Ateist Siyonist Terör
Kitabın ilerleyen sayfalarında İsrail ordusunun Filistin halkına karşı uyguladığı katliamlardan, bir başka deyişle ateist Siyonist vahşetten örnekler vereceğiz. Hiçbir haklı gerekçesi ve makul açıklaması olmayan bu zulüm, İsrail yönetimi tarafından herşeye rağmen savunulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu savunma çarpıtılmış bilgilerden oluşmaktadır. Ateist Siyonistlerin söz konusu yalanlarının deşifre edilmesi, ateist Siyonizm propagandasının etkisinde kalan kişilerin gerçeği görebilmesi açısından gereklidir. İşte ateist Siyonist yalanlar ve cevapları...
Ateist Siyonistlerin en temel iddiası, Siyonizmin tüm Yahudileri temsil ettiğidir. Oysa Siyonizm din dışı bir ideolojidir ve dindar Yahudilerin önemli bir bölümü, dünyanın dört bir yanında İsrail'in ateist Siyonist politikalarını eleştirmektedirler.
Ateist Siyonistler Filistin'e ilk adım attıkları günden beri, bu toprakların yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Nitekim bu iddia, günümüze kadar süren çatışmaların da temelinde yer aldı. Filistin'e göç eden Yahudilere yer açabilmek için, Filistin yerleşim alanları yakılıp yıkılarak Filistinliler sürgüne mahkum edildi. Yüzlerce Filistin köyü haritadan silindi, pek çok insan katledildi. Ateist Siyonist terör örgütleri sürekli baskınlar düzenleyerek, sivil halkı katlettiler. Üstelik yaptıklarından pişmanlık duymadıklarını da defalarca ifade ettiler. Bu da ateist Siyonistlerin bölge halkı ile barış içinde yeni bir yaşam kurmayı değil, bölgeyi diğer tüm halklardan temizleyerek yalnızca Yahudiler için bir gelecek oluşturmayı planladıklarını gösteriyordu. Ünlü Siyonist liderlerden Vladimir Jabotinsky Iron Wall (Demir Duvar) adlı kitabında, ateist Siyonistlerin Filistin halkı ile hiçbir zaman uzlaşmayı düşünmediklerini şöyle ifade ediyordu:
Bizimle Araplar arasında gönüllü bir iş birliği oluşturmayı tartışmanın bile gereği yoktur, ne şimdi ne de gelecekte. Doğuştan kör olanlar hariç, tüm anlayış sahibi insanlar, Filistin'in bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp bir Yahudi ülkesi haline getirilmesi konusunu Araplar hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir. (Ralph Schoenman, The Hidden History of Zionism, http://www.balkanunity.org/mideast/english/zionism/ch02.htm)
Ziyaeddin et-Tumeyzi, fanatik İsrail ordusunun insanlık dışı sivil katliamları sırasında hayatını kaybeden pek çok masum bebekten yalnızca biridir. Daha iki aylık bir bebek olan Ziyaeddin, herşeyden habersiz uyurken başına ve göğsüne saplanan şarapnel parçaları ile öldürülmüştür.
İsrail Devleti'nin kendini savunurken kullandığı temel söylemlerden birisi de, bölgedeki nadir demokrasilerden biri olduğu, karşısında yer alan grupların ve ülkelerin ise anti-demokratik olduklarıdır. Bu iddia kısmen doğruluk payı içermekle birlikte, gerçeği tam anlamı ile yansıtmamaktadır. Ortadoğu'da demokratik olmayan yönetimlerin varlığı ve İsrail'in de bu ülkelere kıyasla demokratik bir görünüme sahip olduğu doğrudur. Ancak İsrail'in özenle gizlediği bir başka gerçek daha vardır, o da İsrail demokrasisinin yalnızca Yahudi vatandaşları için geçerli olduğu. İsrail, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde bir zamanlar hakim olan 'aparteid' anlayışına sahiptir. İsrail vatandaşı olan Araplar her zaman için ikinci sınıf insan muamalesi görmektedirler, bu durum günlük hayatın pek çok alanında kendisini hissettirmektedir. Arapların en temel insanlık hakları bile hep yok sayılır. İsrail işgali altındaki topraklarda askerlik yapmış ve daha sonra Amerika'ya yerleşmiş olan sanatçı Gilad Atzmon, İsrail tarzı demokrasiyi şöyle tarif etmektedir:
60'ların başında İsrail'de dünyaya geldim ve 'Ortadoğu'nun tek demokratik ülkesinde yaşadığım' sözleri ile büyütüldüm. Orduda askerlik yaptığım dönemde ise, şu gerçeğin farkına vardım: Aslında ben, milyonlarca Filistinli'nin en temel insan haklarını dahi reddeden insanların arasında büyümüştüm. (Gilad Atzmon, The End of Innıcence, Counterpunch Weekend Edition, 3 Ağustos 2002)
Aslında İsrail'in bu iddiası, iç ve dış politikasının "güvenlik" temelli olması gerektiği savını desteklemek için kullanılır. Buna göre, bölgenin tek demokratik ülkesi olan İsrail'in dört tarafı anti-demokratik ve İsrail'i yıkmayı hedefleyen düşmanlarla doludur. Dolayısıyla, bu düşmanlar karşısında İsrail'in tek seçeneği "ayakta kalabilmek için saldırmaktır." Bu iddianın ardında yatan gerçek ise, İsrail'in ateist Siyonist hedefler doğrultusunda daha çok toprak elde etmek için sürekli saldırdığı ve yayılmacılığından hiçbir zaman vazgeçmediğidir. İsrail'in 1967'de işgal etmiş olduğu topraklarda görev yapmayı reddeden askerlerden biri olan Sholomi Segall, The Guardian gazetesinde, Why I won't Serve Sharon (Şaron'a Neden Hizmet Etmem?) başlıklı yazısında bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
İsrail askerleri tarafından vurulan Filistinli bir çocuk, hastaneye götürülürken.
