İsrail'in Lübnan Üzerindeki Oyunu: İç Savaş

1975 yılında Lübnan'da değişik gruplar arasındaki hassas dengelerin İsrail aracılığıyla sarsılması iç savaşı getirdi. Önceleri Ortadoğu'nun finans ve ticaret merkezi durumunda olan Lübnan'da istikrar, bu olayla bozuldu. İç savaş, Lübnan'da her azınlığın kendisine ait, ancak dışarıdan yönlendirilmeye son derece uygun küçük ve zayıf bölgeler doğurdu. Bu bölgelerin çoğu, iç savaş sırasında destek aldıkları İsrail'in güdümüne girdiler.

İsrail Lübnan'ı parçalayabilmek için, ülkedeki en güvendiği isim olan Cemayel'e destek vererek, onu Lübnan Başbakanlığı'na getirdi.

Lübnan'da iç savaşın görünüşteki sebebi, Ürdün'e sığınmış olan Filistinlilerin, Kral Hüseyin tarafından buradan çıkarılmaları ve sonuçta Lübnan'a yerleşmeleriydi. Bu olay İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesi için sistemli olarak planlanmıştı. İsrail tarafından, Lübnan'ı Müslümanlarla paylaşmamaları gerektiğine ikna edilen birtakım radikal Hıristiyan gruplar, Filistinlileri Lübnan'dan çıkarmak için mücadeleye girdiler. Lübnan'daki Müslümanların amacı ise, Lübnan ordusundaki Hıristiyan nüfuzunu kırmak ve Hıristiyanlarla eşit haklar elde etmekti. Filistinlilerin amacı da, iç savaştan yararlanarak, sadece Lübnan'ı değil, bütün Arap ülkelerini Filistin sorununa duyarlı hale getirmekti. Mücadele eden gruplar, Müslümanlar ve Hıristiyanlar gibi gözükse de, gerçekte bunlardan başka gruplar da savaşa dahildi. Ayrıca Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi aralarında da parçalanmışlardı. Pierre Cemayel komutasındaki Falanjist Parti, Velid Canbolat'ın komuta ettiği Dürziler, Camille Chamun'un Milliyetçi Liberal Partisi ve Saad Haddad'ın Hür Lübnan Kuvvetleri başlıca güçlerdi. Müslümanlar da Şii ve Sünni olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

Hıristiyanlara çok fazla imtiyaz verilmesi kısa sürede azınlıkların iç hesaplaşmasına dönüştü. Bu aşamada İsrail kuvvetleri zaman zaman Lübnan sınırına tecavüz etmeye başladı. Lübnan ordusunun da gruplara ayrılarak çatışmalara dahil olduğu sırada Suriye kuvvetleri Lübnan'a girdi. Koyu bir İsrail ve ABD aleyhtarı görünümündeki Suriye'nin Lübnan'a müdahalesi ise, gerçekte İsrail'in planının bir parçasıydı.

İç savaş sırasında tarafların silah ihtiyacı duymaları, İsrail'in bu gruplarla doğrudan ilişki kurmasını sağladı.

İsrail, Filistinlilere karşı Lübnan milisleri ile işbirliği yaptı. Resimde Haddad ve Ariel Şaron birlikte görülmekte.

"Camille Chamun'un adamlarından biri, bir İsrailli ile temas kurarak, silah temin etti. Fakat 1975 yazında çarpışmalar şiddetlenince, hem sayı ve hem de ateş gücü olarak daha fazla silaha ihtiyaç duyuldu. Chamounlar giderek İsrail'e daha bağımlı hale geldiler. 1976 yılı başlarında Camille Chamun ile İsrail Başbakanı İzak Rabin buluştular. Bu buluşmada birtakım anlaşmalar da yapıldı. Buna göre İsrail, Hıristiyanlara tanksavar ve diğer silahları vermeyi kabul etti. Ayrıca Hıristiyan kuvvetleri İsrail'de eğitilecekti." (Fire in Beirut-Israel's War in Lebanon with PLO, Dan Bavly-Eliahu Salpeter, sf.44)

İsrail'in kontrolündekiler sadece Chamoun'un grubu ile kısıtlı değildi. Cemayellerin Falanjist milisleri ile İsrail arasında da çok sıkı ilişkiler vardı. Beşir Cemayel'in İsrail bağlantısı henüz Amerika'dayken CIA aracılığıyla sağlandı.

"Beşir Cemayel'in adı CIA ajanlarının listesinde yer alıyordu. Lübnan Savaşı çıkmadan önce 70'li yılların başında CIA tarafından Washington'da bir avukatın yanında staj yaparken işe alınmıştı. 1976'da Falanjist Milislerin yönetimini ele aldığında derece atladı. CIA, onun gönderdiği raporlara daha fazla para ödemeye başladı. Bu uzun ortaklıkta William Casey, Beşir için 10 milyonluk bir yardım sağladı. Beşir Lübnan'a Bakan olduktan sonra Casey onun adını hemen CIA listesinden sildi. Amaç genç liderin geleceğini mahvetmemekti." (Arabies, Ekim 1988)

Bu olaydan iki yıl önce Mossad, Falanjist Milisleri ile de ilişki kurmuştu.

"Mossad ve Aman (Mossad'ın askeri istihbaratı) 8 yıl süreyle Lübnanlı Hıristiyan Falanjistlerle sağlam bağlantılar kurdu. İlk ilişki 1974'de kuruldu. Lübnanlı Hıristiyan liderler Camille Chamun ve Pierre Cemayel'i Yahudi Devleti'yle ilişkiye geçmeye ikna eden, kendisinin de İsrail'le gizli diplomasisi olan Ürdün Kralı Hüseyin'di. Chamun ve Cemayel'in İsrail Başbakanı Rabin'le uzun görüşmeleri oldu. Cemayel'in küçük oğlu Beşir Cemayel Mossad'ın özel ilgisini çekiyordu. Beşir avukattı ama kanun tanımazlığı ve caniliğiyle meşhurdu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.264-265)

Mossad, Falanjistlere verdiği destekle, "böl-yönet" stratejisi doğrultusunda bir adım daha ilerledi. Bunun sonucunda elde ettiği, Lübnan'da radyo istasyonu kurma hakkıyla da, istihbaratını sağlamlaştırma fırsatını buldu.

"Mossad'ın, 1975-1976 Lübnan iç savaşında Falanjistlerin başarı elde etmesini sağlamasından sonra, Lübnan'da yeni bir istasyon kurmasına izin verildi. Bu istasyona Jounieh Limanı'nda bir radyo alıcısı da dahildi. İsrail aynı zamanda güçlenen FKÖ'yü bastırmak ve kuzey sınırını korumak için kendi Lübnan ordusunu kurdurdu. Bu ordunun adı Güney Lübnan Ordusu'ydu ve yöredeki Hıristiyanlar tarafından idare ediliyordu.

Bu ordunun eğitiminden, araç gerecinden, maddi ihtiyaçlarından ve kıyafetinden İsrail'in askeri istihbarat örgütü Aman sorumluydu. Ayrıca Kuzey Lübnan'dan gelen Falanjistler de İsrail ordusunda Mossad ve Shin Beth tarafından eğitiliyorlardı; özellikle istihbarat ve soruşturma yöntemleri konusunda. Falanjistlerin İsrail'in yardımıyla kurdukları küçük Güvenlik ve İstihbarat Servisinin Başkanı Eli Hobeika'ydı. Hobeika, Aman ve Mossad'ın Falanjistlerle kurduğu ilişkinin kilit adamıydı. Bu ilişki kendisine birçok avantajlar sağlıyordu... Lübnanlı Falanjistler kolaylıkla İsrail'in dostu oldular, çünkü onlar da Müslümanlara düşmandılar. " (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf. 265-266)

Falanjistlerin lideri Beşir Cemayel, yaptığı hizmet karşılığında İsrail'in silahları ve tanklarının desteğiyle Lübnan Başkanlığına getirildi.

Ortadoğu'nun finans ve ticaret merkezi durumunda olan Beyrut, iç savaş sonrası tam bir yıkıma uğradı. 5 milyar dolarlık maddi zarara neden olan çatışmalar arkasında 70 bin ölü bıraktı. İç savaşı başlangıçta gizlice yönlendiren İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesiyle, Beyrut tam bir hayalet şehir halini aldı.

"Beşir Cemayel, 1982 Ağustosu'nda İsrail silahlarının gölgesinde Lübnan Devlet Başkanı seçildi." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.225)

"İsrail, Falanjist iş birlikçilerine ve İsrail silahlarının gölgesi altında seçilmiş Falanjist hükümete sempati ile bakmakta ve garezden uzak bir tutum takınmaktadır." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.302)

Falanjistlerin çarpıştığı Dürziler de gerçekte İsrail'in müttefiğiydi. Böylece İsrail, desteklediği bu değişik grupları birbirleriyle savaştırdı. Sonuçta bu küçük Ortadoğu ülkesi kana bulandı, yönetimi ise tamamen İsrail'in eline geçti. Niçin savaşa başladıklarını bile unutmuş etnik gruplar, galibin yalnızca İsrail olduğu bir savaşın figüranları oldular.

"İsrail ordusunda Yahudiler dışında görev yapma hakkına sahip tek cemaat Dürzilerdir. İsrail ve Lübnan Dürzileri birbirlerine çok bağlıdırlar." (Cumhuriyet, 25 Ağustos 1983)
"Dürzilerin büyük bir bölümü İsrail ordusunda görev yapıyorlar. 1948'de kurulmasından beri İsrail'e hep sadık kaldılar. İsrailliler Golan'ı alınca Hıristiyan ve Müslüman tüm Suriyeli halk Damas'a göç etti. Sadece İsraillilerle çok iyi anlaştıkları belli olan Dürziler yerlerinde kaldılar." (Les Murailles d'Israel, Larteguy, sf. 92)

İsrail'in Lübnan'ı Birinci İşgali (1978)

Lübnan'da istediği ortamı hazırlayan İsrail, 14-15 Mart 1978 gecesi tanklar, uçaklar ve deniz kuvvetleriyle desteklediği 25.000 kişilik bir orduyu ülkeye soktu. İsrail Kuvvetleri 19 Mart'ta Litani Nehri'ne kadar ilerlediler. Genelkurmay Başkanı Mordechai Gur, Lübnan'ın güneyinde 6 millik bir güvenlik şeridi oluşturduğunu açıkladı.

