Ahirzaman Ve Hz. Mehdi

Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.

    Güzel Hatırlatmalar

    • "Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir". Bu ümmetin ömrü bin (1000) seneyi geçecek, fakat bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyecek.

      (Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muhammed b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)

    • Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlatlarımdan olan Mehdi’yi inkar eden beni inkar etmiştir.”

      (Bihar-ul Envar, c.51, s.73)

    • Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.

      (Tevbe Suresi, 6)

    Güzel Konular

    Güzel Konular

    ''Akıl beğenme hastalığı''ndan kurtulmanın yolları...

    Çoğu insanın farkında olmadan yakalandığı, adı konulmamış çok önemli bir hastalık türü vardır: Bu, insanın, “aklını aşırı derecede beğenmesi ve dünyada herşeyden, herkesten çok kendi aklına güvenir hale gelmesi”dir.

    Böyle bir insan, çevresindeki her olayı çok iyi kavradığını, her insanı çok iyi tanıdığını zanneder. Her konuda olabilecek en doğru analizleri kendisinin yaptığına inanır. Herkes hakkında kendine göre belirli teşhisleri vardır. Ve bunların olabilecek en isabetli teşhisler olduğundan kesin emindir. Kim ne derse desin, olaylara ve insanlara başka bir bakış açısından bakabilmesi mümkün olmaz. Böyle bir aşamada, bir konuda o kişiye ne açık deliller sunulması ne de mantıklı açıklamalar yapılması fayda vermez. Bu kişi sadece kendi bildiğine inanır, kendi bildiği gibi düşünür ve kendi bildiğini uygular.

    Bir an için bile olsun, “olaylara, insanlara ve yaşadıklarıma bir başka bir bakış açısıyla bakayım” demez. Kendinden çok emindir. Olayların bambaşka anlamları olabileceğinden, insanların tavırlarının çok farklı amaçlar taşıyabileceğinden en ufak bir şüphe dahi duymaz. Olayların, kendi gördüğü kısmı gibi, göremediği kısımları da olabileceğini düşünmez. İlk gördüğü kadarıyla, olaylar ve insanlar hakkında kesin ve peşin hükümler verir.

    Bu tür kimselerin bir başka önemli özellikleri ise, kendi çıkarımlarını zaman içerisinde sürekli olarak daha da pekiştirmeleridir. Herşeye kendi bakış açıları ve önyargılarıyla baktıkları için, kendilerine göre bu yönde sahte deliller bulmakta da hiç zorlanmazlar. Giderek kendilerinden başka hiç kimseyi dinlemeyecek ve manen hiçbir gerçeği göremeyecek kadar körleşirler. Bu manevi korlük sonucunda da, kendilerini nasıl yanlış bir yola ve nasıl tehlikeli bir sona doğru sürüklediklerini fark edemeyecek hale gelirler.


    Tüm bunların sonucunda da gerçek anlamda “akıllı” olma vasıflarını kaybederler. İyiyi kötü, kötüyü iyi; güzeli çirkin, çirkini güzel, doğruyu yanlış, yanlışı doğru algılamaya başlarlar. Kendilerine iyilik olarak yapılan bir tavrın altında art niyetli bir tavır olduğundan emir olurlar. Ya da kendilerine gösterilen güzel bir tavrın ardında başka bir amaç olduğu kanaatine varırlar. Hiçbir kusur bulamadıkları normal bir tavra ise, “suni ve doğal olmadığı” yakıştırmasını yaparlar. Ahiretlerine fayda verecek, nefislerini eğitecek bir yaklaşımı, kendilerince adaletsiz, merhametsiz, sevgisiz bir tavır olarak nitelendirirler. Daha güzel ahlaklı olmalarına vesile olacak bir olayı, aleyhlerinde zannederler. İnsanların yüzlerine bakarak, anlamlar çıkarırlar. Sözlü olarak hiçbir şey duymadıkları halde, sırf bakışlarından, insanların kendileri hakkında olumsuz bir kanaatleri olduğuna inanırlar. Bunlar gibi daha pek çok konuda yaptıkları pek çok teşhis vardır. Karşılarındaki insanlar ne kadar aksi yönde açıklama yaparlarsa yapsınlar, bu kimseleri doğru düşünmeye ikna edemezler.

