3. Bölüm: Batı PKK’yı, PKK ise Batıyı kullanıyor

100 yıllık plan

Yaklaşık yüz yıl önce kurgulanmış bir Ortadoğu senaryosu vardır. Bu senaryo asıl olarak bir kısım Evanjelik Hristiyanların İncil’e dayandırdıkları bir projeye göre şekillenmiş ve hatta uygulamaya geçirilmiştir. Bu plana göre Ortadoğu parçalanmalı ve bütün Müslümanların ve Musevilerin büyük bir kısmının katledileceği Armageddon savaşı başlamalıdır. Çünkü bu savaş, Evanjelik inanca göre Hz. İsa (as)’ın yeniden dünyaya geliş alametidir ve mutlaka gerçekleşmelidir. (Gerçekte söz konusu savaş ahir zaman alameti olarak geçmektedir. Bu savaşın gerçekleşeceğine inanan Evanjeliklerin bilmediği şey ise, Armageddon savaşının çoktan yaşanıp bitmiş olduğudur. 2003 Irak savaşı, İncil’de Armageddon olarak belirtilen, hadislerde ve Tevrat’ta da tüm alametleriyle tarif edilen ahir zaman alameti büyük savaştır. Bu konuyla ilgili ayrıntılar, Harun Yahya’nın Hristiyanlar Hz. İsa’yı Dinlesinler kitabının “Bazı Hristiyanların Armageddon Yanılgısı” bölümünden okunabilir.)

Kuşkusuz her Hristiyan böyle bir inanç ve beklenti içinde değildir; her Evanjelik de böyle bir beklenti içinde değildir. Ancak böyle büyük bir savaşın beklentisi içinde olan Evanjelikler sayıca çok fazla olmasalar da etkilidirler ve Ortadoğu üzerinde planları olan pek çok görüş ve kişiyle bu uğurda birlikte hareket edebilmektedirler. Söz konusu görüşün temel savunucusu ise günümüzde neo-conservative (neo-con) dediğimiz yeni muhafazakarlardır; özellikle Amerika’da Ortadoğu planları üzerinde çalışmaktadırlar.

Burada şunu belirtelim: Buradaki amaç söz konusu Evanjelikleri veya neo-conları eleştirmek değildir. Söz konusu kişiler inançları doğrultusunda en doğrusunu yaptıkları kanaatinde olabilirler. Buradaki amaç, bu hedef ve hedef için tespit edilmiş yol ve yöntemlerde bir takım hatalar olduğunu göstermek, Ortadoğu’da yapılacak hataların nelere mal olacağını gözler önüne serebilmektir. Eğer bu konudaki gerçekler gözler önüne serilirse, neo-conlar, Amerika ve Avrupa ile birlikte daha iyi ve barışçıl bir Ortadoğu inşa etmek çok daha fazla mümkün olabilecektir.

Kilit Coğrafya: Mezopotamya

100 yıllık plana geri dönülecek olursa, bu planın en önemli şartı, Ortadoğu ülkelerinin savaşa ve kargaşaya hazır hale gelebilmeleridir. Bu plan, özellikle Müslümanların kendi aralarında bölünmeleri ve hurafelere dayanan yanlış bir din anlayışı benimsemeleri nedeniyle kolay hayata geçirilebilmiştir. Ortadoğu şu an Osmanlı döneminden beri en büyük kargaşa dönemini yaşamaktadır. Fakat Ortadoğu planlarında asıl hedef Mezopotamya bölgesidir. Çünkü bu inanca göre Armageddon savaşı bu bölgede çıkacaktır.

Mezopotamya bölgesi, bilindiği gibi, Türkiye’nin Güneydoğusu, İran’ın güneybatısı, Irak ve Suriye’nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Söz konusu bölgenin önemli özelliği ise buranın etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bölge olmasıdır. Dolayısıyla geçmişten bu yana Evanjelik Hristiyanlar ve onların politik kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurabilmektir. Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa’nın kayıtsız şartsız müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa’nın tüm isteklerini yerine getiren bir piyon devlet olmalıdır.

Bu piyon devlet, böylelikle Batıya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak ve aynı zamanda da olması beklenen savaş için ortam, imkan ve mekan sunacaktır. Söz konusu savaş neticesinde bölge halkı muhtemelen ilk katledilecek toplulukları oluşturacaktır. Her ne kadar bu hedef açıkça söylenmese de, söz konusu inancın temelinde yatan temel düşünce bu esasa dayanır.

Plan aslında uygulamaya geçmiştir. Irak savaşı sonrası özellikle 36. Paralelin kuzeyinin güvenli bölge ilan edilmesinden sonra altyapısı hazırlanan Kürt Özerk Bölgesi, Irak topraklarında kurulmuştur. İçinde bulunduğumuz şu günlerde, Irak’ın daha da karışması Kürt Özerk Yönetiminin “bağımsızlık ilan edebiliriz” söylemlerine yol vermiştir. Nitekim Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı taktirde, özerk yönetim bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir. Fakat içinde bulunduğumuz günler bunun gerçekleşmesi için aslında erkendir. Çünkü benzer şartların İran, Suriye ve Türkiye’de de oluşması gerekmektedir. O zamana kadar Irak’taki Kürt Özerk Yönetim, kurulu bir devletin imkanlarıyla var olmaya devam edecektir.

Planın ikinci aşaması olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir. Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan etmekte, fakat Suriye’deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu olarak mevcut sistemlerine geri dönmektedirler. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir husus vardır. Batı ülkelerinin Suriye’deki Kürt bölgesine karşı aşırı hassasiyeti. Bunu bir başka başlık altında inceleyelim:

100 yıl önce kurgulanmış, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Irak, İran, Suriye ve Türkiye üzerinde kurulması planlanan bir Kürt devleti planı vardır. Bu coğrafyada Batı yanlısı bir piyon devlet oluşturulacak ve bu devlet vesilesiyle Evanjelik planlara zemin hazırlancaktır.

Batı’nın Kobani Hassasiyeti

2011’de başlayan Arap Baharı protestolarının özellikle Suriye’yi derinden vurup yıkıma götürdüğünü biliyoruz. Temelde beş ayrı bölüme ayrılmış olan ve hala parçalanmakta olan Suriye toprakları üzerinde güçlenen IŞİD (Irak Şam İslam Devleti veya yeni adıyla İslam Devleti), hatırlanacağı gibi, ülkenin stratejik bazı noktalarını ele geçirip Irak’a ilerlemişti. İlginçtir ki IŞİD, Suriye’de Rakka, Deyr ez Zor gibi hem petrol hem de sınır açısından stratejik bölgeleri ele geçirirken; Irak’ta Felluce, Ramadi ve nihayet Musul’u tümüyle ele geçirip Türkmen bölgeleri Tuzhurmatu ve Beylice’yi hakimiyeti altına almışken, Anbar vilayetinde ilerlemesini sürdürüp, başkent Bağdat’a oldukça yaklaşmışken sesini çıkarmayan Batı, IŞİD’in mevcut planlarını değiştirip Kürt bölgelerini hedeflemeye başlamasıyla harekete geçmiştir. İlk olarak Irak’ta Kürt bölgesine yönelik bir atak sezildiğinde, bu vakte kadar bütün çağrılara kulak tıkamış olan Batı hiç tereddüt etmeden bu bölgelerin korunması için bir koalisyon gücü hazırlamıştır. İkinci ve asıl hareketlenme ise IŞİD’in Kobani’ye yönelik saldırısında gerçekleşmiştir.

Hatırlanacağı gibi IŞİD, Kobani kantonunda, sivillerin geçişine izin verdikten sonra, o bölgenin kontrolünü elinde bulunduran PYD’ye yönelik bir gerilla operasyonu başlatmıştı. Koalisyon güçleri tereddütsüz ve oldukça seri bir biçimde PYD’nin(PKK terör örgütünün Suriye kolu) yanında yer aldı ve işgal altındaki bölgeleri bombalamaya ve PYD’nin silahlı gücü olan YPG’ye silah yardımı yapmaya başladı. Bu arada bütün Batı basını ağız birliği etmişçesine Kobani’yi gündem yapmakta, dünyada görülmemiş bir felaket yaşandığı izlenimi vermekte, ana akım TV kanalları neredeyse sadece bu konuyu dile getirmekteydi. Sosyal medyada, benzerine az rastlanır bir Kobani’ye destek kampanyası başlatıldı. Sanki IŞİD’in ele geçirdiği topraklar sadece bu küçük kasabadan ibaretmiş gibi olağanüstü bir uluslararası ayaklanma başlatıldı. Oysa bütün bunlar olurken “İslami Devlet” kurduklarını açıklayan IŞİD, Rakka, Musul, Ramadi, Felluce gibi kilit şehirlerde kendi düzenini kurmuş, kendi ordusunu oluşturmuş, kendi eğitim sistemini müfredata almış, kendi kanunlarını devreye sokmuş ve kendi yargı sistemini kurmuştu. Fakat kimse bu bölgelerden bahsetmiyordu bile.

Bizler, kasaba veya şehir, köy veya ülke olsun hiçbir bölgede hiç kimsenin mağdur olmasını elbette istemeyiz. Kobani’deki halk bizim halkımızdır, nitekim Kobani işgalinin hemen sonrasında insani anlamda duyarlılık gösteren tek ülke Türkiye olmuş, iki yüz bine yakın Kobanili Kürt’ü mülteci olarak almış, onlar için adeta bir şehir inşa etmiştir. Dolayısıyla Kobani halkı koruma altına zaten alınmıştır.

Şunu da ayrıca belirtmek gerekir ki, bizlerin, koalisyon güçleri denen IŞİD’e karşı askeri eylem için oluşturulmuş birliğin de taraftarı olmamız mümkün değildir. Söz konusu koalisyonun IŞİD’i etkisizleştirmek için Musul, Rakka veya başka bir bölgeye yönelik askeri eylem içinde olmasını desteklemediğimiz gibi, Kobani’ye yönelik saldırıları da desteklememiz imkansızdır. Bölgeye çözüm ve barış silahla değil ancak akılcı bir ilmi yaklaşımla olabilir. Silah hiçbir zaman çözüm getirmemiştir, getirmesi mümkün değildir.

1. 26 Kasim 2010, Bugün2. 4 Nisan 2013, Aydınlık

3. 17 Ekim 2014, Hürriyet

4. 19 Ağustos 2006, Ortadoğu5. 17 Ekim 2014, Aydınlık

Planlanan Kürt devleti için Batının en büyük hatası, bunu PKK yoluyla yapacaklarına inanmak olmuştur. bu nedenle her fırsatta PKK’yı desteklemektedir. PKK’da bu durumdan faydalanmak için emperyalist bir görünüm almış, özellikle ABD’yi en büyük müttefiki ilan etmiştir. Gerçekte ise her iki taraf da birbirini kullanma peşindedir.