Sürgün, Filistin'deki zulmün en önemli boyutlarından biridir. Milyonlarca insan, 35 yılı aşkın bir süredir mülteci kamplarında, derme çatma çadırlarda yaşamakta ve acı çekmektedir.
Ariel Şaron size, 'İsrail'in kana susamış düşmanlarına karşı ayakta kalabilmek için' savaştığını söyleyip duracaktır. Hiç de öyle değil. Şaron ve ekibi, yerleşim alanlarını genişletmek, İsrail işgalini kalıcı kılmak ve Filistin topraklarını kendine bağlı tutmak için bir kolonileştirme savaşı yürütüyorlar. Bu tek yönlü savaşın asıl amacının, Filistinlilerin kendilerine ait toprakları ve bağımsız bir devletleri olması umutlarını yok etmek olduğu ise bir sır değil. (The Guardian, 5 Temmuz 2002)
Eğer İsrail gerçekten bölgede huzur ve güvenliğin kaynağı olmak istiyorsa, bu konudaki samimiyetini gösterecek adımlar atmalıdır. (İşgal ettiği topraklardan geri çekilmesi, Arap vatandaşlarının temel insan haklarını ihlal etmekten vazgeçmesi, yeni yerleşim yerleri inşa etmeyi durdurması gibi.) Oysa mevcut İsrail politikası şiddeti ve nefreti körükleyen bir politikadır ve gerilimi sürekli tırmandırmaktadır. Nitekim İsrail bugüne kadar uygulamaları ile pasif ve sadece kendisini savunmaya çalışan küçük bir ülke değil, son derece saldırgan ve baskıcı politikalar izleyen işgalci ve şiddet yanlısı bir devlet olduğunu ispatlamıştır.
Silahların Gölgesinde Büyüyen Çocuklar
İsrail yönetiminin acımasızlık politikası, İsrail halkının geniş kesimlerinden tepki çektiği gibi bazı İsrailli askerlerden de tepki çekmektediir. Filistinlilerle barış içinde yaşamayı savunan pek çok İsrail askeri görev yapmayı reddetmiştir. Bu resimlerdeki sahneler, sözkonusu "İsrail vicdanı"nın ifadeleridir.
Filistin halkı 35 yıldan uzun bir süredir, sürekli tartaklanmakta, dövülmekte, taciz edilmekte, acımasızca katledilmektedir.
İlk İntifada'nın yaşandığı yıllarda Beytüllahim yakınlarında, bir Hıristiyan kasabası olan Beit Shaur'da yaşayan ünlü yazar Norman Finkelstein'ın, şahit olduğu bir olay İsrail askerlerinin müdahalesinin savunma amaçlı olmadığını gözler önüne seren örneklerden biridir:
Jalazoun mülteci kampında çocuklar etrafına toplandıkları bir lastiği yakıyorlardı. Derken bir araba geldi. Birdenbire kapılar açıldı ve dört adam (ya yerleşimcilerdi ya da sivil kıyafetleri içinde İsrail askerleri) indi arabadan. Rastgele etrafa ateş açmaya başladılar. Hemen arkamdaki çocuk sırtından vuruldu. Kurşun karnından dışarı çıkmıştı. Ertesi gün Jerusalem Post'da askerlerin kendilerini korumak için ateş etmek zorunda kaldıkları yazıldı. (Ian Gilmour, Israel's Terrorists, The Nation, 21 Nisan 1997)
Yine İsrail saldırılarında ölen başka bir küçük bebek
Haksız yere tutuklanan...
... ve öldürülen çocuklar.
İsrail silahlarının hedefi olan bir başka çocuk
İsrail'in katliamlarına maruz kalan masumların, evleri yıkılan binlerce insanın, okul bahçesinde vurulan çocukların, yıkılan hastanelerin, hastaları almasına izin verilmeyen ambulansların, yakılıp yıkılan zeytin bahçelerinin, kontrol noktalarında sürekli aşağılanıp hor görülen sivillerin hiçbir açıklaması yoktur. Üstelik İsrail'in saldırganlığından yalnızca Filistin halkı değil, bu mazlum halka destek olmak isteyen Yahudi ve Hıristiyan sivil toplum örgütleri ve basın mensupları da payını almaktadır.
Ateist Siyonizmin yalanlarını ifşa eden ve bu ideolojinin asıl yüzünü tüm dünyaya gösteren en önemli delil ise, Filistin topraklarında yarım asırdan uzun bir süredir devam eden vahşettir.
Ateist Siyonizmin Kanlı Bilançosu
Ateist Siyonizm sorunları şiddet kullanarak çözmeyi öngören bir ideolojidir. Daha önce de vurguladığımız gibi ateist Siyonizme göre, Yahudiler dışındaki toplumlara karşı acımasız olmanın hiçbir sakıncası yoktur. Merhamet, affedicilik, şefkat ve hoşgörü yalnızca kendi ırklarına, yani Yahudilere karşı gösterilebilir.
