Slobodan Miloseviç'in Devrilmesi Sırbistan'ın Politikasında Herhangi Bir Değişiklik Yapmayacak!Ekim 2000

Bosna, 1990'lı yıllara dek çoğu insanın adını bile duymadığı bir ülkeydi. Çoğumuz bu ülkeyi ancak okullarda okutulan Osmanlı Tarihi derslerinden hatırlayabilirdik. Oysa 1992 yılının başından itibaren, Balkan yarımadasının ortasındaki bu ülke, hem dünya hem de Türkiye gündeminin en üst sıralarına yerleşti. Çünkü Bosna'da bir savaş, daha doğrusu, iyi silahlanmış saldırgan bir gücün, silahsız ve masum bir halkı yok edişi yaşanıyordu. Eski Yugoslavya'nın dağılması sonucunda, kendisini Yugoslav topraklarının gerçek sahibi sayan Sırp milliyetçiliği, Bosna'daki Müslüman halka karşı sistemli bir soykırım, kendi deyimiyle bir "etnik temizlik" başlatmıştı. Sırplar Müslümanları bir kaç haftada yok edeceklerini ya da topraklarından süreceklerini hesaplıyorlardı. Ama öyle olmadı. Başlangıçta hiçbir askeri gücü olmayan Müslümanlar, kısa sürede toparlandılar, Bosna-Hersek Ordusunu oluşturdular ve hiç kimsenin ummadığı bir direnç gösterdiler. Savaş, 1995 sonbaharına kadar sürdü.

Bu savaş boyunca, tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aştı. 2 milyon Müslüman evlerinden sürüldü. 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler gördüler, on binlercesi sakat kaldı.

Batı'nın Bosna Politikası

Tüm bunlar olurken Batı dünyasının gösterdiği tepkisizlik ise, belki de üzerinde en çok durulan konuydu. Gerçi savaş, 1995 sohbaharında Amerika'nın el koyması üzerine Dayton Anlaşması ile sonuçlandı, ama 3,5 yıl boyunca bu müdahale çoktan yapılmış olabilirdi. Amerika, ya da genel olarak Batı dünyası, Sırplara karşı ilk anda eyleme geçebilir ve Müslümanların karşı karşıya kaldıkları vahşeti en başında durdurabilirlerdi. Ama böyle olmadı. Batılı ülkeler bu vahşeti engellemedi. Bu tepkisizlikle ilgili bugüne kadar pek çok tez öne sürüldü. Kimine göre Batı'nın Sırplara olan tepkisizliği, hatta kimi "Sırp yanlısı" politikaları, Müslümanlara karşı oluşan bir "Haçlı cephesi"nin sonucuydu. Bir başka tez ise "Batı'nın Bosna'da çıkarı yok ki..." sözleriyle dile getirildi. Ancak bu cevap da bazı şeyleri açıklamak için yeterli değildi. Eğer Batılı güçler Bosna konusunda tamamen pasif davranmış olsalardı, bu açıklama kabul edilebilirdi. Oysa, Batı gerçekte pasif davranmamış, savaşa belirli noktalarda müdahale etmiş ve en önemlisi, bu müdahalelerle Sırplara örtülü destekler vermişti. En çarpıcı örneği Müslümanlara uygulanan silah ambargosu olan bu Sırp yanlısı uygulamalar, Batı'nın pasif olmadığını, aksine ciddi bir Balkan stratejisi izlediğini göstermektedir.

Sırplar: Müslümanlara Karşı "Kapı Bekçileri"

Şu an ortaya çıkan neden Batılı güçlerin ya da bu güçlerin dış politikalarını belirleyen unsurların içinde, ciddi bir Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman eğilim olduğudur. Savaşın 3,5 yıl sürmesi, Müslümanların ellerini-kollarını silah ambargosu ile bağlayan ve Sırpların o toprakları kazanmasını sağlayan da işte bu eğilimdir. Aslında İngiliz Başbakanı Lloyd George'un 1917 yılında yaptığı bir konuşma Batılı ülkelerin Sırp saldırganlığını nasıl değerlendirdiğini açıkça ortaya koyuyordu. George, konuşmasında Sırpları "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır" demişti. Lloyd George'un bu sözlerine göre Sırplar, asırlar boyu "Doğu"dan gelen "İslami tehdit"e karşı "kapının bekçileri"ydiler. Dolayısıyla, bugün de Sırplar, Balkanlar'da bir "İslami tehdit" gören bazı Batılı çevreler adına "kapının bekçileri"dirler. Bu "bekçilerin" son on yıl boyunca lideri ise tarihe eli kanlı bir diktatör olarak geçen Miloseviç oldu.