Bu konu, ilerleyen sayfalarda detaylandırılacaktır.

Burada dikkat çekmek istediğimiz Batı’nın hassasiyet alanlarıdır. Koalisyon güçlerinin sadece Irak’taki ve Suriye’deki Kürt bölgelerinin ele geçirilmeleriyle hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçmeleri, Batı için en hayati noktaların bu bölgeler olduğunu bir kez daha teyit etmektedir. Suriye ve Irak topraklarının karışıklığa uğraması, parçalanıp bölünmesi pek de fazla ciddiye alınmamıştır. Çünkü plana göre, Ortadoğu’nun zaten çeşitli faktörlerle bu hale gelmesi gerekmektedir. Nitekim koalisyon güçleri Kobani’ye işgal edildiği gün tereddütsüz müdahale ederken, 4. yılına giren ve adeta bir trajediye dönüşen Suriye iç savaşına hiç ses çıkarılmaması bundandır.

Ama Kürt bölgesine zarar gelmemelidir. Batının Kürt bölgesi üzerine koruyuculuğu belki de en belirgin şekilde bu olaylar sırasında ortaya çıkmıştır. Ve şu an bu durum pek çok Avrupalı ve Amerikalı tarafından da açıkça dile getirilir olmuştur.

PYD Üzerine Spekülasyonlar

Suriye’deki PYD, tümüyle PKK’nın uzantısı olan ve Öcalan’ı lider kabul eden terörist bir yapılanmadır. Nitekim PYD lideri Salih Müslim konuşma ve mitinglerini Öcalan posteri altında yapmaktadır.

Kobani koruyuculuğu konusunda en dikkat çeken unsur ise Suriye Kürt bölgesinin yönetimini elinde barındıran PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat) üzerine yapılan spekülasyonlar olmuştur. Özellikle batı medyası ve bir kısım neo-con yazarlar tarafından yapılan bu yönlendirme kimi zaman kasıtlı kimi zaman da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu konuda pek az kişinin bildiği bazı unsurların açıklanması gerekmektedir.

PYD, 2003 yılında kurulan ve PKK’nın uzantısı olan bir örgüttür. Öcalan ve diğer PKK liderlerinin 1998 yılında Türkiye’nin baskısıyla, Suriye’yi terk etmek zorunda bırakılmalarından sonra geride kalan PKK’lılar tarafından kurulmuştur. Her ne kadar şu günlerde tıpkı PKK gibi emperyalizm maskesi takmış olsa da, yine tıpkı PKK gibi Leninist ve komünisttir. Her iki grubun da manevi lideri Abdullah Öcalan’dır. Resmi tanımlarında, PKK’ya bağlı bir örgüt olarak kuruldukları, Öcalan’ı ideolojik liderleri olarak kabul ettikleri ve Kongra-Gel’i (PKK’nın siyasi yapılanması) “Kürt Halkının en yüksek yasama organı olarak gördükleri” belirtilmektedir. Nitekim KCK soruşturması kapsamında 2012 yılında hazırlanan ikinci iddianamede PYD ile ilgili bilgilere de yer verilmiştir. İddianamede, Öcalan’ın Nisan 2011’de avukatları aracılığıyla Beşar Esad’a bir işbirliği mektubu gönderdiği, mektupta PYD’ye ülkenin kuzeyinde sağlanacak idari yetkiler karşılığında örgütün rejimi destekleyeceğinin ifade edildiği bilgisi yer almaktadır. 1

Yine 2014 yılı Ekim ayında Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi Türkiye’ye getirilen bir Rojavalı için YPG’li olduğu iddiasıyla “terör örgütüne” üye olmak suçundan hapis cezası vermiştir. Mahkemenin bu kararıyla ‘terör örgütü’ listesinde yer almayan PYD ve YPG, resmen ‘terör örgütü’ olarak kabul edilmiştir.

Nitekim PYD eş başkanı Salih Müslim verdiği konferansları Öcalan posterleri altında vermekte, YPG militanları ceplerinde ve evlerinde Öcalan’ın resmini taşımaktadırlar.

Bu konuda Emekli tümgeneral Armağan Kuloğlu’nun açıklamaları şu şekildedir:

“YPG başlı başına terör örgütü olarak kurulmuş bir terör örgütü değil. PKK’nın Suriye’nin kuzeyindeki bir uzantısı. Suriye’nin kuzeyindeki olaylar patlak verince, kuzeyde bir Kürt oluşumu ortaya çıktı. YPG’de o bölgenin kontrolünü sağlayan, oradaki halkı kontrol eden bir örgüt olarak PKK tarafından kuruldu. PKK’nın uzantısı, onun kontrolünde olan bir örgüt. PKK bir terör örgütü olduğuna göre, YPG’de bir terör örgütüdür.”2

İlginçtir ki, günümüze kadar neredeyse tüm siyasilerin bildiği bir gerçek olan ve PYD’nin kendisi tarafından açıkça ifade edilen PKK-PYD bağlantısı bugün her nedense bir kısım kişiler ve ülkeler tarafından inkar edilmektedir. Elbette Batı’da pek çok siyasetçi ve yazarın, Suriye’deki PYD gerçeğinden gerçekten habersiz oldukları da bir gerçektir. Onlara göre Türkiye’nin Güneydoğu’sunda ve Suriye’nin Kuzeyinde Kürt etnik kökeninde insanlar vardır ve bu insanlar sadece birer özgürlük savaşı vermektedirler. İşte bu bilgisizlikten dolayı, bu “özgürlük savaşçılarının” Türkiye tarafından neden tepkiyle karşılandığını, Kobani eylemleri sırasında neden Türkiye’nin o bölgedeki “Kürt savaşçılara” destek vermediğini anlamamaktadırlar. Kıyasıya Türkiye’yi suçlamakta ve Türk hükümetine yönelik bir “etnik ayırımcılık” suçlaması yöneltmektedirler. İşin ilginç yanı, Türkiye’deki siyasetçi ve yazarlar arasında bile bunu yapanlar vardır.

IŞİD’in Kobani’ye saldırması sonrasında neredeyse tüm Avrupa’da çeşitli gösteriler düzenlenmiş ve Türkiye’ye baskı uygulanmıştı. Oysa Kobani’deki idare, PKK’nın uzantısı olan PYD idi. Nitekim Kobani’ye destek için Avrupa’da yapılan eylemlerde de ön plana çıkanlar hep Öcalan posterleri ve PKK bayrakları olmuştu.

İşin gerçeği ise şudur: Kobani’de IŞİD’e karşı savaşanlar “Kürt savaşçılar” falan değil, PKK’nın uzantısı olan terörist bir gruptur. PKK, otuz yıldan fazla bir süredir Türkiye’de bölücülük propagandası yapmış, haince arkadan saldırmış, özellikle “Kürt vatandaşlarımıza” dehşet yaşatmış ve on binlerce askerimizi şehit etmiş kalleş bir terör örgütüdür. Böyle bir terör örgütüne Kobani’de Türkiye’nin yardım etmesini istemek, olağanüstü derecede bir şuur kapalılığı veya art niyet gerektirir. Türk hükümeti, kendisini yıllardır enseden vuran, ülkesini bölmeye çalışan, hain ve kalleş bir terör örgütüne elbette ki yardım etmeyecektir. Türkiye ordaki mazlum halkı zaten himayesine almıştır. Kobani’de IŞİD ile savaşanlar ise, Türk halkının otuz yıldan fazla bir zamandır düşmanı olan topluluğun ta kendisidir.

Kuşkusuz Türkiye’yi ayırımcılık yapmakla suçlayanlar sadece bu konuda bilgisiz olan kişiler değildir. PYD’nin gerçek mahiyetini çok iyi bilmesine rağmen, o bölgede bir Kürt devletinin oluşması için elinden geleni yapmaya hazır bir kısım istihbaratçılar, siyasetçiler ve yazarlar; buradaki durumu kendi lehlerine kullanma telaşı içindedirler. Nitekim bunu yapabilmek için neredeyse bütün ana akım medya kullanılmış, Avrupalı ve Amerikalı siyasetçilerden Türk hükümetine yönelik bu konuda ciddi eleştiriler umarsızca yöneltilmiştir. Defalarca Türkiye’nin neden YPG’li teröristlere yardım etmediği sorgulanmış ve Türkiye adeta bu dönemde uluslararası bir diktatörlük tarafından, uluslararası bir baskı altına alınmıştır. Türkiye şu anda, dünya tarihinde, “yıllardır vatandaşını öldürmüş eli kanlı teröristlere neden yardım etmiyorsun” diye sorgulanan belki de tek ülke konumundadır. Bu olağanüstü garip durum nedense kimse tarafından ciddi anlamda dile getirilememiş, Türkiye, özellikle uluslararası medya diktatörlüğü tarafından ustaca planlanan ve uygulanan bir karalama kampanyasının hedefi olmuştur.

Şunu belirtelim, PKK, Türkiye’nin güneydoğusunda yıllardır özellikle Kürt kardeşlerimizi baskı altına almıştır ve katlettiği insanların büyük çoğunluğu Kürttür. Aynı durum Suriye’nin kuzeyindeki Rojova bölgesi için de geçerlidir. Buradaki Kürt kardeşlerimiz, PKK’nın uzantısı olan PYD’nin dehşetli baskısı altında yıllardır ezilmektedir.

Nitekim Suriye iç savaşının ilk başladığı yıllarda, Rojova bölgesinden Türkiye’ye ulaşan ilk Kürt mülteciler, Cezire kantonundan gelmişlerdir. Bu kardeşlerimiz, açıkça Esad’ın zulmünden değil, PYD’nin zulmünden kaçtıklarını belirtmişlerdir. Nitekim PYD, Suriye’de Esad ile işbirliği içinde olduğundan söz konusu bölgelere o dönemde Esad’ın bir saldırısı olmamıştır. Sonrasında da ülkedeki karışıklığı fırsat bilenler, yıllardır maruz kaldıkları PYD zulmünden kaçabilmek için bu fırsatı değerlendirmiş ve Türkiye’ye sığınmışlardır. Dolayısıyla PYD, uluslararası camiaya vermek istediği görüntünün tamamen aksine, tıpkı PKK gibi, kendi halkına zulmeden ve kendi egemenliği altındaki topraklarda Leninist bir sistem kurmuş olan oldukça tehlikeli bir terör örgütüdür.

Suriye’deki Kürt bölgesi olan Rojava’da dindar Kürt halkı adına konuşan Suriye Kürt İslam Cephesi (Cephetül İslami Kurdi) Lideri Ebu Abdullah’ın, “Esed zindanlarından çıktık, PYD zindanlarına girdik, ikisi bizim için aynıdır” 3 sözleri oldukça büyük önem taşımaktadır.