Bu yanlış zihniyet İsrail Devleti'nin Filistinli Müslümanlara karşı izlediği politikada açıkça görülmektedir. İsrail halkının büyük bir çoğunluğu da ateist Siyonist telkinlerin etkisi altında kalmaktadır. 8 Ekim 2000 tarihli İsrail Ma'ariv gazetesinde yer alan anketin sonuçları bu durumu açıkça göstermektedir. İsrail'de şiddet büyük çoğunluk tarafından olağan karşılanan bir olgudur. Söz konusu ankete göre İsrail halkının sadece %7'si İsrail ordusunun Filistinlilere karşı aşırı şiddete başvurduğunu düşünmektedir. Geri kalan %93 ise, ordunun tepkisinin yerinde olduğunu ve hatta daha da keskin davranması gerektiğini düşünenlerdir. Ankete katılanların %60'ı ise Arapların tamamen Kutsal Toprakları terk etmeleri gerektiğine inanmaktadır. (Ma'ariv, 8 Ekim 2000) Nitekim dönemin İsrail Savunma Bakanı Eprahim Sneh de Aksa İntifadası'nda İsrail askerlerinin aşırı şiddete başvurması ve 2 silahsız kadının gaddarca öldürülmesi karşısında; "Biz bu topraklarda oyunu kendi kurallarımızla oynuyoruz. Kimse cezalandırmadan muaf tutulamaz" demiştir. (Rachelle Marshall, Palestinians Come Under Siege as They Struggle for Independence, The Washington Report, Ocak-Şubat 2001, sf. 8-9)
Ateist Siyonizmin ve İsrail'in tarihi, şiddet eylemleriyle, katliamlarla doludur. King David Oteli'nin havaya uçurulması, masum köylülerin işkence yapılarak öldürüldükleri 1948 yılındaki Deir Yasin katliamı, 1958 yılında Kibya Köyü'nde yapılan insanlık dışı katliam, Ariel Şaron'un önderliğinde Sabra ve Şatilla mülteci kampında gerçekleştirilen ve 3000'e yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan katliam, 1990 yılında Mescid-i Aksa'da 11 Filistinlinin ölümü ve 800'e yakın kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırı, 1994 yılında Hz. İbrahim camisinde sabah namazı esnasında gerçekleştirilen katliam, Kana Mülteci Kampı'nda gerçekleştirilen katliam, 1999 yılında 4000 askerlik bir kuşatmayla gerçekleştirilen tünel katliamı bunlardan sadece bir kaçıdır.
Ateist Siyonizm Ortadoğu'ya girdiği günden itibaren terörü vazgeçilmez bir yöntem olarak benimsedi. İngiltere bile bu terörün hedefi olmaktan kurtulamadı. Ateist Siyonist militanlar tarafından bombalanan King David oteli, onlarca İngilize mezar olmuştu.
İsrail'in Kana'daki Birleşmiş Milletler kampını bombalaması sonucunda aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yüzlerce sivil hayatını kaybetmiştir.
Ateist Siyonizm bugün de Filistin'de tüm dünyanın gözü önünde bir halkı katletmekte, uzun vadeli bir soykırıma tabi tutmaktadır. Üstelik İsrail yönetimi mevcut şiddet yanlısı politikasını değiştirmeyi düşünmediğini de açıkça ifade etmektedir.
Filistin topraklarının İsrail ordusu tarafından kuşatılıp şiddetin doruğa tırmandığı bir dönemde yaptığı açıklamada, Ariel Şaron "Kayıplarını artırmalıyız ki bu yolla bir şey kazanamayacaklarını anlasınlar... Onları vurmalıyız, bir daha bir daha vurmalıyız, bunu iyice anladıklarına kanaatimiz gelene kadar." (The Economist, 7 Mart 2002) yorumunu yapmaktan çekinmemektedir. Likud Partisi üyesi Meir Sheetrit ise Parlamentoda yaptığı konuşmasında, İsrail ordusunun Filistin topraklarında uyguladığı şiddeti desteklediğini söylemiş ve "Filistinlilerin 'barış istiyoruz diye can havliyle bağırıncaya kadar' vurulması gerektiğini" savunmuştur.
Savaş Ortadoğu'da hem Müslümanlara hem de Yahudilere acı ve ölüm getirdi. Oysa Allah, tüm insanlara barışı emretmiştir.
Altı Gün Savaşı'nda Doğu Kudüs'ü ele geçiren İsrail askerleri, uluslarının iki bin yıldır ayrı kaldığı Ağlama Duvarı'na kavuşmanın verdiği heyecan içindeydiler. Ancak bu heyecan, aynı zamanda egemenlikleri altına giren Müslüman Araplara karşı adalet ve merhametle desteklenmeliydi. Çünkü Tevrat'ın Yahudilere olan emri budur: Ülkenizde sizinle birlikte yaşayan bir yabancıya kötü davranmayın. Ona sizden biriymiş gibi davranacak ve onu kendiniz kadar seveceksiniz. Çünkü siz de Mısır'da yabancıydınız. Tanrınız RAB benim. (Levililer, 19:33-34)
Her ne kadar bu durum Avrupa Birliği başta olmak üzere pek çok Batılı kurum tarafından şiddetle kınansa da, Avrupa devletleri çoğu zaman, ateist Siyonist vahşeti engellemekte aciz kalmaktadır. Bir başka deyişle, Avrupa Birliği gibi büyük bir ekonomik ve siyasi güç dahi, İsrail terörünü durdurmayı başaramamaktadır. Bu da bir kez daha, ateist Siyonizmin insanlık için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu gözler önüne sermektedir.
İsrail, bölgenin tek nükleer gücü olarak da Ortadoğu barışı için potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır. İsrailli radikallerin, yönetime egemen olmaları durumunda yaşanacak bir krizde nükleer silahlara başvurmaları tehlikesi vardır ve bu da korkunç bir felaket doğuracaktır.