İsrailliler bu işgal sayesinde aradıkları su kaynağı olan Litani Nehri'ne de kavuşmuşlardı. İsrail, Lübnan'ın güneyinde güvenlik kuşağının kurulmasında, Saad Haddad komutasındaki Maruni Kuvvetlerini kullanmıştı. 7 Nisan'da BM'in sözde tepkisi nedeniyle geri çekilirken, tampon bölge olarak kullanacağı bu alanı, kuklası Haddad için bir devletçik olarak bıraktı.

"İsrail, 6 millik güvenlik şeridini, burada bulunan Maruni Kuvvetlerini komuta eden Binbaşı Saad Haddad'a terk etti. Saad Haddad, tamamen İsrail taraftarıydı ve bu kuvvetin ihtiyacını İsrail karşılıyordu. Binbaşı Haddad bu bölgede Hür Lübnan'ı ilan edince buradaki BM Barış Gücü daha kuzeydeki bölgelere çekildi. Hür Lübnan'ın toprakları 195 kilometre kare kadardı." (Les Murailles d'Israel, Larteguy, sf.152)

İsrail Yarım Kalan İşini Tamamlıyor: İkinci İşgal

1982'de İsrail, yarım kalan hareketini tamamlamak için yeni bir işgal girişiminde bulundu. Bu girişim için ileri sürülen bahane, İsrail'in İngiltere elçisinin öldürülmesiydi. Fakat işin ilginç yönü, elçiyi öldürerek işgalin bahanesinin oluşmasını sağlayan kişinin Mossad'ın kiralık adamı Ebu Nidal olmasıydı.

Hayat dergisi, İsrail'in Lübnan'ı işgali sırasında Filistin mülteci kamplarında gerçekleşen katliamı böyle duyuruyordu.

"6 Haziran 1982'de İsrail, Lübnan'a girdi. Niyetinin FKÖ üyelerini Lübnan'ın güneyinden sürüp çıkarmak olduğunu açıkladı. Bu hareketini haklı göstermek için de Londra'daki elçisine karşı üç gün önce bir suikast girişiminde bulunduğunu iddia etti.

"...CIA ve çok geçmeden İngilizler, bu nedenin doğru olmadığını öğrendiler. İsrail elçisine saldıranlar FKÖ'den kopmuş olan Ebu Nidal grubundandılar. Ve bu grup Lübnan'da üstlenmiş olan esas FKÖ'yle de savaş halindeydi. İsrailliler yanlış Filistinlilere saldırıyorlardı. Ama Şaron'a göre bu pek de önemli değildi. Birkaç gün içerisinde İsrail ordusu, Beyrut'un dış mahallelerine ulaştı." (CIA ve Gizli Savaşları, Bob Woodward, sf.143-144)
"Lübnan işgalinin, Londra suikasti ile yahut Galilee (Lübnan sınırındaki İsrail bölgesi) üzerine yönetilmiş hayali bir tehditle hiçbir ilgisi olmadığını anlamak için Lübnan hedefini, 'Büyük İsrail' Siyonist projesinin içinde düşünmek yeterlidir." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.168-169)

Dönemin İngiltere Başbakanı Margareth Thatcher ise, İsrail'in Lübnan saldırısı için ileri sürülen ilk neden olan suikast ile ilgili olarak, basına şu açıklamayı yapmıştı:

"Suikastin düzenleyicilerinin üzerinde bulunan öldürülecek kişilerin listesinde FKÖ'nün Londra temsilcisi de var. Bu durum şunu gösterir ki katiller İsrail'in iddia ettiği gibi FKÖ tarafından desteklenen kişiler değiller. İsrail'in Lübnan'a saldırmasının bu olaya karşı bir misilleme olduğunu sanmıyorum. İsrailliler savaşı sürdürmek için olayı bahane saydılar." (International Herald Tribune, 8 Haziran 1982)

Kendisine karşı girişilen saldırıları durdurmak için Lübnan'a girdiğini söyleyen İsrail, 6 Haziran günü 90 bin kişilik ordusuyla üç koldan ilerlemeye başladı.

"Lübnan'ın 1982 yazında işgal edilişinin amacı, katliam ve terör yoluyla tüm Filistinli nüfusun dağıtılmasıydı. 1982'deki işgalden önce Ariel Şaron ile Beşir Cemayel farklı zamanlarda Lübnan'daki Filistinli sayısını beş yüz binden, elli bine indireceklerini açıklamışlardı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.66)

İsrail Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan da, yönettiği 'Oranim Operasyonu'nun amacının, Lübnan içlerine kadar girerek FKÖ'ye darbe vurmak olduğunu açıklamıştı. İsrail'in tek amacının, karşı eylemlerde bulunan FKÖ'yü dağıtmak olmadığı, sivillere karşı giriştiği yok etme hareketiyle belli oldu. Ayn El Helve, Sabra ve Şatilla'daki Filistinlilerin kamplarında dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlar yaşandı.

İşbirlikçileri sayesinde Lübnan'ı hedeflediği bir kaos ortamına sürükleyen İsrail, son darbeyi indirebilmek için askeri kuvvetleriyle Lübnan'ı işgal hareketini başlattı.

"İşgal, 6 Haziran 1982 Pazar günü sabah saat 5.30'da yoğun hava bombardımanı ile birlikte başladı. İsrailliler Ayn El Helve'yi çeyrek daire düzeni içinde aralıksız bomba yağmuruna tutup kalbura çevirdiler. Önce hedefin bir çeyreklik bölümü ateş altına alınıyor, sonra öteki çeyreğe geçiliyor, gayet sistemli ve amansız bir biçimde bir çeyrek hedeften çıkarken, öteki çeyrek yeniden hedefe giriyordu. Bombardıman bu şekliyle on gün on gece sürdü. Küme bombaları, sarsma bombaları, yüksek ısılı yangın bombaları ve beyaz fosfor bombaları kullanıldı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.66)

İsrail'in Lübnan'daki bu temizlik hareketinin baş destekçisi Falanjist Militanlarıyla, Filistinli mültecileri öldürerek Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştiren Beşir Cemayel'di. İsrail'in kiralık adamı Beşir Cemayel'in, katliamda öldürülenler hakkındaki düşünceleri de İsrail'inkine paraleldi:

"Filistinliler lüzumsuz bir halk... Her gerçek Lübnanlı, bir Filistinli öldürene kadar durulmayacak." (Going All the Way, Jonathan Randal, sf.188)
"Filistin halkının katledilmesi ve dağıtılması İsrail stratejisinin bir parçasıydı. Bir başka parçası ise; İsrail'in, Ortadoğu'nun finans-kapital merkezi olarak yükselmiş olan Lübnan'ı ekonomik bakımdan çökertmesiydi. 1982'deki İsrail işgalinin ilk aylarında 20 bin Filistinli ile Lübnanlı öldü, 25 bini yaralandı, 400 bini de evsiz kaldı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.71)
"İsrail'in işgali sırasında sadece Beyrut'a atılan bombaların ağırlığı, Hiroşima'yı yerle bir eden atom bombasınınkini kat kat aşıyordu. Okullar, hastaneler özel olarak hedef seçilmişti. Lübnan fabrikalarında üretilmiş bütün demiryolu araçlarıyla, teçhizat ganimet olarak İsrail'e götürüldü. Hatta BM Yardım ve Hayır Servisi mesleki eğitim merkezlerine ait torna tezgahları ile küçük çaplı makinelere kadar herşey yağmalandı. Lübnan'a ait narenciye ve zeytin üretimi tamamen felce uğratıldı. İsrail ihraç mallarıyla rekabet halindeki Lübnan ekonomisi yok edildi. Şeria ve Litani Nehirlerini besleyen akarsular yataklarından saptırıldı ve Güney Lübnan bir İsrail pazarı haline getirildi." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoeman, sf.71)

Başkanlığı öncesinde ABD ve İsrail için casusluk yapan Beşir Cemayel, Begin tarafından desteklenerek Lübnan'da Başkanlık koltuğuna oturtulmuştu. Bu vefa borcunu da, İsrail için Lübnan'daki Filistinlileri katlederek ödemeye çalıştı. Ancak, İsrail kendisiyle yüzde yüz iş birliği yapmayanları pek sevmiyordu; Cemayel'in İsrail'le olan ilişkisinde çıkan bazı pürüzler, hayatına mal oldu. Cemayel'in ölümü İsrail'in Lübnan işgalini yayması için de yeni bir basamak olarak kullanıldı.

İsrail'in Lübnan'ı işgali sırasında eşi görülmemiş bir yağma gerçekleşti. Devlet daireleri, hastaneler, okullar yıkılıp tahrip edildi, Ortadoğu'nun en güzel şehirlerinden biri olarak bilinen Beyrut bir harabeye döndü.