Kobani konusunda Türkiye’ye yapılan eleştiriler ciddi şekilde mantık hezimeti içermektedir. Türkiye’nin Kobani’deki PKK’ya destek elbette vermeyecektir. Fakat bu sırada Türkiye, dünyada başka hiçbir ülkenin yapmadığını yapmış, Kobani halkının tümünü kabul etmiş, hatta onlar için adeta bir şehir inşa etmiştir. Kobanili Kürt kardeşlerimizin rahatı için Türk halkı ve askeri seferber olmuştur. Suriyeli Kürtler de, sırf IŞİD’den değil, PYD’den de kurtuldukları ve Türk topraklarında koruma altına alındıkları için sevinç gözyaşları dökmüşlerdir.

Nitekim Kobani’de yaşananların ardından dindar Kürtler PKK’yı asla tasvip etmediklerine dair çıkarmış oldukları basın bülteninde şöyle söylemişlerdir: “Hiç şüphe yoktur ki; Müslümanların Kobane’den tavşan gibi kaçan bu korkak çetelere (PKK’lılara) cevap verecek kuvvet ve kudreti vardır.” 4

Görülebileceği gibi Suriye Kürt bölgesi olan Rojova’daki Kürt halkı, idareyi elinde tutan PYD’yi bir bela gibi görmekte ve PYD’nin baskısından kurtulmak istemektedirler. Aynı durumun Türkiye için de geçerli olduğunu, Türkiye’deki Kürtlerle PKK’nın hiçbir zaman aynı kabul edilemeyeceğini, Türkiye’deki Kürtlerin de daima PKK’nın hedeflerinden biri olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekmektedir.

Suriye Kürt bölgesindeki söz konusu durumu delillendirmek için HRW (Human Rights Watch – İnsan Hakları İzleme örgütü) raporu da büyük önem taşımaktadır. Bu rapora göre bölgeye hakim PYD güçleri, keyfi tutuklamalar, yasal hakları ihlal ve faili meçhul ölümler ve kaçırılmalarla ilgili sorumlu tutulmaktadır. Cezaevlerindeki bir kısım suçlularla görüşen HRW, buradaki mahkumların herhangi bir tutuklama emri olmaksızın alıkonulduklarını, avukatlarıyla görüştürülmelerinin engellendiğini, yargı önüne çıkarılmadıklarını ve hapishanede sürekli yetkililer tarafından darba maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Çocukların ellerine silah verilip militan olarak kullanıldıkları ifade etmiş, bunların yanı sıra onlarca insan hakları ihlali sayılmıştır. Söz konusu değerlendirmede, PYD’nin doğrudan Türkiye’deki PKK Terör örgütünün bir parçası olduğu açıkça vurgulanmakta, Suriye hükümetinin iç karışıklıklar nedeniyle bölgeden çekildiği 2012 tarihinden beri bu örgütün yerel bir mahkeme, cezaevi ve polis ile keyfi uygulamalar yaptığı belirtilmektedir. Söz konusu uygulamaların endişe verici olduğu vurgulanmaktadır. 5

Bütün bunlardan yola çıkarak orada yaşayan Kürt halkının, PYD’nin zulmünden kaçarak 2011 yılından itibaren Türkiye’ye sığınıyor olduklarını çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Oradaki zavallı halk, bu bölgede hakimiyetini ilan etmiş bir Leninist terör örgütünden kurtulmaya çalışmaktadır. Bunun için Türkiye’yi tercih etmeleri, Türkiye’de güvende olacaklarını bilmeleri, söz konusu durumu çarpıtan ya da tam anlamayan Batı’ya önemli bir işaret olmalıdır. Türkiye, kendisine sığınan herkese büyük bir onur duyarak ve sevgiyle sahip çıktığı gibi söz konusu Kürt kardeşlerimize de en mükemmel şekilde sahip çıkmıştır ve güvenlik içinde yaşamalarını sağlamıştır. Fakat gelinen noktada, Suriye Kürt bölgesinde PYD terör örgütüne yardım etmediği için suçlanan Türkiye olmaktadır. Global medya diktatörlüğünün Türkiye aleyhine çabaları neticesinde, bu şaşılacak derecede garip durum pek çok kişi tarafından fark edilememektedir.

PKK’nın Emperyalizm Maskesi

PKK ve PYD destekçileri bu denli emperyalist görünür, doğrudan ABD’den yardım alır, Avrupa tarafından kayırılır, ellerinde Amerikan bayrakları taşırken, nasıl Leninist bir yapılanmadan bahsettiğimiz merak konusu olabilir. Sebep şudur: PKK ve uzantısı PYD, özellikle 1990’lı yılların başından itibaren ustaca bir maske takmıştır. PKK’nın o dönemlerde Türkiye’de aldığı güçlü yenilgilerin ardından adeta bir mecburiyet olarak izlediği bu strateji, ABD’nin Irak işgaliyle daha güçlenmiştir. O dönemde, Irak tezkeresine Türkiye’den izin çıkmamış ve bu karar ile Türkiye, Irak’a yönelik tüm müdahalelere kapalı hale gelmiştir. Dolayısıyla Irak Kandil dağında bulunan PKK kamplarına da müdahale imkanı kalmamıştır.

Bunu fırsat bilen PKK, özellikle ABD’ye karşı İran kozunu kullanarak bir ABD müttefiki görünümüne bürünmüştür. Aynı dönemde, güvenli bölge ilan edilen 46. Paralelin kuzeyindeki PKK kamplarına dönemin ABD yönetimi tarafından çeşitli yardımların ulaştırıldığı artık bir sır değildir. Dolayısıyla PKK, emperyalist bir Kürt milliyetçiliği hareketi olarak ortaya çıkmış ve önemli bir müttefik görünümüne bürünmüştür. ABD ve diğer koalisyon güçleri bu maskeye inanmış ve büyük Kürdistan planı için uygun bir aday olduğu kanaatine varmıştır. Emperyalist maske, bundan sonraki tarihler içinde de PKK’nın oldukça işine yaramıştır.

Bu maske o kadar inandırıcıdır ki, Ortadoğu’da bir Kürt devletini kendileri için avantajlı gören Batılılar, bu maskeye çok inanmak istemişlerdir. PKK bu ihtirası sinsice kullanmış ve bir anda şekil değiştirerek emperyalist söylemlere bürünmüştür. Bu görünüm, ülkemizdeki komünist ve aşırı solcuları bile aldatmış, onlar bile bu maskeye aldanmışlardır. Bu sinsi ve ustaca oyun, aslında çok bilinen bir komünist taktiktir. Bunu anlamak için önce tarihten örneklerine bakmak gerekir.

Örneğin Stalin, komünizm ideolojisinin en vahşi temsilcilerinden biridir ve komünizmin gereği olarak dine de keskin bir üslupla karşıdır. Stalin’in konuyla ilgili sözleri şöyledir:

"Biz dine karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda yapmakta devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmaktadır." 6

Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmanın gerekliliğinden bahseden aynı Stalin, 2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Rus Ortodoks Kilisesi ile bir akit imzalamış, on binlerce kilisenin yeniden açılmasına ve kilise liderliğindeki hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine izin vermiştir. Bunun yanı sıra güneyde Müslüman şeriatına izin verilmiş, doğuda Budizm desteklenmiş ve antisemitizme güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. Bu ilginç açılımın ise tek sebebi vardır: 2. Dünya Savaşı’nda komünizme karşı büyük bir tehdit olarak yükselen faşizmi ortadan kaldırabilmek ve Hitler’i mağlup edebilmek için başlatılan mücadeleye destek alabilmek. Nazilere karşı koyabilmek için Stalin, özellikle Kilisenin etkisini bu yolla uzun süre kullanmıştır.

Lenin ise, çöküşe giden Rus ekonomisini canlandırabilmek ve kapitalist ülkelerin seviyelerine ulaşabilmek için, ekonomide kısa dönemli bir politika değişimine gitmiş ve kapitalizmin ilkelerini takip etmiştir. Yeni Ekonomi Politikası (New Economic Policy – NEP) adı verilen bu düzenlemeye göre küçük işletmelerin kapitalizmde olduğu gibi kar mantığıyla devam etmesini içeren bir politikaya geçilmiştir. NEP politikası Bolşevikler arasında geçici bir düzenleme olarak görülmüş ve özellikle içinde barındırdığı kapitalist ekonomiye ait uygulamalar yüzünden parti içinde eleştirilmiştir. Komünist ekonomi anlayışının tamamen dışında bir politika olan NEP, bir mecburiyet olarak benimsenmiş ve yeterli ekonomik gelişme sağlandıktan sonra terk edilmiştir.Bugün, söz konusu taktiği Çin’in Hong Kong politikalarında da izlemek mümkündür.

Komünistlerin şekil değiştirme ve geri adım politikalarıyla ilgili bir başka örnek ise aile ve devlet konusundaki yaklaşımlarıdır. Önceki bölümlerde çok detaylı gördüğümüz gibi komünizm, aile ve devlete şiddetle karşıdır ve bu iki kurumu, komün toplumlarına geri dönüş mücadelesinde oldukça büyük engeller olarak görür. Fakat buna rağmen komünistler taktik gereği, aile kurumunu ortadan kaldırabilmek için öncelikle güçlü bir devletin var olması gerektiğini söylerler. Güçlü bir devlet için ise önce aile kurumunun güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle önce geri adım atarak aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir aşama sonra ise aile kurumu tamamen ortadan kalkar. Bir sonraki aşama ise devleti ortadan kaldırmaktır ki, aile ve din değerlerinin kalmadığı bir toplumda artık bu komünistler açısından çok kolay aşılacak bir safhadır.7

Komünist taktikler çoğu komünist lider tarafından istikrarla uygulanmış ve komünizmin kökleşerek yerleşmesi için gerekli görülmüştür. Bir başka deyişle güçlü bir komünist devlet için gereken her maske takılmıştır. Stalin’in kiliselere asla destek göstermeyeceği, Lenin’in asla kapitalist bir ekonomiye mahal vermeyeceği açıktır. Fakat ortam ve şartlar gerektirdiğinde, maske daima ustalıkla takılmıştır. Ve bu aldatıcı görünümden asla taviz verilmemiştir.

Şu anda aynı yöntem PKK tarafından da kullanılmaktadır. PKK, bölgede yerleşip özerklik elde edebilmenin yolunun Batı ile yakınlaşmak olduğunun farkına varmıştır. Komünist kimliği ile ortaya çıkmasının, dünya süper gücü ABD tarafından tepki çekeceğini ve bu tepkinin kendilerini kaçınılmaz bir başarısızlığa götüreceğini bilmektedir.

