Kosova Dramı -II-Ocak 2001

20. yüzyılda Balkan yarımadası çok kanlı çatışmalara, ayaklanmalara, işgallere, sürgünlere ve sayıları milyonlara varan mültecinin dramına sahne oldu. 1990'lı yıllarda bu dramların yoğunlaştığı bölge, Bosna-Hersek'ti. 2000'li yıllara gelindiğinde ise belki Bosna'da yaşanan büyük etnik soykırım sona ermiş, Müslüman Bosna halkı biraz olsun huzura kavuşmuştu. Ama Kosova halkı -aynı 80'li, 90'lı yıllarda olduğu gibi- 2000'li yılları da çatışmalarla karşıladı. Balkanların, Osmanlı'nın izleriyle bezenmiş bu güzel ovasında bugün hala çok büyük sıkıntılar, çatışmalar ve huzursuzluklar yaşanıyor. Uluslararası gücün kontrolü altındaki bölgede belki zoraki bir barış rüzgarı estiriliyor, ancak Kosova'dan her gün gelen yeni çatışma haberleri bu suni barış havasını yalanlıyor.

Oysa geçen haftaki yazımızda da yazdığımız gibi, Balkan yarımadası bir zamanlar böyle değildi. Aksine, bu bölgede asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşamıştı. 14. yüzyılda başlayıp, 19. yüzyıla kadar süren Osmanlı hakimiyeti, Balkanlar'a huzur ve istikrar getirmişti. Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Bosnalılar, Macarlar, Ulahlar, Yahudiler, Çingeneler Osmanlı yönetimi altında asırlar boyunca hem kimliklerini koruyarak, hem de birbirleriyle çatışmadan barış içinde yaşamışlardı. Ancak 19. yüzyıl sonrası Balkanlarda huzurun yerini korku, barışın yerini savaş, güvenin yerini ise tedirgin bekleyiş aldı.

Yazımızın birinci bölümünde Kosova'nın Osmanlı ile kesişen tarihini, yıllardır devam eden çatışmaların nedenlerini ve NATO müdahalesine kadar geçen dönemde olanların üzerinde durduk. Bu yazıda ise NATO müdahalesi ve bu müdahalenin sonuçlarını tahlil edeceğiz.

Batılı Ülkelerin Gerçek Hedefleri

Sırp kuvvetlerinin savunmasız Kosova halkına karşı yürüttüğü şiddet ve baskı politikasının geçmişi 80'li yıllara dayanmaktadır. Şiddeti yavaş yavaş artıran Sırp kuvvetleri, Kosova halkının tüm yaşam haklarını ellerinden almakla işe başladı. Kısıtlamalar, tutuklamalar, yaptırımlar, şiddet uygulamaları birbirini takip etti. Bu baskı politikası tüm dünyanın gözleri önünde yıllarca devam etti. Ancak Kosova'dan yükselen bu seslere kimse kulak vermedi. Batılı ülkeler müdahale için binlerce insanın ölmesini ve yüz binlercesinin yollara dökülmesini beklediler.

Sırpların etnik temizlik harekatı 1998 yılının Şubat ayında çok büyük bir hız kazandı. Bosna Hersek'te yaşanan büyük vahşet henüz herkesin hafızalarındayken ve henüz Bosna halkının acıları dinmeden, Balkanlar'da bu defa yine Müslüman olan Arnavutlar etnik katliamlara maruz kalmaya başladılar. Bu dönem içinde binlerce masum insan Sırp askerleri tarafından gerçekleştirilen vahşi katliamlar sonucu hayatını kaybetti, erkekler kurşuna dizildi, çocuklar öldürüldü, binlerce kadına tecavüz edildi. Halk ya isteyerek ya da zorla bu topraklardan uzaklaşmaya zorlandılar, eğer gitmiyorlarsa da soykırıma tabi tutuldular.