Filistin'deki durumun doğru anlaşılması önemlidir. Günümüzde devam eden çatışma, İsrail'in 1967'de uluslararası hukuka göre Araplara ait olan toprakları işgal etmesi ve burada yerleşmesiyle başlamıştır. İsrail o zamandan bu yana Filistin'deki savunmasız ve korumasız halka karşı acımasız bir "etnik temizlik" yürütmektedir. En güçlü silahlarla donatılmış İsrail ordusu Ortadoğu'nun en büyük ve güçlü ordularından biridir. Ve bu ordunun panzerleri, roketleri, bombardıman uçakları neredeyse her gün sivil halkı ateşe tutmaktadır. En yüksek standartta istihbarat servisine, mükemmel bir deniz donanmasına ve hava kuvvetine sahip olan İsrail tüm gücünü; panzeri, cephanesi, savaş gemisi, savaş uçağı ve hatta modern bir devletin sahip olması gereken pek çok kuruma bile sahip olmayan Filistin'e karşı kullanmaktadır.
Filistin yerleşim alanlarının elektrik, su gibi en temel ihtiyaçları dahi İsrail'in kontrolü altındadır. Hiçbir Filistinli ürününü herhangi bir Arap ülkesine doğrudan ihraç edememektedir. Ürünler İsrail'den geçmek zorundadır ve her ürün için ayrıca İsrail'e vergi ödenmesi gerekir.
Şu anda 63 kantona bölünmüş olan Filistin toprakları birbirlerinden tel örgüler ile ayrılmış durumdadır. Ayrıca bu alanların etrafı İsrail askerleri tarafından hendeklerle çevrilmiştir. Hemen hemen her Filistin kampı, köyü, kasabasının girişinde bulunan İsrail askeri yığınakları, Filistin halkının hayatını işkenceye çevrimektedir. Kontrol noktalarında hastalar ölmekte, din adamları tutuklanmakta, gençler kurşunlanmakta, insanlar türlü hakaretlere maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarının aralarına kurulmuş olan 140 İsrail yerleşim birimi ve bunların arasında Yahudi olmayanların geçişinin yasak olduğu sokaklar, ateist Siyonistlerin tam anlamı ile ırkçı bir rejim kurduklarını göstermektedir. Ancak ünlü Ortadoğu uzmanı Edward Said'in belirttiği gibi, "ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti bile, siyahların yaşadığı bölgeyi bombalamak için asla F16 uçakları kullanmamıştır." (Yücel Demirer, Sibel Özbudun, İsyanın Adı Filistin, Ankara, Ütopya Yayınları, 2002, s. 174 )
Kuşkusuz İsrail zulmüne karşı bazı Filistinli radikal grupların başvurdukları ve sivilleri hedef alan terör eylemleri de haksızdır ve bunları da kınıyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki, bu terör eylemlerini ortaya çıkaran temel sebep, İsrail işgalidir. İsrail 1967 öncesinde, yani Filistin topraklarının tümü işgal altında değilken, bir terör tehdidi ile karşı karşıya değildi. Filistin terörünü doğrudan besleyen etken, İsrail'in işgali ve "etnik temizlik" stratejisi olmuştur.
Bu nedenle İsrail, Filistin topraklarını işgal altında tutmakla, hem Filistinlilere zulmetmekte hem de kendi Yahudi vatandaşlarını tehlike ve korku dolu bir yaşamın içine atmaktadır. Çözüm sağduyulu İsraillilerin savunduğu gibi, "hemen şimdi barış"tır ve bunun da birinci şartı 1967'den bu yana süren acımasız işgalin sona ermesidir.
Filistin toprakları, hem Yahudileri hem de Müslümanları barındırabilir. Bu topraklar her inançtan insanın ibadetini dilediğince yerine getirebileceği, huzur içinde yaşamını sürdürebileceği bir yer olmalıdır. Ancak öncelikle, İsrail'in buna razı olması gerekmektedir; bunun için de ateist Siyonist ideolojinin sorgulanması şarttır.
Çözüm: Gerçek Din Ahlakının Yaşanması ve Radikalizmin Tedavi Edilmesi
Naziler Almanya'yı kendi ideolojileri uyarınca korkunç bir savaş ve katilam makinasına dönüştürdüklerinde, tüm özgür dünya Nazizm'e karşı birleşmişti. Çünkü "Alman milliyetçiliği" adı altında ortaya çıkan Nazizim, gerçekte hem Alman milletine hem de diğer milletlere sadece savaş, ölüm ve acı vaat ediyordu. II. Dünya Savaşı'nda Nazizm yenilgiye uğratıldı ve insanlık bu kabustan kurtulmuş oldu. Kurtulanların başında da Almanya'nın kendisi geliyordu. Bugün ise ateist Siyonizme karşı askeri değil ama fikri anlamda bir "özgür dünya ittifakı" gerekmektedir. İsrail'in hem kendi halkını, hem Filistinlileri hem de tüm Ortadoğu halklarını tehdit eden radikal ateist Siyonist ideolojiden kurtulması zorunludur. Bu fikri mücadelede, Batılı devletler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve ateist Siyonizme karşı çıkan dindar ve liberal Yahudiler tarafından elbirliği ile yürütülmelidir.
İsrail ordusunun ayaküstü "sorgu" yöntemi.
İsrail Radikalizminin Tedavi Edilmesi
Nedensiz şiddet, sadece yeni şiddetleri doğurur.