Slobodan Miloseviç'in Kanlı Bilançosu

Slobodan Miloseviç

Miloseviç fanatik bir Sırp milliyetçisi, acımasız bir "etnik temizlik"çi, koyu bir Müslüman düşmanı idi.

Miloseviç, 1989 yılında Kosova'nın başkenti Priştina'da yaptığı bir konuşmayla kanlı günlerin yakın olduğunu halkına müjdelemişti. Osmanlılar ile Sırp Krallığı arasındaki Kosova Savaşı'nın "anma töreni" için duvarlara asılan posterlerde bu savaş sırasında ölen Sırp Prensi Lazar'ın resmi, Hz. İsa'nın ve Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç'in resmi ile yanyanaydı. Miloseviç, 500 yıl önce Osmanlılar tarafından öldürülmüş olan Prens Lazar'dan bu yana, "Sırplığın" en büyük lideri olarak boy gösteriyordu. Miloseviç kalabalığa karşı şöyle demişti: "Altı yüzyıl sonra, yeniden savaşların ve mücadelelerin içine girmiş bulunuyoruz. Bunlar bu kez silahlı birer savaş değiller, ama böyle kalıp kalmayacaklarını da kimse bilemez". Bu ve benzeri tahrik edici sözler, kalabalığın toplu bir histeri ile coşmasına neden olmuştu. Kosova Savaşı'nın 500. yıldönümünde, yeniden savaş baltaları ortaya çıkarılıyordu. Bu kez ortada Osmanlı yoktu. Ama Osmanlı'nın "bakiyesi" Sırpların yanı başında duruyordu; Müslümanlar, Bosnalı, Sancaklı ya da Arnavut Müslümanlar…

Aliya İzzetbegoviç

Miloseviç Sırbistan Komünist Partisi'nin hiyerarşisi içinde hızla yükselmiş ve komünizmi milliyetçilikle karıştırarak ve sonradan da ikincisine daha çok ağırlık vererek büyük bir karizma yaratmıştı. Miloseviç'e biçilen rol ise daha önceleri Bosna-Hersek Komünist Partisi tarafından hedef alınan ve 1980'lerin ortasında "bastırılan" İslam tehlikesini tekrar "bastırmak"tı. Zaten o da en büyük misyonunun bu olduğunu her fırsatta ortaya koyuyordu. Karşısındaki kişi ise Bosna'daki İslami hareketin sembolü olan Aliya İzzetbegoviç idi.

Aliya Izetbegoviç, 1983 yılındaki Saraybosna mahkemesinin ardından Bosna-Hersek'teki İslami hareketin sembolü olarak iyice zihinlere yerleşti. Yugoslavya'nın en kötü hapishanesinde "taş kırarak" geçen 6 yılın ardından 1988'de dışarı çıktığında, Bosna toplumu içinde büyük bir karizma sahibi olmuştu. Mayıs 1990'da Müslümanlar tarafından kurulan Demokratik Eylem Partisi'nin (SDA) genel başkanlık koltuğuna adeta "doğal lider" olarak oturdu. İzzetbegoviç, Bosna'da 40 yıldır baskı altına alınmış ve unutturulmaya çalışılmış olan İslam'ın yeniden doğuşunu simgeliyordu. Batı'nın tahakküm edici ve saldırgan karakterine karşı, İslam'ın hoşgörü ve barışçılığını vurguluyor, çoğulcu bir Bosna-Hersek'in devamını savunuyor, Hırvat ve Sırp toplumlarıyla barış içinde birlikte yaşamayı hedefliyordu.