"İsrailliler için çok az uyumlu olduğu anlaşılan Beşir Cemayel, İsrail ordusunun izni olmadan yanına gidilemeyecek şekilde korunduğu sırada kendi Genelkurmay Karargahı'nda öldürüldü. Bu cinayet İsrail ordusuna Lübnan işgalini daha da yaygın hale getirilmesi için yeni bir fırsat verdi. İsrailliler güvenlik sağlayacaklarını ve karşılıklı hesaplaşmaya engel olacaklarını söylüyorlardı." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.168)

İsrail, yakın zamanda kontrol altında tuttuğu bölgeyi Beyrut'a kadar genişletmek amacıyla Lübnan'daki üçüncü işgal hareketini de gerçekleştirdi. Bu harekette diğerlerindeki gibi mümkün olduğunca çok Arabı yok etmeyi amaçlıyordu. Yazar Livia Rokach, İsrail'in Lübnan üzerindeki hareketlerini, İsrail Başbakanı Moshe Sharett'in günlüğünden yararlanarak hazırladığı eserinde şöyle açıklıyor:

"İsrail'in, Lübnan'da on yıldan fazla süren ve kısa sürede aşağılık bir vahşet halini alan sistematik kitle katliamları eşi görülmemiş boyutlardadır. Bu katliamlar hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Burada sunulan belgelerle İsrail'in kendini ve Lübnan Hıristiyanlarını FKÖ terörüne karşı koruma bahaneleri daha da gülünç ve utanç verici olmaktadır. Bu bahane Batılı iletişim araçları ve hükümetlerince her zaman desteklenmektedir.

İsrail'in BM Daimi Temsilcisi Yehuda Blum 'Lübnan'daki temel problemler çok önceki yıllara dayanmaktadır. Güney Lübnan'daki durum bu sorunların belirtisi ve yan ürünü olarak görülmelidir.' (The Nation, 15 Eylül 1979) derken, kuşkusuz dünya kamuoyunu küçümsemekte ve kara cahil olduğunu hesaplamaktadır. Temsilci, İsrail'in 'Made in USA' silahlarla, Binbaşı Saad Haddad yönetimindeki İsrail Maruni kuklalarına yaptırdığı kitle katliamını işte böyle nitelendirmektedir." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden, İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 89-90)

Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala (buna) şahitlik ediyorsunuz. (Bakara Suresi, 84)

Suriye'nin Karanlık Bağlantıları

Suriye de, I. Arap-İsrail Savaşı'ndan bu yana, Mossad'ın satın aldığı liderler sayesinde İsrail çıkarlarının gizli destekçilerinden biri haline getirildi.

Suriye'de 1943 ve 1947 seçimlerini kazanan Milli Blok Hükümeti'nin iç ve dış politikaları tamamen İsrail çıkarlarına paraleldi. Sonuçta ekonomik sıkıntılar, rüşvet ve yolsuzluklar nedeniyle ortaya çıkan büyük tepkiler hükümetin istifasına neden oldu. 17 Aralık 1948'de Halid El-Azm tarafından yeni bir kabine kuruldu. Yeni Başbakan 28 Aralık'ta Suriye Parlamentosu'nda yaptığı bir konuşmada "Filistin'in kurtarılmasının esas amaç olduğunu ve Filistin'in taksimiyle kurulacak bir Yahudi Devleti'ni kabul etmeyeceklerini" söyledi.

Yeni kabinenin takındığı bu kararlı tutumdan rahatsız olan İsrail hemen harekete geçti. İsrail'le bağlantılı bir Suriyeli askerin sayesinde düzenlenen ihtilalle bu problem halledildi. Albay Hüsnü Zaim 30 Mart 1949'da yaptığı bir darbe ile iktidarı ele geçirdi.

"Hüsnü Zaim 1949 yılının Mart ayında İsrail'e barış önerisinde bulundu. Zaim, Amerika, Fransa ve hatta İsrail istihbaratından para alıyordu. CIA ajanları düzenlediği devrimde Zaim'e yardımcı oldu. İsrail'in başka Irak ve Mısırlı liderlerle de rüşvet üzerine kurulmuş ilişkileri vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.81)

İsrail'in Suriyeli liderlere olan ilgisi Hüsnü Zaim'le sınırlı kalmadı. İsrail, Zaim'den sonra gelen bazı liderleri de desteklemiş, kimi zaman da daha iyi iş birliği yapabileceği kişileri bulmak için ülkedeki muhalefet gruplarına arka çıkmıştır:

"50'li yıllarda İsrail'in Suriye'ye yönelik girişimleri sadece yayılmayı amaçlayan terör planlarıyla sınırlı değildi. 31 Temmuz 1955'te 'İsrail Dış İşleri Bakanlığı Temsilcisi' olan Gidon Raphael, Moshe Sharett'e, Avrupa'da sürgünde bulunan Araplarla yaptığı "ilginç görüşmeler" konusunda bilgi sundu. Görüşmelerden birini Suriye'nin sürgündeki Başbakanı Hüsnü Barazi ile yapmıştı:

'Hüsnü iktidarı yeniden ele geçirmek istiyor ve bunun için her türlü yardımı kabul etmeye hazır... Suriye'nin gelecekte Batı'ya bağlanmasına karşılık ABD'den; bir barış anlaşması karşılığında ise İsrail'den yardım almaya çalışıyor.' Barış İsrail'in ilgilendiği en son şeydi. İsrail'in Hüsnü'ye sunacağı desteğin fiyatı daha değişik olacaktı: "Barazi bu arada bir dizi ricada bulunmuş, gazeteleri ve bir dizi şahsiyeti satın almak ve partilere rüşvet yedirmek için para istemiş… Gidon, Hüsnü'ye bir grup toprak sahibini birleştirip, rejimden kaçanları bölgede yerleştirerek daha büyük bir planla hareket etmesini önermiş. Kendisi de bir büyük toprak sahibi olduğundan bunu kolayca yapabilirdi... Hüsnü dikkatle dinlemiş ve bu fikri harika bulduğunu belirtmiş..."

Moshe Sharett, Araplarla İlişkiler Danışmanı Josh Palmon'dan İsrail'in Suriye'deki hükümet komploları konusunda son bir rapor aldı:

"Edip Çiçekli ile ilişkilerimiz güçlendi. İktidarı ele geçirmesinden sonra yapacağımız ortak eylemlerin ana hatları tespit edildi. ABD'nin ilgisini bu konuya çekmek için bazı girişimlerde bulunmayı kararlaştırdık." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden... İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf.42)

Baas Partisi'nin İlginç Kökeni

Mısır'ın mason lideri Nasır'ın ırkçı Pan-Arabist görüşü kısa zamanda Suriye'de de kendini gösterdi. Bu görüş, Suriye siyasi hayatına Arap Baas Sosyalist Partisi'yle girdi ve etkisini günümüze kadar sürdürdü. Daha sonra Irak'ta da faaliyete geçen Arap Baas Sosyalist Partisi'nin vatanı Suriye idi.

"Annesi Yahudi, babası Fransız olan Mişel Eflak ve Salah El-Bitar 1943 senesinde Şam'da Arap Diriliş Partisi'ni kurdular." (Yeni Rehber Ansiklopedisi, C.3, sf. 108)
"Baas denildiğinde akla iki isim gelir: Mişel Eflak ve Salah El-Bitar. Parti'nin bütün felsefesi ve tüm görüşleri bu ikisinin özellikle de Eflak'ın eseridir. İlginç olan, Parti'yi ırkçılığa varan koyu bir Arap milliyetçiliğine göre şekillendiren Eflak'ın Yahudi asıllı olmasıydı." (Irak Dosyası, M. İmamzade, sf. 76)

Baas'ın 1947 yılında yapılan ilk kongresinde, Parti'nin ideolojisini belirleyen programı ve tüzüğü kabul edildi. Eflak, Hitler'in nasyonal sosyalizminden ilham almış olduğu faşist fikirlerini, Parti'nin resmi ideolojisi olarak belirledi. Nedense Yahudi kökenli Eflak, kraldan çok kralcı kesilmiş, Arap ırkçılığının en ateşli savunucusu haline gelmişti.

"Suriye'deki faaliyetleriyle etkinleşmeye çalışan Eflak, bir süre sonra İsrail adına casusluk yaptığı için idama mahkum edildi. Bunun üzerine Irak'a kaçan Eflak, fikirlerini buradan yaymaya çalıştı." (Irak Dosyası, M. İmamzade, sf.86)

Baas Partisi, Arap Birliği'nin propagandasını yapmasına karşın, hiçbir zaman bunu sağlayacak fiili bir çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Suriye'nin birleşerek oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni desteklemiş, daha sonra buna karşı çıkmıştır. Parti ileri gelenleri hazırladıkları bildirgeyle, Arap Birliği'nin dağılmasının kaçınılmaz olduğunu açıklamışlardır.

Mişel Eflak, nüfusunun %70'i Sünni Müslüman olan Suriye'de, halkın sempatisini kazanmak için fikirlerinde dine de yer verdi. Fakat bu din anlayışı, İslam'ın ruhundan oldukça uzaktı.

Hafız Esad'ın Bulanık Görünümü...

Suriye konusunda incelenmesi gereken en önemli isim hiç kuşkusuz Hafız Esad'dır. 1971-2000 yılları arasında Suriye'nin başında bulunan bu diktatör, Ortadoğu'daki Nasır, Sedat gibi pek çok "meslektaşı" ile benzer bir yapıya sahipti.

"İsrailli bir politikacı bize şöyle demişti: İsrail Şam'da bir Sedat'a sahip olmak istiyor." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden.. İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 89)

Suriye liderinin İsrail'le iş birliği yapması aslında yeni bir olay değildi. Esad, görünüşte son derece radikal ve uzlaşmaz bir üslupla hedef aldığı İsrail'le uzun zamandır gizlice görüşüyordu. Hafız bu gizli görüşmelerin gerçekleşmesinde ise, kendisinden sonra gelecek adam olarak yetiştirdiği kardeşi Rıfat Esad'ı kullanıyordu.

"Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Suriye'li General Rıfat Esad ile gizlice buluştu. Bu, imkansız diye bir şeyin olmadığının delilidir. İsrail ve Suriye'nin ortak planı, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmaktı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.264)

Suriye ile anlaşan İsrail, işgal için Lübnan'a girmişti. Esad'ın ülkesindeki Sünni Müslümanlara karşı sindirme hareketinin de Cenevre'de gizli toplantının hemen ardından gerçekleşmesi, bu toplantının başka bir ilginç yönüdür.