Nitekim bugün pek çok dindar Yahudi, İsrail'in ateist Siyonist ideolojisine ve bu ideoloji uğruna gerçekleştirdiği vahşetlere karşı çıkmaktadır. Örneğin İsrail'de farklı Yahudi mezheplerine bağlı dindar hahamlar tarafından kurulan "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar" (Rabbis For Human Rights) gibi. Söz konusu kuruluşun metinlerinde, Yahudi inancının temelinde adalet ve merhametin yattığı şöyle açıklanır:
"Allah, babamız İbrahim'i seçtiğinde ona vaatte bulundu: "Yeryüzündeki tüm sülaleler seninle kutsanacaktır" diye (Tekvin, 12:2) ve İbrahim'in çocuklarına ve onun nesillerine hep haklı ve doğru olanı yaparak Rab'bin yolunu tutmalarını emretti. (Tekvin, 18:19) İbrahim'in çocukları olarak, bizlerin bu mirası yerine getirmemiz "merhamet, cömertlik ve içlilik" göstermemiz gerekir. Tevrat geleneğimize göre, bütün dünya buna hayran olarak demelidir ki, Tevrat'ın özü, haham Hillel tarafından özetlendiği gibi, "sana kötü gelen şeyi başkalarına yapmamak"tır. Bu, Yahudi halkının tarihsel tecrübesini ve ahlaki bilincini ifade eder. Hem bu tarihsel tecrübe hem de ahlaki bilinç, bizi bizim aramızda yaşayan insanların haklarını savunmaya yöneltmelidir."
Ve bu açıklamanın ardından, "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar", aşağıdaki Muharref Tevrat açıklamasını aktarmaktadırlar:
Ve diyarınızda bir garip seninle misafir olursa, onu mağdur etmeyeceksiniz. Sizinle misafir olan garip aranızda yerli gibi olacak ve onu kendin gibi seveceksin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz; ben Allah'ınız RAB'BIM. (Levililer 19:33-34)
Bu ılımlı, insancıl, samimi ve gerçek anlamda dindar yaklaşımı savunanlar, "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar" ile sınırlı değildir. İsrail'de veya Yahudi diasporasındaki diğer pek çok Yahudi, İsrail radikalizminin Yahudi dinine aykırı bir sapma olduğunu savunmaktadır. İngiltere'nin Başhahamı Prof. Jonathan Sacks, 2002 Ağustosu'nda İngiliz The Guardian gazetesine yaptığı bir açıklama ile bu konuda oldukça bilge yorumlar yapmıştır.
İsrailli yerleşimcilerin Arap bir kadına yaptığı saldırıyı belgeleyen bu fotoğraf, radikal yerleşimcilerin barışın önünde ne kadar büyük bir engel olduğunun ifadesidir.
İsrail'in Filistin topraklarında sivil halka karşı uyguladığı şiddeti kınayan Başhaham Sacks, "İsrail'in şu andaki durumu Yahudilik ile bağdaşmamakta ve Filistin'le olan bu mücadeleleri Yahudi kültürüne zarar vermektedir" diyerek, şöyle devam etmektedir:
Bir Yahudi olarak yaşanan olaylar içinde beni rahatsız eden şeyler oluyor, İsrail askerlerinin, öldürdükleri Filistinlinin üzerine basıp, gülümseyerek poz verdiklerini gördüğümde şok oldum. (Jonathan Freedland, "Israel set on tragic path, says chief rabbi", The Guardian, 27 Ağustos 2002)
Başhaham Sacks, ayrıca İsrail gibi yıllarca sürgünde yaşayan bir milletin, Filistin'in şu andaki durumunu anlaması gerektiğini ise şöyle açıklamıştır:
Kutsal kitapta 36 kez tekrarlanan 'Sürgün olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmek için sürgün edildiniz' buyruğunu görmezlikten gelemezsiniz. Ben bunu Yahudilik prensiplerine bağlı bir devletin temel projelerinden biri olarak görüyorum. (Jonathan Freedland, "Israel set on tragic path, says chief rabbi", The Guardian, 27 Ağustos 2002)
Jonathan Sacks'in bu açıklamaları bazı İsrailli çevrelerden tepki görse de, pek çok dindar Yahudi kendisini desteklemiştir. İngiltere veya İsrail'den diğer pek çok haham Sacks'in fikirlerini benimsediklerini ve arkasında durduklarını açıklamışlardır. (Charlotte Halle, "Local British rabbis stand behind Chief Rabbi Sacks", Ha'aretz, Ağustos 2002)
Filistin'deki günlük manzaralardan biri: İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olmuş bir çocuk. | |
Keyfi gözaltı ve tutukluluk, Filistin'de günlük yaşamın bir parçası durumunda. Yahudi dünyasındaki sağduyulu seslerden biri olan Başhaham Sacks, İsrail'i gerçek Yahudiliğe dönmeye çağırmaktadır. (solda) |
Haham Yehoshua Engelman, Sacks'i desteklerken, onun Yahudi peygamberlerinden Ezekiel'in yolunu izlediğini söylemiştir:
Ezekiel, eğer birisi bir haksızlık görür de ona karşı çıkmaz ise, o zaman bunun iş birlikçisi olacağı ve eğer bu zulme karşı sesini çıkarma şansı olup da susarsa, cezaya müstahak olacağı konusunda bizi uyarır. (Charlotte Halle, "Local British rabbis stand behind Chief Rabbi Sacks", Ha'aretz, Ağustos 2002)
İsrail, Filistinlilere karşı uyguladığı terörle, kendi inancının ilkelerini de çiğnemektedir. Tevrat'ta yersiz ve yurtsuz insanlara şefkat ve merhamet emredilir:Ve diyarınızda bir garip seninle misafir olursa, onu mağdur etmeyeceksiniz. Sizinle misafir olan garip aranızda yerli gibi olacak ve onu kendin gibi seveceksin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz; ben Allah'ınız RAB'BIM. (Levililer19:33-34)
İşte İsrail'in ateist Siyonist şiddetten vazgeçmesinin yolu, dindar Yahudilerin bu samimiyet ve vicdan anlayışında yatmaktadır. İsrail radikalizmini tedavi etmek, Yahudiliğin özündeki bu İlahi adalet, merhamet ve dürüstlük prensiplerinin diriltilmesiyle mümkündür. Seküler ve Sosyal Darwinist bir ideoloji olan ateist Siyonizm, bu prensipleri örtmüş, dahası bir de Yahudi dinini kendisine araç haline getirmeye çalışmıştır. Çözüm, İsrail'in kendi varlığının kaynağı olan inanca samimi bir şekilde geri dönmesidir.
