Son Durum
Bu kitabın ilk baskısı Bosna'daki savaşın Dayton Anlaşması ile sonuçlanmasından 1.5 yıl sonra yayına hazırlanmıştı. Sırbistan lideri Slobodan Milo§evi¡ büyük bir halk muhalefeti ile karşı karşıyaydı ve yapılan yerel seçimlerde muhalefet büyük bir başarı elde etmişti. Ancak bu seçimler Milo§evi¡ tarafından iptal edilmişti ve muhalefet isyan bayraklarını açıp Belgrad sokaklarını aşındırmaya başlamıştı.
Kitabın 2. baskısının hazırlandığı günlerde ise, Dayton Anlaşmasının üzerinden altı yıl geçmiş ve kitabın ilk baskısında yapılan ileriye dönük projeksiyonlar ardı ardına gerçekleşmiştir: 1997 yılında yapılan ilk baskıda da söylediğimiz gibi, Milo§evi¡'in iktidarı uzun sürmedi ve -Milo§evi¡'ten bir farkı olmadığını vurguladığımız- muhalefet iktidarı ele geçirdi. Peki bu 4.5 yıl içinde neler oldu?
Dayton’un Ardından Bosna
Kitap boyunca da üzerinde durduğumuz gibi Dayton, eşitlik ve adalet üzerine inşa edilmiş bir barış anlaşması değildi. Sırpların eline geçen topraklarını, Hırvat ordusunun da desteği ile birer birer geri almaya başlayan Boşnaklar, daha önceden dış güçler tarafından belirlenen sınıra ulaştıklarında, ABD’nin ısrarlarıyla müzakere masasına oturmaya zorlanmışlardı. Aliya Izzetbegovi¡ ise hiç istemediği halde, sadece savaşa son vermenin ve akan kanları durdurmanın başka bir yolu olmadığına inandığı için bu anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı. Dayton Anlaşması'nın imzalanmasınından yaklaşık bir ay önce, Cenevre’de yapılan görüşmelerin ardından, Turkish Daily News’da yayınlanan ‘The Bitter Taste of Peace’ (Barışın Acı Tadı) adlı yazısında Izzetbegovi¡, barış masasına oturmaktan başka çareleri kalmadığını şu sözlerle aktarmaktaydı:
... Bunu başarabilmek için tek bir alternatif var: Askeri gücümüzü kullanarak askeri bir zafer kazanmak, savaşa devam ederek Bosna’yı birleştirmek. Bunu başarabilir miyiz ve bu daha kaç kişinin hayatına malolacak? Kaç kişinin daha öldürülmesi, kaç kişinin daha sakat kalması ve daha kaç kişinin zorla topraklarından çıkarılması gerekecek? Biz küçük bir halkız... Bosna’yı yıkan şey etnik temizlik. Srebrenitsa, Zepa, Banja Luka’da geçtiğimiz aylarda yaşanan cinayetleri hatırlayın. Bosna ordusunun başarılarına rağmen, çok milletli bir toplum olan Bosna bugün geçen yıl olduğundan daha kötü bir halde. Savaşın devam etmesi durumu daha da kötüleştirmeyecek mi? Buna rağmen yine de gerekirse savaşabiliriz, ancak bundan başka hiçbir çözüm kalmadığından emin olmamız gerekir.74
BM yetkilileri savaş sonrasında da, huzur ve istikrarı sağlamak için bölgede kaldılar.
Daha fazla insanını kaybetmek istemeyen ve akan kanı durdurmaya çalışan Izzetbegovi¡’in bu isteği Dayton Anlaşması ile gerçekleşti. Ancak ateşkesin sağlanmış olması, Bosna’da tüm sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyordu. Dayton’la Bosna’yı kanlı bir savaşın ortasına iten koşullar ortadan kaldırılmamış, ancak bir süre için bu sorunların üzerine set çekilmişti. Bu barışın mimarları bölgeye kalıcı bir istikrar sağlamaktan ziyade, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda geçici bir sükunet ortamı oluşturdular.