Bu da Siyonistlerin Ortadoğu planının bir parçasıydı.

Türkiye, 25 Şubat 1982 Türkiye, 26 Şubat 1982

"Mossad'ın Başkanlarından Reuve Shiloah, İsrail ajanları, Arap liderleri ve politikacıları üzerinde ne kadar başarılı olsalar da, bunun Arap halkının İsrail Devleti'ne olan kinini azaltmayacağını fark etmişti. Fakat, Suriye Alevileri, Irak Kürtleri, Sudan'daki etnik gruplar gibi Müslümanlara karşıt olan her azınlık, İsrail'in dostuydu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.81)

Rıfat Esad'ın komutasında Hama ve Humus'ta Sünni Müslümanlara karşı yapılan katliamda ise İsrail'in kullandığı terör metodları kullanıldı.

Hama halkı, Hafız Esad'ın kardeşi Rıfad Esad komutasındaki güçlerin 27 gün süren katliamında vahşice katledildi.

Suriye'de Esad'a tam destek veren haham Abraham Hamra liderliğindeki Yahudi cemaati, göstermelik seçim öncesi propaganda yürüyüşlerine katıldı.

"Suriye'deki sosyalist düzen, dostu ve hocası Menahem Begin'den öğrendiği bir çeşit terör yolu icat etti. Bu, evlerin mahremiyetine tecavüz etmek, kadın ve kızların kaçırılması, mal ve mülklerin sahiplerinin elinden alınması, karılarının ve çocuklarının gözleri önünde aile reislerinin parçalanması gibi cinayetlerdir." (Hürriyet, 15 Kasım 1984)
"Suriye rejimi, evleri Yahudi metodlarıyla kundaklamaya devam ederken, mücahitlerin bulundukları bölgeleri daraltmaktan geri kalmıyordu. Suçsuz vatandaşlardan olayların öcünü almayı aşırı boyutlara vardırırken, toplu kıyım cinayetlerine de ara verilmiyordu. Bu yapılanlara dayanamayan bazı askerler ise vatandaşların saflarına katılıyorlardı." (Alman DPA Ajans'ından Hürriyet, 12 Şubat 1984)

Esad rejiminin 1982 Şubatı'nda düzenlediği bu operasyon katliamdan başka birşey değildi. Aslında yapılan bu hareket yeni bir olay da değildi. Bundan iki yıl önce de Suriye'nin Halep, Hama, Humus gibi büyük şehirlerinde evler kuşatılarak taranmış ve sayısız yerde toplu katliamlar yapılmıştı. Suriye'de acımasızlığı ve caniliğiyle tanınan Rıfat Esad, yaptığı katliam sırasında şöyle diyordu:

"Napalm bombalarıyla vurun! İçinden ateş çıkmayan tek ev görmek istemiyorum." (Cumhuriyet, 6 Mart 1982)

Hama katliamlarından sonra Rıfat Esad yıkılmış şehrin üzerinde helikopterle dolaşırken "En az beş yıl için başarılı bir nüfus kontrolü yaptık." demişti. (Hürriyet, 13 Kasım 1984)

İsrail'in Ortadoğu'daki Eski Müttefiği: Şah Pehlevi

Bölgede yayılmacı bir politika izleyen İsrail, hedefine ulaşabilmek için çevresinde kendisine yardımcı olacak pek çok Arap lider bulmuştu. Fakat bunların yanı sıra, Ortadoğu'da şüphesiz büyük etkiye sahip olan İran da, İsrail'in kontrolü altına alınmalıydı. Bu kontrol imkanını İsrail'e İran Şah'ı sağladı. Şah'ın iktidarı boyunca İran, İsrail'in bölgedeki güvenilir bir müttefiği oldu. 1941'de ülkesinin başına geçen Şah Muhammed Rıza Pehlevi İsrail'in klasik kiralık dostlarından biriydi:

"Amerikan Senatosu'nun çok saygı gören bir üyesi Jacob Javits, Şah rejimine silah satışını Şah'ın İsrail'e olan bağlılığından dolayı destekledi. Şah'ın İran'ı, az rastlanır bir İsrail müttefiğiydi. Amerikan senatörleri ve Kongre üyeleriyle pek çok önde gelen basın üyeleri İsrail'e olan sadakatinden dolayı Şah rejimini desteklemiştir." (The Eagle And The Lion, The Tragedy of American-Iranian Relations, James A. Bill, sf. 365-367)

İsrail'in, Pehlevi liderliğindeki İran ile olan ilişkileri kısa zamanda büyük bir iş birliğine dönüşmüş ve bu ilişkiler Şah devrilene kadar uyum içinde devam etmişti.

ABD'de Şah'a en yakın kişilerden birisi de stratejist Kissinger idi. Şah, Kissinger ve Yahudi finansör Nelson Rockefeller, İran petrollerinden elde ettikleri geliri değerlendirmek için ortak bir şirket kurmuşlardı.

"Pehlevi-İsrail ilişkisi politika, ekonomi, askeri iş birliği, istihbarat ve İsrail'e petrol sağlanması konularında büyük bir gelişme gösterdi. Bütün üst dereceli İsrailli liderler Tahran'ı ziyaret ettiler. Bu şahıslar Ben Gurion, Moshe Dayan, Golda Meir, Abba Eban, İzak Rabin ve Yigael Allon'du. İran askeri liderleri de İsrail'in savunmasını sağlayan çevrelerle görüşmek üzere İsrail'e gittiler." (The Eagle And The Lion, The Tragedy of American-Iranian Relations, James A. Bill, sf.430)

Şah'ın başa geçmesiyle, İsrail'le İran arasındaki yakın ilişkiler, iki ülkenin gizli servisleri arasında da kuruldu:

"Şah'ın Savak'ıyla Mossad'ın arası oldukça iyiydi. Mossad ve Savak 1950'lerden beri iş birliği içindeydi." (Israel, The Hijack State, John Ross, sf.19)

Mossad birkaç yıl sonra İran ile ilişkiyi doğrudan sağlamak için adamlarından Nimrodi'yi görevlendirdi.

"İsrailli Yaakov Nimrodi, 1956'da Mossad ve Aman için çalışmak üzere Tahran'a gönderildi. İran'a 250 milyon dolar tutarındaki İsrail savunma araçlarını sattı. Yıllar sonra da İsrail'de gizlice eğitilen İran askerleri İran ordusunda görevlerine devam ettiler. Nimrodi ayrıca İran askeri istihbarat gruplarını yetiştirmek için de ülkesinden kredi aldı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.327)

İran Şahı, İsrail'in Araplara karşı başlattığı düşmanlığı desteklemiş ve Arap-İsrail Savaşlarında İsrail'in yanında yer almıştı. Özellikle İsrail'in Irak üzerindeki planlarının gerçekleşmesi için çalışmıştı. Şah, Irak'tan İsrail'e göçen Yahudileri taşımak için kendi uçaklarını tahsis etmiş, Irak'ın parçalanması için buradaki Kürtlere Yahudi yardımının ulaşmasını sağlamıştı.

Çeşitli devlet adamlarının İran Şahı'na yakınlık derecelerini gösteren şemada, ABD'deki Yahudi lobisinin etkin isimleri yer alıyor: William Lehman, Jacob Javits, David Lilienthal, Zbigniew Brzezinski ve Henry Kissinger.

"İran Şahı, İsrail'in Araplarla olan savaşına saygı duydu ve Iraklı Yahudiler için Tahran'dan Tel-Aviv'e uçak seferleri düzenledi. İsrail'in İran'la ilişkisinde temel amaç, İran hükümetinde İsrail taraftarı bir izlenim yaratmaktı. Mossad ve Shin Beth, İran askerlerinin ve Savak ajanlarının eğitilmesini sağlıyordu. Savak'ın adamları sık sık İsrail'e gider ve Irak Kürt devrimcilerine yapılan yardımın transferine yardımcı olurlardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.82)

Mossad, Savak için eğittiği ajanları "pis işlerinde" de kullanırdı. İsrail gizli servisinin eğitiminden geçen Savak, İran'da istihbarat toplamak için kullandığı zalim metodlarla ünlenmişti.

"CIA görevlileri, İsrail'in işkence, zorla itiraf işlerini Savak'a yaptırdığını söylüyorlardı." (The Eagle and The Lion, James A. Bill, sf. 403)

Şah'ın kendisi de, doğrudan Mossad ve CIA ile bağlantı içindeydi. Şah tahtından indirildikten sonra da bu bağlantı devam etti.

Şah İsrail'e olan sadakatinin ücretini değişik kanallardan alıyordu. Bu ilişkinin kilit isimlerinden biri ABD'deki Yahudi lobisinin değişmez ismi David Rockefeller idi.

"O zamanlar ABD'nin İran'da askeri operasyonları da vardı. Buna ek olarak Şah'ın tahtına geri dönmesine yardım edilecekti. CIA, İran gizli servisi Savak'ı desteklemek için gizli fonlar kullanıyordu. Bu Şah'ın politik yaşamına devam etmesi için gerekliydi." (Ropes of Sand, Wilbur C. Ereland, sf.87)

Şah ABD'yle üst düzeyde ilişki kurmuştu. Yaklaşık 40 yıl boyunca İran'daki Pehlevi Rejimi, ABD'nin politik ve ekonomik çevresiyle düzenli, dikkatli ve profesyonel bir ilişki kurdu. Bu güçlü ilişkiler, seneler boyunca ABD'nin resmi ve sivil üst kademeleriyle devam ettirildi. Şah Rıza Pehlevi'nin ABD'de kurduğu ve Pehlevi Lobisi olarak anılan bu çevrenin Siyonistlerden ya da "İsrail dostları"ndan oluşması da olayın ilginç yönlerinden biriydi:

"Pehlevi lobisindekilerin ortak özelliği İsrail'e olan aktif bağlılıklarıdır. Bu lobinin Şah'a olan bağlılığının sebebi ise Pehlevi'nin İsrail'le olan yakın ilişkisiydi." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf.377)

"Pehlevilerin ilişkileri New York ve Washington'daki ekonomik ve politik çıkarlar üzerine kurulmuştu. Buradaki ilişki Pehlevi'yi ABD'deki en güçlü mali ve politik merkeze bağladı. Bu ilişki Rockefeller ailesini ve Rockefeller'ların Henry Kissinger gibi danışmanlarını da içermekteydi. Geçen yıllar boyunca Nelson Rockefeller, İran Şahı'nın ABD'deki mevkisini artırdı. Bunun karşılığında Şah, Rockefeller ve Pehleviler arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırdı." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf.319)

Saddam Hüseyin'in 1979 yılında başlattığı İran-Irak Savaşı'nda 1.5 milyon Müslüman ölürken, 500 milyar dolar tutarındaki milli servet de yok oldu.

