Ahirzaman Ve Hz. Mehdi

Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.

    Güzel Hatırlatmalar

    • "Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir". Bu ümmetin ömrü bin (1000) seneyi geçecek, fakat bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyecek.

      (Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muhammed b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)

    • Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlatlarımdan olan Mehdi’yi inkar eden beni inkar etmiştir.”

      (Bihar-ul Envar, c.51, s.73)

    • Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.

      (Tevbe Suresi, 6)

    Güzel Konular

    Güzel Konular

    Toplum genelinde ''gıcık olmak'' sözleriyle ifade edilen tavır bozukluğu ile, müminlerin ''Allah rızası için bir kişiye buğz etme'' ahlakı birbirinden çok farklıdır

    Cahiliye toplumlarında insanlar pek çok sebepten birbirlerinden rahatsızlık duyabilirler. Kimi zaman bir kişinin yüzü, ağzı, burnu, sesi, gülme şekli, aksanı, boyunun kısalığı ya da uzunluğu, saç şekli, saç rengi, vücut şekli, kilosu; kimi zaman oturduğu semt, yaptığı iş, kimi zaman arabası, evi, kimi zaman bir mimiği, cümle kuruş tarzı, kısacası herşey bu duruma neden olabilir. Ancak bu kişilerin sayılan bu özelliklerinin gerçekten de rahatsız edici bir yönü olması da gerekmez. Bazen sırf kusursuz ve mükemmel olduğu, bazen kendisinden daha iyi olduğu, bazen kendisine rakip gördüğü, bazen de kendi kültürüne, zevklerine ya da alışkanlıklarına uymadığı için o kişiden rahatsız olabilirler.

    Hatta kimi zaman o kişiye karşı duydukları bu rahatsızlık ve öfkenin hiçbir sebebi de olmayabilir. Kendi kullandıkları sözlerle ifade edilecek olunursa, “neden bilmiyorum ama bu kişiye gıcık oluyorum” gibi ifadelerle bu bakış açılarını dile getirirler. Gerçekten de sorulduğunda bu kişiye karşı koydukları olumsuz tavrın nedenini bulamazlar.

    Sebepli de olsa sebepsiz de olsa, bir kişiye karşı olan ve kendi ifadeleriyle “gıcık oluyorum” sözleriyle belirttikleri bu tavırlarının tek sebebi “şeytanın oyununa düşmüş olmaları”dır.

    Bazen şeytan aynı telkinleri müminlere de vermeye çalışır. Müminin bir insanı sevme ya da sevmemedeki ölçüsü yalnızca Kuran’dır. Kuran ahlakı dışında, bir kişinin ne fiziksel yapısının ne işinin, ne evinin, ne oturduğu semtin, ne aksanının ne de buna benzer özelliklerinin bir kişiyi sevmede hiçbir değeri yoktur. Önemli olan ruhu, imanı, Kuran ahlakını yaşamasıdır. Bu insan, hataları, kusurları, eksikleri olsa da, temelde mümin olduğu için kesin olarak sevilir. Hataları ve kusurları da diğer bir yandan kendisine gösterilerek düzeltilmeye çalışılır.

    Ancak müminlerin de birbirlerinin hatalarından, eksiklerinden rahatsız olmaları mümkündür. Bir kişinin yanlış bir tavrı gerçekten de bazen etrafa maddi manevi zarar verebilir. Ya da bir kişinin bir konuda Kuran ahlakını tam olarak yaşayamaması, o kişiye karşı duyulan güveni, yakınlığı olumsuz yönde etkileyebilir. Ancak müminin sevgisi gibi, duyduğu bu rahatsızlıkta da tek ölçüsü yine yalnızca Kuran'dır. Mümin, Allah'ın Kuran'da yanlış olduğunu bildirdiği ahlakta eksiklik gösterildiğinde, cahiliye ahlakına benzer tavırlar söz konusu olduğunda rahatsız olur. Yoksa bir kişinin gülme şekli, boyunun uzunluğu ya da kültür seviyesi gibi konulardan dolayı bir huzursuzluk duymaz.