Biz Müslümanların İsraillilere çağrısı da budur. Allah, Kuran'da Müslümanlara, Yahudi ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" çağırmalarını emreder. Bu ortak kelime, tek bir Allah'a inanmak, insanları (ve dolayısıyla onların ideojilerini) Rab edinmemektir. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
BU BİR DEPREM DEĞİL!
İSRAİL ORDUSUNUN ESERİ!
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64)
Filistin Radikalizminin Tedavisi
Filistinli intihar komandolarının bombalı eylemleri sonucunda hayatını kaybeden sivil İsrail vatandaşları...
İsrail Hükümeti'nin yürüttüğü zulüm politikası ne kadar yanlış ve insanlık dışıysa, onların bu suçunu sokaktaki suçsuz halka mal edip intihar eylemleri düzenlemek de bir o kadar dehşet vericidir ve barbarlıktır. İntihar etmeyi ve suçsuz insanları katletmeyi Allah haram kılmıştır. Dolayısıyla bir kısım fanatik Filistinli militanın, sözde din adına yaptıklarını iddia ettikleri eylemlerin ne gerçek İslam'la ne de Kuran ahlakıyla ilgisi vardır.
Elbette Ortadoğu'da barış sadece İsrail tarafının değil, Arap tarafının da radikalizmden kurtulmasıyla sağlanabilir. Çünkü bugün bazı Filistinli gruplar, savunmasız sivil İsraillilere karşı düzenledikleri korkunç intihar saldırıları ile haksız bir "direniş" yöntemi kullanmaktadırlar.
Arap tarafındaki bu radikalizme gereken tedavi ise, diğer tarafta gerekenin benzeridir: İslam'ın samimiyetle ve doğru şekilde anlaşılması. Dindar olmanın radikal ve şiddet yanlısı olmak anlamına gelmediği, aksine dindarlığın şefkat, merhamet, ılımlılık, sevgi ve barış gerektirdiği, Filistin tarafında da üzerinde durulması gereken önemli bir derstir.
Bunun nedenini görmek için, aynen ateist Siyonizmin kökenlerinde olduğu gibi, Arap direnişinin kökenlerine de bakmak gerekir.
Arap-İsrail sorunu her ne kadar 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzansa da, ilk sıcak çatışma 1947 yılında İsrail'in kuruluşunun ilan edilmesiyle başladı. Bu yıl içinde ilk Arap-İsrail savaşı patlak verdi. 48'de savaş bitti ve Filistin'in bir kısmı İsrail'in, daha az bir kısmı (Gazze Şeridi ve Batı Şeria) ise Arapların elinde kaldı. Bu Araplar için pek tercih edilebilir bir sonuç değildi, ama yine de yeni savaşlar ve yeni işgaller yaşanmasından daha iyi bir statüydü. (Zaten bugün tüm mücadele, 48'deki bu sınırlara geri dönebilmek üzerinedir.)
Ancak 50'li yıllarda Arap dünyası radikal bir ideolojik dalganın etkisinde kaldı. Bu, "Arap Sosyalizmi" olarak bilinen garip bir ideolojiydi. Sovyet tipi komünizmin biraz hafifletilmiş versiyonunu koyu ve şoven bir Arap ulusçuluğu ile birleştiren Arap sosyalizmi, önce Mısır'da iktidara geldi. Mısır Kralı'nı deviren subaylar arasından yükselen Cemal Abdülnasır, kısa zamanda "Arap dünyanın efsanevi lideri" oldu. Mısır'ı Suriye ve Irak izledi. Tüm bu ülkelerde solcu rejimler kanlı darbelerle iktidarı ele geçirdiler.
Arap sosyalistlerinin programında barış, sükunet, ılımlılık gibi kavramlar yer almıyordu. Aksine, Marksist ideolojinin temelinde yer alan çatışma kavramı onlar için çok daha önemliydi. Bu atmosfer içinde Arap dünyasındaki gerilim giderek arttı. Nasır, halkına İsrail'i denize dökmeyi vaat ediyordu. Ancak bu saldırgan vaat boşa çıktığı gibi, büyük bir bozgunla sonuçlandı. Arap sosyalistleri, 1967 savaşında askerlik tarihinde pek eşi görülmedik bir yenilgiye uğradılar. İsrail sadece 6 gün içinde topraklarını üç katına çıkardı. Arap sosyalizminin tüm o öfkeli söylemi boşa çıktı.
Ancak Marksist ideoloji Araplar arasında yayılmaya devam etti. 1967'den sonra, tüm toprakları işgal edildiği için İsrail'e karşı haklı bir direniş başlatan Filistinliler, bu yanlış ideolojiden etkilenmeye başladılar. Filistin direnişi, Sovyetler Birliği'nden aldığı destekle, Lenin veya Mao'nun gerilla yöntemleriyle, tam bir komünist kimlik kazandı. Nihai amaçlar için her türlü aracı meşru gören, şiddet ve terörü "emperyalizme karşı mücadele" olarak tanımlayıp destekleyen acımasız ve katı bir ideoloji olan komünizm, Filistin'in haklı direnişini haksız terör eylemleri ile kararttı.