İsrail'in politik olarak resmen ilişki kuramadığı ülkelerle temas kurmak için kullandığı David Rockefeller, İran'la mali yönden de ilgilendi. Rockefeller'ların İran'daki diğer ortağı ise hem danışmanları hem de sırdaşları olan başka bir Yahudiydi: Henry Kissinger. Bir Rockefeller yatırımı olan Chase Manhattan Bank (CMB) İran'da birçok işe girişmiş, bu sayede Yahudi sermayesinin İran'ı ekonomik olarak da ele geçirmesini sağlamıştı.

"Rockefeller-Kissinger Grup, Şah'ın politik ve ekonomik danışmanlarını kapsayan grupla da yakın ilişkiye girmişti. Nelson Rockefeller tarafından kurulan IBEC (Uluslararası Temel Endüstri Ortaklığı) İran'daki inşaat sektöründe uzun yıllar görev almıştır. CMB %35'lik bir payla İran International Bank'ı kurdu... Şah, ülkenin bütün büyük yatırımlarının gelirlerinin tümünü CMB'ye yatırmıştı. Ayrıca petrol alım-satımı için gerekli kredi işlerinin de CMB tarafından yapılmasını emretmişti." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf. 319)

Şah öldükten sonra ABD, İran milli varlığını bloke edince Şah'ın buradaki serveti de yine Yahudi şirketlerine kaldı.

Şah'ın başka hizmetleri de vardı:

"Rıza Pehlevi masonluğa karşı olgun bir ilgi göstermiştir. Şah Rıza Pehlevi masonluğa karşı ilgisini göstermek için, İran'daki düzenli localar için bir ferman da yayınlamıştır. Bu hareketin masonluğun İran'da yayılmasında büyük bir etkisi olmuştur." (Türk Mason Dergisi, sayı 57, sf. 3024)

İsrail'in,1982'de Parçalanmasını Planladığı Ülke: Irak

Saddam Hüseyin'in emriyle, Irak'ın Halepçe, Düceyde ve İnap kasabalarına atılan kimyasal bombalarla 5.000 savunmasız sivil feci halde can verdi. Saddam'ın Kürtlere uyguladığı bu katliam, aslında İsrail'in Irak'ın parçalanması stratejisinin ilk basamağını oluşturuyordu.

Irak'ın İsrail'le yaptığı ilk iş birliği, Yahudi Devleti'nin kurulmasının hemen ardından gerçekleşti. İsrail gizli servisleri, nüfus artırma politikası doğrultusunda, dünyanın çeşitli bölgelerinde kiralık liderler yoluyla sahte Yahudi aleyhtarı provokasyonlar düzenliyordu. İçinde önemli sayıda Yahudi nüfusu bulunan Irak da, bu politikanın uygulandığı önemli sahalardan biri oldu.

Mossad'ın İsrail dışındaki Yahudileri İsrail'e göç ettirmekle görevli kolu Aliyah Beth, Iraklı liderleri kullanarak bir göç operasyonu düzenledi.

"Aliyah Beth ajanları liderlerle direkt ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değildi. Macar politikacılar, İran Şahı ve Ürdün Kralı Abdullah da bunlardandı." (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.36)

Mossad bağlantılı Irak Başbakanı, yalnızca göstermelik Yahudi aleyhtarı propagandasıyla göçü teşvik etmekle kalmıyor, göç eden Yahudilerin ulaşım sorununu da kendi uçak şirketi ile çözüyordu. Tevfik El-Savidi'den sonra gelen Başbakan Nuri As-Said de İsrail'e çalışıyordu:

"Aliyah Beth Enstitüsü 'Sihirli Halı' operasyonu adı altında bir operasyon düzenledi. Near East Air Transport Corporation'ın İsrail hükümetiyle gizli bağları vardı. 1942 ve 1949'da bu şirket Yemen ve Adenli 50 bin Yahudiyi gizlice İsrail'e taşıdı. Irak'ta süren bütün antisemitik propagandaya rağmen 1950 Martı'nda meclisten çıkan yasayla isteyen bütün Iraklı Yahudilerin, Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart, Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Yahudilerin Irak Başbakanı Tefik el Savidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler yatıyordu. Tevfik el-Savidi aynı zamanda Irak Tur'un Başkanıydı ve bu tur şirketi, Near East Air Transport'un bir acentasıydı. Başbakan yalnız değildi. Daha sonra Başbakan olan Nuri as-Said'e de İsrailli ajanlar tarafından para verilmişti" (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.36)

Bu dönemin ardından gelen Irak liderleri içinde İsrail için en iyi çalışanlardan birisi de, Saddam Hüseyin oldu. 1979'da Şark-ül Kebir Mason Locasının direktifleri ve Mossad'dan aldığı destekle İran'a saldırdı. Bu saldırıda amaç, parçalanması planlanan İran'dan petrol bölgesi Kuzistan'ı koparmaktı.

"İran'ın parçalanması, petrol üretim bölgelerinin işgal yoluyla bu ülkeden koparılmasıyla gerçekleşebilirdi. Mossad, Irak'taki rejimi bu istila konusunda cesaretlendirmişti." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.106)

İsrail, operasyonun İran'daki Kuzistan'da yaşayan Arapların Irak'ı desteklemesi ile başarıya ulaşacağını düşünmüştü. Ancak bu sefer hesap tutmadı, bölgedeki Araplar İran'dan yana hareket ettiler ve İran'ın galibiyeti gündeme geldi. Bunun üzerine olayın kontrolden çıkmaması için yeni bir plan yapıldı.

Siryanit, hardal ve sinir gazlarıyla bombalanan Kürt yerleşim bölgelerinde savunmasız insanlar yanarak öldüler.

"Irak'ın saldırısı geri tepti. Arap azınlık bunu kendisine yönelik bir saldırı olarak gördü. İsrail'in politikası şimdi her iki tarafı birden silahlandırıp savaşı elden geldiğince uzatmak, böylece İran'ın zaferini engellemekti" (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, sf.106)

Bu yeni plana, Ortadoğu'da İsrail kontrolündeki Arap yönetimleri doğal olarak büyük destek verdi: "S. Arabistan Krallığı İran'a karşı bir silah ambargosu oluşturup Irak'a büyük miktarda silah yardımı yaptı. Mısır ile Ürdün de Irak'ı desteklediler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, sf.107)

Saddam Hüseyin, İran'la yaptığı bu savaşta Yahudi silah tüccarlarına büyük karlar sağladı. Irak, savaş boyunca Yahudi silah şirketlerinden 80 milyar dolarlık silah satın almış ve 50 yıllık petrolünü 9 yılda harcamıştı. Irak'ın silahlanması İran'la yaptığı savaştan sonra da tüm hızıyla devam etti. Saddam silahlarını işgal için Kuveyt'e yöneltti. Bu da komşularına göre oldukça güçlü olan Irak ordusu için zor olmadı. İşin ilginç yanı, İsrail tarafından tehlikeli derecede büyük bir silahlı gücü olduğu sık sık vurgulanan Irak'a silah satanların yine aynı çevreler olmasıydı.

Ne ilginç ki, Irak'a askeri müdahalenin yapıldığı dönemde dahi, İsrail ile yakın ilişkileri olan bir silah tüccarı başrolü oynuyordu: Gerald Bull. Bull'un tasarladığı ve 'cehennem topu' olarak da bilinen süper topun parçaları her nasılsa, değişik ülkelerden Irak'a doğru giderken birden ortaya çıkarıldı:

"Bilim adamı Gerald Bull'un Baltimore'da, Space Research Co. adında bir şirketi vardı. Bu şirket bilgisayar ve bilgisayar programları için ihracat izinleri alıyordu. Bunlar sonuçta birleşerek Bağdat'ta bulunan 'Süper Silah'ı oluşturdu. Daha önce de denenmiş olan silahta, nükleer, kimyasal ve biyolojik savaş başlıkları da kullanılabiliyordu.

İngiliz gümrüğünde Nisan 1990'da Middlesborough Limanı'nda sekiz parçadan biri yakalandı. BM ambargosu delinerek, Irak'a Kuveyt'i işgal etmeden kısa süre önce silah ve teknoloji gönderildi. Irak'a gizlice finansal yardım da yapıldı." (Spotlight, 15 Şubat 1993)

İsrail'in Ortadoğu'daki Son Politikası

"1982'de, Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin yayın Organı Kivunim'de önemli bir belge yayınlandı. Oded Yinon eski bir Dış İşleri görevlisi olarak bu yazısında, İsrail'de gerek ordu, gerekse haber alma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını sergilemektedir. '1980'lerde İsrail için strateji' başlıklı yazı Arap devletlerinin parçalanması halinde, İsrail'in bölgede yayılmacı güç olarak sivrilmesinin zamanlaması konusunda bir programı içeriyor." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf. 103)

Camp David Barışı'ndan sonra İsrail, Vaat Edilen Topraklar'a sahip olmak için yeni bir planı uygulamaya başladı. Bu plan Ortadoğu devletlerinin parçalanarak zaman içinde İsrail'in işgaline uygun hale getirilmesini amaçlamaktadır.