Sırp vahşeti önce Bosna-Hersek'te açıldı. Batılı ülkeler, üç yıl boyunca Sırp terörünü el altından ve çeşitli siyasi manevralarla desteklediler. Sırplar bunun ardından Kosova'daki Arnavut Müslümanları hedef aldılar. Batı'nın Sırp saldırganlığına yönelik tepkisi yine son derece zayıf, göstermelik ve etkisizdi. Sırplar, hayal ettikleri "etnik temizlik" vahşetini kısmen de olsa hayata geçirebildiler.

1998 yılında başlayan etnik temizlik harekatına müdahale kararı bir yıl sonra, 24 Mart 1999 tarihinde geldi. Ancak bu müdahale kararı çıkana kadar Miloseviç'e ve ordusuna adeta soykırımın şiddetini artırabilmesi için mühlet verildi. Ancak NATO harekatı Kosova'ya huzur getirmek bir yana, bölgeyi daha da büyük bir bataklık haline getirdi.

Bombardıman tam 78 gün sürdü. Ancak bu müdahale kararı Kosova'daki zulmü durdurmaktan çok uzaktı. Birçok kişi bu müdahalenin yaşanan drama bir son vermek, buraya düzen getirmek için yapıldığını düşündü. Oysa Kosova'yı tanıyan ve Miloseviç'in politikasını yakından takip edenler bu müdahalenin sonuçlarını daha ilk günden tahmin ediyorlardı. Kuşkusuz Batılı ülkeler ve Amerikan yönetimi de bu müdahaleyi yaparken, sonradan yaşanacakları hesaplamışlardı. Bunun en önemli göstergesi ise Bill Clinton'ın müdahale kararını açıklayan konuşmasında kısaca geçtiği "kara harekatını düşünmüyoruz" şeklindeki mesajıydı. Nitekim mesaj istenilen yere, yani Miloseviç'e ulaşmış ve Kosova'daki Sırp saldırıları soykırım boyutuna taşımıştı.

NATO'nun havadan yapılan müdahalesi, devamında çok büyük bir göçü getirdi. Üzerlerine bomba yağdırılan, bir yandan da Sırp askerlerinin karadan yaptıkları baskıyla karşı karşıya olan yüzbinlerce insan, kadın, yaşlı ve çocuk canlarını kurtarabilmek için yollara döküldü. İlkel ulaşım araçlarıyla veya günlerce yürüyerek göç etmek zorunda kaldılar. Top ateşi altında evlerini terk edenler yüzlerce saat, kucaklarında çocuklarıyla birlikte yürüdüler. Soğuk havayla, açlıkla, çamurla, karla, yağmurla mücadele etmek zorunda kaldılar. Mültecilerin güzergahları çok sıkı bir abluka altında bulundurulduğundan, buralara gıda ve ilaç sevkiyatı yapılamıyordu. Bu nedenle salgın hastalıklar başgösterdi. Kadınlar yeni doğmuş bebeklerini aylarca su ve ekmekle beslemek zorunda kaldılar. Yol boyunca binlerce çocuk, yaşlı ve kadınlar hayatını yitirdi. On binlerce mülteci ise hala kayıp. Göçmenlerin bir bölümünü Arnavutluk sınırında durduran Sırplar, onları geri götürüp NATO tarafından vurulması muhtemel stratejik tesislere kapattıkları yazıldı. NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı'na (SHAPE) göre Kosova'da yaşanan çatışmalar sırasında 960 bin Kosovalı, mülteci durumuna düştü. Geride kalanlar ise katliamlara, tecavüzlere maruz kaldılar.

Müdahale Kosovalı Müslümanlara güvenlik imkanı sağlayacağı yerde, Miloseviç'e Kosovalı Müslümanları belirli bölgelerden kanlı şekilde kovma imkanı verdi. NATO kuvvetleri ise birkaç kez de Sırp tankı diye mülteci konvoylarını bombaladılar. Müdahale Kosovalıları savaş öncesinden daha da zor duruma soktu. Çünkü bombalar onları tehdit ediyordu. Acaba batılı ülkeler bunu tahmin mi edememişti? Aslında bu sonucun tahmin edilmesi zor değildi. Eğer amaç Kosova'da yapılan zulmü durdurmaya yönelik olsaydı, müdahale karadaki dengeleri de gözeten bir stratejik planlama ile yürütülürdü. Çünkü NATO Genel Kuvvetler Komutanı General Clark'ın da bir konuşmasında belirttiği gibi "kapsamı ve yoğunluğu ne ölçüde büyük olursa olsun, hiçbir hava operasyonu, yerde yürütülen paramiliter bir etnik kıyım harekatını durduramaz".