    İman eden bir kimsenin bir başka mümine karşı duyduğu, Kuran'a uygun olan bu hissin adı “buğz”dur. Karşısındaki kişinin Kuran'a uygun olmayan bir tavrına, -düzeltmediği sürece- buğz edebilir. Ancak “buğz etmesi” demek, “tümüyle o kişiden yüz çevirmesi” demek de değildir. Buğz ettiği süre içerisinde de yine ona şefkatle doğruyu anlatıp göstermek, destek olmak, onun o eksiğini gidermek için gönülden çaba harcar. Ayrıca duyduğu bu buğz onun, o kişiye karşı, mümin olmasından kaynaklanan sevgisini de hiçbir şekilde etkilemez. Çünkü dünyada hata yapmayacak hiçbir insan yoktur. Allah, adetullahının bir gereği olarak, bu eksikliği tüm insanlarda yaratmıştır. Allah, hataları, insanların aczlerini görüp Allah'a sığınmaları, tevbe etmeleri, daha iyi olmak için çaba harcamaları, insanların birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilmeleri, birbirlerine tebliği yapıp öğüt verebilmeleri için yaratmıştır. Dolayısıyla müminler de birbirlerinden “hatasız olabilmelerini” beklemezler. Hata gördüklerinde birbirlerine bunun doğrusunu gösterirler.

    İşte bu konuda müminlerin dikkatli olmaları gereken konu, şeytanın oyununa gelerek, cahiliyenin “gıcık olma” olarak adlandırılan tavır bozukluğuyla, müminlerin “buğz etme” ahlakını birbirine karıştırmamalarıdır. Çünkü bazen insan nefsi, Kuran ahlakını yaşamayan insanlarda olduğu gibi, bir kişiden sebepsiz yere bir rahatsızlık duyulması için müminleri de teşvik edebilir. Ya da Kuran'a dayalı hiçbir geçerli gerekçe olmadığı halde, bir müminin meşru, samimi, içten ve doğal tavırlarına karşı da bir rahatsız hissi duyurtmaya çalışabilir. Müminin böyle bir telkin karşısında Allah'tan korkarak hareket etmesi, şeytandan Allah'a sığınması ve o mümin kardeşine şefkat ve merhametle yaklaşarak şeytanın bu oyununu bozması çok önemlidir. Şeytanın müminlerin arasını açıp bozmak isteyeceği Kuran'da bildirilmiştir (İsra Suresi, 53). Mümin bu tuzağa karşı, hemen o kardeşinin güzel yönlerini, imandaki kararlılığı, ahlakındaki güzel incelikleri, Allah'ın rızasını kazanabilmek için ne kadar samimi çaba harcadığı gibi özelliklerini düşünerek ona olan sevgisini tazelemelidir. Bu konuda niyet ettiği ve küçük de olsa bir girişimde bulunduğu anda, Allah'ın izniyle Allah şeytanın oyununu bozacak, bu mümin, kardeşine çok daha coşkulu bir sevgiyle yaklaşabilme imkanı bulacaktır. Allah Kuran'da bu adetullahının kesin olarak sonuç vereceğini şöyle bildirmiştir:

    Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?

    İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.

    Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.

    Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Fussilet Suresi, 33-36)

    En tehlikeli ve en sinsi hastalıklardan biri: Aklı beğenme hastalığı

    Her insan çocukluk yaşlarının hemen ardından belirli bir eğitim süreci içerisine girer. Kişiliği zaman içerisinde sürekli olarak gelişirken; bilgisi, becerisi, yetenekleri de belirli yönlerde şekillenmeye başlar. Belirli bir yaştan sonra insan artık ailesinin ya da çevresinin desteği olmadan, yavaş yavaş kendi başına da küçük ya da büyük birtakım başarılara imza atmaya başlar. Ve zamanla bu irili ufaklı başarılar, elde edilen güzel sonuçlar, bu kişi açısından güzel bir birikim meydana getirir. Eğer bu kimse, aklı ve vicdanı açık bir kimseyse, bu durumda ahlakını da sürekli olarak geliştirip güzelleştirebilir.