Miloseviç'in İlk Savaşı

1990'ın ikinci yarısında Hırvatistan ve Slovenya ile Sırbistan arasındaki gerginlik giderek tırmandı. 1991'in hemen başında ise, Miloseviç Yugoslavya'nın federal yapısını, bağımsızlık şöyle dursun, daha zayıf bir konfederal yapıya dönüştürmek için yapılacak herhangi bir girişime karşı, Hırvatistan ve Bosna'yı ilhak edeceğini duyurdu. Fakat yapılan referandumlar sonrası hem Hırvatistan hem de Slovenya bağımsızlık ilan ettiler. Ertesi gün Federal Ordu tankları Slovenya'ya girdi. Bu kez Miloseviç'in arkasında maddi ve manevi desteğiyle AET ve ABD yönetimi vardı.

Hırvatistan'ın Yugoslavya'dan ayrılması Sırp nüfusu, Sırbistan'dan ayırıp götürmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Hırvat bağımsızlığına karşı Belgrad'ın verdiği cevap çok daha sert oldu. Savaş çok kanlı geçti, ancak Hırvatlar, Sırbo-Hırvat savaşının ilerleyen aylarında büyük hezimeti geleneksel müttefikleri olan Almanya'nın yardımıyla aştılar. Sonunda ateşkes sağlandı. Sırplar tarafından işgal edilen Hırvat bölgeleri BM tarafından denetlenecek "güvenlikli bölgeler" haline getirildi ve son derece istikrarsız bir zemin üzerinde de olsa Sırbo-Hırvat savaşı sona erdi. Ancak Miloseviç'in bir sonraki hedefi için böyle bir avantaj söz konusu değildi. Çünkü bir sonraki hedef, hem Almanya gibi güçlü bir hamiden yoksundu, hem de Hırvatistan'a göre çok daha önemliydi Belgrad için. Bu "hedef", Müslüman Bosna'ydı.

Miloseviç'in Bosna Katliamı

Miloseviç ve "Bosna Kasabı" Karadziç

Sırbo-Hırvat savaşının sona erdiği nokta, çanların Bosna için çalmaya başladığı noktaydı. Bosnalılar içinse, her ikisi de aynı derecede kötü gözüken iki seçenek vardı; ya Yugoslavya'nın içinde kalmaya devam ederek "Büyük Sırbistan"ın egemenliği altında yaşamayı kabul edeceklerdi, ya da bağımsızlık ilan ederek Hırvatistan'ın izlediği tehlikeli yolun daha da tehlikesini izleyeceklerdi.

Fakat Bosnalı Sırpların düşmanca tutumları durumu giderek kötüleştiriyordu. Özellikle de Bosnalı Sırpların lideri Radovan Karadziç'e Miloseviç tarafından yapılan çok büyük silah ve maddi destek gerginliği artırıyordu. Eylül ayında ise, Bosnalı Sırplar Federal Ordu'nun müdahalesini istediler. Buna gerekçe oluşturmak için de bazı bölgelerde küçük bir iki silahlı çatışma yarattılar. Federal Ordu, Miloseviç'in emri ile, Batı Hersek'e yaklaşık 5.000 asker yığdı.

1992'ye gelindiğinde Bosna hükümeti işte böylesine kritik bir pozisyonun içindeydi. Bağımsızlık ilanının çatışma olmadan Sırplar tarafından kabullenilmeyeceği açıktı, ama Sırbistan'ın demir pençesi altında yaşamayı kabul etmek de Bosnalılar adına kabul edilebilir gözükmüyordu. Çünkü eğer Soğuk Savaş sonrası yaşanan kabuk değişiminin bir sonucu olan bu karmaşa sırasında bağımsızlık elde edilemezse, bir daha onu elde etmek çok daha zor olurdu. Avrupa Ekonomik Topluluğu, bağımsızlık ilan etme konusunda kararsız olan Izetbegoviç yönetimine, eğer Bosna bağımsızlık ilan ederse hem AET hem de BM tarafından tanınacağı ve böylece "Hırvatistan formülü" ile, yani bir kaç "sıyrık"la, Belgrad'ın gazabından kurtulacağı konusunda garanti vermişlerdi. Bosna hükümetine, bağımsızlık konusunda bir referanduma gitme tavsiyesinde bulunmuşlar, bu "demokratik" yolun Bosna'yı uluslararası topluluğun himayesi altına sokacağı izlenimini vermişlerdi.