Zaten bu senaryo yeni sahnelenmiyordu. Aynı durum Bosna'da da yaşanmıştı. Bosna'da BM'nin silahlı desteği olmaksızın ilan edilen güvenlik alanlarından olan Srebrenica'da biriken Müslüman Boşnaklar Sırplar için hazır hedefler haline getirilmişti. Bosna savaşının belki de en hunhar katliamları bu bölgelerde, hem de güvenlik alanlarını korumakla yükümlü BM yetkililerinin gözleri önünde ve kimi zaman da onların onayı ile gerçekleştirilmişti. 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında yaklaşık 7 bin Müslüman Sırplar tarafından katledildi. Sırplar silahlardan arındırılmış kenti kolaylıkla teslim almıştı. Bu konuda son yıllarda yapılan araştırmalar ise vahşetin gerçek boyutunu yavaş yavaş ortaya çıkarıyor. Özellikle de Güvenlikli bölgeden sorumlu Hollandalı generallerin, katliam devam ederken Sırp generallerle birlikte yemek yediklerinin ve sohbet ettiklerinin görüntülendiği kasetlerin basına yansıması olayın danışıklı dövüş olduğunu ortaya koyuyordu.

Kosova'da da aynı şekilde, caydırıcı kara desteği olmaksızın başlatılan hava harekatı, masum Kosova halkının Sırp güçlerince canlı hedefler haline getirilmesine yol açmıştır. Ayrıca Makedonya ve Arnavut sınırlarına barış gücü askerleri konuşlandırıldı, buradan gelecek destek de böylece engellendi. Çünkü Kosova'nın Makedonya ve Arnavutluk hariç tüm sınırları Yeni Yogoslavya tarafından çevriliydi ve bu bölgeye başka bir yerden destek vermek mümkün değildi. NATO müdahalesi 12 Haziran 1999'da sona erdi ve arkasında çok büyük bir enkaz bıraktı.

NATO Müdahalesinin Gerçek Nedenleri...

Ülkemizde de çok sayıda eseri yayımlanan Massachussetts Institute of Technology'de profesör olan dilbilimci Noam Chomsky, Le Monde Diplomatique dergisinin Mart 2000 tarihli sayısında yer alan "Kosova için, bir başka çözüm daha vardı" başlıklı makalesinde NATO'nun Kosova müdahalesini ve sonuçlarını değerlendirir. Chomsky yazısında "Savaştan bir yıl sonra hala çatışmalar devam ediyorken, Kosova harap durumdayken, hala tacizler devam ederken, müdahalenin başarılı olduğundan söz edilebilir mi?" demektedir. Chomsky'ye göre barış istenseydi, bu hava operasyonu düzenlenmezdi. İlk önce barış yolları aranır, petrol ambargosu yoluyla Miloseviç yönetiminin tüm hayat damarlarını yoketmek denenirdi, kapsamlı bir ambargo ve uluslararası yaptırım ile yalnız bırakılacak olan Miloseviç'in bir şey yapacak hali kalmazdı. Chomsky, bu nedenleri saydıktan sonra müdahalenin Kosovalılar açısından korkunç yıkımları olan bir operasyon olduğunun altını çizmektedir.

The Independent gazetesinin yazarı Robert Fisk ise 26 Kasım 1999 tarihli "Kosovo, Law and Diplomacy" adlı yazısında "Acaba NATO'nun amacı barışı sağlamak mıydı, yoksa barışı sabote etmek miydi?" şeklinde yazmaktadır. NATO müdahalesini sorgulayan tüm stratejistlerin, araştırmacıların, politikacıların vardığı sonuç budur. Karadan değil, havadan müdahaleyi tercih eden ve Müslüman Arnavut halkını çok büyük bir yıkıma sürükleyen bu müdahale yanlıştır.