    İşte bu noktada insan için yepyeni bir tehlike ortaya çıkar. Şeytan bu aşamada, bu kişiyi ele geçirmek için devreye girmeye hazırlanır. Çünkü şeytan, bu şartlardaki bir insana yaklaşabileceği bir yol bulmuştur kendince. Şeytanın insanda oluşturmak istediği ‘büyüklük’ hissi için gereken zemin oluşmuş, şeytanın hileli bir şekilde kullanabileceği pek çok delil çıkmıştır ortaya. Artık geriye kalan, bu kişiyi, her yaptığı şeyi ‘kendi aklı, becerisi ve gücü’ ile yaptığına ikna edip, bu ruh halini dışa yansıtan bozuk bir ahlak anlayışına sürükleyebilmesidir. Eğer şeytan bu insanı, elde ettiği tüm güzelliklerin, başardığı her iyi şeyin, aklettiği her olumlu detayın kendisinden kaynaklandığına inandırtabilirse, kendince üstlendiği görevi büyük ölçüde yerine getirebilecektir.

    İşte vicdanı yeteri kadar açık olmayan bir insan, şeytanın bu gibi telkinleri sonucunda, kimi zaman kendisi bile farkında olmadan, içinde sinsice gelişip büyüyecek bir hastalığa yakalanır. Bu hastalığın adı ‘aklı beğenmek’tir.

    İlk başlarda bu hastalığın tek farkında olan şeytandır. Ancak zamanla, hastalık yavaş yavaş dışarıya bazı alametler vermeye başlar. Çevresindeki insanlar bu kişide, yakalandığı hastalığın belirtilerini birer birer görmeye başlarlar. Çoğu zaman, ‘yalnızca kendi aklına güvenme, daima haklı olduğuna inanma, sadece kendi teşhislerini esas alma, herkese kendi dediklerini yaptırmaya çalışma, son sözü söylemenin takıntı haline gelmesi, başkalarının fikirlerine tabi olamama’ gibi belirtiler giderek bu kişilerde yoğunlaşmaya başlar. İşte artık hastalık ilerlemiş, kişinin tüm benliğini sarmış ve bedenini ele geçirmiştir.

    Ancak hastalığın dışarıya bu kadar çok alamet vermesinin iyi bir yanı da, her ne kadar ilerlemiş de olsa, insanlar tarafından çok açık bir şekilde fark edilebilir hale gelmiş olmasıdır. Çünkü bu şekilde hastalığın teşhis edilebilme ve bunun sonucunda da tedavi edilebilme imkanı oluşur.

    Fakat bu konuda unutulmaması gereken önemli bir bilgi daha vardır: Aklı beğenme hastalığının, yalnızca akıllı, yetenekli, becerikli, başarılı insanlarda görülebilen bir bozulma olduğu sanılmamalıdır. Dünyanın en medeniyetten en uzak yerinde, hiçbir kültüre, görgüye, bilgiye sahip olmayan bir insan da, hayatını sokaklarda bomboş yatarak, kendine zarar vererek, hiçbir konuda hiçbir emek vermeden yaşayan insanlar da bu hastalığa çok kolaylıkla yakalanabilmektedirler. Üstelik bu hastalığı çok derin ve köklü bir şekilde de yaşayabilmektedirler. Bu insanlar da, yazının başında anlatılan başarılı, yetenekli, hayatın her alanında yükselen bir insanda olduğu gibi, akıllarından, kültürlerinden, bilgi seviyelerinden, kararlarından, inançlarından, alışkanlıklarından çok emin olabilmekte; ve bu konuda kendilerinden başka hiçbir kimsenin sözüne itibar etmeyecek kadar kendilerine güvenebilmektedirler.

    İşte bu tablo, bu hastalığın nasıl bir müsibet olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından çok ibret verici ve düşündürücüdür.

    Bu durum, şeytanın bir insanı gerçek konumunun tam zıttına dahi inandırtabilecek kadar sinsi bir oyun ve kandırmaca içerisinde olduğunu göstermektedir.