Ayrıca örgüt, şiddetle devlet sistemine karşı olmasına, devleti yok etmek üzere örgütlenmesine rağmen ağız değiştirmiş ve Türkiye Cumhuriyetinin varlığının kendileri için garanti olduğundan bahseder olmuşlardır. Bu da ayrı bir taktiktir. Planladıkları özerklik aşamasında Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının elbette kendileri için garanti olmasını, Türkiye devletini kendilerine para, silah, altyapı sağlayacak bir ana kaynak olmasını hayal etmektedirler. Dolayısıyla şu aşamada devletin varlığının önemi PKK ve PKK destekçileri tarafından sürekli olarak dillendirilir. Fakat gerçekte amaç, güçlenip bir devlet haline geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere civardaki tüm devletleri yok etmek ve komünist dünya devleti hedefine erişene kadar bu şekilde ilerlemektir. Dolayısıyla bu söylemler de bir taktikten öte değildir.

Emperyalizm Maskesi Altında Kadınlar

PKK, 1990lı yıllara gelindiğinde söz konusu taktik değişimini yaşaması ile birlikte, örgüte kadınları da almaya başlamıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. O sıralar örgüt içinde kopmalar meydana gelmiş, örgüt güçsüzleşmiş ve oldukça ciddi kayıp vermiştir. Dolayısıyla aslında partiye kadınların alınmasındaki temel amaç, erkek teröristleri teşvik için kadınların birer savaşçı olarak kullanılmasıdır. PKK, o tarihten itibaren kadınları savaşçılar olarak ortaya çıkarmış, erkek çoğunluk üzerinden bir rekabetin yolu açılmış ve erkekler bu yolla teşvik edilmişlerdir.

Bu tarihten sonra PKK, kadınları emperyalizm maskesinin de oldukça can alıcı bir parçası haline getirmiştir. Radikal düşünceler nedeniyle özellikle kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü Ortadoğu’da kendisini, kadın haklarından bahseden, kadınları ön plana çıkaran bir grup olarak göstermiştir. Batı için bu hassas bir noktadır; PKK ise bunu ustaca kullanmıştır. Batı’nın gözünde kadına önem vermeyen bağnaz bir coğrafyanın içinde kadın özgürlüğünden bahseden yegane topluluk olarak göze çarpmıştır.

Şunu belirtmek gerekir. Kadın özgürlüğü ve üstünlüğünün savunucusu olmak elbette şarttır ve dinimizin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu gerçek anlamda bu konuda geri kalmış bir coğrafyadır ve bunun en temel sebebi İslam coğrafyasının Kuran’dan uzaklaşıp hurafelere yönelmiş olmasıdır. Türkiye, özellikle kadınlara verilen değer konusunda mutlaka öncü olmalı ve Ortadoğu’ya mükemmel bir örnek teşkil etmelidir.

Burada eleştirilen nokta PKK’nın bu yöndeki söylemleri değil, ikiyüzlülüğüdür. PKK, kadınlara yönelik söz konusu söylem ve uygulamaları sadece Batıya yaranmanın en kolay yolu olduğu için tercih etmiştir. Gerçekte örgüt içindeki kadınların izahları, bu söylemlerin tam tersini işaret etmektedir.

PKK’lı kadınlardan Zelal kod isimli kişi, şu açıklamayı yapmıştır:

“Öcalan’ı yaklaşımı ve uygulamalarından dolayı eleştirdim. Örgüt içi demokrasiyi eleştirdim, kişilerin geriliğini eleştirdim... Beni iki ay hapse attılar. Hapisten çıktıktan sonra 500 kişinin olduğu bir ortamda, eğitim ortamında, Öcalan bana laf söylemişsin dedi. Tanrıyla öyle gelişigüzel konuşulmaz, laf söylenmez. Sen tanrıya laf atarsan çarpılırsın. Kendini tanrı yerine koyuyordu yani. Örgütten ayrılmak istedim, fakat ölümle tehdit ettiler beni. Hayatımda o kadar korkmamıştım.” 8

PKK’nın dönüşüm sürecinde örgütte faaliyet yürüten Bese kod adlı kişinin açıklaması ise şöyledir:

“PKK’ye ilk katıldığımda işte dağdaydım, silahım var, o halde ben özgürüm diye düşünüyordum. Ama ilerleyen zamanlarda gördüm ki özgürlük bu değildi. Çünkü kendime ait bir kimliğim yoktu, kişiliğim yoktu, düşüncelerimi istediğim gibi dile getiremiyordum., eleştiremiyordum. Örgütten ayrılmak istediğimde, ayrılamıyordum.” (Derinlemesine Mülakat, 2008) 9

Leyla kod adlı kişi ise şu açıklamaları yapmıştır:

“PKK’da kadının özgürlüğü adına, sembolik ve göstermelik düzeyde yapılanlar dışında pek birşey yapılmadı. Yapılanlarla da kadın özgürlüklerini biraz daha yitirdi. Çünkü kadın adına ideolojisini geliştiren , örgütlenmesini kuran, bütün kararları alan ve uygulayan bir erkek olan Öcalan’dı. Ben şahsen PKK’ya katılmadan once de özgürdüm. PKK’da benim bugüne ve yarına dair bireysel görüşüm yoktu, olamazdı da.” (Derinlemesine Mülakat, 2009) 10

Yazar Necati Alkan, konuyla ilgili olarak yaptığı gözlem ve röportajları sonucunda, kitabında şu açıklamalara yer vermiştir:

Necati Alkan, PKK’da Semboller, Aktörler ve Kadınlar kitabı

“PKK tarafından 1990lı yıllardan sonra çeşitli görev ve roller yüklenerek kadınlar, örgütü ayakta tutan temel güç haline gelmişlerdir. Görüşme yapılan kadınların tamamı, bu gücün örgütten ayrılması halinde “örgütsel yapının çökeceğini” dile getirmişlerdir. Ronahi, “kadınlar olmazsa, erkekleri örgütte tutamazsınız”, Beritan “erkekler kadın için dağda duruyorlar,” Ejin “Kadınlar olmasa bir tane erkek dağda olmazdı,” Revşen “kadın örgütten ayrılsın kimseyi tutamazsınız dağda,” Pelin “kadınlar ayrılırsa erkekler bir saniye bile dağda kalmazlar” sözleri bu bağlamda dikkate değerdir. 11

Nitekim Alkan’ın analizlerine göre PKK tarafından ilk yıllarda “özgürleştirilecek köleler” olarak görülen kadınlar, silahlı eylemlerde yer almaya başladıkları 1990’lı yıllarda “yoldaşlar”, intihar saldırılarında kullanılmaya başlandığı 1996 yılından sonra ise “tanrıçalar” olarak isimlendirilmişlerdir. Söylem olarak bu kadar yüceltilmelerine rağmen, örgüt içerisindeki uygulamalarında kadınların erkekler tarafından küçümsendikleri, eşit olarak görülmedikleri, kendilerine değer verilmedikleri anlaşılmaktadır. Örgütün söylemleriyle eylemleri arasındaki farklılıklardan rahatsızlık duyan, örgütün vaatleriyle uygulamaları arasındaki çelişkileri gören pek çok kadın bu dönemde örgütten ayrılmak istemiş, kimisi kaçmış, kimisi kaçmak üzereyken yakalanmış ve hain ilan edilerek cezalandırılmışlardır. 12

Kadınlar konusunda tüm göz boyamaların aksine PKK’lı kadınların “sadece kullanılmak” üzere yer aldıklarını söylemeleri kuşkusuz sürpriz değildir. Kadınlar, komünist düzen içinde daima değersiz varlıklar olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu, PKK için de böyledir. Nitekim Öcalan, Marksist/Leninist ideolojiden hareketle aileyi, hukuku, eğitimi, dini, aşiret kurumunu bir üs yapı kurumu olarak gördüğünden, kaleme aldığı ilk metinlerde kadını, ailenin içerisinde “erkeği düşüren, yozlaştıran“ biri olarak nitelemiştir. 13

Dahası komünizm, komünal sistemin özlemi içinde olan bir ideoloji olduğundan, böyle bir sistem içinde “kadının değeri” diye bir konu söz konusu dahi değildir. Özlem duyulan komün sisteminde tüm mal, eşyalar ve çocuklarda olduğu gibi kadın da ortak bir mal olarak değerlendirilir. Aile ve ahlak sisteminin olmadığı, her şeyin ortak paylaşım alanında sömürülmesi gereken bir meta olarak görüldüğü bir ortamda kadının bir “değeri” olmayacağı da anlaşılabilmektedir.

Emperyalizm Maskesi Altında Din

12 Ekim 2014, Taraf

PKK, aynı maskeyi din konusunda da kullanmaktadır. Genellikle batılı politikacı ve yazarlar, PKK tarafından “ılımlı” Müslüman görünümü ile aldatılmakta ve bu görünüm batıdan ciddi şekilde artı puan toplamaktadır. Batılı yorumcuların bazıları, Ortadoğu’nun radikalizm nedeniyle bir kan denizi haline gelmesini gerekçe göstermekte ve ılımlı sözlerle ortaya çıkan bir müttefiki, kendi normlarına oldukça uygun bulmaktadırlar. Nitekim yazar Bernard-Henri Levy, bunu şu şekilde açıkça belirtmektedir: “Söz konusu bölgelerde cinsiyet eşitliği, sekülerizme ve azınlıklara saygı ve İslam’ın modern, ılımlı ve ekümenik kavramını görmek mümkün; ki bunlar, bölgede oldukça nadir görülebilen özellikler.”14

İşte bu kilit ve göz boyayıcı unsurlar, iyi kullanılacak stratejik öneme sahip bir coğrafyada, iyi kullanılacak bir müttefiki Batı için oldukça değerli kılmaktadır. Oysa bu, PKK’nın aldatma yöntemlerinden bir diğeridir.

Kitabın başında detaylı ve delilleriyle belirttiğimiz gibi komünizm, ateizm ideolojisiyle birlikte ortaya çıkmış, tüm komünist liderler asıl olarak ateist propaganda yapmışlardır. Zaten kurulacak muhtemel komünist devlet mutlaka din, ahlak ve aile kavramlarını terk etmiş olmalıdır. Önceki bölümlerde “Tanrı’dan koptum, Tanrı’yı aştım” gibi sözlerle ortaya çıkan PKK lideri Öcalan’ın da dine bakış açısı detaylı anlatılmış (Allah’ı tenzih ederiz) ve zaten PKK da bu dinsizlik ideolojisi üzerine şekillenmiştir. Dolayısıyla PKK’nın, belirli bir tarihten sonra, ılımlı İslam algısını kullanması oynanan büyük bir oyundur. Bu yapılanma dinin her türlüsüne karşıdır. Fakat batıdaki bir kısım kişiler inanmak istediklerine inanmakta, yıllardır zihinlerinde resmettikleri modeli PKK’nın uyguladığını düşünmekte ve açıkça oyuna gelmektedirler.