Gerçekten de müdahalenin başladığı ve bittiği 25 Mart ve 10 Haziran tarihleri arasında, Sırp katliamlarında binlerce kişi öldü. Sırbistan'ın bölgeden çıkmaya zorlanmasının ardından, Kosova'ya önce KFOR adıyla altmış bin kişilik bir NATO birliği geldi. Bu birliklerin girmesinin hemen ardından da BM, başkent Priştina'da Kosova Geçici Yönetimi (UNMIK) kurarak çalışmalarına başladı. Bu Geçici Yönetim'in ilk geçici başkanı ise BM Genel Sekreteri'nin yardımcılarından Sergio de Melo'ydu. Sonra Geçici Yönetim'in daimi başkanlığına Fransa Sağlık eski bakanlarından Bernard Kouchner, geçtiğimiz ay içinde de Danimarkalı Hans Haekkerup atandı.

KFOR askerleriyle sınırları korunan Kosova'ya henüz huzur ve barış gelmiş değil. Yapılan anlaşma çerçevesinde Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK silahlarını bıraktı. Ancak Sırplar hala sınır bölgelerinden tam anlamıyla çekilmiş değil ve zaman zaman taciz saldırılarına devam ediyorlar. Sırbistan'da yapılan seçimleri ise Miloseviç'e karşı Kostunitsa kazandı. Ancak liderin değişmesi Sırp hükümetinin politikasında herhangi bir değişiklik yapmadı. Soykırımı gerçekleştiren kadrolar, aynı şekilde iktidarda. Kostunitsa da Kosova'nın bağımsızlığını tanıması söz konusu değil. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi yeni liderin son yıllardaki açıklamaları, girişimleri, bu dönemde oluşturduğu ittifaklar, seçim kampanyası sırasında söyledikleri, bir manada Miloseviç'e ve onun gibilere sahip çıkması Karadağ ve Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılmasına müsaade etmeyeceğini gösteriyor. Dayton Anlaşması'yla kurulan yeni düzeni kabullendiğine dair de fazlaca bir işaret yok. Kostunitsa da aynı Miloseviç gibi Büyük Sırbistan hayalleri kuruyor. Zaten Miloseviç'e yaptığı muhalefetin temelini de neden yüz binlerce cana kıydığı değil, neden bu savaşları kaybettiği sorusu oluşturuyor.

Kosova şu anda hala zaman zaman etnik çatışmaların yaşandığı ve sonucunun ne olacağının bilinmediği bir yer. Sırbistan'da hem iktidar hem de muhalefet Kosova'nın Sırbistan'ın bir parçası olduğu düşüncesinden vazgeçmiş değil. UNMIK bugün bölgenin çeşitli yerlerinde hâlâ sürüp giden etnik kavgalar ve sürtüşmelere bir çözüm getiremedi. Son bir yılda BM tarafından açıklanan rakamlara göre 250'ye yakın kişi bu çatışmalarda hayatını yitirdi. Binlerce insan Sırp yönetiminin kontrolündeki hapishanelerde öleceği günü bekliyor. Binlerce kayıp kişinin akibetinin ne olduğu ise hala bilinmiyor.

NATO müdahalesini takip eden iki yılı değerlendirdiğimizde, Kosova'da kaybedenin yine Arnavut halkı olduğu ortaya çıkıyor. Sırplar istedikleri sonuca ulaştılar ve 10 binlerce Müslüman Arnavut'u katlettiler. Binlerce Arnavut da göç yollarına düştü. İkinci kazançlı çıkan güç ise Batılı güçler oldu. Bu operasyon tam da NATO'nun genişleme planları öncesinde ve NATO'nun 2000'li yıllarda nasıl bir görev üstleneceğinin tartışıldığı dönem öncesinde gerçekleştirildi. Böylece Orta ve Doğu Avrupa'da ortaya çıkan jeopolitik boşluk alanını doldurmaya ve bölgede yeni dengeleyici unsur olduğunu gösterdi. Ayrıca siyasi çözüm adı altında Kosova'ya kendi çözüm planını dayatarak, bağımsızlık yolundaki çabaların önüne geçmiş oldu. Artık Kosova'nın bağımsızlığına kavuşması eskisinden çok daha zor.