Savaş öncesinde Bosna Hersek’in azınlıklarından olan Sırpların, savaş sonrasında Bosna Sırp Cumhuriyeti olarak kendilerine ait ve işgal ettikleri bölgeleri kapsayan bir devlet kazanıp meşru bir statü elde etmiş olmaları Dayton’ın en adaletsiz yönlerinden birisiydi. Savaş öncesinde Bosna’nın en büyük kitlesi olan Boşnaklar ise, Hırvatlarla ortak bir federasyon kurmaya zorlandılar. Dayton’ın getirdiği devlet yapısı, gerek askeri gerekse siyasi olarak Müslümanları Hırvatlara bağımlı hale getirdi.
Öte yandan Bosna-Hersek şehirlerinin bu üç etnik grup (Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar) arasında adaletsiz paylaştırımı da barış döneminin hassas konuları arasında yer almaktaydı. Bosna’nın büyük şehirlerinden Saraybosna ve Tuzla Boşnaklara bırakılırken, en büyük Müslüman katliamlarının gerçekleştirildiği Banja Luka, Sırpların denetimine bırakıldı. Boşnakların tarihi şehirlerinden biri olan Mostar ise, ünlü Mostar Köprüsü sınır alınarak Hırvat ve Boşnak halk arasında bölündü.
Yakın tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Bosna Savaşı, Dayton'da yapılan barış görüşmeleri ile son buldu. Yukarıda Boşnak, Hırvat ve Sırp liderler dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher liderliğinde görüşmelere devam ederken görülmektedirler.
Ayrıca savaş boyunca Müslümanların katliamına sahne olan Doğu Bosna ve Drina Irmağı kıyısının Sırplara bırakılması, Sırpların hedeflerinin büyük kısmını gerçekleştirmeleri anlamına gelmekteydi. Böylece Sırplar gerçek sahiplerini katlettikleri bu topraklara kendi halklarını yerleştirmişler ve Müslümanları tamamen bu topraklardan çıkarmayı başarmışlardı.
Devlet yönetimi için oluşturulan sistem ise baştan aşağı eksikliklerle doluydu. İlk bakışta her ne kadar Boşnak halkının bağımsız bir devleti varmış gibi gözükse de, yönetim “uluslararası örgütlerin” idaresine devredildi. Dayton’la birlikte Bosna toprakları iki entiteye bölündü: Boşnak ve Hırvatlardan oluşan Bosna-Hersek Cumhuriyeti ve Bosnalı Sırpları temsil eden Bosna Sırp Cumhuriyeti. Ancak asıl yetki uluslararası kuvvetleri temsilen bölgede bulunan Yüksek Temsilci’ye bırakıldı. Bu temsilcinin yetkileri arasında; seçimlerin düzenlenmesi, parlamentoda alınan kararların iptal edilebilmesi, devlet başkanlarından birinin uygulamaya koyduğu bir maddenin yürürlükten kaldırılabilmesi, yatırımların nasıl ve hangi bölgeye yapılacağının belirlenmesi, hangi bölgenin öncelikli olarak kalkındırılacağının tespit edilmesi, savaşın yerle bir ettiği şehirlerin nasıl bir planla yeniden inşa edileceği kararının verilmesi gibi Bosna yönetiminin iç işlerine doğrudan müdahele anlamını taşıyan fonksiyonlar vardı.
Tüm bunların yanı sıra Dayton’la garanti altına alınan mültecilerin geri dönmesi, seçim kayıtlarının herkesin savaş öncesindeki ikametlerine göre yapılması, savaş suçlularının cezalandırılması gibi hususların hala hayata geçirilememiş olması da Dayton’un bölgeye istikrar getirmekte aciz kaldığını ortaya koymaktadır.
Kısacası Dayton Anlaşması bölgede siyasi, stratejik ve askeri olarak bir istikrar sağlayamadı.
Yine de, savaş öncesi sahip oldukları toprakların büyük çoğunluğunu kaybeden, ekonomik olarak ciddi bir darboğazın içine itilen, askeri olarak yapılanmasını tamamlayamayan Müslüman Bosna Devleti, Dayton Anlaşması'nın bir eseridir. Ancak elbette bu durum Bosna Devleti için bir son değil, yepyeni bir başlangıçtır. Mevcut siyasi ortamın iyi değerlendirilmesi ve Bosna-Hersek jeopolitiğinin iyi bir planlama ile kullanılması bu noktada büyük önem kazanmaktadır.