Söz konusu planda hangi ülkelerin, hangi bölgelere ayrılacağı ve bu bölme işinde hangi unsurlardan yararlanılacağı ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

"Lübnan zaten fiilen var olan beş bölgeye bölünecektir. Bu bölgeler, bir Maruni-Hıristiyan bölgeyi, bir Müslüman bölgesini, bir Dürzi bölgesini ve bir Şii bölgesiyle Haddad'ın milisleri aracılığıyla İsrail'in denetimi altındaki bölgeyi içerecektir. Daha sonra sıra, Suriye ve Irak'ın etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünmesine gelecektir. Suriye'nin, kıyısında bir Alevi Devleti, Halep bölgesinde bir Sünni Devleti, Şam'da bir başka Sünni Devleti ve Golan, Hauran ve Kuzey Ürdün'de bir Dürzi Devleti'ne bölünmesi öngörülüyor. Projede, Irak'ın da Basra çevresinde güneyde bir Şii Devleti, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt bölgesi, ortada Bağdat çevresinde bir Sünni Devleti olarak üçe bölünmesi hedefleniyor." (Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)

İsrail, Camp David Anlaşmasından sonra "Kutsal Topraklar" üzerinde yine aynı planı uygulamaya koydu. Böl-parçala-yönet olarak özetlenebilecek olan bu plan, bölge ülkelerindeki etnik ve dini azınlıkları kullanarak, öncelikle Ortadoğu'nun parçalanmasını amaçlamaktadır. Planın sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için ilk olarak, Mossad'ın desteği ile bölge devletlerinin başına, genellikle azınlıklardan, birer İsrail kuklası lider geçirilmiştir. Suriye'de Hafız Esad, Irak'ta Saddam Hüseyin gibi. Parçalanma sonucu ortaya çıkan küçük devletler zayıf ve yıpranmış olacaktır. ABD'nin aracılığıyla devamlı kontrol altında tutulacak olan bu küçük devletçikler, planın son aşamasında İsrail tarafından rahatlıkla yutulabilecektir. Duruma bakılacak olursa, planın temellerinin çok daha önceleri, henüz bölgedeki ülkelerin sınırları çizilirken atıldığı görülebilir.

Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin birbirleriyle çarpışmaları İsrail'in Ortadoğu'nun parçalanması planının gerçekleşmesi yolunda önemli bir adımdır. Araplar arasındaki bütün iç çekişmeler bizim için çok faydalı ve söz konusu patlamayı hızlandıracak olaylardır. (Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı Kivunim, Şubat 1982- sayı 14)

"Müslüman Arap alemi, buralarda yaşayan insanların dilek ve arzuları hiç dikkate alınmadan yabancılar tarafından biraraya getirilmiş iskambil kağıtlarından yapılma geçici bir ev gibidir. Keyfi olarak on dokuz devlete bölünmüşlerdir. Her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti içten, etnik, toplumsal çöküntü tehditi altındadır. Bazılarında ise iç savaş kaynaşması başlamıştır bile." (The Zionist Plan For the Middle East 1982, Israel Shahak, sf.5)

Ortadoğu'daki her devletin içine biraraya toplanmış azınlıklar, yaşadıkları ülkede huzursuzluk kaynağı olmaktadır. İsrail, azınlıkların sebep olduğu bu çatışmalarda rahatlıkla taraftarlar bulup, kendi çıkarları doğrultusunda öteki topluluklardan hak talep edebilecektir. Ortadoğu'daki azınlıkların dağılımına bakılacak olursa, İsrail'in bu planı gerçekleştirmekte fazla zorlanmayacağı kolaylıkla görülebilir. Irak'ta Şii çoğunluk, Sünni azınlık tarafından, Lübnan'da Müslüman çoğunluk, Hıristiyan olan Maruni azınlık tarafından, Filistin'de Müslüman çoğunluk, Yahudi azınlık tarafından yönetilmektedir.

Din ahlakının çoğu zaman göz ardı edildiği yerlerde yönetim soya dayalı azınlıklara tesis edilmiştir. Etnik ayrımlar, öne çıkarılarak bu planda kullanılacaktır. İran' da etnik azınlık olarak; Araplar, Beluciler, Türkmenler ve ülkenin üçte birini oluşturan Azeri Türkler. Irak'ta Kürtler, Türkmenler ve Şiiler; Mısır'da Koptlar, Cezayir'de Berberiler, Sudan'ın güneyinde siyahlar ve Hıristiyanlar, Lübnan'da Maruni Hıristiyanlar, Dürziler, Sünniler, Şiiler. Bu özelliklerden yola çıkan İsrail kurmayları, tek tek Ortadoğu'daki her ülkenin bölünmesi için, kimi uzun kimi de kısa vadeli planlar yapmışlardır.

Lübnan'ın Bölünmesi

Lübnan'ın bölünmesi fikri 1919'da ortaya atılmış, 1936'da planlanmış, 1954'te fiilen başlatılmış, 1982'de tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir.

"Lübnan'ın beş bölgeye bölünmesi, Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası dahil bütün Arap alemi için işarettir ve o yolda da ilerlenmektedir. Sonradan Suriye ve Irak'ın da Lübnan'da olduğu gibi etnik ve dini bakımdan ayrı ayrı bölgelere bölünmesi İsrail'in, uzun vadede Doğu cephesindeki birinci hedefidir. Kısa vadedeki hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağılmasıdır." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.9)

Suriye'nin Parçalanması

"Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'da olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii Alevi Devleti, Halep bölgesinde Sünni Devleti, Şam'da buna düşman başka bir Sünni Devleti ve Havran, Kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da bir Dürzi Devleti. Böyle bir devlet uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün artık erişebileceğimiz kadar yakındır." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.9)

"Siyonist" yazarın "barış ve güvenlik garantisi" olarak tanımladığı Suriye'nin parçalanmasının, İsrail'in işgal politikasına yarayacak bir gelişme olduğu açık. Bu planda her Arap devletinin nasıl parçalanacağı inceden inceye hesaplanmıştır. Suriye'nin bölünmesinde de kullanılacak unsurlar yine azınlıklardır. Bugün Suriye ordusunun büyük bölümü Sünni olmakla beraber, başlarında Alevi subaylar da vardır. Bunun uzun vadedeki önemi büyüktür ve bunun için ordunun rejime sadakati kısa ömürlü olmaktadır.

"İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye'nin, temelde Lübnan'dan hiçbir farkı yoktur. Bugün Suriye'de Sünni çoğunluk ile iktidardaki Alevi azınlık (nüfusun yalnızca %12'si) arasında sürmekte olan iç savaş, ülkedeki sorunun dev boyutlarını gözler önüne sermektedir." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.4)

Ortadoğu'da Lübnan'dan Sonra Parçalanan İkinci Ülke: Irak

"Irak bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bölük pörçük bir ülke olarak, İsrail için sağlam bir hedef olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha önemlidir." (The Zionist Plan For the Middle East, Israel Shahak, sf.97)

Ortadoğu'daki en büyük silahlı kuvvet olan Irak'ın gücü, Körfez Savaşı sayesinde eritilirken, ülkedeki Sünni, Şii ve Kürt grupların ülkeyi bölmesi sağlanmıştır.

"Irak, çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun %65'nin iktidara hiçbir siyasi katılımı yoktur. İktidar, %20'lik bir seçkin tabakanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık vardır. İktidardaki rejimin elinden, ordu ve petrol gelirleri alındığında Irak'ın gelecekteki durumu, Lübnan'ın geçmişteki durumundan farklı olmayacaktır." (The Zionist Plan For the Middle East, Israel Shahak, sf.4)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İsrail Dış İşleri Bakanlığı'nda üst düzey görevlisi olan Oded Yinon, 1982'de, Dünya Siyonist Örgütü'nün Kivunim adlı yayın organında yazdığı "İsrail için strateji" adlı yazıda Irak'ın 3'e bölünmesi planı şöyle açıklanıyordu.

"Irak etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünecek; kuzeyde bir Kürt Devleti; ortada bir Sünni ve güneyde Şii Devleti."

Bu hedef, Körfez Savaşı'nın ardından gelen gelişmelerle büyük ölçüde gerçekleşti. Bölgede İsrail'in ileri karakolu olan Çekiç Güç, bu parçalanmanın mimarlarından oldu.

Ortadoğu'nun kiralık lideri Saddam Hüseyin, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulması konusunda son perdeyi açtı:

"Saddam Hüseyin'in yıllarca sindirip asimile etmeye çalıştığı Kürtlere bir anda bağımsızlık yolunu açması, Irak liderinin Kürtler üzerinde değişik planlar yaptığı yorumuna yol açtı. Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani, Saddam'ın ülkenin kuzeyinde otonomi ilan eden Kürt ulusuna bağımsızlık hakkı tanıdığını ve bağımsız Kürt Devleti'ni ilk olarak kendisinin tanıyacağını açıkladığını bildirdi. Uzmanlar, Saddam'ın, Türkiye ve İran'daki Kürtleri de bağımsızlığa özendirmek isteyebileceğini ve böylece bu iki ülkede kargaşalıklara yol açma amacında olabileceğini belirttiler." (Sabah, 10 Mart 1993)

İsrail'in Mısır'daki Hedefi, Nil'e Ulaşmak...