Oysa bu bir aldatmacaydı. Batılılar bir yandan Miloseviç'in tüm saldırgan ve yayılmacı politikalarına yeşil ışık yakarken, bir yandan da Bosna'ya "siz bağımsızlık ilan edin, biz sizi tanırız, Sırplar da bir şey yapamaz" mesajını veriyorlardı. Yapılan referandumda ezici bir çoğunlukla bağımsızlık talebi ortaya çıktı. Ancak bu referandum üç buçuk yıl süren savaşın da ilk adımı oldu. Bu yılların Bosnalılara öğrettiği en önemli şey ise Batılı ülkelerin gerçek kimlikleriydi.

3.5 Yıl Süren Bir Soykırım

Mart ayı içinde Hırvat lideri Tudjman ile Miloseviç bir araya geldiler ve Yugoslavya'nın bölünmesi hakkında önemli bir görüşme yaptılar. Gündemdeki en önemli madde ise "Bosna'nın paylaşılması" planıydı. Bu konuda ciddi bir uzlaşmaya varılmadı, ama yine de bu zirve, Bosnalıların en büyük kabusunun, yani Sırp ve Hırvatların birleşerek Bosna'yı paylaşmaları felaketinin ilk habercisiydi. Burada atılan bu ilk adım, savaşın ortalarına doğru bir süre için de olsa fiili bir duruma dönüşecek ve Bosna için en zor stratejik pozisyon, yani hem Sırplar hem de Hırvatlarla savaşma durumu ortaya çıkacaktı.

6 Nisan 1992 günü Bosna-Hersek Avrupa Topluluğu tarafından egemen bir devlet olarak tanındı. Aynı gün, Sırp paramiliter birlikleri, Müslüman kentlerinde korku ve terör estirmeye başlamışlardı. Sırpların ateşlediği çatışmalar üzerine, Federal Ordu yine Sırplar tarafından "davet" edildi. Bu küçük çatışmalar kısa bir süre sonra bir Müslüman katliamına dönüştü. Sırplar girdikleri her şehirde terör estirdiler. İlk hedefleri büyük bir hınçla saldırdıkları camiydi. Sokaklarda gezen Müslümanları tartaklamaya, dipçiklemeye başladılar ve bazılarını da herkesin gözü önünde vurdular. Şehirlerin elektriğini kestiler, önlerine çıkanları rastgele öldürdüler. İnsanları rastgele öldürüp, sindirmeye çalıştılar. Ve bunda da başarılı oldular.

Bosna-Hersek'te 3.5 yıl süren Sırp vahşeti, geride 200 bin ölü Müslüman ve harap bir ülke bıraktı.

Savaş böyle kanlı bir saldırı ile başladı ve üç buçuk yıl boyunca aynı şekilde devam etti. İlk önce geniş çaplı askeri operasyonlar için Federal Ordu birlikleri devreye girdi. Federal Ordu'nun işin "kabasını" bombalarla halletmesinin ardından ise, "ince iş" için yine Çetnikler devreye giriyorlar ve şehri, karşılarına çıkan her Müslümanı kadın-çocuk ayrımı yapmadan boğazlayarak etnik yönden "temiz" hale getiriyorlardı. Yaşanan vahşeti kelimelerle anlatmak mümkün değildi. Savunmasız çocuklar, bebekler, yaşlılar en vahşi işkence yöntemleri kullanılarak öldürülüyor, kadınlara vahşice tecavüz ediliyordu. Bu vahşet tam üç buçuk yıl gazetelere, televizyonlara yansıdı. Fakat hiçkimse olanları durdurmak için etkili bir adım atmadı.