    İnsanlar, içerisine düştükleri bu durumun zararını ve tehlikesini ilk başlarda o kadar iyi kavrayamazlar. Oysa ki bu, önlem alınmadığı takdirde insanı dünyada da ahirette de yıkıma sürükleyebilecek çok tehlikeli bir hastalıktır. İnsanı sürekli olarak mutsuz eden, isabetsiz düşündürten, isabetsiz kararlar aldırtan, insanlardan uzaklaştıran, güzel olan hemen herşeyi yıkıp tahrip eden bir bakış açısıdır.

    Böyle bir duruma gelen bir kişinin yapması gereken; aklını, teşhislerini, analizlerini, çıkarımlarını bir kenara bırakıp tümünü unutmaktır. Kendini Allah'a, Kuran'a, Allah'ın yarattığı kadere tam teslim etmeli, her yaşadığı olaya Allah'a güvenle, tevekkülle yaklaşmalıdır. Kuran'ı rehber edinmeli, her teşhisini, her analizini Kuran'a göre yapmalıdır. İmanlarına ve akıllarına güvendiği müminlerin öğütlerine tam tabi olmalı, kendisine yapılan Kuran ahlakına dayalı her çağrıya kulak vermelidir. Aklına, mantığına ne kadar aykırı gelirse gelsin, bu öğütlere hiç bir şekilde karşı açıklamalar getirmemelidir.

    Diğer yandan insanın, aklından bu kadar emin hale gelmesinden, içinde duyduğu bu büyüklük hissinden dolayı Allah'tan korkup sakınması ve hemen Allah'a sığınması gerekir. Çünkü insan Allah'ın verdiği çok sınırlı bir akla sahiptir. Acz içindedir. Kendinden bu kadar emin olmasına yol açacak hiçbir özelliği yoktur. Böyle bir büyüklük hissi ve kendinden eminliğin, şeytanın bir aldatmacası olduğu açıktır. Bu nedenle şeytanın oyununu en hızlı ve en kesin şekilde bozmalı, mutlaka Allah'tan, Kuran'dan ve müminlerden yana tavır almalıdır.

    Kuran'da yer alan “Allah'a karşı haksız yere büyüklenme” ile ilgili ayetleri düşünmeli, bu ahlakın getirebileceği pişmanlık dolu sondan Allah'a sığınmalıdır.

    Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim.Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)

    Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

    "İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)

    Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)

    Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder. (Secde Suresi, 15)

    'İçinden geldiği gibi davranmak' samimiyettir. Ama bazen de insanın içinden gelenleri yenip, daha güzel olan tavrı göstermeye çalışması gerekir

    Doğallık insan için büyük bir nimettir. Doğal, samimi, içinden geldiği gibi davranabilmek, hem kişinin kendisi hem de onunla birlikte olan insanlar açısından büyük bir konfordur. Çünkü bu insanın içinde ne varsa, dışında da o vardır.

    Ancak insanlar bazen ‘içinden geldiği gibi davranmak’ denilince, bunun, ‘içinde her ne olursa olsun bunu olduğu gibi dışa vurmak’ olduğunu sanırlar.Ve hatta bunu bir ‘dürüstlük göstergesi’ olarak görürler. “Ben hiçbir şeyi gizlemiyorum, içimdeki duygular bunlar” diye düşünürler. Oysa ki insanın içinden gelen her şey doğru değildir. Bu nedenle insanın içinden gelen herşeyi olduğu gibi dışa vurması da doğru değildir. Bazen insanın içinden gelen bazı duyguları dizginlemesi, düzenlemesi ya da yenmesi gerekebilir. Çünkü insanın, ‘içimden geliyor’ dediği şeyler, nefsinde var olan ve nefsinin onu teşvik ettiği hislerdir.

