ise Naras (nasyonalist radikaller) adlı Nazi hayranı ırkçı partide toplanmıştı. 1930'ların son yıllarında Yahudilere Naras tarafından organize edilen saldırılar başladı. Solcu asimilasyonist Yahudi örgütü Bund, Naras'a karşı mücadele etmek için sokak birlikleri oluşturuyor ve bir yandan da propaganda yolunu kullanıyorlardı. Oysa radikal Siyonistler hiçbir zaman Naras'a karşı herhangi bir tepki göstermediler.
Çünkü Naras'ın söylediği şeyler işlerine çok yarıyordu. Naras militanlarının en sık kullandıkları sloganlardan biri, "Moszku idz do Palestyny!", yani "Yahudiler Filistin'e!" şeklindeydi. Lenni Brenner, Polonya'daki Yahudilerin radikal Siyonizme ilgi göstermeyişlerinin en önemli nedenlerinden birinin, radikal Siyonizmin Naras tarafından teşvik edildiğini görmüş olmaları olduğunu yazıyor. Brenner, ayrıca ordudaki antisemit albayların da en az Naras kadar "philo-sionist" (Siyonizm taraftarı) olduklarına dikkat çekiyor.60
Antisemitlerin radikal Siyonizm taraftarı olduğu kadar, radikal bazı Siyonistler de antisemitizm taraftarıydılar. Ülkedeki en önde gelen radikal Siyonist liderlerden biri olan Yitzhak Gruenbaum, Polonya'da "bir milyon kadar fazla Yahudi yaşadığını" ve bu Yahudilerin "ülkeye fazla yük" olduklarını söylemişti. Filistin'deki radikal Siyonist hareketin önderlerinden biri olan Abba Achimeir ise, daha da ileri giderek günlüğüne şu inanılmaz cümleyi yazmıştı: "Bir milyon kadar Polonya Yahudisinin öldürülmesini çok isterdim. Belki bu sayede bir getto içinde yaşadıklarının farkına varabilirler."61
Stern Çetesi'nin Nazilerle Askeri İttifak Girişimi
WZO'da hakim olan sol eğilime karşı ırkçı bir ideolojik taban üzerine kurulan revizyonizm, 1930'lu yılların sonlarından itibaren Filistin'deki silahlı faaliyetlerini artırdı. Silahlı mücadele hem Araplara hem de kısmen Yahudi göçüne sınırlamalar getiren İngiliz manda yönetimine karşıydı ve Irgun adlı silahlı radikal Siyonist örgüt tarafından yönetiliyordu. Ancak II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte Irgun içinde iki ayrı fraksiyon belirdi. Jabotinsky'e bağlı olan birinci grup, onun direktifleri üzerine, savaş boyunca İngiltere'ye karşı askeri bir mücadele yapılmayacağına, bunun ancak savaş sonrasında yürütülebileceğine karar vermişti. Daha küçük ve radikal olan ikinci grup ise her durum ve şart altında, egemen bir Yahudi Devleti kurulmasına izin vermedikçe, İngiltere'ye karşı mücadeleyi savunuyordu. Avraham Stern'in liderliğini yaptığı bu grup Eylül 1940'da Irgun'dan ayrıldı ve kendi örgütünü kurdu. Stern Çetesi adıyla bilinen bu en radikal Siyonist grup, daha sonra kendisine seçtiği LEHI (Lohamei Herut Yisrael: İsrail'in Özgürlüğü Savaşçıları) ismiyle de anılır.
Örgütün oldukça iddialı hedefleri vardı. Avraham Stern'in 18 prensibinde belirtildiğine göre, örgütün hedeflerinin başında; Eski Ahit'in Tekvin bölümünde belirtilen topraklar yani "Nil'den Fırat'a" kadar üzerinde kurulacak bir Yahudi Devleti, bu topraklardan Arapların sürülmesi ve Kudüs'teki Hz. Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa edilmesi geliyordu.