Sırp Saldırganlığı Devam Ediyor
NATO, BM ve ABD tarafından Bosna’da kurulan düzen her an yeni çatışmalara ve bunalımlara açıktır. Günümüzde hem Hırvat hem de Sırp milliyetçisi gruplar faaliyetlerini yoğun olarak devam ettirmektedirler. Farklı etnik gruplar arasında zaman zaman meydana gelen silahlı çatışmalar bölgede bulunan NATO bünyesindeki SFOR (İstikrar Kuvveti) tarafından önlenmektedir. Özellikle de Sırpların savaş boyunca yürüttükleri soykırımın ardından hak ettikleri cezayı almamaları, Balkanlar'da yeni gerilimlere neden olmaktadır. Bu durum yıllarca Sırp zulmüne maruz kalan halkta haklı bir tedirginlik ve gerginliğe neden olurken, diğer yandan zalimlere haksızlıklarını ve tecavüzlerini tekrar etmeleri için adeta bir fırsat sunmaktadır.
Gerginliklerin en önemli nedenlerinden birini mültecilerin durumu oluşturmaktadır. Dayton Anlaşması mültecilerin kendi topraklarına dönüşlerini koruma altına almıştı. Ancak buna rağmen Boşnakların büyük bölümü, Sırp tacizlerinden duydukları endişe nedeniyle evlerine dönüş yapamamaktadırlar. (Bilindiği üzere Müslümanlara ait pek çok toprak Dayton anlaşması ile Sırp tarafına bırakılmıştır). Yapılan araştırmalar yurtlarından sürülen yaklaşık 4 milyon insandan 857.000’inin halen evsiz ve yurtsuz olduğunu göstermektedir.75
1-Türkiye 23.06.20012-Türkiye 10.08.20013-Star 10.08.20014-Star 08.05.20015-Yeni Şafak 08.05.2001Savaş sonrasında da Sırp saldırganlığı tam anlamı ile son bulmadı. Müslümanların, savaş boyunca yıkılan camileri onarmak için başlattıkları pek çok girişim Sırplar tarafından engellenmeye çalışıldı.
Toplum hayatının bunun gibi daha pek çok alanında Sırp baskısı ve tehdidi yoğun olarak hissedilmektedir. Sırplar işledikleri bunca cinayetin ardından NATO’nun denetimi altındaki topraklarda rahatça dolaşmaya devam etmektedirler. Cezalandırılmak yerine, bir de hak etmedikleri bir devlet ile ödüllendirilen Sırplar zaman zaman Müslümanlara yönelik saldırılarda ve taşkınlıklarda bulunmaktan da çekinmemektedirler. Bunun en dikkat çekici örneklerinden birisi geçtiğimiz aylarda Sırpların yeniden inşa edilen camilere yönelik saldırılarıdır.
1995’de sona eren savaşın ardından Bosnalı Müslümanlar manevi değerlerini yeniden hayata döndürmek için çalışmalara başladılar. Savaş sırasında Sırplar tarafından yakılarak, bombalanarak veya dozerlerle yıkılarak yok edilen camilerin yerine birer birer yenileri inşa edildi. Ne var ki Müslümanların yeniden güçlenmeye başlaması Sırpları fazlası ile kızdırdı. Öfkelerine ve kinlerine hakim olamayan kimi Sırp milliyetçi gruplar, camilerin açılışı esnasında namaz kılan Müslümanların üzerine taşlarla ve sopalarla saldırdılar. Bu olaylar bir kez daha Sırpların Bosna'da Müslüman varlığına karşı tahammüllerinin olmadığını gözler önüne serdi.
Milo§evi¡’in Yargılanması Bir Şeyi Değiştirecek mi?