Peygamberimiz (sav), savaşın en kızgın anında bile olsa sivillerin hayatına büyük özen gösterilmesini emretmiştir. İslam ahlakının gereği bu iken, İsrailli masum çocuklara karşı bombalı saldırılar düzenleyenler, büyük bir vebal altına girmektedirler.
İşte bugün hala devam eden Filistin terörizminin kökeninde, 1950'li, 60'lı ve 70'li yıllar boyunca Arap dünyasını etkisi altına almış olan söz konusu Marksist-Leninist ideoloji ve yöntemler yatmaktadır. Çatışmayı "doğanın değişmez yasası" sayan komünist düşünceye göre, barış bir amaç değildir. Aksine, "emperyalizme karşı" daimi bir savaş, daimi bir silahlı mücadele gerekir ve bunun için her türlü yöntem kullanılabilir. Bugün Filistin davası adına savunmasız İsrailli kadın veya çocukları öldürenler, komünist değil dini bazı slogan ve söylemler kullanıyor olabilirler, ama aslında onları şekillendiren fikri etken komünist ideolojidir. Tek yaptıkları, 70'li yıllardaki radikal komünist söylemdeki kavramların yerini, dini kavramlarla değiştirmek olmuştur. Ancak İslam dininin insanlara öğrettiği; masumların haklarının korunması, savaşın en son çare olarak görülmesi ve her zaman barışın tercih edilmesi; savaş zamanında karşı tarafın sivillerinin güvenliğine özen gösterilmesi gibi yükümlülükleri tamamen göz ardı etmektedirler.
Oysaki İslam'da bu konuya verilen önem büyüktür.
Kuran ayetlerinde insanlar, yeryüzünde hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırılmaktadır. Allah, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmeyi, insanların hakkını korumayı, zulme asla rıza göstermemeyi, zalime karşı mazlumdan yana tavır almayı, ihtiyaç içinde olanlara yardım eli uzatmayı emretmektedir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, tarafsızlığı, hakkaniyeti, dürüstlüğü, hoşgörüyü, merhameti ve şefkati gerektirmektedir.
Allah'ın, "Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır" (Maide Suresi, 8) ayetinde de bildirdiği gibi kin, nefret ve öfke gibi duygular iman eden bir kişinin aldığı kararları, ahlakını ve uygulamalarını etkilememelidir.
İşte bu nedenle Filistinliler de İsrail işgaline yönelik tepki gösterirken başlarına gelen her zorluğun Rabbimizden bir deneme olduğunu unutmamalı ve Allah'ın güzel ahlak, adalet, ve 'haddi aşmamak'a dair emirlerine titizlikle uymalıdırlar. İsrail ordusunun saldırılarına, baskılarına ve adaletsiz uygulamalarına karşı çıkarken sadece Kuran'da tarif edilen mücadele yöntemlerini izlemelidirler. Böyle bir mücadelenin sonucu ise mutlaka büyük bir kurtuluştur, çünkü "Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın Katındandır." (Al-i İmran Suresi, 126)
Ne var ki son yıllarda bazı Filistinliler tarafından savunmasız sivillere, çocukların, kadınların ve yaşlıların bulunduğu sivil yerleşim alanlarına yönelik intihar saldırıları gerçekleştirilmektedir. Bu saldırılar doğal olarak dünya genelinde çok büyük bir tepkiyle karşılanmakta ve Filistin halkının haklı mücadelesine faydadan çok zarar vermektedir.
Sivil halka yönelik bu gibi saldırıların mazur görülemeyeceği açıktır. Kuran ayetlerini ve Peygamber Efendimiz (sav)'in uygulamalarını incelediğimizde sivillere yönelik saldırılara İslam ahlakında hiçbir şekilde yer olmadığı açıkça görülmektedir. Peygamberimiz (sav) gerek Mekke'nin fethinde gerekse diğer savaşlarında masum ve savunmasız insanların haklarını titizlikle korumuş, onlara bir zarar gelmesini engellemiştir. Müminlere bu konuda çeşitli hatırlatmalarda bulunmuş, "Resulullah'ın dini üzerine sefere çıkın. Ancak; ihtiyar, kadın ve çocuklara ilişmeyiniz. Islah ve ihsan elinden olunuz. Allah muhlisleri sever" (Ramuz El Hadis, cilt 1, 84/8) şeklinde emretmiştir. Müslüman her türlü haksız uygulamanın, gereksiz silah kullanımının, zorbalığın ve barbarlığın karşısında yer almaktadır.
İsrailli sivillere yönelik söz konusu saldırılar incelenirken üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise intiharın İslam'daki yeridir. İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olan çevreler, bu barış dininin intihar saldırılarına izin verdiği yönünde son derece hatalı bir düşünceye sahiptirler. Oysa başka insanları öldürmek gibi insanın kendini öldürmesi de İslam'a aykırıdır. Allah, "Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin" (Nisa Suresi, 29) ayetiyle intiharı açıkça haram kılmıştır. Bir insanın, her ne sebepten olursa olsun, kendisini öldürmesi İslam'a göre yasaktır. Peygamberimiz (sav) de bir hadisinde intiharın haram olduğunu belirtmekte ve bu hareketi yapanların ateşle karşılık bulacaklarını bildirmektedir:
Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar. (Ramuz El Hadis, cilt 1, 76/12)
Dolayısıyla, her Müslüman, Filistin halkının haklı davasına gölge düşüren bu eylemlere karşı çıkmalıdır.