    İnsan nefsinde hem güzellikler hem de kötülükler vardır. Ancak nefsini istediği şekle sokmak, onda var olan kötülükleri yenmek, güzel ve iyi olan şeyleri ise artırmak insanın kendi iradesindedir.

    Örneğin bir insanın içinden, çevresindeki insanlara iyilik yapmak, sevgi, saygı göstermek, güzel söz söylemek, neşelenmek, hoşsohbet ve konuşkan olmak, dışa dönük ve girişken olmak, fedakarlık yapmak, güzellik sunmak gelebilir. İşte insan bu tür bir durumda ‘içinden gelenlere’ uyar.

    Ama bazen de insanın içinden sessizleşmek, küsmek, durgunlaşmak, insanlardan uzaklaşmak, öfkelenmek, kinlenmek, ters tavırlar göstermek, bağırıp çağırmak, tartışmak gibi olumsuz hisler de gelebilir. İşte bunlar da nefsin içinde var olan kötülüklerdir. İnsanın böyle bir durumda, “Ne yapayım, ben sadece içimden geldiği gibi davranıyorum” diyerek bu tarzda olumsuz tavırlar sergilemesi doğru değildir. Ve ‘içinden geliyor olması’ da, gösterdiği kötü ahlakı makul gösterecek bir mazeret değildir.

    Çünkü bunlar, Allah'ın Kuran'da beğenmediğini bildirdiği, nefse özel olarak verilen, insanın mücadele edip yenmesi gereken kötülüklerdir. Allah, güzel ahlakın gerekliliklerini ve sakınılması gereken tavırları insanlara bildirmiştir. İnsan, ‘her ne kadar içinden gelirse gelsin’ kötü olduğunu bildiği bir tavrı asla uygulamamalıdır. İçinden öfkelenmek geliyorsa, hemen bunun Allah'ın beğenmediği bir ahlak olduğunu düşünüp öfkesini yenmelidir. Öfke hissi gelen kişiye karşı, tam tersine, güzel söz söyleyip gönül almalı, dosça tavırlar göstermek için nefsini zorlamalıdır. Ya da nefsi ona suskunluk hissi verdiğinde, hemen bunun Kuran ahlakına uygun olmayan bir ahlak olduğunu düşünüp, beraberindeki insanlara, Allah'ın razı olacağı şekilde ‘en güzel sözleri’ söylemek için iradesini kullanmalıdır.

    Bu tür bir durumda nefisten yana bir bir tavır göstermek, asla dürüstlük, doğallık, samimiyet, içi dışı bir olmak değildir. Dürüstlük, doğallık ve içi dışı bir olmak; Allah'ın meşru kıldığı, Kuran'da beğendiğini bildirdiği, güzel ahlaka dair her tavrı, olabilecek en güzel şekilde dışa vurmak, en samimi şekilde bu ahlakı yaşamaktır. İnsanın, nefsindeki kötülükleri, sırf ‘içinden geliyor’ diye uygulaması ise, yalnızca bu kişinin ahlakındaki eksiklikleri gösteren bir alamet olur.

    Dolayısıyla insanın, ‘içinden gelen herşeye uyması’ gibi bir yaklaşım asla makul değildir. insan içinden gelen her türlü iyiliğe uymalıdır. İçinden gelmediği durumlarda da mutlaka iyiliği aramalı, nefsini bu yönde eğitmeli, nefsindeki iyiliğe olan eğilimi artırmalıdır.

    Nefsinin teşvik ettiği kötülüklerde ise, Allah korkusunu, vicdanını ve imanından kaynaklanan iradesini kullanarak, içinden gelen bu hisse, bunun tam tersi olan iyiliklerle karşılık vermelidir.

    Bu, müminin dünya hayatındaki imtihanının çok önemli bir parçasıdır. İnsan nefsini eğitebildiği ölçüde, Allah'ın razı olmasını umacağı bir ahlaka ulaşabilecektir. Allah Kuran'da, nefislerindeki kötülüklere karşı güzelliği tercih eden ve nefislerini Kuran ahlakına göre eğiten kimseler için şöyle buyurmuştur:

    Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',

    Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

    Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

    Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.(Şems Suresi, 7-10)

    Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.(Maide Suresi, 105)

    "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."(Yusuf Suresi, 53)

    Konuşulan konuları uzatma alışkanlığından kurtulmak, insan için büyük bir zaman kazancıdır...