Irgun'dan ayrılarak kendisi gibi radikallerle yeni bir örgüt kuran Avraham Stern (yanda), 1941 yılında Nazilere askeri bir ittifak önerdi. Stern'in Nazilerle görüşmek üzere görevlendirdiği örgüt üyesi Nathan Yalin-Mor (en solda) bu ittifakın mantığını daha sonra şöyle açıklayacaktı: "Yahudileri yığınlar halinde göçe razı etme projemiz, Almanya'nın hedeflerinden biri olan, Avrupa'yı Yahudilerden temizleme amacına uygun düşüyordu."
Stern İngiltere'ye karşı mücadele kararında olduğu için, bir an önce İngiltere'nin düşmanlarıyla ittifak yapmayı düşündü. Eylül 1940'ta, Irgun'dan ayrılmalarından yalnızca birkaç hafta sonra, Kudüs'teki bir İtalyan ajanı ile bağlantıya geçtiler ve Mussolini'nin bir Yahudi devleti kurulması hedefine aktif olarak yardım etmesi karşılığında, faşist İtalya ile askeri ittifak yapmayı önerdiler. Ancak İtalyanlar örgütün gücünü pek önemsemedikleri için net bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Stern, örgütün önde gelenlerinden Naftali Lubentschik'i Beyrut'a Almanlarla görüşmesi için yolladı. Lubentschik burada Rudolf Rosen ve Otto von Hentig adlı iki Nazi ile bağlantı kurdu. Ve Lubentschik Nazilere oldukça kapsamlı bir askeri ittifak önerisi sundu.
Lubentschik'in Stern Örgütü adına Nazilere yaptığı bu teklifin metni, savaş sonrasında Türkiye'deki Alman Büyükelçiliği dosyalarında bulundu. Bu nedenle belgeye "Ankara Belgesi" denmiştir. Ankara Belgesi'nin bir kopyası, daha sonra III. Reich'ın gizli arşivlerini araştıran Alman tarihçi Klaus Polkhe tarafından da ortaya çıkarıldı. Buna göre, 11 Ocak 1941 tarihinde, radikal Siyonist Stern Örgütü, Nazi yönetimine resmi bir askeri antlaşma öneriyordu. Ankara Belgesi'nde özetle şunlar yazılıydı:
1- Yahudi kitlelerinin Avrupa'dan çıkarılması Yahudi sorununun çözümü için ön koşuldur; ancak bunun gerçekleşebilmesi, bu kitlelerin Yahudi halkının ana vatanı olan Filistin'e yerleştirilmesine ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi Devleti'nin kurulmasına bağlıdır. Dolayısıyla Avrupa'da (Nazi egemenliğinde) kurulacak olan Yeni Düzen, ortak çıkarlar oluşturabilir.
2- Yeni Almanya ile İbrani alemi arasında bir iş birliği mümkündür.
3- Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi Devleti'nin Alman Reich'ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu'daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir. Bu düşüncelerden yola çıkarak Filistin'deki Ulusal Askeri Örgüt (Stern-Irgun Örgütü), İsrail Özgürlük Hareketi'nin yukarıda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman Hükümeti tarafından tanınması koşuluyla, savaşta Almanya'nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder.62
Aralık 1941'de Stern, bu kez örgütün önemli isimlerinden Nathan Yalin-Mor'u Nazilerle kontak kurması için Türkiye'ye yolladı. Ancak Yalin-Mor yolda tutuklandı ve planlanan görüşme gerçekleşemedi. Brenner'ın belirttiği gibi, Nazilerin bu teklife nasıl bir cevap verdiğine dair arşivlerde herhangi bir bilgi bulunamamıştır. Büyük olasılıkla Naziler Stern'i küçük ve etkisiz bir örgüt olarak görmüş ve öneriyi fazla dikkate almamışlardır. Ancak burada önemli olan, radikal Siyonist bir örgütün Nazilere, hem de Yahudi soykırımının başlangıç tarihi olarak kabul edilen 1941 yılında, askeri bir ittifak önerebilmiş olmasıdır. Nazilerin kurmak istedikleri Yeni Düzen ile Yahudiler arasında önemli ortak çıkarlar olduğunu söyleyen Stern'in çarpık mantığı, kuşkusuz atlanmaması gereken bir noktadır. Yalin-Mor, örgütünün Nazilerle iş birliği aramasının ardında yatan çarpık mantığı, 1942'de, savaşın en kızgın olduğu günlerde şöyle özetlemiştir: "Yahudileri yığınlar halinde göçe razı etme projemiz, Almanya'nın hedeflerinden biri olan, Avrupa'yı Yahudilerden temizleme amacına uygun düşüyordu."63

Nazilere askeri ittifak öneren Stern Örgütü'nün en önemli birkaç yöneticisinden biri Yitzhak Şamir'di. Yanda, Şamir'in terörist olarak arandığı 1940'lı yıllardaki bir kimliği yer alıyor.