Batıda Algı Operasyonları

1. 27 Kasım 2014, Washington Post

Bir teröristi adeta bir şefkat sembolü gibi göstermek, bunu dünyanın en büyük gazetelerinden birinde sunmak, medya diktatörlüğünün, Ortadoğu’daki planların parçası olarak hareket ettiğinin önemli bir delilidir.

Daha önce belirttiğimiz gibi bir kısım Batılı yazarlar 100 yıllık planın uygulamaya geçebilmesi için, bir kısmı da PKK’nın emperyalizm maskesine gerçekten inandığından yoğun bir algı operasyonu ve adeta bir mühendislik çalışmasına yönelmişlerdir. Elbette burada dünyaya hakim global medya diktatörlüğünden de bahsetmek gerekir. Şu anda dünyanın önde gelen ana akım medya organlarının destekleyecekleri ve karşı duracakları ülke, kişi, sistem, ideoloji ve kurumlar belirlenmiştir. Proje, gücü elinde tutanların desteklediğini desteklemek, desteklemediğini de alabildiğine kötülemek üzerine kuruludur. Global medyanın parçası olanlar hiçbir şekilde bunun dışına çıkamazlar. Verilen haberler bu doğrultuda verilmeli, köşe yazarları bu doğrultuda yazılar yazmalıdırlar. Söz konusu sistem bir diktatörlük olduğundan, bu kurallara uymayan mutlaka dışlanmaktadır. Tüm dünyanın bildiği fakat sessizce kabul ettiği bu sistemde algı mühendislikleri de ona uygun şekilde yapılmaktadır. Global medyanın idarecileri, kimi zaman hedefledikleri coğrafyada kullanabilecekleri bir kısım kişileri devreye sokup diledikleri hedefe kolayca ulaşabilmektedirler.

Global medya diktatörlüğü işte bu yöntemi özellikle son dönemlerde yoğun olarak PKK’ya yönelik olarak kullanmaya başlamış ve söz konusu algı yönlendirmenin etkisiyle bir kısım ülkeler PKK’nın terör listesinden çıkarılmasını bile dile getirir hale gelmişlerdir. Öyle ki, 30 yıldır Türk askerini, Kürt halkını acımasızca şehit etmiş olan, sadece kalleşçe arkadan saldırmayı bilen bu kahpe örgütün üyelerinin bir ayı yavrusunu severken resimleri gündeme oturmuş ve şu başlık atılmıştır: “Türkiye, ellerinde bir yavru ayıyı tutan bu adamı hala terörist zannediyor. Gerçekten öyle mi acaba?” 15

Bir teröristi adeta bir şefkat sembolü gibi göstermek, bunu dünyanın en büyük gazetelerinden birinde sunmak, bu algıyı oluşturmak için de genellikle Ortadoğulu yazarları seçmek işte kastettiğimiz mühendislik taktiğidir. Batı derin devleti, söz konusu taktiği o kadar kabaca, o kadar bilinen yöntemlerle ve o kadar aleni uygulamaktadır ki, asıl hedefinin anlaşılıp anlaşılmamasından çekinmemektedir. Ne de olsa söz konusu medya diktatörlüğünü eleştirebilen, söz konusu diktatörlüğe dur diyebilen yoktur.

Bu algı operasyonunun etkisi kuşkusuz çok büyüktür. Özellikle batı halkı, sadece bu yayınlardan elde ettikleri bilgilerle PKK’yı adeta mazlum bir topluluk olarak değerlendirmekte, zalim, kalleşçe sırttan vuran ve yıllarca mazlumları katletmiş ve kendi içinde de sayısız infaz gerçekleştirmiş son derece tehlikeli bir örgüt olduğunu fark edememektedir. Elbette bu operasyon neticesinde “Kürtlere zulmeden Türkiye” görünümünü de vermek oldukça kolay olmaktadır. Özellikle Batılılar Kürtleri PKK’nın temsil ettiğini zannetmekte, Türkiye’nin tüm Kürtlerden nefret ettiği sonucuna varmaktadır. Oysa Kürtler, Türkiye’nin şanı, şerefi, dürüstlüğü ve efendiliğinin sembolü olan eşi benzeri bulunmayan birer değeridirler. PKK ise, asıl olarak Kürt kardeşlerimize zulmeden, başta Kürt kardeşlerimizin başının belası olan, şerefsiz ve kahpe bir terör örgütüdür. İşte ikisinin arasındaki fark bu kadar açıktır.

Bir kısım basın tarafından izlenilen bu sinsi yöntemde elbette PKK’yı temize çıkarmanın yanı sıra, Türkiye’yi karalama hedefi de bulunmaktadır. Daha önce detaylı belirttiğimiz gibi, Büyük Kürdistan hayalinin yerine gelebilmesi için Türkiye’nin de bölünmesi planlanmaktadır. Türkiye’nin güçlü ve sözü dinlenir bir ülke olması bu açıdan risklidir. İşte bu sebeple Türkiye’nin PKK’ya karşı koyması bir tür suç gibi lanse edilmekte, Türkiye kendisine saldıran bir terör örgütüne Kobani’de yardım etmediği için uluslararası anlamda dışlanmaktadır.

Bu durum muhtemelen tarihin görüp görebileceği tek örnektir. Dünyada hiçbir ülke, kendi iç düzenine, hükümetine, halkına kahpece saldıran ve neredeyse bütün dünyanın terör listesinde bulunan terör örgütüne yardım etmeye zorlanmamıştır. Dünyada hiçbir ülke, kendisine saldıran bir terör örgütünü eleştirdiği için dışlanmamıştır. Dünyada hiçbir ülkeye, “başına bela olan bu terör örgütünü neden sevmiyorsun” veya “ona neden silah vermiyorsun” denmemiştir. Dünyada bir ilki teşkil eden bu olağanüstü durum, global medya diktatörlüğü tarafından işte bu kadar makul gösterilmiştir. Dünya, tek bir ağızdan, “neden Kobani’de kendi düşmanına silah vermiyorsun?” diye Türkiye’yi suçlamıştır. Pek çoğunun, neden bahsettiğinden haberi dahi yoktur.

Global medya diktatörlüğü kolayca beyazı siyah, siyahı ise beyaz gösterebilme gücüne sahiptir. Bu sinsi taktiğin farkında olmayanlar ise genellikle bu algı operasyonu ile kolaylıkla yönlendirilebilen insanlardır. Maalesef bu kişilerin sayısı da bir hayli fazladır.

15 Ocak 2008, Radikal

28 Kasım 2012

Ortadoğu ve Asya'nın Yancıları

İslam’ın ve Müslümanların menfaatinin yanında olmak yerine Amerikan, İngiliz Alman ve diğer derin devletlerin yanında olanların karakter ve mantık bozukluklarını iyi tanımak son derece önemlidir. Yancı kişiliğe sahip insanların en belirgin özellikleri aşağılık kompleksi içinde olmaları ve bunu züppelik felsefesiyle örtmeye çalışmalarıdır. Asya ve Ortadoğu ülkelerinde sıkça rastlanan bu tipler kendilerince itibar edinmek için bir çok tavizde bulunmakta, daha da kötüsü diğer insanlara da kendileri gibi taviz vermeyi telkin etmektedir. Allah’a iman eden, tüm gücün ve kudretin sahibinin Allah olduğunu bilen bir Müslümanın asla göstermeyeceği bu bozuk karakter, çoğu ülkede –bu kişilerin telkinleriyle- hızla yayılmaktadır. Bu durum, toplumsal bir hastalığa dönüşmeden gerekli tedbirlerin alınabilmesi için doğru teşhisin yapılması ve bu kişilerin ahlak ve mantık bozuklarının deşifre edilmesi son derece önemlidir.

CIA gibi istihbarat örgütlerinin ve bu örgütlerin uzantısı olan düşünce kuruluşlarının önemli faaliyetlerinden biri de Ortadoğu ve Asya toplumları içinde yönlendirebilecekleri kişileri tespit etmektir. Ancak çoğu zaman CIA ve diğer istihbarat örgütleri doğrudan bunlarla muhatap olmazlar, çeşitli düşünce kuruluşlarını veya diğer yazarları aracı olarak kullanırlar. Aşağılık kompleksi içindeki bu kişileri tespit ettikten sonra, kalıplaşmış çeşitli üslup ve mantıklarla bu kişileri etki altına alırlar. “Sen çok yeteneklisin, iyi ve ünlü bir yazar olabilirsin”, “çok zekisin, zekanla diğer insanlar arasında dikkat çekiyorsun”,“diğerlerinden çok farklısın” diyerek bu kişilere yaklaşmaya başlarlar. Yancı karakterli kişileri etki altına almak için sıkça kullandıkları mantıklardan biri de,“Sen zeki ve modernsin, Müslümanlar yanlış tanınıyor, insanlar seni görseler çok etkili olur” ‘kafalama’sıdır. Karşılarındaki kişinin aşağılık kompleksini iyi teşhis ettikleri ve bu tip kafalama cümleleriyle rahatça etki altına alacaklarını bildikleri için, bu ve benzeri mantıkları sık sık kullanırlar.

Bundan sonraki aşama aşağılık kompleksi içindeki bu sözde yazarların yazılarını kontrol altına almaktır. Aslında bu kişilerin çoğunun yazı yeteneği olmaz, ancak bir şekilde bu kişiler yazar haline getirilir. Önce ülke içinde sonra uluslararası bazı site veya gazetelerde bu kişilerin yazması sağlanır. Bir süre sonra bu kişiler bir şekilde “ünlü” olur. Ve bu yazıların hepsi mutlaka kendisine bu imkanı sağlayanlar tarafından denetlenir, düzenlenir ve çoğu zaman baştan yazılır. İlk başlarda “şu cümle yerine bu olsa daha iyi olur, ne dersin?” diye başlayan tavsiyelerle bir süre sonra bu yazılar, tamamen derin odakların fikrinin savunulduğu hale dönüşür. Uluslararası arenada, Müslüman bir ülke veya Müslümanlar aleyhinde tek kaynaktan çıkmış olduğu her halinden belli olan onlarca yazının arkasındaki tezgah da budur.

Bu sistemin işleyişinin temelinde ise Ortadoğu ve Asya ülkelerindeki bazı yazarların yancı karakteri vardır. Bu yancı karakterin özelliklerini biraz daha detaylı inceleyelim:

Aşağılık Kompleksinden Kaynaklanan Eziklik

Aşağılık kompleksi özellikle Ortadoğu ve Asya’da yaygın olan bir psikolojik sorundur. Bu kompleks, kişinin başkasının karşısında, özellikle de kendisinden üstün olduğunu düşündüğü kişilerin karşısında, kendisini değersiz görmesinden kaynaklanır.