Daha önce de vurguladığımız gibi, bu kitabın ilk baskısı hazırlandığı sırada Bosna savaşının Sırp kasabı Slobodan Milo§evi¡ büyük bir halk ayaklanması ile karşı karşıyaydı. Muhalefet güçlenmişti. Sonunda Milo§evi¡, bu muhalefetin başını çektiği bir darbe ile devrildi, daha sonra da uluslararası savaş mahkemesinde yargılanmak üzere Lahey’e gönderildi. Bu darbe gazetelerde, televizyonlarda ve çeşitli tartışma programlarında Sırbistan'da "demokrasinin" kazandığı zafer olarak lanse edildi ve yeni lider Vojislav Ko§tunica'nın "demokratik" kişiliğinin altı çizildi. Yazılanlara göre Balkanlar'da artık Milo§evi¡'in neden olduğu kan ve gözyaşı dolu günler sona ermiş, barış ve huzur dolu bir hayata adım atılmıştı. Artık eski Yugoslavya halkını mutlu günler beklemekteydi.
Ancak bu haberlerin satır araları dikkatle incelendiğinde ve Bosna'da veya Kosova'da 90'lı yıllar boyunca yaşananlar tekrar gözden geçirildiğinde gerçeklerin hiç de yazılanlar gibi olmadığı kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü iktidar değişikliğinin Sırbistan'ın şiddet yanlısı milliyetçi politikasında bir değişiklik yapmayacağı, Milo§evi¡'in yerini bıraktığı yeni liderin kimliği biraz incelenince ortaya çıkmaktadır.
Kostunitsa en az Milo§evi¡ kadar, hatta ondan daha koyu bir Sırp ırkçısıdır. Bir demokrasi savunucusu kimliğiyle ön plana çıkan diğer bir muhalefet lideri Zoran \in|iç ise Sırp milliyetçiliğinin aktif militanlarından ve vahşi Çetnik ideolojisinin savunucularından biridir. Yani darbeyi yapıp iktidarı devralanlar, basında bize tanıtıldığı gibi demokratik, insan haklarına saygılı, barıştan yana kişiler değillerdir.
Nitekim yıllarca Sırp zulmüne maruz kalan Bosna-Hersek’in yöneticilerinin yaptığı açıklamalar da bu düşünceleri doğrulamaktadır. Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Zival¡ yaptığı açıklamada "yeni lider Vojislav Ko§tunica'nın da şiddetli bir ırkçı ve en az Milo§evi¡ kadar komünist olduğunu" ifade etmiştir. Zival¡, dünya basınına yansıyan ve Batılı ülkelerin yöneticileri tarafından alkışlanan bu darbeyi sadece bir koltuk değişikliği olarak nitelemekte, Sırbistan'da demokratik bir yönetime geçileceği yönünde bir inanca kesinlikle sahip olmadıklarını söylemektedir. Bir başka deyişle Boşnaklar için yeni lider en az Milo§evi¡ kadar tehlikelidir.
Miloseviç'in Lahey'de mahkeme önüne çıkarılması elbette çok önemli bir gelişmedir, ancak pek çok araştırmacı ve akademisyen bunun beklenen neticeyi vereceğinden kuşku duymaktadır.
Ko§tunica’nın geçmişi bu konuda oldukça aydınlatıcıdır. 1990'lı yılların başında "Sırpları, Hırvatlara ve Bosna-Hersek yönetimine karşı milliyetçi duygularını göstermeye" çağıran yeni lider Kostunitsa, Sırp milliyetçilerinin politikalarını şiddetle desteklemekteydi. Üstelik Milo§evi¡'in aksine tam bir Sırp olması nedeniyle Sırp faşistlerden de çok büyük bir destek görmüştü. ( Milo§evi¡ baba tarafından Karadağlı idi) Kostunitsa on binlerce masum insanın katili olarak tanınan ve savaş suçlusu ilan edildikten sonra ortadan kaybolan "Bosna kasabı" Radovan KaradΩi¡'i de gönülden destekleyenlerin başında geliyordu. Kostunitsa’nın bir diğer özelliği de bazı bölgelerde daha fazla toprak ve daha fazla yetki talep ettiği için Dayton’a karşı çıkmasıydı.