    Ve bu durum aynı zamanda da, dünyanın en aciz insanında da, en kibirli insanında da nefsin etkisinin aynı olabildiğini; insanın, nefsinin kandırmacalarına uyması sonucunda ne kadar büyük bir gaflete kapılabileceğini ortaya koymaktadır.

    Çözüm ise, elbetteki her konuda olduğu gibi yalnızca Kuran’dadır. Kuran insana, Allah'ın büyüklüğünü ve bu duruma karşılık insanın içerisinde bulunduğu aczi çok açık bir şekilde göstermektedir. Kuran ahlakını tam olarak yaşayan bir insan, Allah'ın izniyle asla aklını beğenip büyüklenme hastalığına yakalanmayacaktır. Bu konuda anlık bir gaflet yaşasa bile, hemen akabinde Allah'ın kudretini bilerek acizliğini ve muhtaçlığını hatırlayarak Rabbimiz'in gücüne teslim olacaktır.

    Peygamberler bu konuda müminler için çok güzel birer örnektir. Peygamberler Allah’ın lütfetmesiyle dünyanın en güzel ahlaklı insanlarıdırlar. Ancak bu güzel özelliklerine rağmen, asla Rabbimiz'e karşı olan acizliklerini de unutmamış olan insanlardır. Bütün bu güzel ahlaklarına, üstün yönlerine, keskin akıllarına, elde ettikleri başarılara rağmen, peygamberler aynı zamanda da dünyanın en tevazulu, en teslimiyetli, en yumuşakbaşlı ve en mülayim insanlarıdır. Onların bu üstün ahlakı, akıl beğenme hastalığından sakınmak isteyen tüm Müslümanlar için çok güzel birer örnektir.

    İnsanın aczini bilmesi, Allah'ın büyüklüğünü kavramasıyla mümkündür. Herşeyi ona veren, lütfeden yalnızca Allah'tır. O halde insan, sahip olduğunu zannettiği maddi manevi ne varsa, bunların hiçbirinin aslında kendisinden olmadığını unutmamalıdır. Herşey zaten Allah'ındır; Allah'a aittir. İnsanın ‘akıl’ dediği ve akledebildiğinde de çok beğendiği sonuçlar, yalnızca Allah'ın birer yaratmasıdır. Allah'ın sonsuz aklının insanda tecelli etmesidir. Öyleyse insanın yapması gereken aklını beğenmek değil, yalnızca aczini bilerek ve tevazuyla Allah'a olan şükrünü ve teslimiyetini göstermeye çalışmak olmalıdır.

    Hatayı önce kendinde aramak, güzel bir ahlak özelliğidir...

    İnsanlar genellikle bir sorun yaşadıklarında, hatayı öncelikle kendilerinde değil de, karşı tarafta arama eğilimindedirler. Bu bakış açısıyla baktıklarında, gerçekten kendilerini haklı çıkaracak delilleri de bulurlar. Ve bu delillere dayanarak da, olayları ya da konuları tek taraflı olarak yalnızca kendi yönlerinden değerlendirirler.

    Oysa çoğu zaman bir olayda, genellikle her iki tarafın da haklı olduğunu düşünebileceği delil bulmak zor değildir. Bazen bir kişi %100 haklı olur. Ama çoğu zaman da, %5’lik bir oranda dahi olsa, karşı tarafın da kendine göre haklı olduğunu düşünebileceği bir yön vardır. Ve bu %5’lik bir bölüm de, tamamen haklı olduğuna inanması için o kişiye yeter. Az da olsa elinde haklılığına ait bir delil olması, diğer tarafın %95’lik haklılık payını ve buna ait delilleri görememesine neden olur.

    Bazen de iki farklı bakış açısıyla bakıldığında, bir olayın iki farklı görünümü olur. Sözgelimi bir olayı sağ taraftan gören bir insanın yakaladığı ve dikkatini çeken detaylar çok başka iken, soldan bakan bir kimsenin gözüne takılan gelişmeler çok farklı olur. Örneğin bir kişi, uzaktan baktığında bir başkasını bir yemeği yerken gördüğünü sanır. Oysa ki ortada bir göz yanılması vardır. Yakından başka bir açıdan bakıldığında, aslında bu kişinin sadece yemekten bir kaşık alıp kokusuna baktığı ve sonra yerine geri koyduğu görülür. İşte bazen insanlar bu tarz durumlarda da, karşı tarafın şahit olduklarının bilgisine sahip olmadıklarından, kendi bildiklerinde ısrarcı davranır ve hatta diğer tarafı doğru konuşmamakla dahi itham edebilirler.