Teninin renginden, dilinin farklı olmasından, imkanlarının Batı’ya oranla sınırlı olmasından dolayı bir çok Asyalı ve Ortadoğulu daha en baştan ezikliği kabul eder. Bu kişilerin hastalıklı zihniyetine göre bir Ortadoğu veya Asya ülkesinde doğmuş olmak, Arap, Pakistanlı, Hint veya Mısırlı olmak eziklik duymak için yeterlidir. Batı’da doğmuş olanlar her hâlükârda kendilerinden üstündür.

Kendilerine saygı duymadıkları için başkalarından da saygı görecek bir kişilik geliştiremezler. “Efendisi” olarak gördükleri karşısında duydukları eziklikten dolayı adeta azap çekerler ve bu azap duygusunu onları mutlu ve memnun etmek için çaba harcayarak örtbas etmeye çalışırlar. Sürekli olarak kendini yancılığını yaptıkları kişilere ispatlama gayreti içindedirler. Bu sebeple de kendilerine ait düşünceleri, yorumları, fikirleri değil kendilerine dikte edilen, savunduklarında takdir toplayacaklarını düşündükleri fikirleri savunurlar. Doğru olan hayatı değil, “böyle yaparsan takdir edilirsin” denilen hayatı yaşarlar.

Yancılar, Efendileri Tarafından Adım Adım Özenle Yetiştirilir

Yancı karakterli kişiler istihbarat örgütleri ve bu örgütlerin uzantıları olan bazı düşünce kuruluşları açısında kullanışlı bir malzemedir. Söz konusu yapılar, çoğu zaman kendileri gündeme getirdiklerinde etkili olmayacak ya da ters etki yapabilecek konuları bu kişiler aracılığıyla gündeme taşırlar. Örneğin bir Amerikalının Türkiye aleyhinde yorum yapması uluslararası kamuoyunda o kadar büyük bir anlam taşımaz. Türk kamuoyunda ise itici durur. Ama Türk bir yazar Türkiye aleyhinde tespitlerde bulunuyor ve yazıyorsa bu çok daha sansasyonel bir durumdur. İşte bu yüzden yancıların tespiti, eğitimi ve kullanılır hale getirilmesi önemli bir süreçtir.

Aşağılık kompleksine sahip yancı karakterli kişiler belirlendikten sonra, titiz ve uzun bir süreç içinde bir tür eğitimden geçerler. Bu kişilere, “Sen aydınsın, diğerlerinden çok farklısın” diyerek yaklaştıktan sonra adım adım kişiyi kendi istedikleri kalıba sokarlar. Ve bu süreçte, yancıların tüm güçleriyle kendilerini beğendirme çabası “efendiler”in en çok işine yarayan husustur. “Zeka”sına ve “bilgi”sine övgüler yağdırarak etki altına almaya başladıkları kişiye bir yandan kendi felsefelerini enjekte ederken bir yandan da bu kişiyi yazar haline getirirler. “Şu konuda bu cümle o kadar iyi olmamış”, “istersen şöyle ifade et” diyerek yapılan yönlendirmeler, aslında eğitimin birer parçasıdır. Bu kişiler bu ince eğitimle hem yazar haline getirilir hem de belirli bir felsefe bunlara işlenmiş olur. Yazılardaki ufak tefek cümle düzeltmeleri bir süre sonra, “istersen o kısmı ben yazayım” şekline dönüşür. Yazıya paragraflar eklenir paragraflar çıkarılır. Bu esnada yancı da “ideal” yazının nasıl olması gerektiğini öğrenmeye başlamıştır. Böylece artık ortak bir aklın, belirli bir mantığın savunucusu olan seri üretim yazılar ortaya çıkar. Özellikle yurt dışında okuduğunuz bir çok yazı bu şekilde hazırlanmaktadır.

Alman Gazeteci Udo Ulfkotte

Yancıların eğitimi yazılarıyla da sınırlı kalmaz. Hangi ortamda nasıl davranacakları, nerede ne giyecekleri, hangi konularda ne şekilde espriler yapacakları, olaylar karşısında nasıl tepki gösterecekleri ince ince kendilerine öğretilir. Batı’da ünlü olmak için, malum çevrelerden takdir görmesi için, ülkesinde pohpohlanıp “ne önemli insanmış” denilmesi için çizilen bu modele uymaları gerektiği öğretilir. Bir süre sonra ortaya kendi inancı, yorumu, fikri olmayan, tamamen “efendisi”nin inancına, felsefesine, yaşam stiline bağlı tipler çıkar.

Bu arada kişi çok önemli bir çevre içerisinde arkadaşlar edindiği kanaatindedir. Böyle bir arkadaş çevresi edindiği düşüncesiyle de aşağılık kompleksini bir nebze de olsun hafifletmiş olur. Sistemi kuranlarda da özellikle bu hissi vermeye özen gösterirler. CIA için çalıştığını itiraf eden Alman Gazeteci Udo Ulfkotte, yakın zamanda yaptığı açıklamasında bu sistemin nasıl çalıştığını net bir şekilde özetlemiştir:

“Benim kabul etmemdeki sebep ise fakir bir aileden gelmemdi. Birden parasız bir çocuğun mükemmel şekerlerle dolu bir dükkana düşmesi gibi oldu ve her şey bedavaydı… Bana para yerine parayla alınamayacak hediyeler sundular. Mesela ABD Oklahoma Eyaleti’nde onursal vatandaşlık ödülü, altın saatler, 5 yıldızlı seyahatler ve hatta kadınlar. Ama en önemlisi 5 yıldızlı iş ağına dahil edilmekti. Herhangi bir durumla karşı karşıya kaldığımda yardım isteyebilirdim çünkü ağdaki en yüksek rütbeli insanları tanıyordum. Şansölyelerle aynı diplomatik ortamlarda olmak üzere seçiliyorsunuz. Yabancı ülkelere seyahat ederken uçakta etkili kişilerin yanına oturtuluyorsunuz. Size güveniyorlar. Bu çok güzel bir duyguydu.”

Görüldüğü gibi, sistemin hayat damarı kendisine tabi kılmayı amaçladığı kişinin, “şöhret olmak”, “ünlülerle aynı çevrede bulunmak”, “takdir görmek” gibi duygularını tatmin etmektir. Bakanlarla, milletvekilleriyle, Başbakanlarla aynı ortamda bulunmak, yani “sen önemlisin” imajı vermek söz konusu kişiler için paradan çok daha değerlidir.

Aferin Almak Arzusu, “Efendisi”ne Yaranma Mantığı

Aşağılık kompleksi içinde olan insanların en hassas noktaları “adam yerine konuldukları”nı görmektir. Bunu iyi bilenler küçük jestler ve hediyelerle bu kişileri kolaylıkla kendilerine bağlarlar.

Yancı karakterli ezik kişilerin etki altına alınmaları için pahaca büyük hediyelere ihtiyaç yoktur. Çok hırslı gibi görünseler de, çok yüksek bir makam ya da ünvan beklentisi içinde de değildirler. Onları rahatlatacak en önemli şey, özendikleri çevrelerden aferin almaktır. Zira asıl eziklikleri bu kişilere karşıdır. Kendi ülkelerinde devlet yönetiminde dahi olsalar, çok büyük bir şirketin yöneticisi konumuna bile gelseler yancısı oldukları kişilere karşı bu ezikliği üzerlerinden bir türlü atamazlar. Dolayısıyla onlar tarafından beğenilmek ve takdir edilmek arzusundan da hiç kurtulamazlar.

Beğenilmek, takdir edilmek, onore edilmek, itibar görmek amacında oldukları için “aferin çok iyi yazmışsın”, “aferin çok iyi konuşmuşsun” sözlerini duymak adeta ayaklarını yerden keser. Bu “aferin” sözünü duymak için, kendi çevrelerinin, sevdiklerinin, ülkelerinin aleyhinde yorum yapmaktan çekinmezler. Herkesi amansızca kötüler, sürekli tepeden bakarlar.

Çoğunlukla yazılarının ana konusu da bu aleyhte yorumlar olur. Müslümanlar aleyhinde konuştukça, kendilerince Müslümanları eleştirdikçe, Müslümanlara tepeden baktıkça yüceleceklerini zannederler. Hatta çoğu zaman, “bakın kimse benim kadar Müslümanları eleştirmez, bunları en iyi ben tanırım en iyi de ben aşağılarım” modundadırlar. Ya da ülkelerinin ne kadar “anti demokratik”, “geri kalmış”, “baskıcı” olduğunu anlatırlarsa o kadar “müthiş” tespitlerde bulunduklarını düşünürler. Bu sebeple yazılarının büyük kısmı, kendi ülkelerini yabancılara kötülemek, kendi insanlarına tepeden bakan yorumlar yapmak, “ben onlardan farklıyım, ben de aslında sizin gibiyim” mesajı vermek üzerine kuruludur. Bu yazılarda ve yorumlarda akılcı samimi eleştiriler ve çözümler değil, baştan sona propaganda ve “aferin” alma gayreti vardır.

Müslümanların veya yaşadıkları ülkenin elbette eleştirilmesi gereken yanlış tutumları olabilir, bu eleştiriyi yapmak da gereklidir. Ancak bu yancı kişilerin amacı eleştiri yaparak hataların düzelmesine vesile olmak değil, yancısı oldukları çevrelerin takdirini kazanmaktır. Bu durumda yazıları, yorumları, açıklamaları da söz konusu çevrelerin propagandasının bir parçası olmaktan öteye gitmez.

Cinselliklerini de Yancılığını Yaptıkları Kişilere Sunarlar

Klan gibi yapılanması olan bu düzenin en korkunç yönlerinden biri ise, Ortadoğu ve Asya’nın yancılarının cinselliklerini de “efendi”lerine sunmalarıdır. Erkek veya kadın olsun yancı karakterli bu kişiler, kendilerini fiziki ve cinsellik açısından da, üstün gördükleri, efendi olarak kabul ettikleri tiplere beğendirmeye çalışırlar. Ortadoğu ve Asya’nın genç kızları, Batı’daki derin yapılanmaların orta yaşı geçmiş, maddi imkanları geniş bazı tiplerine adeta sunulur.

Nasıl ki zaman zaman sinema sektöründe ünlü olmak isteyen genç kızlar cinselliklerini kendilerini ünlü yapacağına inandıkları insana sunarlarsa, Ortadoğu ve Asya’nın ezik, özenti, aşağılık kompleksi olan bazı kadınları da tanınan bir gazetede yazısı yayınlansın, ünlü bir kanalda yorumlarına yer verilsin diye cinselliğini sunar. Filistinli, Pakistanlı, Mısırlı bir çok genç kadının bu tarz ilişkiler kurarak ve ilişkileri kullanarak belli çevrelere dahi olduğu bilinen bir durumdur.