Bir diğer önemli ve ilginç nokta da Ankara Belgesi'nin Nazilere verildiği sıralarda Stern'in en üst birkaç yetkilisinden birisinin İsrailli oluşudur. Bu kişi, Yithzak Şamir'dir. Evet, Nazilere askeri ittifak öneren örgütün başında, 1977-92 yılları arasındaki Likud iktidarı sırasında İsrail'de önce Dış İşleri Bakanlığı, sonra da Başbakanlık yapacak olan Yithzak Şamir vardır. 1940'lı yıllarda aynı hocası Menahem Begin gibi sivillere yönelik pek çok saldırının ardında olan Şamir, Ankara Belgesi'nden birkaç yıl sonra da İngiliz ve Arap hedeflerine düzenleyeceği kanlı saldırılar ile de adını duyuracaktır.
Şamir'in, Stern'in Nazilerle ittifak çabalarındaki rolünün ne olduğu kuşkusuz önemli bir konudur. Şamir yıllar sonra Ankara Belgesi'nin ortaya çıkmasıyla birlikte kendisine yöneltilen soruları cevapsız bırakmıştır, ama konuyla ilgili hemen her kaynağın kabul ettiği gibi, Stern'in Nazilere yaptığı teklifin arkasındaki birkaç önemli beyinden birisi odur.
Yitzhak Şamir'in bu sicili, ilk defa 1989 yılında kendi yurttaşları tarafından öğrenildi. Ankara Belgesi ile ilgili öykünün İsrail'in en büyük gazetelerinden biri olan Jerusalem Post'ta yayınlanması tam manasıyla bir şok yaşanmasına sebep oldu. Bu "sakıncalı" ilişkiler üzerine konuşma yasağı, ilk defa delinmiş oluyordu. Hem de bir Yahudi basın organı tarafından... Jerusalem Post'un bu haberi, 11 Mart 1989 tarihli Zaman Gazetesi aracılığıyla bizim basınımıza da yansımıştı. Haberin başlığı, "İsrail'de Gerçeğe İlk Adım, Şamir-Nazi İş Birliği Ortaya Çıkarıldı" idi. Zaman'ın Jerusalem Post'u ana kaynak olarak gösterdiği bu haberde, önemli bazı bilgiler yer alıyordu: Örneğin radikal Siyonizm-Nazizm iş birliğinin ilk defa yazılı olarak 1989 yılında ortaya konabildiği, bu tarihe kadar, bu konudan bahsedilmesinin, yani bazı Siyonist liderler ile ileri gelen Nazi devlet adamlarının arasındaki iş birliğini gündeme getirmenin İsrail Devleti tarafından yasaklanmış bir konu olduğu yazılmıştı.