Kosova'nın bu dönemdeki en büyük eksikliği ise dava bilincine sahip, Kosova davasına cesaretle sahip çıkacak, tüm Kosova halkını temsil edebilecek ve onları biraraya getirebilecek Aliya İzzetbegoviç gibi bir isme sahip olmamasıydı. Müslüman ülkelerden yeterli destek görmemek, yıllarca sesini duyurmakta zorlanmak, pasif yöneticilerin uluslararası platformda halkın taleplerini anlatmakta zorlanmaları Kosova'nın bağımsızlığa giden sürecinin önündeki en büyük engellerdi. İslam bilincinden yoksun bir Arnavut milliyetçisi olan İbrahim Rugova her ne kadar ön plana çıksa da, yukarıda saydığımız lider vasıflarından yoksundu... Oysa İzzetbegoviç'in varlığı Bosna'nın en büyük avantajıydı.

Sonuç

Bölgenin kısmen de olsa istikrara kavuşmasının yolu, Kosova'ya bağımsızlığın ya da en azından özerkliğin verilmesidir. Ancak Sırbistan'da aynı kadrolar yönetimde olduğu süre, bu bölgenin gerçek bir huzura ve barışa ulaşması mümkün değildir. Bu yönetim iktidarda olduğu sürece Sırp baskısından korunmanın tek yolu uluslararası garantidir.

Bu noktada ise Türkiye'ye çok büyük bir sorumluluk düşmektedir. Çünkü gerek Bosna gerekse Kosova'da yaşananların tarihi kökenleri incelendiğinde tek çözümün Osmanlı vizyonu olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede var olan Türko-İslami kuşak, Türkiye'nin önüne hem tarihsel ve politik bir sorumluluk, hem de büyük bir stratejik fırsat sağlamaktadır. Bu kuşağı korumak, harekete geçirmek, Türkiye için ciddi bir etki alanı oluşturabilir.

Bunu basit bir yayılmacılık olarak algılamak ise büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü sözü edilen coğrafya üzerinde tarihsel, kültürel ve stratejik yönden Türkiye'ye bağlı ve yakın olan halklar yaşamaktadır. Bu toplumlarla, hem de 1912'ye kadar "bizim" olan topraklar üzerinde güçlü bir işbirliği kurmak, doğal bir hak ve sorumluluktur.

Bu arada Türkiye, Balkanlar'da bu şekilde bir etki alanı oluşturmakla, diğer dış politika yönlerinde, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu'da da büyük bir stratejik avantaj ve siyasi güç elde edecektir. Bir yönde elde edilen etki alanı, diğer yönleri de etkileyecektir. Ne de olsa, diğer dış politika yönlerimiz de Devlet-i A'li Osmaniye'nin mirası ile yakından ilgilidirler.

Bugün Balkanlar'daki Sırp milliyetçileri Osmanlı'yı Balkanlar'ı sömürmüş emperyalist bir güç olarak resmetme çabasındadırlar. Bu asılsız ancak etkili propagandaya karşı Türkiye tarihsel gerçekleri ortaya koymalı, Osmanlı döneminde Balkanlar ve Ortadoğu'da nasıl bir istikrar, adalet, barış ve nizam kurulduğunu izah etmeli ve bu tarihsel gerçeği aktif politikaları için temel haline getirmelidir. Türkiye'nin stratejik ufku, Osmanlı mirasına sahip çıkabilmesiyle orantılı olarak genişleyecektir. Türkiye'nin 21. asırda bir bölge gücü haline gelmesi, tarihsel ve dini kimliklerin giderek daha önemli hale geldiği dünyaya damgasını vurabilmesi, ancak böyle mümkün olabilir.