Kabul görmek için cinselliğini sunan bu genç kadınlar, garip bir yapılanmanın içine dahil olmuş olur. Burada sadece bağlantı halinde olduğu efendisine değil, efendisinin yönlendirdiği kişilere de cinselliğini sunmaya mecburdur. Bu, çok aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir durum olmasına rağmen söz konusu çevrelerde pek yadırganmaz. Filistinli güzel bir kızın, ünlü bir Musevi iş adamıyla birlikte olmaya başlaması, bu sayede hayatı boyunca imrendiği çevreye dahil olması, bu çevrede tutunabilmek için başka “efendilerle” de ilişki içine girmesi sıkça rastlanan bir durumdur. Derin Amerika ve derin İngiltere siyaseti içinde yer alan bir çok politikacının da bu durumdan istifade ettiği bilinmektedir. Eski bakanlar, eski başbakanlar, eski milletvekillerinin de dahil olduğu bu klan tipi yapılanma içinde bir çok Ortadoğulu ve Asyalı genç kızı çok acı bir şekilde kullanılmaktadır.

Halk, gazeteleri okurken, televizyonda yorumları seyrederken bu acı gerçeğin farkında olmaz. Bu insanları kendi fikirlerini anlatıyor, üzerine düşünüp araştırma yaptığı bilgileri aktarıyor zanneder. Oysa cinsel açıdan dahi söz konusu çevrelerin kontrolü altına girmiş bu kişilerin kendilerine ait bir fikirleri veya yorumları olması mümkün değildir.

Efendilerine Olan İnanç Teslimiyeti

Ortadoğu ve Asya’nın yancılarının en dikkat çeken özelliklerinden biri de efendilerine olan inanç teslimiyetidir. Yani, bu kişiler Kuran’a, Peygamberimiz (sav)’e ve vicdanlarına Allah’ın ilham ettiği doğruya göre değil, kendileri için biçilen sisteme göre bir inanç geliştirirler. Yancılığını yaptıkları kişilerin dünyaya bakış açısını tamamen kabullendikleri gibi, inançları da onların yorumlarına göre şekillendirirler.

Allah’ın dediğini önemli görmezler, ama haşa ilah gibi gördükleri derin Amerika’nın, derin İngiltere’nin ne dediğini çok önemli görürler. Kuran’da yazanı uygulamazlar ama adeta putlaştırdıkları efendilerinin her dediğini uygularlar. Müslümanların, İslam coğrafyasının menfaatini düşünmezler ama köle gibi bağlandıkları çevrelerin menfaatini en ince detayına kadar korurlar. Aslında bu tavırları, Müslümanlara karşı duydukları bilinç altı kinin, İslam coğrafyasında doğdukları için duydukları bilinç altı öfke ve ezikliğin dışa vurumudur.

Örneğin savundukları bir fikir yüzünden Müslümanların zarar görecek olması bu tipleri hiç rahatsız etmez. “Teröre karşı tavır koyuyorum”, “İslam’ın gerçekte bu olmadığını” anlatıyorum kılıfı altında mazlum sivil Müslümanları büyük bir açmazın içine sokarlar. Başta Irak ve Suriye olmak üzere, Pakistan, Yemen, Afganistan gibi bir çok ülkede gerçekleşen hava saldırılarını savunmak bunlardan biridir. Hava bombardımanı kadın çocuk yaşlı hasta ayırt etmeden hedef seçilen alandaki insanların hepsini birden yok eden, toptancı bir cezalandırma yöntemidir. Ve ne vicdana ne insan hakları ve hukuka uygundur. Dünyanın hiçbir demokrat ülkesinde, ağır suç işlemiş insanı yakalamak için, köyler kasabalar yok edilmez. Hiçbir demokrat ülkede cani bir katil dahi yargılanmadan başına bomba yağdırılarak öldürülmez.

Ama söz konusu olan İslam coğrafyası olduğunda derin çevreler hukuk ve demokrasi değerlerini rafa koyarlar. İşte bu aşamada bu insanlık ve vicdan dışı uygulamayı kamuoyuna “makul” gösterme sorumluluğu da Ortadoğu ve Asya’nın yancılarına düşer. Bu kişiler, “terörle mücadele” adı altında, İslam coğrafyasını yakıp yıkacak, yerle bir edecek, çok sayıda sivilin ölmesine sebep olacak yöntemleri dahi hararetle savunurlar. Efendileri “öldürelim” diyorsa onlar da “öldürelim” derler. Efendileri “bombalayalım” diyorlarsa onlar da hep birlikte “bombalayalım, hata daha da fazlasını yapalım” derler. Oysa terörle gerçekten mücadele etmek isteyen, terörün fikri zemininin ortadan kaldırılması gerektiğini bilir. Fikri hiçbir çalışma yapmadan silahla, bombayla çözüm oluşmayacağını bilir. Daha da önemlisi şiddetin her zaman daha çok şiddet doğuracağını da bilir. Ancak bu kişiler için önemli olan bu doğrular değil, yancılığını yaptıkları kişilerden “aferin” almaktır. Sırf bu “aferin” için, sırf daha çok takdir toplamak için Kuran’a uygun olmayan, vicdansızca uygulamaları var güçleriyle savunur, katillerin yanında saf tutmayı kabullenirler.

Bu yancıların inanç teslimiyetinin bir başka çarpıcı örneği de hiçbir şekilde İslam Birliği’ni gündeme getirmemeleri, hatta tam tersine birliğin kendilerince imkansız olduğunu anlatmalarıdır. Allah Müslümanlara bir olmalarını emretmişken, Kuran’ın çok sayıda ayetinde Müslümanların kardeş ve birlik olmaları gerektiği anlatılmışken, bu kişiler ısrarla birliğe karşıdırlar. Bu karşı tavırlarını da oldukça sinsi taktiklerle ortaya koyarlar. Mesela, açıkça “birlik olmayalım” demezler. Çünkü bunun tepki alacağını bilirler. Bu yüzden mevzu hadisleri kullanırlar. Peygamberimiz (sav)’e atfedilen, oysa doğru olmayan “Ümmetin ihtilafında rahmet vardır” hadisini kullanırlar. Böylelikle, “bakın Peygamber dahi birlik olmamak gerektiğini” söylüyor diyerek Müslümanları etki altına almaya çalışırlar. Oysa Peygamberimiz (sav) Kuran’a uygun olmayan bir sözü asla söylemez. Onlarca Kuran ayetiyle Müslümanların bir olması emredilmişken, ihtilafta rahmet var demez. Müslümanlar için rahmet birlik olmaktadır, çünkü bu Allah’ın emridir. Ne var ki, yancı karakterli tipler için Allah’ın emri değil, uydusu olarak yaşadıkları patronlarının menfaatleri önemlidir.

Türkiye’deki Yancılar

Dikkatlice bakıldığında, çeşitli Ortadoğu ve Asya ülkelerinde yaygın olan yancı karakterinin Türkiye’deki örneklerini görmek mümkündür. Kendi ülkesinin manevi değerlerinden uzak, kendi kültürüne yabancı –daha doğrusu yabancı taklidi yapan-, Türkiye’nin ortak değerlerini bilmiyormuş, halkın inançlarını ve değerlerini tanımıyormuş havasında davranan, halkı küçük gören, kendisini çok kıymetli zanneden, son derece dar bir açıdan olayları değerlendiren bu kişilerin en belirgin yönlerinden biri de, Türkiye’nin menfaatlerini hiç umursamamalarıdır.

Bu kişiler tıpkı diğer ülkelerdeki örnekleri gibi, sadece aferin almak için, uzun uzun Türkiye’yi kötüler, Türk halkını küçümseyen yorumlar yapar, daha da acısı ileride ülkemizin zararına olabilecek fikirlere aşkla destek verirler. Özellikle son zamanlarda PKK’yı kendilerince kahraman özgürlük savaşçıları olarak göstermeye çalışan, Türkiye’yi PKK tehdidiyle terbiye etmeye yeltenen, ülkemize “ya PKK’ya destek verirsin, ya da sonuç çok farklı olur” tehditleri savuran, bölünmeye zemin hazırlayan mantıklar öne süren yazıların ve yorumların sayısının böyle artması da önemli bir göstergedir. Batı’daki bazı düşünce kuruluşları tarafından servis edilen fikirleri birebir savunan bu kişiler, ortaya koydukları mantığın nelere sebep olabileceğini düşünmezler. Takdir görme, ünlü olma, hatta sadece yabancı bir gazetecinin yazısında adının geçmesi umuduyla kendilerine telkin edileni savunurlar. Bu fikirleri savunduklarında ultra modern, halkın göremediklerini görebilen, müthiş teşhislerde bulunan bir kişi olarak algılanacaklarını sanırlar. Oysa derin yapıların kendisine söylediğini tekrar etmekten öteye gidemeyen, kendi kişiliğini ve öz saygısını yitirmiş, insanların büyük çoğunluğunun da acıyarak baktıkları insanlardır.

Yancılar arasında yancılık yarışı da vardır. Kimin daha çok aferin alacağı, kimin daha çok yancılık yapacağı yarışıdır bu. Yarışta üstün gelebilmek için kendi ülkesinin, kendi devletinin, kendi milletinin menfaatlerini tamamen bir kenara bırakıp, nasıl daha fazla yaranabileceklerini düşünürler. PKK’nın hain bir terör örgütü olduğunu, askerlerimizi polisimizi şehit etmeye devam ettiğini bile bile, PKK’ya övgüler yağdırmanın, teröristlerin affedilmesini gündeme getirmenin, hatta utanmadan Türkiye’nin teröristlere silah yardımı yapması gerektiğini söylemenin ardında da bu yancılık yarışı vardır. Yabancı basında sık sık yayınlanan Türkiye aleyhtarı yazılar veya bu yazılarda yer alan bazı yorumlar da bir anlamda bu yarışın tezahürüdür. “Belki beni de aralarına alırlar, benim de adım onlarla birlikte anılır” umuduyla yapılan yancılık yarışı, bir süre sonra kişinin her türlü çirkinliği kabul etmesine sebep olacak bir tahribat meydana getirir. Çünkü bu kişilerde kendi davası, ideali, ailesi, milleti, vatanı, inancı gibi kutsal değerlerin yerini “efendileri”nin ne dediği ne düşündüğü endişesi alır.

Söz konusu kişilerin efendilerinden öğrendikleri ve küçük düşürücü bir şekilde uyguladıkları bir başka tavır bozukluğu da züppeliktir.

Ortak Felsefe: Züppelik

Züppelik Batı ülkelerinin çoğunda yaygın olan bir tavır ve ahlak bozukluğudur. Ukalalık ve bilmişlikle karışık bir üslup içinde olan bu insanların ses tonları, konuşma vurguları, oturuş tarzları, şakaları, kendilerini ön plana çıkarma stilleri ortaktır. Kendilerini diğer insanlardan farklı ve özel gören, bu “özel hali” her tavırlarıyla vurgulamak isteyen bir tavır içindedirler.