Bugün konuyla ilgili kitapların önemli bir kısmında Ankara Belgesi'nden söz edilir. Ancak çoğu yazar, en başta da Yahudi yazarlar, Stern-Nazi ilişkisini tarihin anlaşılamaz çelişkilerinden biri olarak yorumlar. Örneğin İsrail Ordusu'ndan emekli subay Yehoshafat Harkabi Israel's Fateful Hour (İsrail'in Kader Anı) adlı kitabında, bu olayı "Yahudi tarihinin anlaşılamaz bir kesiti" olarak yorumlar. Oysa olayın hiçbir yönü "anlaşılamaz" değildir. Bu tür yorumlar yapılmasının nedeni, çoğu kişinin Nazi-radikal Siyonist ittifakı ile ilgili olarak yalnızca Stern'in girişiminden haberdar oluşudur. Çünkü bir tek Stern dosyası kamuoyuna açıkça anlatılmıştır. Önceki sayfalarda incelediğimiz WZO-Nazi ilişkileri ise hala pek çok kimse tarafından hiç duyulmamıştır.
Bu konuda göz atılması gereken son bir kaynak, aynı Brenner gibi "anti-Siyonist" bir Yahudi olan Hannah Arendt'in Eichmann in Jerusalem (Eichmann Kudüs'te) adlı kitabıdır. Çünkü Arendt, Adolf Eichmann'ı merkez alarak, Nazilerle bazı radikal Siyonistler arasındaki iş birliğinin daha önce değinmediğimiz bazı yönlerine değinir.
Adolf Eichmann'ın Öyküsü
Hannah Arendt'in yazdığı Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil (Eichmann Kudüs'te: Şeytaniliğin Basitliği Üzerine Bir Rapor) adlı kitap radikal Siyonistlerle Nazi ilişkilerinden söz eden kaynakların en önemlilerindendir. Kitap önemlidir, çünkü yazarı Bayan Arendt, Amerikan Yahudi toplumunun önde gelen isimlerinden biri ve ünlü bir siyaset bilimcidir.
Arendt, kitabında asıl olarak, Nazi Subayı Adolf Eichmann'ın (ya da ona benzer bir figüranın), 1960 yılında Mossad ajanları tarafından Arjantin'de yakalanıp İsrail'e götürülmesiyle kurulan mahkemeyi ve Eichmann'ın mahkemedeki ifadelerini konu edinir. Önceki sayfalarda da birkaç kez değindiğimiz Eichmann çok önemli bir isimdir, çünkü Gestapo şefi Heydrich'in emri altında "Yahudi sorunu"nu çözmekle özel olarak görevlendirilen kişidir. Adolf Eichmann'ın ilginç bir hikayesi vardır.

Nazi Subayı Adolf Eichmann, SS Güvenlik Servisi SD'nin "Yahudi işleri sorumlusu" olarak atandıktan sonra, radikal Siyonizme özel bir ilgi duymaya başladı. Başta Herzl olmak üzere Siyonist yazarların kitaplarını okudu. İbranice bile öğrendi. Hareketin felsefesini ve amaçlarını çok beğenmişti. Dolayısıyla Nazilerin radikal Siyonistlerle yaptığı ittifakın da en önemli mimarlarından biri oldu.
Arendt, kitabında bazı ilginç gerçeklere değinir. İlk olarak, kitabın hemen girişinde, Nazilerin 1935'te yayınladıkları Nürnberg Kanunları'ndaki ilginç hükme dikkat çeker: Kanunlar, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, Yahudileri Alman toplumundan tümüyle izole etme amacına yöneliktir. Arendt, bunun "İsrail Evi'nin birliğini korumaya çalışan" bazı Yahudiler açısından hiç de olumsuz bir şey olmadığını söyleyerek, İsrail'de de bugün aynı kanunun yazılı olmasa da geçerli olduğunu, bir Yahudinin bir "goyimle" (Yahudi olmayan) evlenmesinin yasak kabul edildiğini hatırlatır.64
Arendt, ilerleyen sayfalarda Eichmann'ın geçmişinden söz ederken de ilginç bilgiler vermekte, onun gençliğinde hiçbir zaman antisemit olmadığını, hatta bazı Yahudilerle çok yakın ilişkileri olduğunu (örneğin Austrian Vacuum Oil Company'nin müdürü olan Yahudi Bay Weiss'le) anlatır. Arendt'in bildirdiğine göre Eichmann, masonluğa da ilgi duymuş, bir süre Schlaraffia Locası'na gidip gelmiştir.