"Bugünkü iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hıristiyan alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak, İsrail'in 1980'lerde batı cephesinde güttüğü başlıca siyasi hedefidir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)

Sedat'ın Mısır'ı yeniden Faruk dönemindeki "yeni sömürge" konumuna döndürmesine karşılık, Sina Yarımadası ödül olarak bu ülkeye geri verilmişti. Ne var ki, İsrail'in gözünde bu pek de kalıcı bir durum değil: "İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji rezervi olarak olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağlamak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacaktır. Mısır içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır. Dolayısıyla, 1967 Savaşı sonrasındaki yerine itilebilir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)

Yinon, yazısının devamında Mısır'ın nasıl bölüneceğini anlatırken, bu olayın gerçekleşmesinin Kuzey Afrika'da bir domino etkisi yaratacağını belirtiyor:

"Mısır birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimleriyle varlıklarını sürdürmeyip Mısır'ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve merkezi hükümetten yoksun birtakım zayıf devletlerin yanıbaşında kurulacak bir Hıristiyan Kopt Devleti tasarısı, ancak barış anlaşması ile ertelenebilen, fakat uzun vadede kaçınılmaz görünen bir tarihsel gelişmenin anahtarıdır. Bugün Müslüman Arap dünyasındaki en parçalanmış devlet olan Sudan, birbirine düşman dört gruptan oluşur: Arap olmayan Afrikalılar, putperestler, Hıristiyanlar ve bunların oluşturduğu çoğunluk üzerinde azınlık egemenliği kurmuş olan Sünni Müslüman Araplar. Öte yandan Mısır'da, ülke genelinde çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlara karşılık, Yukarı Mısır'da güçlü olan yedi milyonluk Hıristiyan azınlık bulunmaktadır. Bunların hepsi kendi devletlerini kurmak isteyeceklerdir ve bununla da Mısır ikinci bir Hıristiyan Lübnan gibi olacaktır."

Bu arada, İsrail'in Mısır üzerindeki hesaplarının bir bölümü de Etiyopya'daki Nil'in suyunu kesecek olan baraj projesiyle sürüyor.

İsrail İçin Kısa Vadeli Bir Hedef: Ürdün

İsrail, bugün kontrol altında tuttuğu Ürdün'ü kısa zamanda parçalayabileceğini düşünüyor. Zamanı geldiğinde Ürdün'ü ele geçirmek için, ülkede azımsanmayacak bir nüfusa sahip Filistinlileri kullanmayı hesaplıyor. İsrail'e göre Filistinliler, ülkedeki siyasi otoriteye karşı ayaklandırılacak, hatta iktidara geçirilecekler. Bu sırada İsrail devreye girecek ve klasik metodlarıyla Ürdün'ü topraklarına katacak:

"Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa vadede yakın bir stratejik hedeftir. Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var olabilmesi mümkün değildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta Ürdün'ün bugünkü rejiminin tasfiye edilip, iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir." (Kivunim, Oded Yinon, Ocak 1982, sayı 14)

Anlaşılan İsrail, Ürdün'e pek sadık değil, zamanı gelince onu da tasviye etme düşüncesinde...

"Ürdün'deki Haşimi Monarşisi, çöl ortasındaki çok sınırlı kaynaklarıyla, Suudi parasına ve ABD-İsrail askeri şemsiyesine bağımlılığıyla hiç de kendi başına egemen değildir. Öte yandan, kamplarda yaşayan Filistinli çoğunluğun üzerinde kurduğu yönetim biçimi, bütün devlet hizmetlerini görenler onlar oldukları halde, alabildiğine zalimcedir. Filistinlilerin siyasi söz hakları yoktur ve İsrailliler tarafından Batı Şeria ve Gazze'den bir kez atıldıktan sonra, artık her gün Ürdün polisi tarafından çağrılarak huzursuz edilirler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.113)

Ürdün'deki Haşimi rejiminin devrilmesi, Siyonist lider Jabotinsky'nin 'nüfus transferi' olarak adlandırıldığı politikadan yola çıkarak hazırlanmıştır.

"Şeria Nehri'nin doğusundaki rejimi değiştirmek, batısında Arapların yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki sorunların çözümünü de sağlayacaktır. İster savaşta, ister barışta, bölgelerden göç ile bölgelerdeki ekonomi ve doğum ölüm oranlarındaki durgunluk, nehrin her iki yakasında da ortaya çıkmakta olan değişimin güvencesidir ve bizler de bu süreci en yakın gelecekte hızlandırmak için çalışmalıyız. Özerklik planı ya da başka her türlü uzlaşma veya bölgelerin paylaşılmasında olduğu gibi reddedilmelidir, çünkü bu ülkede şimdi olduğu gibi iki ulusu birbirinden ayırmadan, yani Arapları Ürdün'e, Yahudileri de nehrin batısındaki bölgelere göndermeden var olmayı sürdürmek mümkün değildir." (The Zionist Plan For The Middle East, Israel Şahak, sf.10)

İsrail'in Vazgeçmeyeceği Hedefi: İşgal

"1950'lerde, Arap devletlerinde sömürgeye karşı başkaldırı başlayınca, İsrail bu sorun için jeopolitik bir strateji belirledi. Bu strateji doğrultusunda; Lübnan'daki Falanjistlerle, Yemen'deki kralcılarla, Güney Sudan'daki direnişçilerle ve Irak'taki Kürtlerle ilişkiler kuruldu. Ortadoğu'da Maruniler, Dürziler, Kürtler gibi Arap ya da Müslüman olmayan gruplar, politik bağımsızlıklarını kazanmak için İsrail'le dostluk kurmaları gerektiğine inandırıldı. Bu yaklaşım İsrail'in Ortadoğu politikasının temelini oluşturdu." (The Israeli Connection, Benjamin-Beit Hallahmi, sf. 8)

Üstteki satırlarda ifade edildiği gibi, İsrail, Ortadoğu'da çok uzun süredir "kendisiyle iş birliği yapmaları gerektiğine inandırdığı" etnik ya da dini azınlıkları kışkırtma stratejisi güdüyor. Sonuçta büyük kapsamlı bir işgali hedef alan bu stratejinin aşamaları, zamana bağlı olarak uygun şartlar oluşturuldukça sahneye konuyor:

Yüzbaşı rütbesini taşıyan bir haham, Lübnan'ın işgali ile ilgili olarak, 5 Temmuz 1982 tarihli Ha'aretz gazetesine şu açıklamayı yapıyor: "Bu savaşı ve bizim burada oluşumuzu doğrulayan Kitab-ı Mukaddes'in asıl kaynaklarını hatırdan çıkarmamak zorundayız. Burada bulunuşumuz bir Yahudi olarak görevimizi yerine getirmek içindir." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.101)

"Bu stratejiden çıkan sonuç, Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, ancak bu arada uygun güçler dengesi, ani ve yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumu beklendiğidir." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf. 109)

İsrail Ortadoğu'daki stratejisinin devamı için gereken kaos ortamını bölgede Mossad'a çalışan liderler sayesinde devamlı olarak canlı tutabilmektedir. Kaos ortamı, bölgedeki diğer ülkelerin de, Irak ve Lübnan örneklerindeki gibi etnik ve dini farklılıklara göre ayrılması için daha kolay senaryolar oluşturmasını sağlayacaktır. İzlenen stratejinin birinci aşaması sona erdiğinde, Ortadoğu'da, ekonomik olarak zayıf, politik olarak dışardan güdüme açık, daha çok nüfuz alanı niteliğindeki birçok ülke ortaya çıkmış olacaktır.

Tüm bunlar olurken, bir yandan da İsrail'in bölge ülkelerine oranla kat kat büyük olan silahlı kuvvetlerinin gücü daha da artırılıyor:

"İsrail'in kısa ve orta menzilli olmak üzere en az 100 tane nükleer silahı ve iki nükleer reaktörü var. Birincisi Nahal Soreq'te IRR-1, diğeri Dimona'daki IRR-2. Özellikle Dimona'daki reaktör İsrail'in askeri nükleer programının kaynağıdır." (L'Evenement du Jeudi, 7-13 Ocak 1993)

İsrail'in bu denli yoğun bir şekilde silahlanması, izlediği stratejinin ikinci aşamasının daha kolay gerçekleşebilmesi içindir. Bu aşamada bir devletçikler mozaiği görünümünü almış bölge, yeni bir senaryoyla, İsrail tarafından kolaylıkla yutulacaktır. İsrail'in bu düşüncesi eski Dış İşleri Bakanı şimdiki Başbakanı Ariel Şaron tarafından şu şekilde dile getirilmişti:

"İsrail süper bir askeri kuvvettir. Avrupa'nın bütün kuvvetleri biraraya gelse, bize ulaşamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum'dan Bağdat'a ve Cezayir'e kadar uzanan bölgeyi ele geçirebilir." (Yediot Aharanot, 26 Temmuz 1973)

Son operasyonu tamamladığı zaman İsrail, Ortadoğu'da Tevrat'ta da vadedilen Kutsal Toprakları işgal etmiş olacaktır.

"Aslında gerçekte ne kuzeydeki Dan, ne de güneydeki Beersheba, ne doğuda Ürdün ne de batıdaki Kenan ve Pelesketh toprağımızın tam sınırlarını çizmiyor. Büyük Fırat, Uzakdoğu'ya uzanan büyük çöl, iki sıcak körfeziyle Kızıldeniz, muhteşem Akdeniz, sürekli çizgileriyle Lübnan ve Hermon, bunlar Büyük Filistin'imizin topraklarıdır. Yürüyerek doğuya doğru 40 günden ve batıya doğru 30 günden az zamanda gidilmesi mümkün olmayan, 1 milyon kilometre kadar, Almanya'nın 1.5 katı İspanya ve Fransa'nın toplam yüzölçümü kadar." (A Zionist Primer, Sundel Doniger, sf.67)

Bu noktada İsrail'in stratejisinin, etnik kökenlere dayanan ayrılık ve çatışmalar olduğu açık bir şekilde ortada. Bu kaçınılmaz sondan Ortadoğu'yu kurtarabilecek tek çare ise ırk, kabile, aşiret gibi ilkel kimliklerden sıyrılıp, birleştirici bir düşünce sistemine sarılmak olabilir. İslam ahlakı altında canlandırılabilecek bir yapı ancak, İsrail'in, yayılmacı amaçlarına karşı koyabilir.