Avrupa'nın Bosna'ya İhaneti

Tüm bu vahşetin yanısıra Batılı ülkelerin kasıtlı tepkisizliği, BM güçlerinin Sırp yanlısı tutumları, kendilerini savunmak isteyen Müslüman halka karşı uygulanan silah ambargosu, insani yardımın dahi yapılmaması savaşın tam üç buçuk yıl sürmesine neden oldu. Sırplar ülkenin büyük bölümünü ele geçirmişlerdi, çünkü herhangi bir orduya hatta ciddi bir silahlı varlığa sahip olmayan Müslümanlar önemli bir direniş gösterememişlerdi. Ancak ilk şok atlatıldıktan sonra, önce paramiliter Müslüman savunma birlikleri, sonra da düzenli Bosna-Hersek Ordusu (Armija BiH) oluşturuldu. Sırplar bu sayede durduruldu ve ilk safhasında bir yağma ve katliamdan ibaret olan askeri durum, bir süre sonra iki ayrı cephenin var olduğu bir "savaş"a dönüşebildi. Ancak Miloseviç'in batılı dostları ısrarla Bosna'da bir katliam, bir etnik temizlik, bir soykırım başlatıldığını değil, bir "iç savaş" yaşandığını savunuyorlardı. Batılı gazeteler Bosna'da yaşanan olayın "tipik bir iç savaş" olduğunu savunan makaleler yayınlıyor, televizyonlar ülkedeki her üç tarafı da "savaşan taraflar" olarak tanımlıyordu. Hatta bazı durumlar, bir "anarşi vakası" gibi anlatılıyor, "kanun ve düzenin ortadan kalkması" diye tanımlanıyordu. Aynı kişiler o sıralarda gündeme gelen Sırbistan'a ekonomik yaptırımlar uygulanması tekliflerine karşı da ısrarla direniyordu. Herkes "Bosna'daki şiddeti durdurabilmesi için Miloseviç'e biraz daha şans tanınması" gerektiğini savunuyordu.

"Silah ambargosu" ile savunma imkanları ortadan kaldırılan ve "güvenli bölge aldatmacası" adı altında ellerindeki silahları da toplanan Bosnalılar, Sırp tanklarına karşı kalaşnikoflarla savaşmak zorunda kaldılar. Ancak inançla ve azimle zoru başardılar. Belki savaş sona erdi, ama arkasında çok büyük bir insanlık dramı bıraktı. Sırplar görevlerini yerine getirmişler ve İslam'ın Bosna-Hersek'teki yükselişine karşı dev bir katliamla cevap vermeye çalışmışlardı.

Miloseviç'in Devrilmesi Sırbistan'ın Saldırgan Politikasını Değiştirecek mi?

Son günlerde tüm dünya, yapılan seçimler sonucunda iktidardan devrilen Slobodan Miloseviç'in "acıklı" sonunu konuşuyor. Gazetelerde, televizyonlarda, tartışma programlarında Sırbistan'da "demokrasinin" kazandığı zaferin, halkın "demokratik" devrimin ve de yeni lider Vojislav Kostunitsa'nın "demokratik" kişiliğinin altı çiziliyor. Yazılanlara göre artık Miloseviç'in neden olduğu kan ve gözyaşı dolu günler sona erdi, barış ve huzur dolu bir hayata adım atıldı. Artık eski Yugoslavya halkını mutlu günler bekliyor...

Ancak bu haberlerin satır araları dikkatle incelendiğinde ve Bosna'da, Kosova'da 90'lı yıllar boyunca yaşananlar tekrar gözden geçirildiğinde gerçeklerin hiç de yazılanlar gibi olmadığı kolaylıkla anlaşılıyordu. Çünkü iktidar değişikliğinin Sırbistan'ın şiddet yanlısı milliyetçi politikasında bir değişiklik yapmayacağı, Miloseviç'in yerini bıraktığı yeni liderin kimliği biraz incelenince ortaya çıkıyor.

Vojislav Kostunitsa

Kostunitsa en az Miloseviç kadar, hatta ondan daha koyu bir Sırp milliyetçisi. Bir demokrasi savunucusu kimliğiyle ön plana çıkan diğer bir muhalefet lideri Zoran Cinciç ise Sırp milliyetçiliğinin aktif militanlarından ve vahşi Çetnik ideolojisinin savunucularından biri. Yani ihtilali yapıp, iktidarı devralanlar, basında bize tanıtıldığı gibi demokratik, insan haklarına saygılı, barıştan yana kişiler değil...

Zaten yıllarca Sırp zulmüne maruz kalan Bosna-Hersek yönetiminin yaptığı açıklamalar da bu düşünceleri doğruluyor. Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Zivalc yaptığı açıklamada "yeni lider Vojislav Kostunitsa'nın da şiddetli bir milliyetçi ve en az Miloseviç kadar komünist olduğunu" ifade ediyordu. Zivalc, dünya basınına yansıyan ve batılı ülkelerin yöneticileri tarafından alkışlanan bu devrimi sadece bir koltuk değişikliği olarak niteliyor, Sırbistan'da demokratik bir yönetime geçileceği yönünde bir inanca kesinlikle sahip olmadıklarını söylüyor. Kısacası Boşnaklar yeni lideri en az Miloseviç kadar tehlikeli görüyorlar ve yeni gelişmelere çok temkinli yaklaşıyorlar.