Eichmann in Jerusalem kitabının yazarı Hannah Arendt
Ama Eichmann'ın asıl görevi, 1934 yılında SS'ler içinde kurulan özel ve gizli bir bölüm olan SD'ye girmesiyle başlar. SS şefi Himmler'in kurdurduğu SD, bir istihbarat servisidir ve Gestapo şefi Heydrich tarafından yönetilmektedir. Eichmann, kısa süre sonra servisin "Yahudi departmanı"na girer ve zamanla da bir "Yahudi uzmanı" olur. Eichmann bu yıllarda Almanya'daki bazı Siyonist liderlerle ilk görüşmelerini yapar.65 Arendt, o dönemde Eichmann'ın bir de Theodor Herzl'in yazdığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kitabı okuduğunu, kitaptan çok etkilendiğini ve böylece Siyonizmi benimsediğini şöyle anlatıyor:
Eichmann, Albert Speer'in kendine verdiği Der Judenstaat'ı okuduktan sonra Siyonizme bağlandı. O tarihten sonra, sık sık Yahudi sorununa 'siyasi çözüm' aranması gerektiğini savunmaya başladı ve 'amacım, Yahudilere, ayak basabilecekleri sağlam bir toprak verebilmektir' dedi. Bu düşüncelerini de, broşürler dağıtarak ve sözlü telkinlerde bulunarak diğer SS'ler arasında yaymaya başladı. İbranice öğrendi. Daha sonra Siyonizmin temel eserlerinden biri olan Adolf Böhm'ün History of Zionism adlı kitabını da okudu. Hayatı boyunca gazeteden başka bir şey okumamış biri için oldukça büyük bir başarıydı.66
Eichmann'ın Siyonizme olan bu yakınlığı, radikal Siyonistlerin hedefleriyle Nazi amaçları arasındaki paralelliği görmesinden kaynaklanıyordu. Radikal bazı Siyonistler de aynı Naziler gibi tüm Yahudileri Reich sınırlarından çıkarmak istiyorlardı. Bu Naziler için Reich'ın Judenrein ("Yahudiden arındırılmış") olması anlamına geliyordu; aynı şey bazı Siyonistler için bir Yahudi Devleti demekti.

Yahudilere ait dükkanların yağmalandığı ünlü Kristallnacht (Kristal Gecesi) gibi provokatif eylemler, Siyonistlerle iş birliği içinde olan Eichmann tarafından organize ediliyordu.
Aslında Eichmann'ın bazı Siyonistlerle paylaştığını söylediği ve "idealizm" diye adlandırdığı şey, ırkçılıktı. Her iki tarafın da ırkçıları, Almanların ve Yahudilerin birarada yaşamalarını istemiyorlar ve bu nedenle de kendilerince çok iyi bir asgari müşterekte anlaşıyorlardı. Nazilerin Filistin'e Yahudi göçü için büyük destek vermesi, buna dayanıyordu.
Eichmann, radikal Siyonistlerle böyle yakın ilişkiler kurduğu dönemlerde bir yandan da Alman Yahudilerini tedirgin edecek eylemler düzenliyordu. Bağlı olduğu SS Güvenlik Servisi SD (Sicherheitsdienst), Yahudilerin dükkanlarının yağmalanmasıyla patlak veren Kristallnacht (Kristal Gecesi) gibi ayaklanmaları kışkırtıp organize ediyordu. Amaç, Yahudileri asimilasyondan kurtarmak ve göçe ikna etmekti.