Bu gerçeğin İsrail de farkında. O yüzden bir asırdır bölge, ırkçı liderlerden geçilmiyor! Arap ırkçılığı ile başlatılan parçalanma, daha da küçük birimlere indiriliyor. Bölge toplumlarına, İslam ahlakı yerine, Mossad'a çalışan Arap liderlerinin şoven ideolojileri kabul ettiriliyor. Bunun sonucunda kültürsüz, yoz kitleler kolayca yönlendiriliyor.

Önemli olan, her gün adım adım ilerleyen bu planı görebilmek. Osmanlı'nın parçalanırken yapılan gizli planları, menfaat peşinde koşan liderleri, partileri, provokasyon ve ajitasyonları, şimdi, yani aradan 80 yıl geçtikten sonra görebiliyoruz. Ama ya günümüzde olanlar?

Hele çok yakınımızda gelişen bir olay, Güneydoğu sorunu. İsrail, diğer Ortadoğu ülkelerini parçalarken, Kutsal Topraklarına dahil olarak kabul ettiği Güneydoğu Anadolu'da boş durmuyor elbette.

"... İsrail Savunma Bakanı'nın özellikle 'Türkiye bizim ilgi alanımıza girer' sözü, İsrail'in emperyalist emellerinin bir belirtisi olarak görülmekte, bu ülkenin yayılmacı ve saldırgan tutumunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu durum İsrail'in Ortadoğu'da barışı istemediğinin de bir belirtisidir." (Hayat, 13 Eylül 1982)

Ortadoğu için tek çözüm etnik kimlikleri gözetmeden İslam'ın birleştirici, bütünleştirici ruhuna dayalı olarak kurulacak bir birliktir. Bu, İsrail'i işgal altındaki topraklardan çekilmesi için ikna edecek bir yaptırım meydana getirecektir. Böylece, bölgede 50 yıldır akan kan duracak ve gerçek bir barış kurulacaktır.

Kuşkusuz İsrail'in var olma hakkı vardır. İsrailli Yahudilerin, atalarının topraklarında bugün de özgürce yaşama ve ibadet etme hakkı saklıdır. Bunlara saygı duyuyoruz. Sorun, İsrail'i yöneten Siyonist anlayışın, tüm Filistin'e egemen olmak istemesi, Filistin'deki (ve hatta diğer Arap ülkelerindeki) Müslümanların haklarını göz ardı etmesidir.

Buna dur denmesi için adil bir barışın yapılması, adil bir barışın yapılabilmesi içinse bunu taraflara empoze edecek üst bir iradenin var olması gerekir. Osmanlı'nın asırlar boyu Ortadoğu'ya sağladığı "Pax Ottomana"nın sırrı budur.

Barışa gidecek yolun bir diğer şartı ise, tarafların radikalizmden vazgeçmesi, aklı selim ile hareket etmesidir. Gerek İsrail'in acımasız işgal politikası, gerekse bazı radikal Filistinlilerin sivil İsraillilere karşı gerçekleştirdiği hunhar terör eylemleri yanlıştır.

Gerçekte aynı Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven, aynı ahlaki değerlere sahip olan Yahudiler ile Müslümanlar arasında bir çatışma olması çarpık bir durumdur. Filistin'de savaşan her iki taraf da bu gerçeği daha iyi düşünür ve kavrar ise, barışa giden yoldaki en önemli adımı atmış olacaklardır. İsrailliler, Müslümanları, 3 bin yıl önce Filistin'de yaşayan barbar putperest kavimlerden (örneğin Amelek'ten) söz eden Tevrat pasajlarına göre yorumlamak yanılgısından kurtulmalı, bunun yerine yine Tevrat'ta geçen, barışı, dostluğu ve uzlaşmayı öven pasajlara göre hareket etmelidirler. Müslümanlar ise, Allah'ın aşağıdaki hükmüne büyük özen göstermeli, İsrail'in yapmış olduğu tüm tecavüzlere karşı savunmasız insanlara saldırmak gibi bir adaletsizliğe başvurmamalıdırlar:

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)

İsraillilere Çağrı

Ortadoğu bir kez daha İsrailliler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalara sahne oluyor. İsrail ordusu, Filistinli sivillerin yerleşim birimlerini acımasızca bombalıyor, çocuklara ateş açıyor, Filistin'i yaşanmaz hale getirmeye çalışıyor. Filistinli bazı radikaller ise, İsrail'in sivil halkını hedef alıyor, masum çocukları veya kadınları hedef alan korkunç intihar saldırıları ile dehşet saçıyorlar. Müslümanlar olarak bizim temennimiz, her iki tarafın da öfkesinin ve nefretinin dinmesi, akan kanların durması ve Ortadoğu'ya barış gelmesidir. İsraillilerin masum insanları vurmasına da, bazı radikal Filistinlilerin teröre başvurarak masum İsraillileri bombalamasına da karşıyız.

Bizce bu çatışmaların sona ermesinin ve Ortadoğu'ya gerçek bir barışın gelmesinin en önemli şartı, her iki tarafın da kendi inançlarını samimi ve doğru bir şekilde anlaması ve uygulamasıdır. Çünkü İsrail-Filistin çatışması, Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki bir "din savaşı" kimliğine bürünmüş durumdadır. Oysa böyle bir din savaşının yaşanması için hiçbir neden yoktur. Yahudiler ve Müslümanlar, aynı şekilde Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven ve sayan, aynı ahlaki prensiplere sahip olan insanlardır. Birbirlerine düşman değildirler; aksine ateizmin ve din düşmanlığının yaygın olduğu bir dünyada birbirlerinin müttefikidirler.

Bu temel prensip üzerine, İsraillilere (ve tüm Yahudilere) çağrıda bulunuyoruz:

1) Müslümanlar ve Yahudiler, tüm evrenin ve canlıların Yaratıcısı olan tek bir Allah'a inanmaktadırlar. Hepimiz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz. O halde neden birbirimize düşman olalım? İnandığımız kutsal kitaplar birbirinden farklıdır; ama hepimiz o kitaplara Allah'ın vahyi olduğuna inandığımız için uyuyoruz. O halde neden birbirimize cephe alalım?

2) İsrailliler Müslümanlar yerine, ateist veya putperest insanlarla mı birarada yaşamayı tercih ederlerdi? Kitab-ı Mukaddes, putperestlerin Yahudilere yaptıkları korkunç zulümleri anlatan pasajlarla doludur. Ateist ve dinsizlerin (örneğin Nazilerin, antisemit ırkçıların veya Stalin Rusyası gibi komünist rejimlerin) Yahudilere uyguladıkları korkunç soykırım ve zulümler de ortadadır. Söz konusu dinsiz güçler, Yahudilerden Allah'a inandıkları için nefret etmişler ve bu yüzden onlara zulmetmişlerdir. Hem Müslümanlara hem de Yahudilere düşman olan söz konusu ateist, komünist veya ırkçı güçlere karşı, iki dinin mensupları aynı safta değiller midir?

3) Müslümanlar ve Yahudiler, aynı peygamberleri sevmekte ve saymaktadırlar. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Musa veya Hz. Davud Yahudiler için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir. Bu mübarek insanların üzerinde yaşadıkları ve Allah'a hizmet ettikleri topraklar, Yahudiler için ne kadar kutsal ise, Müslümanlar için de o kadar kutsaldır. O halde neden bu toprakları gözyaşına ve kana boğalım?

4) İsrail'in temel değerleri biz Müslümanlar için de kutsaldır. "İsrail" kelimesi, Kuran'da övgüyle anlatılan ve tüm Müslümanların saygıyla andıkları Hz. Yakub'un ismidir. Hz. Davud'un altı köşeli yıldızı, bizim için de bir peygamber sembolüdür. Sinagoglar, Kuran'a göre Müslümanların koruması gereken ibadethanelerdir. (Hac Suresi, 40) Şu halde iki dinin mensupları, neden birarada ve barış içinde yaşamasınlar?

5) Tevrat Yahudilere yeryüzünde toprak işgal etmeyi ve kan dökmeyi değil, barış ve huzur sağlamayı emretmektedir. İsrail soyu "milletler üzerine bir ışık" olarak tarif edilmektedir. Haham Dovi Weiss'in dediği gibi;

Sonsuz Kudret Sahibi Allah, Yahudi halkına, dünyanın üstündeki tüm insanlarla ve uluslarla barış içinde yaşamayı emretmiştir. Bizim görevimiz kolaydır: Her zaman için Yaratıcıya mütevazice kulluk etmek. Tevrat'a inanan Yahudiler olarak, hangi insan veya insan grubu acı çekerse, onlara merhamet hissetmek ve göstermekle sorumluyuz. (http://www.netureikarta.org/speeches.htm)

Eğer İsrailliler Filistinlilere bugün davrandıkları gibi davranmaya devam ederlerse, bunun hesabını Allah'a veremeyebilirler. Masum sivil İsraillileri öldüren Filistinliler de, bu cinayetlerinin hesabını veremeyebilirler. Her iki tarafı da şeytani bir şiddete sürükleyen bu çatışmalara bir son vermek, Allah'ın rızasının gereği değil midir?

Yahudileri tüm bu gerçekler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. Allah biz Müslümanlara, Yahudileri ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" davet etmeyi emretmiştir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Al-i İmran Suresi, 64)

Bizim, Kitap Ehli olan Yahudilere çağrımız da budur: Allah'a iman eden ve O'nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir "iman" kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah'ı sevelim. O'nun emirlerine uyalım. Ve Allah'ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim. Birbirimize ve yeryüzüne husumet, gözyaşı ve kan değil, sevgi, merhamet ve barış getirelim.

Filistin sorununun ve dünyadaki daha diğer pek çok kavganın çözümü burada yatmaktadır. Gelin, hep birlikte bu çözüme ulaşalım. Öldürülen ve acı çeken bunca masum insan, bunun son derece acil bir görev olduğunu her gün bize hatırlatan bir işarettir.