    İnsanlar arasında yaygın olan özelliklerden biri de ‘gereksiz yere uzatılan ve hikmetsiz olarak yapılan konuşmalar’dır.

    Bazı insanlar gün boyunca karşılaştıkları hemen her konu hakkında, -belirli bir amaç olmaksızın- detaylı analizler yapmaktan, her konu üzerinde uzun uzun konuşmaktan çok hoşlanırlar. İsteseler birkaç cümlede halledebilecekleri bir konuyu, özellikle uzatıp saatlerce irdelemeyi severler.

    Bu, özellikle cahiliye insanlarında sıklıkla görülen bir alışkanlıktır. Ancak cahiliye insanlarının dünya hayatına, ölüme, ahirete bakış açıları düşünülecek olunursa, onlar bu alışkanlığı herhangi bir açıdan zararlı bulmazlar. Maddi çıkar elde etmek, itibar, makam ve mevki kazanmak gibi dünyevi idealleri dışında, gerçekten asil ve değerli bir hedefleri yoktur. Bu yüzden de, hayatlarının birçok kısmında oyalanmayı, ya da kendi kullandıkları deyim ile ‘vakit öldürmeyi’ mahsurlu görmezler. Dolayısıyla, aynı boşluğun konuşmalarında da olması onları rahatsız etmez. Bu kişilerin aradığı zaten sadece bir şekilde ‘vakit geçirmek’tir.

    Müminlerin hayatında ise durum çok farklıdır. İman eden bir insanın hayatının her anında yapacağı çok fazla şey vardır. Mümin, ‘çok yüksek ideallere sahip insan’ demektir. Müslüman, dünyada kendisine verilen sınırlı süre içerisine, olabilecek en fazla hayırlı söz, davranış ve faaliyeti sığdırmaya çalışır. Uyku, yemek, beden temizliği gibi zaruri ihtiyaçlarına, olabilecek en akılcı ve en az vakti ayırarak, hayatının geri kalan tüm bölümünü Allah'ın rızasını kazanabileceği çalışmalara ayırır.

    Dolayısıyla müminin boş vakti yoktur. Allah Kuran'da, müminin bu konudaki bakış açısının nasıl olması gerektiğini şöyle bildirmiştir:

    Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. (İnşirah Suresi, 7)

    Bu nedenle Müslüman bir konudan bahsederken, konuyu olabilecek en özlü, en kısa ve en hikmetli şekilde halletmeye çalışır. O konu çözüme kavuşturulduktan sonra ise, sırf vakit geçirmek için gereksiz detaylarla, amacı olmayan yorumlarla ya da tekrarlarla konuyu uzatmaz.

    Kimi cahiliye insanları, içlerindeki ‘amaçsızca vakit geçirme’ arzusundan dolayı, açılan her konu hakkında, öğrendikleri takdirde kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak detayları soruştururlar. Sadece neticesi önemli olan ve çoktan olmuş bitmiş bir olayın nasıl olup bittiğini, karşı tarafa neredeyse saniye saniye anlattırırlar. Yine, daha önce defalarca dinledikleri bir konuyu da, sanki ilk kez öğreniyormuşçasına bu kişiye tekrar tekrar anlattırırlar. Karşılarındaki kişilerde, aynı amaçsızlıkla, aynı olayları tüm ayrıntılarıyla yeniden anlatmakta bir sakınca görmezler. Bazen gazetede okudukları ya da televizyonda seyrettikleri bir olayı, konu hakkında hiçbir bilgileri olmamasına ve kendilerini hiç ilgilendirmemesine rağmen, “Ya şöyle olursa, ya böyle olursa? Öyle olursa ne olur, böyle olursa ne olur?” gibi saatlerce tartışırlar. Kendileriyle hiç alakası olmayan bir güncel haberi tamamen sahiplenir ve o konuyla adeta bütünleşerek, her gittikleri yerde, her gördükleri kişiyle o haberi konuşurlar.