Kostunitsa’nın iktidara geçmesi ile birlikte Milo§evi¡’i Lahey’e götürecek olan süreç de başlamış oluyordu. Slobodan Milo§evi¡’in Lahey’de adaletin önüne çıkarılması, Balkan ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyada dikkatle izlendi. Ancak bu yargı sürecinin çok uzun yılar süreceği ve her oturumunun çok büyük tartışmalara neden olacağı daha ilk duruşmada ortaya çıktı. Bunun nedenlerinden biri Milo§evi¡’in mahkemeyi ve iddianameyi tanımadığını ifade etmesiydi. Ancak duruşmayı önemli kılan asıl sebep Milo§evi¡’in avukatlarından Branimir Gugl’un İngiliz The Telegraph gazetesine yaptığı bir açıklama oldu. Bu açıklamaya göre Milo§evi¡ yargı süreci boyunca savaşta kendisiyle gizli işbirliği yapan NATO yetkililerini ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlerin yetkililerini deşifre edecekti.
Milo§evi¡’in yargılama sürecinin çok büyük pazarlıklara sahne olacağı herkes tarafından bilinmektedir. Milo§evi¡’in iktidarda bulunduğu dönem boyunca Batılı devletlerle yürüttüğü karanlık ilişkilerin tamamının gün ışığına çıkacağını sanmak ise şüphesiz çok iyimser bir tahmin olacaktır. Çünkü bu ilişki, kitap boyunca detayları ile ele aldığımız gibi, tahmin edilenden çok daha karmaşık, çok daha kapsamlıdır. Bosna ve daha sonra Kosova’da yaşananların çok fazla sorumlusu vardır. Yıllarca Milo§evi¡’i politik ve ekonomik yönden destekleyenler; tüm dünya katliamları naklen izlerken sessiz kalanlar; Sırplara silah satarken, Bosnalı Müslümanlara ambargo uygulayıp, Müslümanların kendilerini savunma haklarını ellerinden alanlar; gizli NATO bilgilerini Sırp katillere sızdıranlar; güvenli bölgelerde katliam yürüten Sırp komutanları saklayanlar; Sırp komutanlarla içki sofralarında eğlenceler düzenleyenler... Eğer gerçek bir adaletten ve yargılamadan bahsediliyorsa, 1990’larda başlayan bu büyük soykırımın tüm sorumlularının yargı önüne çıkarılması gerekmektedir.
Balkanlar'da İstikrar Osmanlı Sistemi ile Sağlanabilir
Etnik ve dini farklılıklar nedeniyle her zaman için karmaşaya açık olan Balkanlar’da son 10 yıl içerisinde yaşanan olaylar ister istemez akla, Osmanlı’nın bölgede sağladığı düzeni getirmektedir. Osmanlılar döneminde de bölgenin bugünkü etnik ve dini çeşitliliği vardı, ancak dış güçlerin kışkırtmaları devreye girmediği sürece bölgede barış ve düzen hakim olmuştu.
Nitekim bu durum ABD Dışişleri Bakanı tarafından da dile getirilmişti. Bu olayı dönemin Dışişleri Bakanı Sayın Hikmet Çetin şöyle aktarmaktadır: “1992 yılında Bosna-Hersek konusunda bir toplantı yapılıyordu. Türkiye de çağrıldı. Milo§evi¡, KaradΩi¡ hepsi oturuyorlardı. Benim yanımda Amerika Dışişleri Bakanı vardı. Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış. Bana dönerek: ‘Siz bu felaket yerlerde nasıl kaldınız?’ dedi.76 Kuşkusuz ABD Dışişleri Bakanı’nın merak ettiği bu sorunun cevabı Osmanlı’yı Osmanlı yapan manevi değerlerde gizliydi. Osmanlı, günümüzün büyük devletleri gibi, hakimiyeti altına aldığı toprakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp sömürmemiş, bu toprakları medenileştirmek ve geliştirmek için özel bir çaba sarf etmiştir. Osmanlı döneminde ekonomik ve kültürel olarak ilerleyen toplumların pek çoğu Osmanlı’yı hep minnetle anmıştır. Örneğin yapılan bir araştırmada, Osmanlı’nın Sırbistan’dan aldığı vergi ve orada yaptığı yatırımın dökümü çıkarılmış ve genel bütçede Sırbistan’a Sırbistan’ın ödediği vergiden çok daha fazla pay ayrıldığı görülmüştür.77 Bu durumda Sırp dilinde yerleşik bir kavram olan ve Osmanlı dönemini kast eden, “devlet zamanı” deyimini yadırgamamak gerekir.