Abartılı mimikler kullanmak, konuşmaların arasında yabancı dilde kelimeler sıkıştırmak, sakız çiğneyerek konuşmak, normalde hiç beğenmeyeceği şeylere hayranmış gibi anlatmak, belki de hiç gitmediği yerleri çok iyi biliyormuş gibi, bir kere yan yana geldiği insanları çok yakından tanıyormuş gibi, hiç dinlemediği müziği çok seviyormuş hiç izlemediği filmleri sanattan çok iyi anlıyormuş gibi yorumlayarak hava atan konuşmalar yapmak züppeliğin en bilinen özelliklerindendir. Züppe kişiler için, 5 yıldızlı bir otelin lobisinde oturabilmek, bu otelin hediye olarak verdiği puroyu içip dumanını insanlara doğru üflemek, elinde kadehle poz vermek, adı bilinen bir lokantanın kapısında görünmek son derece önemli icraatlardır.

Kaliteli ve asil bir insanın hayatında sıradan olan detaylar züppelerin hayatında abartılı öneme sahiptir. Çünkü bunlarla yüceldiklerine ve değer kazandıklarına inanırlar. Diğer insanlara da kendilerince sahip oldukları bu değeri göstermek gayretindedirler. Züppelik felsefesinin her bir uygulamasıyla kişi, gözünde büyüttüğü insanlara “ben de sizdenim” mesajını vermiş olur. Bu yüzden züppelik bir anlamda da basit insanlar arasında ortak bir dil, ortak bir felsefedir. Bir züppe diğerini gördüğünde hemen tanır, bir züppenin dilinden yine en iyi başka bir züppe anlar.

Züppelik çok küçük düşürücü ve aşağılayıcı bir hal olmasına rağmen, bir çok cahil insan züppelere içten içe büyük bir hayranlık duyar. Lise çağlarından itibaren züppe tavrı gösterenler insanlar arasında itibar görürken, mazlum ve efendi olan insanlar çoğu zaman değer görmezler. Liselerde aksi, şımarık, ukala gençlerin ilgi odağı olmasının sebebi de budur. Lise yıllarının ardından züppelik de gelişerek devam eder. Okul çağında dinlediği müzik grubu, gittiği konserler, yaptığı alışverişler züppeliğin malzemesiyken ilerleyen yıllarda içinde bulunduğu sosyal çevre, tatil için tercih edilen mekanlar, gezilen sergiler, makam mevki, arabasının markası, oturulan semt gibi geçici değerler önem kazanır. Bunların her biri daha mazlum olanı psikolojik olarak ezmek için kullanılır.

Züppelik Ortadoğu ve Asya’nın yancılarıyla efendilerinin ortak bir felsefesidir. Ancak yancılar efendilerinden öğrendikleri züppeliği onların yanında asla yapmazlar. Kendilerinden aşağı gördükleri, gariban, sıradan insanları ezmek için onların yanında uygularlar. Efendilerinin yanında ise son derece eziktirler. Onlara züppelik yapmayı tahayyül dahi etmezler. Mısır’da, Bangladeş’te veya Filistin’de Avrupa görmüş bir insanın kullandığı üslubu, yerel halka tepeden bakarak yaptığı teşhisleri gözünüzde canladırmanız zor değildir. Avrupa’da veya Amerika’da büyük eziklik içinde, köle gibi her denileni yapan kişilik göstermeden yaşayan tipler, kendi ülkelerine döndüklerinde, sanki o ezilen kendisi değilmiş gibi, bambaşka bir karakter gösterir. İşte bu, züppeliğin bir uygulamasıdır. Durumun acı yönü ise, gariban halkın bu züppelik uygulamasına çoğu zaman hayran kalması, bu kişileri adam yerine koymasıdır.

Oysa hayran olunması gereken asıl ahlak, kaliteli asil mümin ahlakıdır. Dünyanın tüm nimetlerinin sahibinin Allah olduğunu bilen, gücün ve kuvvetin sadece Allah’a ait olduğuna iman etmiş, teslimiyetli müminin kişiliği kale gibidir. Sağlam ve sarsılmazdır. Gölge varlıklarla karşı karşıya olduğunun bilincinde, her an Allah’ın kendisine şahit olduğunun şuurundadır. Basitliğe asla tenezzül etmez. Çağlar üstü modern, çağlar üstü kalitelidir. Kendisini şekillendirmek isteyenlere göre değil, Allah’ın istediği ahlaka göre yaşar. Yancıların çok önemli görüp kölesi haline geldikleri efendilerinin de aciz birer kul olduğunu, hepsinin ölümlü varlıklar olduğunu bilir. Bir insana gösterdiği saygı ve verdiği değer o kişinin takvasıyla doğru orantılıdır. Kimseye karşı nezaketsizlik yapmaz, ama acz içindeki insanların karşısında ezilmenin ne kadar küçük düşürücü olduğunu bilir. Müminin nefsini karşısında koşulsuz ezeceği, candan bir teslimiyetle teslim olacağı tek varlık Allah’tır.

Büyük Kürdistan ile Hedeflenen Sonuç

Şu anki manzaraya bakıldığında PKK’nın, global bir gücü arkasına almak amacıyla kapsamlı bir oyun oynadığı ve Ortadoğu’daki ortamı, kurmayı planladığı komünist dünya devletinin başlangıç noktası olarak hazırlamaya çalıştığı aşikardır. Bu noktada Batının durduğu nokta çok önemlidir. Bir kısım derin güçler, Büyük Ortadoğu Projesi dahilinde kuşkusuz Ortadoğu’da olup bitenlerin tümünden haberdardırlar. Dolayısıyla PKK’nın nasıl bir politikayla ortaya çıktığını, Leninist ideoloji adına var olduğunu da gayet iyi bilmektedirler. Söz konusu derin güçler, komünizm karşıtı olmalarına rağmen PKK’nın bölgedeki varlığına ve güçlenmesine destek vermektedirler. Çünkü onlar bu politika ile, Leninist bir terör örgütüyle veya başka bir yolla bölgede hedeflenen müttefiki oluşturmayı veya daha doğru bir deyişle kendilerine ait bir “üs” kurmayı amaçlamaktadırlar sadece. Amaç pek çokları için, başından beri, gerçekte “Kürtlerin varlık mücadelesine katkıda bulunmak” hiç olmamıştır. Nitekim hedefe ulaşıldığında söz konusu derin güçlerin yapacağı ilk iş, PKK’yı da bölgedeki Kürtleri de harcamak olacaktır. Çünkü hedefte Ortadoğu’yu ele geçirip büyük bir savaşa hazırlama gayesi vardır. Batı dünyasında söz konusu projeye bilmeden destek verenler de mutlaka bu düzenin farkında olmalıdırlar.

Plan budur. Fakat çok büyük olasılıkla olaylar bu şekilde gelişmeyecek, kitabın önceki sayfalarında detaylı anlattığımız gibi, söz konusu bölge, bir komünist dünya devletine doğru çıkış kapısı olacaktır. Her ne kadar o bölgede derin emperyalist güçlerin hakimiyeti olsa da, komünizmin şiddet yüzü kendisini gösterecek, tüm dünya komünistlerinden alınan destek ile uzun zamandır atılması planlanan o ileri adım atılmış olacaktır. Bir bakıma komünizm karşıtı bir ittifak içinde olan kapitalist dünya, – istemeden de olsa – kendi elleriyle komünist bir dünya devleti oluşturmuş olacaktır.

Eğer Türkiye’de PKK, Suriye’de PYD ve İran’da PJAK yapılanmalarının gerçek mahiyeti anlaşılmaz, gerçek hedefleri dikkate alınmaz ve bu konuda yapılan tüm uyarılara rağmen Ortadoğu’nun bu kilit noktasında tehlikeli bir oyun oynanırsa, bu, tüm dünya için büyük felaketlerin kapısını açacaktır. Komünistlerin hedefi daima dünyaya açılabilecekleri stratejik ve aynı zamanda son derece kırılgan bir coğrafyada devlet edinmek olmuştur. Ve emperyalist güçlerin desteğiyle buna adım adım yaklaşmaktadırlar. Emperyalist güçler, kendilerini vuracak dehşetli sistemin destekçiliğini yapmamalıdırlar. Günümüzde Ortadoğu’da hayretle izlenen gelişmeler olmaktadır. Böyle bir plan dahilinde ortaya çıkan bir komünist devlet de beklenmedik şekilde güçlenip dünyaya dehşet saçma gücüne kısa sürede sahip olabilir. İşte böyle bir durumda, batının “biz karışmayalım, Ortadoğu’da ne olursa olsun” diye kenarda bekleme gibi bir lüksü olmayacak, çünkü bela mutlaka her cepheye ulaşacaktır. Ne Ortadoğu’da ne de batı coğrafyasında böyle bir vahşetin yaygınlaşması elbette isteyeceğimiz bir şey değildir. Fakat mevcut gerçekler dahilinde, karşılaşılması kuvvetle muhtemel olan senaryo budur ve bu tehlike konusunda gerekli uyarıyı yapmamız elzemdir. Burada amaç karamsar bir bakış açısı sunmak değil, bu konuda dikkatleri açabilmektir.

Dipnotlar

1. (http://ajanshaber.com/-ypg-pkk-tarafindan-kuruldu-haberi/132098)

2. (http://ajanshaber.com/-ypg-pkk-tarafindan-kuruldu-haberi/132098)

3. (http://www.timeturk.com/tr/2013/08/01/esed-in-zindanlarindan-ciktik-pyd-zindanlarina-girmeyiz.html#.VJZcxsBGo)

4. (http://www.haber10.com/haber/540076/)

5. (http://www.hrw.org/news/2014/06/18/syria-abuses-kurdish-run-enclaves)

6. (Gaffar Tetik, Bütün Yönleriyle Komünizme Karşı İslam, s. 254)

7. (Komünistler Nasıl Yalan Söyler, Dr. Fred C. Schwarz, s. 215-216)

8. (Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 104)

9. (Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 256)

10. (Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 256)

11.(Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 258)

12.(Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 91)

13.(Necati Alkan, PKK’da semboller, aktörler ve kadınlar, 2012, Karakutu Yayınları, s. 77)

14. (http://www.washingtonpost.com/blogs/worldviews/wp/2014/10/27/turkey-still-thinks-this-guy-holding-a-baby-bear-is-a-terrorist-is-he)

15. (http://www.washingtonpost.com /blogs/worldviews/wp/2014/10/27/turkey-still-thinks-this-guy-holding-a-baby-bear-is-a-terrorist-is-he)