Unutmamak gerekir ki, Kuran ahlakının dışında herhangi bir mücadele şekli -örneğin komünist ideolojinin öngördüğü 'gerilla' yöntemleri- ne doğrudur ne de başarıya ulaşabilir. Bu nedenle Filistin topraklarındaki mevcut durum çok akılcı ve gerçekçi bir şekilde değerlendirilmeli ve Kuran ayetleri rehberliğinde temel hedefi barış ve insanların mutluluğu olan yeni bir strateji belirlenmelidir.
Ortadoğu'da Barışın Yolu
İlahi dinlerin mensuplarının birlik olması, Ortadoğu barışına giden en önemli yoldur.
Dünyadaki tüm akılcı ve adil insanlar gibi bizim de temennimiz, Filistin'de her iki halkın da razı olacağı barış ve huzurun bir an önce kurulmasıdır. Ancak masum bir halkın tüm haklarını elinden alarak ve onları açlığa ve yokluğa mahkum ederek kurulacak bir barış, tek taraflı olur. Daha da önemlisi böyle bir barış gerçek anlamda bir barış değildir. Çünkü böyle bir barış güvenlik ve huzuru hakim kılamaz, tam aksine karmaşa ve karışıklığın artmasına neden olur. Her iki halkın razı olacağı bir ortamın hakim olması ise ancak adaletin, eşitliğin ve insan haklarının her yönüyle gözetildiği bir barış planı ile mümkün olabilir.
Bunun için İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi, Doğu Kudüs'ün BM kararlarının da öngördüğü gibi Filistin egemenliğinde kalması ancak özel bir statüyle ve tüm dini toplumlara açık bir şehir haline gelmesi, Filistin Yönetiminin bağımsız bir devlet olarak tanınması ve topraklarından sürülmüş olan Filistinlilere geri dönüş hakkının sağlanması gereklidir. Nitekim BM'in 242 ve 338 no.lu kararnameleri de bu koşulları öngörmektedir. Filistinliler 1993 yılında yapılan Oslo görüşmeleri ile topraklarının %78'ini İsrail Devleti'ne bırakmayı zaten kabul etmiş durumdadırlar. Talepleri, kendilerine bırakılan %22'lik bölümde varlık haklarını devam ettirebilmektir. Oslo'da her iki taraf da 1999 yılına kadar bağımsız bir Filistin Devleti'nin kurulması konusunda hemfikir olmuş, ancak bugüne kadar yaşanan gelişmeler İsrail'in Filistin üzerindeki baskılarını daha da artırması ile neticelenmiştir. İsrail BM kararlarına aykırı olarak yeni yerleşim yerleri inşa etmeye ve Filistin halkını yaşadığı yerlerden zorla çıkarmaya, Filistinlilerin hareket özgürlüğünü sınırlamaya devam etmektedir. Kalıcı barış için hem İsrail'in hem de Filistinli radikallerin zihniyetlerini değiştirmeleri şarttır.
Kudüs, hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsaldır. Allah'a ibadet etmek için adanan bu kentte kan dökmek, masum insanları öldürmek ya da onlara acı çektirmek büyük bir günahtır. İsrail'in baskıları ve cinayetleri de, Filistinlilerin masum insanları hedef alan intihar saldırıları da Allah'ın rızasına aykırıdır. |
Yaser Arafat, Şimon Peres ve İzak Rabin 19 Ocak 1995'te Nobel Barış Ödülü'nü aldılar.
Bu barışın mevcut yapısıyla İsrail yönetimi tarafından sağlanamayacağı görülmektedir, çünkü mevcut yönetimin temelinde Filistinlileri "iki ayaklı hayvanlar" olarak gören ırkçı ve acımasız bir ideoloji vardır. Filistin tarafındaki şiddet yanlısı aşırı gruplar da barış önündeki bir diğer önemli engeldir. Bu durumda her iki taraftan da vicdan ve sağduyu sahibi kişilerin biraraya gelmesi, bu kişilere dünya çapında adaletten, eşitlikten ve barıştan yana olan kişilerin de destek vermesi gereklidir. İşte o zaman Filistin her milletten ve dinden insanın birarada, huzur ve güvenlik içinde yaşayabileceği bir toprak olacaktır.
Filistin toprakları Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların birlikte yaşayabilecekleri kadar geniş ve hepsinin de refah içinde hayatlarını sürdürebilecekleri kadar bereketli topraklardır. Taraflardan birinin Filistin'in tek sahibi olduğunu iddia etmesi hem tarihi gerçeklere aykırı bir durumdur, hem de yıllardır yaşanan olayların da gösterdiği gibi sürekli savaş ve çatışmalara neden olmaktadır. Her üç İlahi din tarafından da kutsal kabul edilen bu topraklarda Yahudiler sinagoglarda, Hıristiyanlar kiliselerde, Müslümanlar camilerde diledikleri gibi ibadetlerini yapabilmeli, geleneklerini devam ettirebilmeli, saygı ve hürmet çerçevesinde ortak bir yaşam kurabilmelidirler. Maddi imkanlar silahlara, bombalara değil, okullara, üniversitelere, hastanelere harcanmalıdır.
.. Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz."(Ankebut Suresi, 46)
Ellerinde "Şaron'un savaşını durdurun" pankartları taşıyan İsrailliler, barış için çaba göstermektedirler.
Filistinlilerin haklarını savunan İsrailliler, bölgede gerçek bir barış kurulabileceğinin kanıtıdırlar.