Tüm bu bilgileri inceledikten sonra, önemli bir gerçeği yeniden hatırlamak gerekir: Yahudilerin vatan sahibi olmaları doğal haklarıdır, bunun için atalarının toprağı olan Filistin'e göç etmeyi istemeleri de son derece doğaldır. Siyonizm de meşru çerçeveler içinde Yahudilerin bu haklarını savunduğu müddetçe makul bir ideolojidir. Ancak bazı radikal Siyonistlerin bu toprakları yalnızca kendilerine ait olarak düşünmeleri, üstelik buna ek olarak bölgedeki diğer bazı toprakları da işgal etmeyi planlamaları, dünya hakimiyeti hedefi gütmeleri ve buna göre bir politika izlemeleri hem tarihi gerçeklere hem günümüz koşullarına aykırıdır. Filistin toprakları Yahudiler için olduğu gibi Müslümanlar ve Hıristiyanlar için de kutsaldır. Bu topraklarda her üç dinin mensupları da birarada huzur içinde yaşayabilmeli, ibadetlerini diledikleri gibi yerine getirebilmeli, aradıkları güvenliği bulabilmelidir. Bir toplumun diğerini yok sayması, en temel insani haklarını görmezden gelmesi, birbirlerine yaşam hakkı tanımayan bir anlayışın olması ise kabul edilebilir değildir.
DİPNOTLAR
1. Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, İstanbul, Pınar Yayınları, 1983, s. 148.
2. Anikam Nachmani, Greece, Turkey and Zionism, s. 55.
3. Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 118.
4. Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 119-120.
5. Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 121.
6. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal., s. 25.
7. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal., Blood and Soil: The Roots of Zionist Racism
8. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, Austin: University of Texas Press, 1985, s. 18.
9. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, Austin: University of Texas Press, 1985, s.20.
10. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 34.
11. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 30.
12. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, German Zionism and Collapse of the Weimar Republic
13. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, s. 22.
14. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, s. 17.
15. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, s. 25.
16. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 25.
17. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 48-49.
18. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 49.
19. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 47.
20. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 50.
21. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 51.
22. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 52.
23. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 54.
24. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 54.
25. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 58.
26. New York Times, 18 Ağustos 1934
27. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 59.
28. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 60.
29. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 71.
30. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 61
31. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, The Jewish Anti-Nazi Boycott and the Zionist-Nazi Trade Agreement
32. Hermann Rauschning, Hitler M'a Dit: Confidences du Führer sur son Plande Conquête du Monde, Paris, 1939, s. 124.
33. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, The Jewish Anti-Nazi Boycott and the Zionist-Nazi Trade Agreement
34. Conor Cruise O'Brien, Die Geschichte des Zionismus und des Staates Israel, Münich, 1991, s. 130.
35. Wilhelmstrasse'nin Gizli Arşivleri, Kitap II, Paris, 1954, s. 3.
36. Edward Tivnan, The Lobby: Jewish Political Power in US Foreign Policy, New York, 1987, s. 22.
37. Edwin Black, The Transfer Agreement, London, 1984, s. 382.
38. Edwin Black, The Transfer Agreement, London, 1984, s. 382.
39. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators
40. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 86.
41. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 87.
42. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 84.
43. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 84.
44. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 85.
45. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 94.
46. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 98.
47. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 102.
48. Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, s. 219-220 ve s. 160-164
49. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 149.
50. Ralph Schoenman, The Hidden History of Zionism, San Francisco, 1988, s. 34.
51. Faris Yahya. Zionist Relations with Nazi Germany, s. 59-60.
52. R. Patai. Encyclopedia of Zionism and Israel, 1971, s. 597-599.
53. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 125.
54. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 170.
55. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 184.
56. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 184.
57. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 189.
58. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 190.
59. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 195.
60. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 195.
61. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 267.
62. Nathan Yalin-Mor. Israel-Israel, Histoire du Groupe Stern 1940-1948. Paris: Presse de la Renaissance, 1978, s. 98.
63. Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, New York, 1963, s. 5.
64. Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, New York, 1963, s. 36.
65. Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, New York, 1963, s. 37.
66. Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, New York, 1963, s. 37.