    Kendilerine sorulan bir soru olduğunda, doğrudan sorunun cevabını vermek yerine, önce çeşitli giriş konuşmaları yapar, yan konulardan bahsederler. O sonuç oluşana kadar hangi aşamalar yaşandı, bunları da anlattıktan sonra, nihayet karşı tarafın beklediği bilgileri verirler. Yaşadıkları önemli bir olayı birbirlerine aktarırken, doğrudan konuyu önemli hatlarıyla özetlemek yerine, cümle cümle o sırada geçen karşılıklı konuşmaları tek tek sayarlar.

    Bu tarz boş konuşmaların yanı sıra, elbette bu kimselerin, gerçekten kendileri için önemli olan ve üzerinde çeşitli açılardan konuşulması gereken konuları da vardır tabi ki. Ancak büyük bir ideal peşinde koşmamaları ve konuları gereksiz yere uzatma alışkanlıklarından dolayı, önemli konularda da, hedeften uzaklaşarak yine boş konuşmalara dalarlar.

    Allah'a, ahirete, hesap gününe iman eden bir insanın bu konudaki tavrı ise, elbetteki bundan çok farklıdır. Ancak bu alışkanlığın toplumun hemen her kesiminde çok yaygın olması ve nefsin de, insanı boş işlere sürüklemeye çabalaması sebebiyle, müminin de bu konuda dikkatini tam olarak açması gerekir.

    İnsan bazen yanılarak, bir konunun tüm detaylarının gerçekten çok önemli olduğunu ve bunların karşı tarafa mutlaka anlatılması gerektiğini sanabilir. Ya da farkına varmadan, bir sohbet ortamı içerisinde konuları gereksiz yere uzatabilir. İnsan nefsi ve şeytan, kişiyi özellikle konunun özünden uzaklaştırıp detaylarda boğmak isteyebilir. Konuşmanın, amacından uzaklaşması, vaktini boşa geçirmesi için kişinin dikkatini dağıtabilir. Hayırlı bir amaç için konuşulan bir konuyu, amacından saptırıp dedikodu ortamı oluşturmak isteyebilir.

    İşte müminin şeytandan ya da nefsinden gelebilecek bu tür yönlendirmelere karşı da çok dikkatli olması gerekir. İman eden bir insan için, hem kendinin hem de karşısındaki kişinin vakti son derece önemli ve kıymetlidir. Bir konuda gereksiz yere eklenecek tek bir hikmetsiz cümle bile, müminin bu kıymetli vaktini alabilir. Bu vakitte Müslüman, bu boş konuşma yerine, aklını, vicdanını çok hayırlı bir düşünceye, söze ya da tavra kanalize edebilir.

    Bu nedenle Müslümanların da, hem kendileri, hem de diğer mümin kardeşleri açısından, konuları gereksiz yere uzatmamaları, hikmetsiz ve amaçsız tekrarlarla vakit kaybetmemeleri, boş sözlere dalmamaları son derece önemlidir. Her konuyu olabilecek en kısa, en özlü ve en akılcı şekilde halledip geçmek, önemli bir akıl alametidir. İşte mümin de bu yüksek akla ve vicdana sahip olan insandır.

    Her davranış, her düşünce gibi her söz de hesap gününde insanın önüne çıkartılmak üzere saklanmaktadır. Sarf edilen her faydalı ve hikmetli söz, insanı ahirette kazançlı çıkaracak, Allah'ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmasına vesile olacaktır.

    Allah Kuran'da müminin bu konuda göstermesi gereken ahlakı şöyle bildirmiştir:

    "Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler." (Kasas Suresi, 55)

    "Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)

    Mehdi’nin çıkışından evvel, (her tarafı) aydınlatan kuyruklu bir yıldız doğacaktır.”(Kıyamet Alametleri, s. 200)