    Bazen de, bir insan gerçekten çok açık bir şekilde tamamen haklı olur. Ama buna rağmen karşı taraf, kimi zaman gurur ve büyüklenme, kimi zaman nefsini savunma arzusu ya da öfke gibi nedenlerle konunun aksini iddia edebilir.

    İşte burada birkaç örnekle açıklanan tüm bu durumlarda güzel olan, insanın –herşeye rağmen-, -haklılığından %100 emin olduğunda bile- hatayı önce kendinde arayan bir üslup içerisinde olmasıdır. Bu, herşeyden önce Kuran ahlakının bir gereğidir. Tevazunun, olgunluğun, hoşgörünün, alttan almanın, yatıştırıcı olmanın ve nezaketin bir gereğidir. İnsan ne kadar haklı olursa olsun, düz bir anlatımla karşı tarafı direk suçlayan bir üslup kullanması doğru değildir. Allah müminlere, birbirlerine “sözün en güzelini söylemelerini” bildirmiştir. Dolayısıyla bu tür bir durumla karşılaşıldığında güzel olan, bir kişinin karşı tarafı direk mahcup eden, rencide eden ya da kızgın bir üslup kullanarak haklılık iddiasında bulunması değildir. Mümin mutlaka tevazuyla “Ben yanlış görmüş olabilirim”, “Bana öyle gelmiş olabilir”, “Ben unutmuş ya da yanılmış olabilirim”, “Yanlış hatırlıyor olabilirim”, “Ben düşünememiş olabilirim” gibi samimi üsluplarla, öncelikle ortadaki yanlışın sebebini kendisinde aramalıdır.

    Gerçekten de insan acz içerisindedir. Çok rahatlıkla unutabilmekte, yanılabilmekte, yanlış hatırlayabilmekte; olayları, isimleri birbirine karıştırabilmektedir. Dolayısıyla böyle bir acz içerisindeyken, kendisinin kesinlikle hatasız olduğunu iddia etmesi, bu açıdan da zaten yerinde değildir.

    Bunun yanı sıra, mümin ahlakında nezaket çok önemli bir yere sahiptir. Bir konuda doğruyu savunmak demek, karşı tarafı kırmak, rahatsız etmek, kargaşa ya da tartışma ortamı oluşturmak değildir. Mümin bir hatırlatma veya bir eleştiri yapacaksa ya da bir gerçeği dile getirecekse bile, mutlaka karşı tarafı en az tedirgin edecek, ortamı en az gerginleştirecek en sevgi dolu, en nezaketli, en iddialaşmayan, en mülayim üslubu tercih etmelidir.

    Nitekim böyle bir ahlak gösterildiğinde; yani haklı olduğu hatayı üstlenen kişi, tevazulu, sevgi dolu bir üslupla yaklaştığında, hatalı olan kişi de, gördüğü bu güzel davranış karşısında mahçup olup aynı tevazuyla karşılık verir. Böyle bir ahlak, hatalı olan kişinin, hatasını çok daha kolay bir şekilde görüp kabul edebilmesine güzel bir zemin hazırlar. Dolayısıyla Müslüman, ahlakıyla güzel bir örnek sunarak, karşı tarafın da aynı ahlakı almasına vesile olur. Kızgınlıkla, haklılık iddiasıyla, tartışmayla karşı tarafa haksızlığını göstermektense, bu samimi ahlak Allah'ın dilemesiyle çok daha güzel bir sonuca vesile olur.

    Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

    İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

    Mehdi’nin çıkışından evvel, (her tarafı) aydınlatan kuyruklu bir yıldız doğacaktır.”(Kıyamet Alametleri, s. 200)