Bunun yanı sıra Osmanlı’nın, denetimindeki topraklarda din, dil ve ırk ayırımı yapmadan tüm vatandaşlarına eşit olarak sağladığı adalet ve hoşgörü de, söz konusu topraklarda istikrar ve huzurun hakim olmasını sağlamıştır. Örneğin Drina Irmağının doğusunun Avusturya-Macaristan, batısının Osmanlı’nın elinde olduğu dönemde, doğu tarafında yaşayanların hepsi Almanca konuşmak ve Katolik mezhebini benimsemek zorundaydılar. Bunu kabul etmeyenler çoğu zaman kılıçtan geçiriliyorlardı. Osmanlı topraklarında ise herkes kendi dilini konuşmakta ve kendi dinin gereklerini yerine getirmekte özgürdü. Bu nedenle Osmanlı’nın Balkanlar’da bulunduğu 500 yıl boyunca yaşanan etnik çatışmaların sayısı yok denecek kadar azdı. Yaşanan çatışmalar da Osmanlı’dan değil, Panslavist propagandalardan etkilenen bazı radikallerin çıkardığı olaylardan kaynaklanıyordu.
Osmanlı 500 yıla yakın bir süre Balkanlar'a nizam vermiştir. Osmanlı'nın Balkanlar'dan çekilmek zorunda bırakılmasıyla başlayan sorunlar bugün de halen devam etmektedir.
Bu tarihi gerçek aslında çok önemli bir hususun daha altını çizmektedir: Balkanlar’da kalıcı barışı ve huzuru sağlamak hiç de sanıldığı gibi zor değildir. Ancak bunun için önce bölge halkının haklarının ve farklı kimliklerinin tanınması ve buna göre bir düzenleme yapılması şarttır. Aksi takdirde her etnik grubun ve her ülkenin yalnızca kendi menfaatini düşündüğü ve bu doğrultuda adaletsizlikten ve haksızlıktan yana olduğu anlaşmalarla bir yere varılamaz. Bu tarz girişimler belki belli bir süre için Balkanlar'a sükunet getirebilir, ancak Bosna’da sönen ateş bir gün Kosova’da, öbür gün Makedonya’da yeniden alev alabilir. Nitekim Dayton Anlaşmasından sonra yaşanan süreç de bunu göstermektedir.
Türk Milleti Balkanlar’da barış ve huzurun sağlanabileceğini ispatlamış tek millettir. Balkanlar üzerindeki 500 yıllık geçmişi bunun ispatıdır. İslam ahlakının ve hukukun temel unsurlarından olan ve Osmanlı’da “Millet Sistemi” adıyla uygulanan, tek bir şemsiye altında her ırk, her din ve her dilden insanın hak, hukuk ve adalet içerisinde birarada yaşatılabilmesi bu başarının sırrıdır. Osmanlı bu başarıyı Kuran ahlakına olan sadakati ve bağlılığı ile sağlamıştır. Çünkü tüm dünyanın takdirini toplayan, bu sistemi yaşamış olan halkların razı oldukları ve halen özlemini duyduklarını her fırsatta dile getirdikleri bu sistem, aslında Kuran’da tarif edilen özgürlükçü ve insancıl bir sistemdir.
Allah Kuran’da Müslümanlara iyiliği, adaleti ve güzel ahlakı emretmiştir. Gerçek Müslüman, koşullar ne olursa adaletten ve haktan yana olan, zayıfı ve yoksulu koruyup kollayan, şefkatli, merhametli, yumuşak huylu, affedici ve hoşgörülüdür. Bu ahlakının gereği olarak da içinde bulunduğu ortama huzur ve güven verir. Dolayısıyla bu ahlakı mayasında taşıyan ve hayata geçiren Türk Milleti, bu yönü ile hem tüm milletlere örnek olacak, hem de bu ahlakı yaygınlaştırarak Bosna da dahil olmak üzere dünyanın pek çok yerinde zulme karşı çözüm oluşturacaktır.
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)