Aslında yeni lider Kostunitsa hakkında şu an herkes çok az şey biliyor. Ancak bilinen çok az şey onun gerçek yüzünü gözler önüne sermeye yetiyor. 1990'lı yılların başında "Sırpları, Hırvatlara ve Bosna Hersek yönetimine karşı milliyetçi duygularını göstermeye" çağıran yeni lider, Sırp milliyetçilerinin politikalarını şiddetle destekliyor. Üstelik Miloseviç'in aksine tam bir Sırp olması nedeniyle Sırp milliyetçilerinden çok büyük bir destek görüyor. (Miloseviç baba tarafından Karadağlı idi) Kostunitsa on binlerce masum insanın katili olarak tanınan ve savaş suçlusu ilan edildikten sonra ortadan kaybolan "Bosna kasabı" Radovan Karadziç'i gönülden destekliyor. Hatta savaşı bitiren Dayton anlaşmasına da şiddetle karşı. Karşı çıkmasının nedeni ise bazı bölgelerde daha fazla toprak ve daha fazla yetki talep etmesi. NATO'nun son operasyonunu ise radikal söylemlerle eleştiriyor. Sadece bu bilgiler dahi Sırbistan'da köklü bir değişimin olmayacağını kanıtlıyor.

Miloseviç'in rahat ve direnişsiz bir şekilde çekilmesi de Kostunitsa hakkında bazı soru işaretleri oluşmasına neden oldu. Özellikle de ilk günden itibaren savaş suçlusu ilan edilen Miloseviç'i Lahey Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ne vermeyeceğini söylemesi, Miloseviç'e can güvenliği ve dokunulmazlık garantisi vermek için çaba sarf etmesi bir "danışıklı döğüş" olduğu yönündeki şüpheleri daha da körükledi. Adeta aralarında bir anlaşma varmışcasına, her türlü tepkiyi göze alarak yapılan bu açıklamalar, Miloseviç'in politik hayatının bitmediğinin ilk işaretlerini verdi.

İkiyüzlülük Politikası

İşte o gün Miloseviç'e bir şans tanınmasını isteyenler, bugün yeni ihtilali sevinç içinde karşılıyorlar. O gün tepkisiz kalanlar bugün sanki geçmişte Miloseviç'e hiç destek olmamış gibi davranıyorlar. O gün Müslüman halkın kendisini savunmasına izin vermeyenler, bugün Miloseviç'i savaş suçlusu ilan etmenin yeterli olacağını düşünüyorlar. O gün insani yardım yapmak için dahi parmağını oynatmayanlar, şimdi Miloseviç'e siyasette yer olduğunu ima ediyorlar. Ve o gün masum çocukların vahşiçe katledilmesini izlemekle yetinenler, bugün yeni lideri alkışla karşılıyorlar.

İşte bu iki yüzlülük Yugoslavya'da hiçbir değişiklik olmadığı yönündeki kanaatleri güçlendiriyor. Belki sahnenin önündeki kişiler değişecek, ama Sırp politikası aynı şekilde devam edecektir. Şu an oluşturulmaya çalışılan sempati rüzgarı da insanları aldatma amacıyla yapılan girişimlerden başka birşey değildir. Miloseviç'in düşüşü, kendisini 80'li yılların başından bu yana destekleyen Batılı güç merkezlerinin stratejik hesaplarında da ciddi bir karmaşa oluşturmayacaktır, zaten bu düşüşü planlayanlar da bizzat kendileridir. Kukla liderlerin düşmesi, yerlerine yenileri bulunduğu sürece, hiçbir zaman büyük bir sorun olmamıştır zaten.

Dileğimiz, sadece Müslüman oldukları için bu vahşi soykırımla karşı karşıya kalan Bosna halkının aynı saldırganlıkla bir kez daha yüz yüze geldiklerinde, tüm İslam dünyasından, daha da büyük, bilinçli ve somut bir destek bulmalarıdır.